Temsil Edilen Destanlar: Çin ve Moğol Tiyatrosuna Türklerin Etkileri – Refik Ahmet Sevengil


Temsil Edilen Destanlar

Orta Asya’da zaman zaman çeşitli iklim sebepleriyle ayrılarak dünyanın dört bir tarafına göç eden Türk kollarından başka yine büyük bir kısmın da ana yurtta kalmış olduğu malûmdur. Orta Asya’da yaşayıp giden ve üst üste medeniyet ve hükümetler kuran Türk toplulukları içinde de dinî âyinler öteki Türk kollarında olduğu gibi tamamiyle dramatik mahiyettedir. Natürizm ve Şamanizm dininin heyecanları içinde yaşayan Türkler birden fazla allâhlar tanıyorlar, ölmüş atalarını tanrı saydıkları gibi onların yaşamış ve dolaşmış oldukları yerleri de mukaddes biliyorlardı. Tanrıları memnun etmek için onları taklit etmek, onlar gibi hareket etmek lâzım geldiğine inanmışlardı. Din törenlerinde yaşayışlarının temsil ve hikâye edilmesi de bu yüzdendir.

Eski Türkler arasında ilâhlara ait olan mitolojik ve yarı ilâh vaziyetindeki kahramanlara ait olan epik hikayeler uzun müddet cemiyet içinde tesirli olarak yaşamıştır. Bunların iki sosyal rolü vardır. birisi hikâyenin konusunda ve mânâsındadır, hikâyede anlatılan vak’a herhangi bir müessesenin ne suretle kurulduğunu açıklamağa çalışır. İkinci rol ise hikâyenin topluluk içinde âyin yapılmasına imkân vermesidir; yani hikâyeler bir toplantı esnasında manzum yahut mensur olarak musiki ve rakısla birlikte okunur, söylenir, “hatta bazan dinî bir trajedi halinde oynanır”dı (1).

Ayrı ayrı Türk toplulukları arasında bu âyinler çeşit çeşittir. Bunlardan bir tanesi bize yine eski Yunan tiyatrosunun kaynaklarından olan Dionysos âyînlerini hatırlatmaktadır. Yakutlar arasındaki bir inanışa göre en büyük ma’but olan Art-Tuyun-Aga kendisine ibadet makamında kurban kesilmesini istemezdi; gençlerin kendi şerefine dokuz bardak kımızı dokuzar kerre içmesini isterdi. Gençler “Ayhal uruhi ayhal:” nidaları ile bu kımızı içtikten sonra neşeli oyunlar oynarlardı (2).

Kımızın millî içki olduğu, neş’e ve coşkunluk verdiği malûmdur. Tanrı Art-tuyun-Aga adına yapılan bu törende gençlerin sarhoş olup neş’eli ve coşkun sesler çıkararak oynadıkları danslar bize sonraları Orta Asya’dan Anadolu’ya ve oradan Yunanistan’a geçtiğini Diyonizos âyinlerinin başka bir şekli gibi geliyor.

İlk topluluklar arasında evvelce kutsal tören olarak yapılan şeyler gitgide dinî mânâ ve mahiyetini kaybeder; dinî temsiller dinle ilgisiz bir hal almaya başladıkça eski kutsal törenler artık bir gelenek olarak umumî eğlenceler halinde sürüp gider. Bir de evvelce olmuş ve cemiyetin mânevi vicdanında iz bırakmış hadiselerin hatıralarını ebedîleştirmek için yine eski kutsal törenler gibi bütün aşiretle birlikte yapılan dramatik, fakat dinle ilgili olmayan törenler vardır. Ergenekon destanı eski Türkler arasında uzun müddet yaşamış millî epopedir. Önceleri Tu-kiyular arasında anası bir kurt olarak bilinen bir hükümdar hakkında efsanevî hikâyeler söylenirdi. Bu hükümdarın birisi yaz tanrısının, öteki kış tanrısının kızı olmak üzere iki karısı vardı. Bunlardan ikişer çocuğu olmuştu, çocukların en büyüğü hükümdar olmuş ve Tu-kiyu adını almıştı. Bu millî destan Tu-kiyuların ilk zamanlarına ait hatıraları canlandırmak üzere kendi aralarında anlatılırdı. Bu efsanenin başka bir anlatılış şekli daha vardır. Tu-kiyular batı denizinin kenarlarında oturuyorlardı. Komşularından bir kavimle yaptıkları bir savaşta hepsi mahvolmuş, yalnız düşmanları tarafından elleri ayakları kesilmiş bir delikanlı sağ kalmıştı. Bir dişi kurt ona bakmış, yiyecek getirip hayatını kurtardığı gibi ona karılık etmek suretiyle cinsî ihtiyaçlarını da gidermişti. Kurt, delikanlıyı denizin doğu tarafına geçirmiş, bir dağın üstüne indirmişti. Dağın eteğinde bir mağara vardı, kurt oraya girmiş, yemyeşil bir meydan bulmuş, orada on erkek çocuk doğurmuştur. Kurttan doğan bu çocuklardan Asena adını alan sonraları hükümdar olmuş, çadırının kapısı üstüne bir kurt kafasını gösteren bayrağını dikmek suretiyle neslini ilân etmiştir. Birçok nesillerden sonra bu kurt çocukları çoğalıp oralara sığmamağa başlamışlar ve etrafa yayılmışlardır. Gök Türklere ait olan bu kurt efsanesi, Türklerin İslâmlığı kabul etmelerinden sonra, diğer birçok başka efsaneler gibi, İslâm inanışlarına uygun hale getirilerek anlatılmakta devam etmiştir.

İslâmlıktan evvelki tarihî devirlerde Tu-kiyu hanları her yıl bir kere prenslerle birlikte ecdad mağarasına gidip büyük tören yapıyorlar, kurban kesiyorlardı. Türklerin İslâmlığı kabul etmelerinden sonraki devirlerde tespit edilmiş şeklinde bu menkıbenin temsil edilmiş olduğuna dair de açık mâlumat vardır. Bu rivayette hadise, Cengiz sülâlesiyle alâkalı gösterilmiştir. Moğollarla Tatarlar arasındaki savaşlarda Moğollar hep birden mahvolmuşlar, yalnız Moğol İmparatorunun Kayan isminde bir oğlu ile karısı, bir de Tokuz adlı yeğeni ile karısı kaçıp bir başka ülkeye gelmişlerdi; burada buldukları at, davar, deve gibi hayvanları önlerine katarak bir sarp dağ içinde kar yığılı bir yola girmişler, oradan geçerek etrafı dağlarla çevrili güzel bir yaylaya varmışlardı. Akarsular, yemiler, sebzeler ve av hayvanları ile dolu olan bu ülkeye Ergenekon adını verdiler. İki karı kocadan birçok insanlar türedi; nihayet buraya sığmamağa başladılar, çıkmak istediler, fakat yolu bulamadılar. Bir demirci, dağın kenarına odunlar yığdırdı, yetmiş deriden körük yaptırdı, iki dağın arasında kapanıp kalmış olan insanların hepsi bir araya gelip bu körüğü işlettiler, ateşi yaktılar, demirden olan bu dağı eriterek bir yüklü devenin çıkabileceği kadar yol açtılar, böylece çıkıp Tatarlarla savaştılar, öç aldılar. Bu sırada hükümdarları Bozkurt (Börteçene) idi. Sonraki devirlerde bu konuyu anlatan destan, yılda bir kere atalara saygı olmak üzere temsil edilmiştir. Bu temsillerde hakan, o eski çağların kurtarıcısı demircisini taklid ederek ateşi yakar, ateşte kızdırılan demir parçasını örs üstüne koyarak buna çekiçle vurur, etrafındakiler sıra ile onu taklid ederlerdi. Geçmişteki hadiseyi göz önünde canlandırmak ve hatıraları ebedîleştirmek için yapılan törenin dramatik mahiyeti meydandadır (3).

Topluluğun geçmiş günlerindeki iyi hatıraları hep birlikte anmak ve eğlenmek için yapılan bu dramatik törenlerde sahne açık havada geniş meydanlardır. Bugünkü mânâsiyle aktör yoktur, çünkü bütün aşiret halkı temsile iştirak ederdi. Onun için aktör de, seyirci de kendileridir.

Çin Tiyatrosunda Türk Tesiri

Tiyatro san’atının ilk defa milâddan önce altıncı asırda Yunanistan’dan çıktığı yolundaki telâkkinin yanlış olduğunu kitabımızın bundan evvel ki kısımlarında vesikalarla açıklamıştık; bu husustaki yardımcılarımızdan biri de Çin tiyatrosudur. Çinliler, Türklerin asırlarca yakın komşuluk ettikleri bir millet olduğu için Çin tiyatrosunun tetkiki kitabımızın konusu bakımından faydalı hattâ lüzumludur. Çin, birçok eski yazılı vesikaların muhafaza edilmiş olduğu bir yerdir. En eski Çin tarihlerinde milâddan önce 1140 senesinde tiyatro san’atının mevcut olduğu yolunda kayıtlar görülmüştür. Şang sülâlesine mensup imparator Hu’nun, sevgili olan Tang-Hi’ye büyük bir saray yaptırdığı, Tang-Hi’yi eğlendirmek için bu saraya mızıkacılarla beraber kızlardan mürekkep bir de raks ve temsil heyeti gönderdiği Çin’de çok eski çağlarda yazıya geçmiş rivayetler arasındadır. Milâddan önce beşyüz yılında prens Psi’nin sarayında bazı güldürücü temsil parçaları ile grotesk danslar yapıldığı da Çin tarihlerinin kayıtları arasındadır. Prens Lu ile nazırı Konfiçyüs, prens Psi’yi ziyarete gittikleri zaman ev sahibi onları eğlendirmek için bir temsil düzenlemiştir. İki temsil arasında geçen altıyüz yıllık zaman içinde bu oyunlar halk arasında elbette devam etmişti; nitekim sonraki çağ tekâmülü ve asırlar boyunca geçirdiği safhalar ve Çin piyesleri hakkında bugün gerek Çinli müellifler, gerek garp muharrirleri tarafından yazılmış birçok eserler vardır.

Çin tiyatrosunun ilerleme safhalarını incelemek kitabımızın konusu dışındadır; fakat, Çin tiyatrosunun ne suretle vücut bulduğu bizi şiddetle ilgilendiren bir mevzudur.

Orta Asya’da glâsiyeler devrinin bitmesiyle hasıl olan kuraklık yüzünden çeşitli istikametlere göç eden Türklerden bir akın da Hindistan’a ve Çin’e doğru inmişti; bu akın, Hint ve Çin tarihlerinin karanlıkta bıraktığı devirlere rastgelir. Ankara üniversitesinde Dil, Tarih-Coğrafya Fakültesi Sinoloji profesörü olarak çalışmış olan Dr. Wolfram Eberhard “Çin tarihi” ismiyle yayınladığı eserde (4) Çinin karanlıkta kalmış en eski çağlarından bahsederken Çin’e ilk kültürü getirenlerin her halde bugünkü Tonguzların ecdadı ile bugünkü Siberya arasında bulunan bir kabilenin karışmasından vücuda gelmiş insanlar olduğunu, bunların avcılığı, ziraati, çanak çömlek yapmayı bildiklerini söylüyor, “Güney Çin’e ilk kültürü getirenler Proto-Moğollardır, Batı Çin’e ilk kültürü getirenlerin de bugünkü Türklerin ataları olduklarına şüphe yoktur” diyor.

Çin tarihinin ilk zamanlarından itibaren birçok defalar Türk sülâleleri hükümdar olarak asırlarca Çin’i idare etmişlerdir; zaman zaman Türklerle Çinliler harbetmişler, barış içinde yaşamışlar, çeşitli münasebetlerde bulunmuşlardır. Bilhassa Kuzey Çin, en eski zamanlarda olduğu gibi bugün de baştan başa Türk ülkesidir. Çinde hükümdar olan ilk üç sülâlenin kurucuları da Türktür. Bunlar milâddan önce 2202 yılından başlayarak milâddan önce 250 yılına kadar hüküm sürmüşlerdir. Görülüyor ki, Çinde ilk defa tiyatrodan bahsedilmesi – yani milâddan önce 1140 – Türklerin idaresi zamanına aittir.

Dr. Wolfram Eberhard, yukarıda bahsettiğimiz eserinde Çinin siyasi, iktisadî, içtimaî tarihi hakkında izahat verirken felsefe, fikir, san’at hayatını incelemeyi de ihmal etmemiştir. Resimden ve heykelcilikten bahsederken hayvan şekilleri vücuda getirmenin Türk Hun kavimleriyle doğrudan doğruya ilgili olduğu bugün herkes tarafından kabul edilmiştir, diyor; milâddan önce 600 yılına ait bronz mamûlâtta bu üslûbun tesiri bulunduğunu Çindeki yeni yazılardan alınan neticelere ve eserlere dayanarak belirtiyor (Sayfa: 69).

Müellif, milâddan sonraki yılarda dördüncü asırdan altıncı asra kadar Çin’de eğlenceye ve musikiye büyük bir rağbet gösterildiğinden bahsederken Kuzey Çinde yerli musikinin kaybolduğunu, yerine Kansu eyaletindeki ticaret kolonilerinde mızıkacılarla dans gruplarının musikisi olan ve Batı Türkistandan gelen musikinin kaim olduğunu kaydediyor (Sayfa: 188).

Milâddan sonra sekizinci asırda Çin sarayında eskisinden daha debdebeli bir hayat sürülmektedir. W. Eberhard, o zamana kadar Çinde Kuzey kavimlerinin tesiriyle gerçek bir tiyatronun başlangıçları mevcut olduğunu ve sekizinci asırda İmparator Shuan Dzung (713-755) tarafından sarayda büyük temsiller verildiğini ve bu san’atın ilerlemesini sağlamak için aktörler ve müzisyenler yetiştiren bir konservatuar açıldığını söylüyor (Sayfa: 209). Çin’de gerçek bir tiyatronun başlangıçlarını vücuda getirdikleri kaydedilen kuzey kavimleri bilindiği gibi Türklerdir.

Çin, uzun zaman birlikten mahrum olarak yaşadı. Saf Çinlilerden mürekkep olan aşağı Çin ile bilhassa Türklerin hâkimiyeti altında bulunan yukarı Çin arasında siyasî gelişmeler uzun müddet ayrı yollardan devam etmişti. Bu hal, bu iki bölgede san’at ve edebiyatın da ayrı şekillerde gelişmesine sebep olmuştur. Milâddan sonra sekizinci ve dokuzuncu asırlarda kuzeyde, bu devirdeki yerli Türk şarkılarını taklid ederek, halk dilinde yazılmış kısa ve basit Çin şarkıları vücuda getiriliyor. Örnek ve tesir, Türklere aittir (Sayfa 219). Zaten bu sıralarda esası bir Türk kabilesine mensup olan Tang hanedanı hâkimdir. Bu devrin şiirdeki parlak çağı şair Ts’en-Ts’an tarafından açılmıştır. Bu san’atkârın şiirlerinde bir kere görmüş olduğu Türkistan’ın birçok hatıraları yaşamaktadır. Tang devrinde (Milâddan sonra 800) Ts’in denilen bir nazım şekli ortaya çıkmıştır. Bunlar eski Türk şiirleri gibi dörder mısralık küçük manzumelerdir; önceleri ayrı ayrı okunan bu manzumeleri sonraları yan yana getirerek uzun bir sıra teşkil etmek âdet olmuştur. Bunlar temsil esnasında okunurdu, musiki de bu temsillere arkadaşlık ederdi. Böylece bir opera vücuda geldi. Asıl Çin tiyatrosu iki kaynaktan gelmişti. Bu kaynaklardan bir kuzeyden yani Türklerden gelen danslı temsillerdir; sonraları daha ziyade Türklerin eski kılıç oyunları alınmıştır. İkinci kaynak güneyden gelen kurban oyunlarıdır. Asıllarını kuzeydeki Türklerin ve Moğolların kült “Din” oyunlarından, maskeli boğa güreşi ve güreşden alan danslı temsillerden sonraları askerî piyesler, harb oyunları ve daha başka sahneler vücuda gelmiştir. Bunlarda esas müzik ve metn değil, en yüksek zirvesine ulaşmış danslardır. Kuzeydeki Orta Asya kavimlerinin Çin tiyatrosu üzerindeki tesirleri sonraları da devam etmektedir (Sayfa: 221).

Tang devrinde eski Çin müziği tamamiyle terkedilip bunun yerine Sugudlar vasitasiyle Orta Asya’dan getirilen müzik girmiştir. Orta Asya’dan birçok orkestralar, bilhassa küre üzerinde veya desenli halı üzerinde dans etmesini bilen dansözler getiriliyordu. Tang devrinin bütün şairleri Türk kabileleriyle yapılan savaşlardan bahsetmişler, onların kahramanlıklarını da övmekten geri kalmamışlardır.

Kazılar neticesinde ortaya çıkarılan eski eserler bize o zaman ki Çin kıyafetlerinde açık bir Orta Asya üslûbu bulunduğunu, elbise ve başlıkların Tang devrinde Türk modasına uydurulduğunu gösteriyor.

Ressamlık sahasında Batı ve bilhassa Türkistan tesirinin ne kadar büyük olduğunu görüp de şaşmamak mümkün değildir. Ancak yabancılar tanrı tesvir etmesini bildiklerinden Budhist mabetlerinin tezyinatını yapmak için yabancılar Çin’e geliyorlardı. Çinliler, bu yabancıların maharetine ve tekniklerine hayran oluyorlar ve onlardan bu san’atı öğreniyorlardı (Sayfa: 222).

Beş sülâle devri denilen çağda yetişmiş olan şairler içinde birçok Türkler vardır. Tang sülâlesinin imparatorlarından Mintg-tsu (Milâddan sonra 926-933) meşhur bir şairdir; mânevî babası imparator Shuan-Dzung gibi bu Türk de, Çin kültür ve bilgisine tamamiyle vakıftı (Sayfa: 252).

Çinde Moğolların hâkimiyeti sırasında vücuda getirilen en büyük ebedi başarılar tiyatro, daha doğrusu opera sahasında olmuştur. İmparator, tiyatroya çok ehemmiyet veriyor, zengin aileler de bu san’ata ilgi gösteriyorlardı. – Milâddan sonra onüçüncü ve ondördüncü asırlar – (Sayfa 292).

Wolfram Eberhard’ın incelemelerinden çıkardığımız parçalar bir bütün olarak mütalâa edilecek olursa varılacak netice şudur: Çinde san’at hayatı bronz mamûlâtta, resimde, musikide, edebiyatta ve nihayet raks ve tiyatroda birçok zamanlar Türk tesiri altında kalmıştır. Çinde hemen bütün san’at kollarının inkişafında Türkler daima tesirli olmuşlardır. Bu, o zaman oralarda yaşayan Türklerin kültür itibarı ile Çinlilere üstün olmasından ileri gelir. Nitekim W. Eberhard, kitabında bu hükmü vermekten çekinmemiştir (Sayfa 258).

Wolfram Eberhard’dan naklettiğimiz malûmata ilâve edilecek bir nokta daha vardır. Çinde ilk zamanlarda tıpkı eski Türklerde olduğu gibi bir nevi totemcilik dini hâkim olmuştur; sonraları Çinde uzun müddet hüküm sürmüş olan Buddhisme dininin mucidi ve peygamberi Buddha, bilindiği gibi Saka Türklerindendir; yani Çinin itikad ve felsefesi üzerinde de asırlar boyunca Türk tesiri görülür. Bütün bunlar göz önüne getirilerek, Çin tiyatrosunun kaynağı hakkında şöyle bir neticeye varmak, şimdiye kadar meydana konulan delillerin bizi ulaştıracağı tabiî sonuca erişmek olacaktır; Çin tiyatrosu, elbette bütün başka milletlerin tiyatroları gibi ilk dinî törenlerden çıkmıştır. Bu törenler, Türklerin Çin’i istilâya başladıkları ilk çağlarda (Milâddan önce 3000) getirmiş oldukları totemcilik dininin dramatik âyînleridir. Bu âyînlerde musiki ve raks birinci derecede yer alıyordu. Nitekim, sonraları Çin tiyatrosunun ilerlemesi sıralarında da Türk musikisinin ve Türk rakslarının bu tiyatronun nasıl temel unsurlarını teşkil etmiş olduğunu açıkça gördük. Çin’de dram san’atını himaye edenler ve ilerletenler Türkler olduğu gibi orada bu san’atı kurmuş olanlar da Türklerdir (5).

Moğollar ve Tiyatro

Çin’de dram san’atının ilerlemesi sıralarında bilhassa onüçüncü asırda hâkimiyet sürmüş olan Moğolların bu san’ata hayli yardım etmiş olduğunu Profesör Wolfram Eberhard’ın 1947 de çıkmış olan eserine dayanarak anlattık. Dilimizde Muhsin Ertuğrul, daha önce, 1933 yılında bu konuda bir yazı yayınlamıştır. Muharrir, Çin tiyatrosunun milâddan sonra sekizinci asırda hükümdar Shuan Dzung tarafından açıkça konservatuarı kaydettikten sonra şunları söyler:

Çin’de tiyatro, uzun zaman aşağı bir iş olarak sayılmış, ancak Moğolların Çin’i işgalleri sırasında inkişafa imkân bulabilmiştir. Cengiz Han Pekini 1216’da zaptetmişti. Onüçüncü asrın başından itibaren Moğol istilâsı sırasındadır ki, Çin tiyatrosu serbest bir surette ilerleme imkânını bulmuş ve Moğollardan himaye görmüştür.

Carl Hegemann “Milletlerin oyunları” isimli eserinde Çin’e hasrettiği kısımda 429 uncu sayfada diyor ki: 1206-1333 tarihleri arasında hüküm süren Moğol İmparatorları zamanında Çin tiyatrosu yükselmeye başladı. Çin sülâleleri, birkaçı müstesna, tiyatroyu hükûmete zararlı gördükleri için ezmek istiyorlardı; yahut temsilleri saray mensuplarından ve aristokratlardan başka kimselerin seyretmesine imkân vermiyorlardı. Çin İmparatorları, tiyatronun halkın terbiyesi üzerinde fena tesirler yapacağını düşünüyorlardı. Moğollar, Çin’i işgal edip hükûmeti ele alınca vaziyet değişti, Moğol İmparatorları böyle umuma ait san’atlarda halka geniş serbestlik verdiler.

Joseph Gregor, “Dünya tiyatro tarihi” isimli eserinin Çin’e ait kısmında (sayfa 61) şu satırları yazıyor: Moğolların Yu-an hanedanı zamanında yani onüçüncü asırdan ondördüncü asrın ortalarına kadar Çin’de Kuen-Kiang denilen tiyatro şaheserleri çoğalmıştır. Bu eserlerin çoğu musiki, şarkı ve konuşmadan vücuda gelmiş piyeslerdir.

Tiyatro cereyanları daha çok Kuen-Kan şehrinde inkişaf ettiği için bu yeni tarz san’at eserlerine Kuen-Kiang denilmiştir.

Carl Hagemann, “Milletlerin oyunları” isimli eserinde Japon tiyatrosundan bahsederken de (Sayfa 177) Moğollar zamanında ( onüçüncü ve ondördüncü asırlar) Çin tiyatrosundan gelen tesirle Japon tiyatrosunda da ilerleme olduğunu, Japonların en büyük ve ehemmiyetli tiyatro şekli olan Nogaku tarzının bu suretle vücuda geldiğini söylüyor. Mühim bir tiyatro âlimi olan Hagemann, Japon tiyatrosunu yerinde görebilmek için oraya kadar gitmiş ve bugün kısaltılarak sadece NO denilen Nogaku tarzı bir temsilde hazır bulunmuştur; kitabında bu temsilin verildiği tiyatro binasından bahsederken diyor ki: “Binanın genel durumu Çin’deki Moğol tiyatro üslûbuna benziyor ve Avrupa’nın bazı Şekspir sahnelerini hatırlatıyor”. Bu sözlerden Hagemann’ın, Çin tiyatrosunda bugün bile mevcut olan bir Moğol tarz ve tesiri bulduğuna hükmetmek icap eder (6).


NOTLAR
(1) Ziya Gökalp: Türk Medeniyeti Tarihi, Birinci kısım, İstanbul Matbaa-i âmire, 1341, (1925), sayfa 87.
(2) Ziya Gökalp: Türk Medeniyeti Tarihi, Birinci kısım, sayfa 94.
(3) Ebülgâzi Bahadur Han: Türk şeceresi, Çağatay şivesinden Türkiye şivesine çeviren: Dr. Rıza Nur, İstanbul, Matbaa-i âmire, 1925, sayfa 35-38.
Ayni eser daha önce Ahmet Vefik Paşa tarafından da tercüme edilmiştir. Demir dövme âyîni Ahmet Vefik Paşa baskısında, sayfa 48’de.
Mehmet Fuat Köprülü: Türk edebiyatı tarihi, İstanbul Millî Matbaa, 1926, sayfa 67’de ve Millî Tetebbu’lar dergisi, sayı 4, sayfa 55, Not 2’de demir dövme âyîni Şecere-i Türki’nin Ahmet Vefik Paşa baskısından alınarak anlatılmıştır.
(4) Wolfram Eberhard: Çin tarihi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1947, sayfa 16 ve 17.
(5) Refik Ahmet Sevengil: Çin’de ilk tiyatroyu kuranlar Türklerdir. Cumhuriyet Gazetesi, 28 Kasım 1947.
Refik Ahmet Sevengil: Ce sont les Turcs qui ont fondé le premier théatre en Chine, La Republique, 8 Decembre 1947.
(6)Ertuğrul Muhsin: Türk-Moğolların tiyatro hizmetleri, Darülbedayi mecmuası, sayı:44 ve 46 İstanbul, 15 Birincikânun 1933 ve 15 Şubat 1934.


Türk Tiyatrosu Tarihi I,“Eski Türklerde Dram San’atı”, Refik Ahmet Sevengil, İstanbul 1959, Maarif Basımevi, 1. Basım


 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın