Eski Çağlarda Dram Sanatı – Refik Ahmet Sevengil

Eski Çağlarda Dram Sanatı - Refik Ahmet Sevengil


İlk Dram

Dram bir vak’ayı iş ve hareket halinde anlatmak olduğuna göre geniş mânâda temsilin insan kadar eski olduğunu kabul etmek icap etmez mi? Zira, ilk insanlar birbirlerine isteklerini, yaptıklarını, düşündüklerini boğazlarından gelişi güzel çıkan seslere yardımcı olmak üzere birtakım işaret ve hareketler yaparak daha çok bunlarla anlatmaya çalışıyorlardı. İlk insanlar, yaptıkları işleri veya başlarından geçeni anlatmak başkalarına anlatabilmek için hem kendi hareketlerini, hem de karşılaştıkları başka kimselerin veya hayvanların hareketlerini taklit ederek daha geniş ve tefsilâtlı bir pantomima oynamış oluyorlardı. Güzel san’atların kaynakları hakkında psikoloji ve sosyoloji bilgilerine dayanarak bir eser yazmış olan Yryö Hirn diyor ki:

“İptidai kabileler arasında raksın, pantomimanın, hattâ sürükleyici san’atların fikirleri anlatma vasıtası olarak büyük bir ehemmiyet taşıdığı ileriye sürülebilir. İptidaî kabilelerde trajedi, hattâ komediye tesadüf etmezsek de âdî güldürücü oyunların, pantomimaların ve pantomimalı rakısların hiçbir destan vücuda getirmeyen, lirik şiirleri sıralanmış bazı mânasız sözlerden ibaret olan kabilelerde bile bulunduğu görülür. Onun için, kelimeyi iş ve hareket vasıtası ile yapılan her temsili içine alacak derecede geniş bir mânada kullanacak olursak, dram, taklit san’atlarının ilki sayılır. Resim veya harfler vasıtası ile yazı icat edilmeden önce, dram şüphesiz vardı. Tefekkürün dış tezahürü olması itibarı ile iş ve hareket sözlerden daha eskidir.(1)”

Türk muharrirlerinden Ahmet Ağaoğlu da Lisaniyyat başlıklı bir makalesinde dillerin kaynağı bahsini incelerken şöyle demişti:

Lisanı doğrudan başlıca sebep, insanın içtimaî bir varlık olarak başkaları ile beraber yaşamak, fikir ve his mübadelesinde bulunmak ihtiyacıdır. İnsan ilk evvel bu ihtiyacı nasıl temin edebilmiştir, tabiatta insan vücut bulur bulmaz kelimeler de kendisiyle beraber doğmuş mudur? Bugün bile yapılan tecrübeler ispat ediyor ki, kelimeler sonradan doğmuştur; bazı iptidaî kabileler vardır ki birbirleriyle ancak işaretlerle, minique’le konuşuyorlar. İptidaî insanlar da fikirlerini, hislerini tıpkı dilsizler gibi haiz oldukları vasıtalarla ifade ediyorlardı; yani bazan el ve ayakla, bazan başla, bazan gözleriyle ve yüzlerine verdikleri şekillerle, bazan muhtelif tonda seslerle ve nihayet bahsetmek istedikleri şeylerin resimlerini çizmekle… Gitgide bu işaretler arasında ses üstün gelmiştir. İlk yazı eşyanın resimleri olduğu gibi ilk sesler de taklididir. (2)

Hançerden çıkan sesler muayyen mânâlara gelmeye başladıktan, yani dil anlaşma vasıtası olarak kullanıldıktan sonraki çağlarda insanlar, kendilerini çevreleyen tabiatın ne olduğunu düşünüp anlamaya çalıştılar. Bu, medeniyet yolunda ehemmiyetli bir ilerleme idi; güneşte ısınıyorlar, otları ve meyvaları kopararak, kuşları ve hayvanları avlayarak karınlarını doyuruyorlardı; tabiattan memnundular, ona karşı minnet duymaya başladılar. Yağmurdan, fırtınadan, soğuktan, suların taşmasından, vahşî hayvanların nasıl aydınlandığını, nasıl karardığını, gecenin gündüzün nasıl olduğunu, gözlerinin gördüğü yerin arkasında neler bulunduğunu, kendilerinin nasıl ve niçin var olduklarını, sonra niçin yok olduklarını anlamıyorlardı; tabiata karşı çekingenlik duydular, fakat ne olduğunu anlamadıkları büyük meçhulün ve yarınlarını bağlamak istediler. Minnet, teşekkür, korku, saygı ve geleceği düşünme kaygısı birleşerek dini vücuda getirdi.

Türk Dinî Törenlerinde Dram Unsuru

Tabiatın göğsünde hayata gözlerini açan, hareket eden, konuşan, düşünen Türk, yaradılış muammasını halletmeye koyulduğu zaman kendisini tabiatın çocuğu saymak lüzumunu duydu. Ailenin genişlemesiyle vücuda gelmiş aşiretler halinde yaşıyorlardı ve her aşiret kendisini başka bir tabiat unsurundan, bir ağaçtan, bir ottan veya bir hayvandan gelmiş sayıyordu. Her aşiret kendi atası ve kendi tanrısı sandığı tabiat unsurunu totem olarak kabul etmişti. Totemizm dininin inanış ve heyecanları içinde yaşayan Türklerin bir takım âyinleri vardı; kutsal bildikleri, ataları saydıkları hayvanın etini yemezler, ancak yılda bir defa bütün aşiretçe bir nevi din töreni halinde sürek avına çıkıp bu hayvanı avlarlar, onu kurban ederek o zaman yerlerdi; içlerinden biri öldüğü zaman aşiretçe törenle gömerler, yasını tutarlar, onun için şiirler söylerlerdi. Sürek avı, kurban edilmiş kutsal hayvanın etini bütün aşiretçe toplanıp yemek ve ölüye acıma töreni yapmak şeklinde olan bu üç âyînde şiir, musiki, raks ve hareket birbirine karışmış olarak kullanılan ve törene özel bir güzellik veren bediî unsurlardır.

Bilindiği gibi hemen bütün ilk topluluklarda kutsal törenler duygu ve heyecanların pantomima, raks, şiir ve musikinin birarada kullanılması suretiyle ifadesidir ve dinî bir dram şeklinde yapılmıştır. Bütün milletlerin ilk çağlarında olduğu gibi Türklerde de bir takım âyîn, kutsal tören şeklinde temsiller vardı; bunlar asırlarca birer dinî temaşa mahiyetinde sürüp gitmiştir.

Totemizm dini, Türkler arasında uzun müddet devam etmekle beraber fikrin tekâmülü bir müddet sonra bir gök dini vücuda getirmiştir; göklerin başka bir tanrı, yerlerin başka bir tanrı tarafından idare edildiği, iyiliklerin gök tanrısına, güneş tanrıya ait, fenalıkların yer tanrısına, yer altında karanlıklarda oturan tanrıya bağlı olduğu ve bu yolla iki allahın arasında da çeşitli vazifeler gören başka tanrılar bulunduğu kabul edilmiştir. Gök dini, tabiata tapmak = natürizm, totemcilik dininin bir nevi tekâmülü idi. Dinî törenler bu sıralarda da uzun müddet eski şekillerini muhafaza etmiş, din adamlarının eski vazife ve ehemmiyetleri hattâ gittikçe artmıştır.

İlk Aktörler

Topluluk arasında ma’şeri bir heyecan uyandırarak yapılan dinî dramlar din adamları tarafından idare ediliyordu. Bunlar, cemiyetin o zaman ki inanış seviyesi içinde hastaların iyi olması için dualar okuyan ve bu suretle onların içlerindeki cinleri çıkartan ilk sihirbazlardır; kutsal törenlerde ellerinde ucuna demir parçaları geçirilmiş bir değnek tutarlar, bunları sallayarak demir parçalarının birbirine çarpması suretiyle bir nevi iptidaî musiki temin ederlerdi; bunun için ilk çalgıcılardır; musiki ile birlikte birtakım dokunaklı, güzel ve sıralanmış sözler söyledikleri için ilk şairlerdir; bu musikili sözleri söyler ve çalarken hoplayıp zıplayarak oynayan ilk dansörlerdir; sihrî, dinî, bediî bir heyecan içinde bütün bir dramı temsil ettikleri için de ilk aktörlerdir; topluluğun derdine çare bulan, topluluğa maddî, mânevî dinlenme ve yükselme yolları gösteren, maddî mânevî birliği sağlayan ve ma’şerî heyecan uyandıran, bütün bu sebeplerden dolayı da topluluk içinde saygı gören ilk din adamı – sihirbaz – san’atkârlardır.

Türk Göçleri

Orta Asya’da glasiyeler devrinin bitmesiyle büyük bir kuraklık olduğu, büyük ırmakların ve orta denizin kuruduğu ve bunun dünya medeniyet tarihi üzerinde tesirli neticeler doğurduğu tarihçiler tarafından kabul edilmiştir. Orta Asya’da hayvanları ehlileştirmiş, su kenarlarında yerleşerek çiftçilik etmeğe ve şehirler kurmağa başlamış olan Türkler, bu kuraklığın doğurduğu geçim zorluğu yüzünden çeşitli kollardan göçlere başlamışlar, bu suretle etrafa yayılarak yeni medeniyetler kurmuşlardır (3). Bu göçler bazan garba, bazan cenuba doğru olmuştur. Garp yolları da çeşitlidir; tutulan yola göre ya bugünkü Rusya güneyinde Balkanların kuzeyinde yerleşilmiş, yahut Balkanlara inilmiştir. Yahut da Kafkaslardan Anadolu’ya veya bugünkü İran topraklarından geçilerek Mezopotamya’ya yerleşilmiştir. Bir kısım Türkler Hindistan’a ve Çin’e indikleri gibi büyük bir kısım da Orta Asya’da yaşamakta devam etmiş ve yer değiştirerek verimli topraklar aramakla yetinmişlerdir.

Milâddan beşbin yıl önce Elcezire (Mezopotamya) topraklarına gelip yerleşmiş olan iki topluluğa Akadlar ve Sümerler deniliyor. Milâddan üç dört bin yıl önce Anadoluya gelip yerleşenler de Hata, Hitit, Eti isimleri ile tanınmışlardır. Gerek Akadlarla Sümerlerin, gerekse Etilerin Turanî kavimler oldukları bir çok dünya bilginleri tarafından eskiden beri kabul edilmiştir. (4)

Cumhuriyetimizin kurucu ve koruyucusu olan Atatürk, Türk Milletinin sosyal hayatındaki çeşitli yenilikler yanında Türk fikir ve ilim hayatına da yeni bir istikamet çizmiş, bu arada memleketimizde tarih çalışmaları da yeni bir ehemmiyet ve hız almıştı. Türk topluluğunun eski günleri araştırılmış, dünya tarihçilerinin eserleri dilimize çevrilmiş, Tarih Kurumu Kütüphanesine mal edilmiş, tetikçiler tarih kongrelerinde okudukları etüdleriyle milletimizin geçmişi üzerine yeni ışıklar serpmişlerdi. Sümer ve Etilerin Türk soyundan gelmiş topluluklar olduğu hakkında öteden beri bazı dünya tarihçilerinin ileriye sürmüş oldukları tez, bu tetkikler arasında geniş bir bibliyografyaya dayanarak kuvvet kazanmıştır. Bugün mekteplerimizde okutulan tarih kitapları da aynı tezi ihtiva ediyor.

Sümer ve Etilerdeki hayat ve ibadet şekillerini incelemek, kitabımızın konusu bakımından hem lüzumlu, hem faydalıdır.

Sümerlerde Dinî Temaşa

Orta Asya’dan etrafa yayılmış olan Türk kollarının birçok dinî adetleriyle birlikte ibadetlerine ait özellikleri de beraber götürmüş olmaları tabiîdir. Orta Asya Türklerinin dinî törenlerinde gördüğümüz dramatik unsuru Sümerlerin ibadetlerinde de buluyoruz.

Leonard Woolley tarafından yazılıp 1928 de basılmış olan Sümerler isimli eser milâddan dört beş bin yıl önce Orta Asya’dan göç ederek Mezopotamyaya gelmiş ve yerleşmiş olan Sümerlerin hayatı ve medeniyeti hakkında etraflı bilgi veren mühim bir kaynaktır.(5) Sümerlerin hayatı, san’atı ve medeniyeti hakkında incelemelerde bulunmuş olan muhtelif bilginlerin tetkiklerinden öğreniyoruz ki Sümer din adamları ma’betlerinde yaptıkları âyinlerde ve cenaze törenlerinde tanrıların hayatlarını ve ıztıraplarını anlatan monolog ve diyaloglar söylüyorlar, bu trajik sahneler din adamları tarafından canlı bir surette temsil ediliyordu. İlâhların yaşayışlarını temsil etmek birçok dinlerde insanlara huzur ve saadet getiren bir konu olarak ele alınmıştır; bilindiği gibi Yunan tiyatrosu da şarap tanrısı Diyonysos’un hayatını temsil etmek suretiyle vücut bulmuştu. (6)

Musikiye uydurulmuş söz, raks, ibadet esnasında musiki âletleri çalmak ve koro ile dualar okumak, hemen bütün cemiyetlerde tiyatronun başlangıcı sayılmıştır. Sümerlerde de dinî törenlerin tamamiyle bu unsurları ihtiva ettiği o zamanlardan kalmış kitabelerde kolaylıkla görülüyor. Louis Speleers Eski Ön Asya san’atları isimli eserlerinde birçok Sümer ve Eti kitabe ve kabartmalarının fotoğraflarını da yayınlamıştır; kitabın sonunda sıra numarası ile neşredilen bu resimlerden 142 numaralısı Accadienme ve Neo – Sumerienne devrine ait bir ibadet sahnesini göstermektedir. Törenin dört din adamı arasında karşılıklı konuşma şeklinde yapıldığı ve bir nevi lyr çalan bir musikişinasın nağmeleriyle âyine iştirak ettiği bu kabartmada görülüyor. Yine aynı eserde 208 sıra numarasıyla yayınlanmış olan bir vazo resmi vardır. Sumero – Babyloniens devrine ait bulunan ve kilden yapılmış olan bu vazonun üstüne Sümerlerin büyük hakanı Gudea zamanındaki – Milâddan önce 2600 – müzisyenleri gösteren resimler işlenmiş bulunuyor. Bu resimlerde elle davul çalan iki kişi ve yanlarında şarkı söyleyen iki adam görülüyor. Gerek âyin sahnesini tespit eden kabartma, gerek Sümer müzisyenlerini gösteren vazo Louvre müzesindedir. (7)

Sümer mabetleri tanrıların evi sayıldığı için gayet büyük, muhteşem, bazı yerlerde hâttâ yedi katlı kuleler şeklinde inşa ediliyordu. Bunların ibadet ve âyin salonları da haşmetlidir. Buralarda halk toplanır ve tanrılara kurbanlar ve nezirler takdim edildiği gibi münâcâtlar ve ibadetler yapılırdı. Sümer din adamları istikbalden haber vermek, ibadeti idare etmek, âyinlerde hizmet etmek ve mabedin çeşitli işlerine bakmak gibi ayrı ayrı vazifeler görmek üzere sınıflara ayrılmıştı. Bunlardan öfkelenmiş mabutların hiddetini gidermek üzere münâcât ve ilâhîler okuyanlara Kalu deniliyordu. Kalu’lar, âyin esnasında musiki âletleri de çalarlardı. Şu halde Kalu, ayni zamanda Sümerlerin ilk san’atkârlara verdikleri isimdir. (8) Mezopotamya kazılarından çıkarılarak Fransa’nın Louvre müzesine konulmuş olduğunu söylediğimiz vazonun üstünde resmi bulunan davul, Sümer mabetlerinde bu Kalu’lar tarafından çalınmış olan musiki âletlerinden biridir. Bu davula Balaggu deniliyordu. Mabutlara kurban takdimi esnasında Kalu’lar tarafından çalınmakta olan musiki âletlerinden biri de Lisissu adını taşır ve üzerine öküz derisi geçirilmiş bakırdan bir darbukaya benzer.

Sümerlerde mimarlık, heykelcilik, edebiyat ve musiki gibi güzel san’atlar hayli inkişaf etmiş bulunuyordu. Sümerler, ölülerini gömerlerken onlara ileride lâzım olacağına inandıkları birçok âletleri de birlikte ölünün mezarına koyarlardı. Kazılar neticesinde ortaya çıkarılan bazı eski büyük eserlerin birçoğu da meydana çıkmıştır. Bu arada kraliçe Şubbad’ın mezarından çıkarılmış olan ziynet ve san’at eşyası arasında pek süslü ve güzel bir musiki aleti, bir harb da bulunmuştur. Leonard Woolley, bu harbin restore edilmiş şeklinin resmini Sümerler isimli kitabında yayınlamıştır. Ayni resim, M. Şemsettin Günaltay’ın Yakın Şark, Elâm ve Mezopotamya isimli kitabına da alınmıştır. (9) Sümerlerin musiki eserlerini yazmak için çivi yazısı ile vücuda getirilmiş bir nevi notaları da olduğunu Dr. W. Gallin’den naklederek, Hüseyin Sadettin Arel kaydetmektedir. (10)

Sümerlerin Orta Asya’dan göç edip yeni vatanlarına gelirken birçok sosyal ve etnografik âdetlerini ve geleneklerini de beraber getirmiş olduklarını hatırlamak lâzımdır. Sümer dini, en eski çağlarda Orta Asya’da yaşamış olan Türk topluluklarının çok tanrılı inanışlarının bir çeşit devamı ve tekâmülüdür.(11)

Etilerde Dinî Temaşa

Etilerin hayat ve ibadetleri tetkik edilince ayni dramatik mânâ ve manzaranın onların ibadetlerinde de mevcut olduğu görülür. Lois Speeleers’in Eski Ön Asya san’atları isimli eserinin sonunda yayınlandığını yukarda söylediğimiz resimlerden ikisi Eti müzisyenlerine aittir. 674 numaralı fotoğraf eski Eti eserlerinden Zincirli şatosunun kapısına işlenmiş olan kabartmalar arasında bir musiki sahnesini gösteriyor. Resimde oturduğu yerde bir nevi kopuz çalmakta olan (12) bir san’atkâr ve karşısında bir rakkase görülmektedir. 697 ve 698 numaralı resimlerde de çalgı çalanlar, raksedenler, şarkı söyleyenlerden mürekkep bir sahne görülür. Bu kabartmalar Karkamış azılarında meydana çıkarılmıştır. Arkeoloji araştırmaları esnasında Zincirli’de çıkarılmış eserlerden Eti müzisyenlerini gösteren bir kabartma İstanbul müzesinde, bu konuda başka bir eti kabartması da Ankara müzesinde bulunuyor.

Eti ma’betlerinde yapılmış olan âyinler taşıdığı mânâ ve ruh itibarı ile tamamıyla dramatik olduğu gibi bunların büyük bayramlarında ma’betleri önündeki büyük meydanlardan düzenledikleri dinî eğlenceler arasında savaş oyunları oynadıkları, muharebe taklitleri yaptıkları da biliniyor. Karşılıklı iki sıra olarak tertip edilen askerlerden bir tarafın elinde tunç silâhlar kamış taşıyanlara üstün gelerek onları esir ediyorlardı; esirler tanrıya takdim olunuyordu. (13)


NOTLAR
(1) Yryö Hirn: Sanayi-i nefisenin menşe’leri, Türkçeye çeviren: Hüseyin Cahit, İstanbul Tanin Matbaası, 1925, Sayfa 191 ve 192.
(2)Ahmet Ağaoğlu: Lisaniyyat, Türklük dergisi, sayı 3, sayfa 186.
(3) Birinci Türk tarih kongresi zabıtları, Maarif Vekâleti yayını, Matbaacılık ve neşriyat Türk Anonim Şirketi, İstanbul 1932.
(4) Ahmet Refik: Büyük tarih-i umumî. Birinci cilt, sayfa 162 ve sayfa 330, Kütüphane-i İslâm-ü Askerî yayını, İstanbul 1328 (1912).
(5) Prof. C. Leonard Woolley: The Sumerians, Oxford At the Clarendon press, Printed in Great, Britain.
Fransızcaya çevrilmişi: Les Sumerians, Traduction française de E. Levy, attaché au musés Guimes, Payoy, Paris 1930.
Almancaya çevrilmişi: Vor 5000 Jahren. Ausgrabungen von Ur “Chaldaa” Geschicate und leben der Sumer. Von üniversitatprofessor Ekshard Unger. Frankh’she Verlagshandlug, Stutgart.
(6) Sümerlerin dinî bir temaşaya sahip olduklarından dilimizde ilk defa, tanınmış tiyatro muharriri Seniha Bedri Göknil, 1934 de Beyoğlu Halkevinde verdiği bir konferansta bahsetmiştir. Bu konferans İstanbul’da Yeni Türk dergisinde yayınlanmıştır. Cilt 1, sayı 33, Mayıs 1935.
(7) Louis Speleers: Les Arts de L’Asie Anterieure Ansienne, Bruxelles 1926.
(8) M. Şemsettin Günaltay: Yakın Şark, Elâm ve Mezopotamya, sayfa 488.
(9) M. Şemsettin Günaltay: Yakın Şark: Elâm ve Mezopotamya, sayfa 231-234.
(10) Hüseyin Sadettin Arel: Türk musikisi kimindir? Türklük Dergisi, sayı 5, sayfa 393.
(11) Refik Ahmet Sevengil: Türk dram san’atının eksikliği hakkında, Cumhuriyet gazetesi, 12 Ağustos 1947.
Refik Ahmet Sevengil: Sur l’anciennete de l’art dramatiqe turc., İmprimerie Tan, İstanbul, 1949.
R.A.S.: L’art dramatique turc de l’epoque primitive, La Quinzaine d’Ankara, No: 15, 15 Septembre 1947.
(12) Türklerin en eski ve millî sazlarından biri olan kopuz, muhtelif Türk toplulukları arasında iki şekilde görülmüştür: Birincisi içi oyulmuş uzun saplı yarım armut şeklinde bir teknedir, üstüne teller gerilmiştir ve san’atkârın iki dizi arasında yere konularak şimdiki viyolonsel gibi yayla çalınır; ikinci şekil, bir nevi uda benzer ve göğüs üzerinde elle veya mızrapla çalınır. Eti kabartmasındaki bu şekildedir.
(13) M. Şemsettin Günaltay: Yakın Şark: 2. Anadolu, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1946, sayfa 238.


Türk Tiyatrosu Tarihi I,“Eski Türklerde Dram San’atı”, Refik Ahmet Sevengil, İstanbul 1959, Maarif Basımevi, 1. Basım