Yabancılaştırma Etkisi – Bertolt Brecht

Yabancılaştırma Etkisi – Bertolt Brecht


FİLOZOF: Özdeşleyimin özel olanı alışılmış kılması gibi, yabancılaştırma da alışılmışı özele dönüştürür. Çok basit süreçler bile, tümüyle özel süreçler olarak gösterildiklerinde yitirirler sıkıcı bayağılıklarını. Seyirci, kendine tarihte bir sığınak aramak için güncellikten kaçmayı bırakır: tarih güncelliğe dönüşür.

FİLOZOF: Oyuncunun yansıladığı kişiden açıkça uzak durmasının başlıca nedeni şudur: olay kişisini ele almaya olanak sağlayan anahtarı, ortaya konmuş sorunun anahtarını seyirciye, ya da ona benzeyen veya onunla aynı durumda bulunan kişilere vermek için, oyuncunun, yalnızca olay kişisinin bulunduğu çevrenin uzağındaki bir noktada değil, aynı zamanda gelişmede de daha uzakta yer alan noktada durması gerekir. Marksizmin klasikleri: insandan yola çıktığında maymun daha iyi anlar kendini, diyorlar, çünkü evrim sürecinde insanı izlemektedir maymun.

DRAMATURG: Oyuncu, yabancı bir yüz oluştururken, kendi öz yüzünü tümüyle ortadan kaldırdığında, yabancılaştırma etkisi ortaya çıkmaz. Yapması gereken şey, iki yüzün üst üste gelmesini göstermektir.

KADIN OYUNCU: bir erkeği oynar.

FİLOZOF: Bu rolü bir erkek oynamış olsaydı, erkek karakteri bu denli belirgin bir biçimde ortaya çıkmayacaktı; herkesce insana özgü sanılan bir sürü ayrıntı, çok belirgin biçimde erkeğe özgü ayrıntılar olarak görünüyor; çünkü erkek, daha doğru bir deyişle olay, bir kadın tarafından canlandırılmaktadır. Dolayısıyla, cinselliğe ilişkin şeyler söz konusu olduğunda, yorumcu; ele alınan bir erkekse, bir kadının erkeğe mal edeceği özelliklerden bazılarını; ele alınan kişi bir kadınsa, erkeğin bir kadına mal edeceği özelliklerden bazılarını göstermelidir.

ERKEK OYUNCU: Doğru… doğru… kadınların böylesine çekici kadınlar olarak oynandığını yalnızca savaş sırasında, kadınların erkekler tarafından oynandığı cephede gördüm.

KADIN OYUNCU: Yetişkinleri oynayan çocukları da görmeli! O zaman yetişkinlerin davranışındaki nice şey tuhaf ve şaşırtıcı görünecektir gözünüze! Bir okulda “Adam Adamdır”ı oynayan çocuklar gördüm. Oyunda bir fil satılmaktadır. Çocuklar arasında akıl almaz bir şey olan bu olay, oyunda «anlaşılabilir» bir biçimde göründü en azından; yani bazı geçici koşullar altında düşünülebilir, imgelenebilir bir biçimde…

DRAMATURG: Yabancılaştırma etkisinin bir başka örneğini bir Amerikan filiminde gördüm. O güne dek her zaman genç proleterleri oynamış ve kendisi de proleter olan çok genç bir oyuncu, ilk balosu için smokinini alan burjuva sınıfından genç bir erkeği oynuyordu. Oynadığı kişiliğin genç bir burjuva erkeği olmadığı söylenemezdi; ama tümüyle ayrı, başkalarına benzemeyen genç bir burjuva erkeğiydi. Tabiî, genç adamın gençliğinden başka bir şey görmedi pek çok kimse. Çünkü genç adamla yaşlı insan arasındaki fark her iki toplumsal sınıfta aynı değildir. Bazı yönlerden genç proleter genç burjuvadan daha ergindir, başka açılardansa daha çocuk.

DRAMATURG: Gerçeküstücülükde, resim de bir yabancılaştırma tekniğinden yararlanmıyor mu?

FİLOZOF: Kesinlikle… Anlaşılması, içinden çıkılması güç ve incelmiş, kabalıktan kurtulmuş bu ressamların yeni bir sanatsal biçimin ilkelleri olduğu söylenebilir. Çağrışımlarını engelleyerek, onları şaşırtarak, allak bullak ederek izleyiciyi sarsmaya çalışırlar; böylece izleyici, sözgelimi, bir kadının elinde, parmaklarının yerine gözler bulacaktır. Burada bir simge (kadın elleriyle görüyor) görmek gerekiyorsa, ya da, yalnızca, elin ucu beklenilene uymuyorsa, her iki durumda da belli bir sarsıntı olagelir, göz de, el gibi, yabancılaştırma etkisinin egemenliği altındadır. El artık el olmaktan çıktığından, bu gerecin alışagelmiş işlevine, binlerce tablo üzerinde görülen ünlü süsleme motifinden çok daha uygun yeni bir el düşüncesi kendini kabul ettirir. Tabiî, çoğu kez, bu resimler çağımızın insan ve nesnelerinin bölümsel olarak işlevsiz kalma olgusuna tepkidir yalnızca; işlevin ciddî bir biçimde bozulmasını açığa vurur. Ve her şeyin, her ne pahasına olursa olsun, işlemek zorunda olduğu düşüncesine, yani her şeyin amaç değil, araç olması düşüncesine ağlayıp sızlanma da bu işlev bozukluğunu açığa çıkarır.

DRAMATURG: Neden yabancılaştırma etkisinin ilkel bir kullanımıdır bu?

FİLOZOF: Çünkü, toplum açısından, sanatın kendi de artık görevini yapmadığından, bu sanatın işlevi de engellenmiş oluyor. Etkisine gelince, o da, yalnızca sözünü etmiş olduğum sarsıntıya indirgeniyor.

FİLOZOF: Serserinin ölümünü ele alalım! Yaşamları korumayı sağlayan, toplum dışı kişinin ortadan kaldırılması… Şu ya da bu biçimde bu ortadan kaldırmanın gereğini ortaya koymak gerek. Böylesine aşırı bir önleme baş vuran toplum, daha başka önlemlere baş vurmayı boşlar mı! Toplumun böylesine kısa yoldan güvence altına aldığı, güvencelediği anda yadsıdığı yaşama hakkı, tüm öbür hakların bağlı olması gereken temel haktır. Bu yaşam için, en ilkel soluk alma hakkı için savaşta; toplumun getirdiği tüm bolluk ve zenginleştirmeler soyutlandığında, saf ve basit metabolizma için, bitkisel yaşam hakkı için savaşta, sonuç olarak, ölen kişiden yana olmak zorundayız. İnsanlığı en alt noktaya indirgenmiş de olsa -ölmek istemez, serseri, insan olmamayı yadsır-, sanki kendisiyle ortak bir yanımız varmışçasına yine de saygı göstermeliyiz ona, oysa, şimdi onu öldürerek, ya da ölümünü isteyerek onun insanlık dışılığına katılmış oluruz tam anlamıyla. Onunla ortak pek çok şeyimiz var şimdi de! Ona ilişkin güçsüzlüğümüzden, bir şeyler vardır kendisinde. Eğer yaşamların bir değeri varsa, bu, toplum içindir ve toplum tarafından verilmiştir.

FİLOZOF: Bir oyun varsayalım: birinci sahnede A adlı adamın B adlı adamı işkence yerine götürdüğünü, ama son sahnede bunun tersine tüm olaylardan sonra, A adlı adamın B adlı adam tarafından işkence yerine götürülmüş olduğunu varsayalım; böylece, süreç yeniden oluşurken (işkenceye götürmek) A ve B rollerini değiştirmiş olacaktır (cellât ve kurban). Birinci sahnenin düzenlenmesinde, son sahnenin etkisini en yükseğe çıkaracak biçimde davranacaksınız hiç kuşkusuz. Son sahneyi görür görmez hemen ilk sahnenin anımsanmasına dikkat edeceksiniz, benzeşimlerden etkilenmeye dikkat edeceksiniz, farkların görmezlikten gelinememesine dikkat edeceksiniz.

DRAMATURG: Alınacak önlemler var elbette. Her şeyden önce, birinci sahneyi sanki bir başka sahneye geçiş gibi oynamayı önlemek gerek, özel bir ağırlık vermek gerek ona. Birinci sahnenin kapsadığı her hareket son sahnenin benzer (ya da farklı) hareketiyle ilişkili olarak tasarlanmalıdır.

FİLOZOF: Gecenin daha ilerlemiş bir saatinde oyun arkadaşının yerini alacağını bilen oyuncu bunu bilmemiş olduğu zaman çıkaracağı oyundan değişik bir biçimde oynar, sanırım. Eğer kurbanı da oynayacağını kendi kendine söylerse, cellâdı da farklı bir biçimde oynayacaktır.

DRAMATURG: Apaçık ortada bu.

FİLOZOF: Eh peki, son sahne birinci sahneyi yabancılaştırıyor (birincinin son sahneyi yabancılaştırdığı gibi, bu da gerçek anlamıyla oyunun etkisini oluşturur). Oyuncu, yabancılaştırma etkileri yaratacak önlemleri alır. Ve şimdi, sizin yapacağınız iş, söz konusu oyun üslûbunu bu son sahnesi olmayan oyunlara uygulamaktır yalnızca.

DRAMATURG: Yani tüm sahneleri olası son sahnelere göre oynamak, bunu söylemek istiyorsun, değil mi?

FİLOZOF: Evet.

FİLOZOF: Eğer durum kendisine daha somut bir biçimde gösterilecek olursa, seyirci daha fazla soyutlama (Lear öyle davranıyor, ben de öyle mi davranıyorum acaba?) yapabilecektir. Başkalarına hiç mi hiç benzemeyen bir baba, pek genel bir baba da olabilir pekâlâ. Başkalarına benzememe genelin ayırıcı bir niteliğidir. Başkalarına benzememeye, özele, pek sık raslanılır.

FİLOZOF: Uyumsuzluklara bazı çözümler bulmasına yardımcı olma açısından topluma bazı süreçler göstermeyi arzuluyorsak, onun etki alanı dışında kalanları da boşlamamalıyız. Bu, yalnızca çözülebilir ya da çözülemez bilmeceler önermek zorunda olduğumuzu göstermez. Bilinmez olan şey ancak bilinenden yola çıkarak gelişir.

FİLOZOF: Bir yasanın evrensel değeri, belirtti ği sınırların evrenselliğiyle tanınır. Yasaların geçerliğini fazlasıyla iyi «oturan» alabildiğine uygun durumlar üzerinde değil, belli bir direnç (kabul edilebilecek ölçüde bir direnç) gösteren durumlar üzerinde tanıtlamalısınız. Demek ki yaklaşık bir şeyleri olmalıdır durumların. Sözgelimi bir köylünün şu eylemi şu koşullar altında yaptığını düşünüyorsunuz, öyleyse başkasına benzemeyen herhangi bir köylüyü, öbürü gibi davranmak için göstereceği iyi niyete göre seçmeksizin ya da düzenlemeksizin ele alın. Daha iyisi, yasanın başka başka köylülere değişik biçimlerde nasıl zorunlu olduğunu gösterin. Yasalarda yalnızca genel çizgiler, yöntemler, özetler vardır sizin için. Sözgelimi sınıf kavramı bir sürü bireyi içine alan, dolayısıyla bireylerin birey olarak varlıklarını ortadan kaldıran bir kavramdır. Kimi yasalar toplumsal sınıfı ilgilendirir. Bireyi, bireyin toplumsal sınıfla özdeş olması ölçüsünde, ilgilendirir, yani tamamiyle değil; çünkü, en sonunda, bireyin bazı yönseme leri soyutlaştırılarak sınıf kavramına ulaşılmıştır. Ama siz, ilkeleri değil, insanları temsil ediyorsunuz.

DRAMATURG: Gergedanın bilimsel betimlemesiyle, sözgelimi bir doğa bilim kitabındaki resmiyle sanatsal betimlemesi arasındaki fark, bu sonuncusunun sanatçının hayvanla kurduğu ilişkilerden bazı şeyleri ortaya koymasından doğmaktadır. Resim, yalnızca hayvanı betimlediği zaman bile, bazı özellikler kapsamaktadır. Ya tembeldir hayvan, ya öfkeli, ya semirmiş, ya da kurnaz bir görünümü vardır, iskeletinin incelenmesi için hiç de gerekli olmayan bir sürü nitelik sızmıştır resmin içine.

DRAMATURG: Kral Lear’ın öldüğü bölümü ele alın! O «Pray you, undo this button: thank you, Sir!» (Yalvarırım size şu düğmeyi çözünüz; teşekkür ederim, saygıdeğer bay.)cümlesini. Lanetlerin ortasında, bir arzu yol alıyor, hayat çekilmezdir, üstelik giysiniz de sıkar sizi; yaşamış olan bir kraldır, ölense bir insan. Tam anlamıyla naziktir «thank you, Sir». Konu sonuna dek işlenmiştir, küçük ve büyük ayrıntılarıyla. Düş kırıklığına uğrayan insan ölür, düş kırıklığı ve ölüm gösterilmiştir, tümüyle kapsamazlar birbirlerini. Bağışlanmaz ama gönül okşayıcı sözler söylenir. İnsan çok uzaklara gitmiştir, ozan çok uzaklara gitmez. Lear’in ortadan silinişi eksiksizdir, ama hâlâ şaşırtıcı olan ölümü, kendine özgü bir korkunun sonucudur; Lear gerçekten ölür.

ERKEK OYUNCU: Betimlemelerinin yararlılık düşüncelerini yanıtlamadığı, çağın ahlaksal gerekliliklerini göz önüne almadığı, egemen düşünceleri onaylamadığı olgusunu sanatın en büyük başarıları arasında saymak gerekir.

DRAMATURG: Orada dur bakalım! Betimlemeler egemen düşünceleri benimsemese de, yani egemen olan kişilerin düşüncelerini bilinçli olarak bilmezlikten gelse de, bazı yararlılık düşüncelerini karşılayabilir yine de. Bu çok daha kolaydır.

ERKEK OYUNCU: Ama sanatlar çok daha uzağa, ya da daha az uzağa giderler, nasıl istersen öyle. Kasabaları tümüyle su baskınına uğratacak olan azgın nehrin görkemini, gücünü, güzelliğini tattırabilirler. Katillerin yaşamak için harcadıkları gücü, sahtekârların kurnazlıklarını, şirret kadınların nasıl güzelleştiklerini göstererek toplum dışı bireyleri seyretmekten zevk alır sanatlar.

FİLOZOF: »Olup bitenlerin düzeni bu; olup bitenlerin düzeni bu düzensizlik. Su baskınına uğramış kasabalar saklanmadığı, öldürülmüş kişiler suçlanmadığı, şirret kadının tırnakları yalnızca becerikli bir alet olarak gösterilmediği sürece her şey düzen içindedir.

ERKEK OYUNCU: Kasapla kuzuyu aynı anda oynamak istemem.

DRAMATURG: Tek başına oynayacak değilsin.

FİLOZOF: Kasapla kuzuyu aynı anda oynayamazsın, ama, sanırım kasabın kuzusunu oynayabilirsin.

ERKEK OYUNCU: Ya da seyircime, kuzu yiyicisine, ya da bankalara, bir sürü borcu olan banka kurbanlarına çağrıda bulunurum.
FİLOZOF: Bankaların kurbanı olabilir kuzu
yiyicisi.

ERKEK OYUNCU: Doğru, ama her iki niteliğe de aynı anda başvuramam. Hayır, yalnızca bütün insanlığın bir uzvunu görüyorum bireyde. İnsanlık, tüm olarak ele alındığında, etkileri ne olursa olsun, dirimsel güçle olduğu gibi ilgilenir.

DRAMATURG: Her kişi başka başka kişilerle kurduğu ilişkilerden yola çıkarak kendini geliştirir. Dolayısıyla oyuncu, kendi oyunuyla olduğu kadar oyun eşinin oyunuyla da bağlıdır.

ERKEK OYUNCU: Yeni bir şey değil bu. Oyun eşimin kendini göstermesine her zaman izin veririm.

KADIN OYUNCU: Ara sıra…

DRAMATURG: Sorun bu değil.

DRAMATURG: Güçlüyle kaba, gevşekle yumuşak, hızlıyla aceleci, imgeleme yetisi güçlü olanla, saçmalayan, kesin düşünen kişiyle ince düşünen kişi, duygulu ve duygusal, çelişmeli ve tu tarsız, ikicil anlamlı olmayanla tek anlamlı, yararlı ve elverişli, dokunaklıyla zırlak, gösterişliyle tumturaklı, dayanaksızla zayıf, tutkulu ve çılgın, doğal ve beklenmedik arasındaki farka dikkat edin.

FİLOZOF: Evine dönen koca iki sırtlı bir hayvanla karşılaştığında aynı anda hem bir birlik oluşturan, hem de bir birlik oluşturmayan bir yığın duyguya kapılır. Bulgunun utkusu («Tam zamanında geldim!»); can sıkıntısı, hoşuna gitmeyen bir şey keşfetmiştir çünkü («Yanılıyor muyum acaba?»); kösnül haz önünde duyulan tiksinme («Ne kadar hayvanca!»); doğal gereksinmelere karşı melankolik bir anlayış («Onun böyle şeylere ihtiyacı vardır…»); aşağılayan vazgeçme duygusu («Eğer durum buysa, ben ne kaybederim ki!»); intikam arzusu («Bu ona pahalıya mal olacak!») vb, vb.

DRAMATURG: Burjuvaların hurda alımcısını her zaman duygusuz olmakla, duyguyla ilgili ne varsa elden çıkarmakla, kâr etmek için sağduyuyla ilintili şeyleri tasfiye etmekle suçlamaları nereden geliyor?

FİLOZOF: Düşüncesi, sağduyusu hiçbir duygu yaratmıyordu burjuvaların ruhlarında. Evet, burjuvaların duyguları hurda alımcısına ve düşüncesine karşı baş kaldırıyordu. Burjuvaların gözünde çok daha tehlikeliydi hurda alımcısı. Dahası, hiçbir zaman yandaşlarının sağduyularına seslenmiyor, habire düşmanlarının sağduyusuna bırakıyordu işi. Zaten, eleştiri, hurda alımcısında, olup bitenleri değiştirmek için harekete geçirilecek pratik önlemlerden başka bir şey değildi. Nehirlerin akışından, meyvelerin tadından yakınmak, hurda alımcısı için çalışmanın bir bölümüydü daha şimdiden, ve bir araya topluyordu bu yakınmaları; çalışmanın öbür bölümüyse nehirlerin önüne set çekmeye, meyve ağaçlarını geliştirmeye yönelikti. Pratik bir şeydi eleştirisi, dolayısıyla kopmazcasına duyguya bağlanmıştı; oysa burjuvaların eleştiri konusunda bildikleri tek şey töre içinde kayboluyordu, dolayısıyla da tek bir «duygu» kalıyordu geriye. Böylece hurda alımcısının eleştirileri işin özü için kısır kalıyordu; tüm eleştirilere hurda alımcısınınkine de, kısırlığın damgasını vuruyorlardı burjuvalar.

DRAMATURG: Basit bir anlaşmazlığın etkisiyle, hurda alımcısının sanatta özdeşleyimi açıklamasının, sanatta duyguların bir açıklaması olarak kabul edildiğini sanıyordum.

FİLOZOF: Hayır, daha da yoğun derinlikleri vardı anlaşmazlığın. Zamanının burjuvaları, ayaklanmış, başkaldırmış olan kitlelere, duygularının karmaşıklığı yüzünden, egemen toplumsal düzenin akılcılığını anlamaktan yoksun olduklarını haykırıyorlar; ve içtenlikten uzak nedenler üzerine kurulmuş hesaplarını, bin yıllık bir geçmişte köklenen halkçı duyguların başladığı yerde, yani halkın dinsel, ahlaksal ve ailesel duygularının başladığı yerde oluşan aşağılamalarını, küçümsemelerini kitle önderlerinin yüzüne söylemekten kaçınmıyorlardı.


“Bertolt Brecht, (Messingkauf) Hurda Alımı “, Türkçesi: Yaşar İlksavaş, Günebakan Yay., 1977


 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın