“…Herkesin kendine ait bir yıldızı var. Herkesin kendine ait bir de inancı. Bense yalnızca tek bir şeye inanıyorum: Çöküşe. Uçuruma doğru giden bir arabadayız ve arabayı çeken atlarsa alabildiğine ürkmüş. Bizler çöküyoruz; hepimiz ölmeliyiz ve böylelikle yeniden doğmak zorundayız da. Büyük dönüm noktası geldi çattı bizler için. Bu her alanda yaşanıyor: Büyük savaş, sanattaki büyük değişim, batı devletlerinin büyük yıkılışı. Köhne Avrupa’da yaşayan bizlere iyi olan, bize özgü olan her şey öldü. O güzelim aklımız çıldırıyor. Paramız kağıt parçası artık. Makinelerimiz ise yalnızca kurşun atmakta. Sanatımız bir intihar. Çöküyoruz dostlar, bu apaçık ortada…”
Herman Hesse’nin ‘Klingsor’un Son yazı’ adlı anlatısının, kendini dışavurumcu (ekspresyonist) olarak tanımlayan kahramanı, 20. yüzyılın başındaki çalkantılı atmosferi böyle değerlendiriyordu. Ortada acıları olan bir kuşak vardı. Bir tepki kuşağıydı bu, bazılarına göre ise bir çığlık. 19. yüzyılın getirdiği düşünsel çekişmeleri göğüslemeye çalışan bu kuşak, diğer yandan 1. Dünya Savaşı ile yüzyüze gelmişti. Yeni İnsan’ın 24. sayısında incelemeye çalıştığımız, 20. yüzyılın başındaki İtalya ve Rusya’nın bulunduğu duruma paralel olarak gelişen bu akım farklı bir coğrafyada, farklı bir radikalleşme içinde, ancak, diğer bölgelerdeki gibi tarihin dayattığı değişimin kaçınılmazlığı ile yeni dünya, yeni toplum ve yeni insan arayışı konusunda ortak bir düşünceye sahipti.
Bu yazımızda Almanya’nın içinde bulunduğu konjonktürel durumu ve yükselen dışavurumcu (Ekspresyonizm) sanat akımını incelemeden önce, 19. yüzyıla ve özellikle modernizm kavramına kaba bir bakış yapmanın gerekli olduğunu düşünüyorum.
Hugo Von Hofmannsthal 1893’te modernliği şöyle tanımlıyordu; “Günümüzde iki şey modern hissini uyandırıyor: Hayatın çözümlenmesi ve hayattan kaçış… Eski mobilyalar da modern olabilir, şimdiki nevrozlar da… Atomları parçalamak, kozmosla top oynamak bütün bunların hepsi modern olabilir. Modernlik, bir ruh halini, bir iç çekişi, bir tereddütü didiklemek ve güzelliklerin açığa vuruşuna, renklerin uyumuna, benzetmelerin çarpıcılığına, dokundurmaların parlaklığına içgüdüsel olarak, uykudaymışcasına boyun eğmektir.”
Modernizmi, çoğunlukla edebiyatçılar, felsefeciler, iki zıt noktayı birbiri ile yanyana getirme çabası olarak yorumluyorlardı. Örneğin mekanikçilikle, sezgiciliğin veya gelenekçilikle, yenilikçiliğin şemsiyesi olarak görüyorlardı. 19. yüzyıl karşıt inceleme tarzlarının birbiri ile çekişmesinin yaşandığı bir dönemdi. Modernizm, aklı ısrarla bu iki uç arasındaki bir gerilimin oluşmasına doğru hareketlendiriyordu. Bu diyalektik bağı oluşturma çabası, 19. yüzyıl boyunca insanları bir sürü felsefi spekülasyonlara doğru itmişti. Bütün bu çakışmalar hiçbir şekilde doğal bilimin ve bilimsel yöntemin prestijini tehdit edemiyordu. Ancak güncelliği arayanlar, felsefenin olguculuğunun ve edebiyatın doğalcılığının değişmesinin kaçınılmazlığından dem vuruyorlardı. Kimileri için ise felsefi sistemlerin dayandığı düşünsel varsayımların ve zihniyetin dokunulmazlığı geçerliliğini hala sürdürüyordu.
Comte’un doğrudan deneyim verilerine bakması, onun ve yandaşlarının toplumu inceleme uğraşının bilim olması gerekliliğini vurguluyordu. Taine ise soyutu, geneli, sınıflandırılmışı yüceltiyor ve romantizme savaş açıyordu. Bilimin somut ve göz kamaştırıcı başarılarına rağmen, 1882’de kurulan Psişik Araştırmalar Cemiyeti’nin büyük bir ciddiyetle “müphem” diye sınıflandırdığı olaylara gösterilen ilgi, 19. yüzyılın son çeyreğinde dikkati çekecek ölçüde artmıştı. 1875’te Amerikan Teosofi Cemiyeti’nin örgütlenmesi, vurgunun toplumsaldan bireysele kaymasının resmi başlangıcı olmuştur. Olguculuk istatistiklerin etkisi altındayken, tinsel idmanla farklılaşıp insanın parlak geleceğine katkıda bulunacak bir egonun varlığına inanan örgütlenmeler, egonun doğasına duyulan merakı kurumsallaştırmıştı bile.
Diğer yandan Max Stirner anarşizmi ve kişisel özgürlüğü alkışlıyor, bireyin öznelliğini ve yeteneklerini istediği gibi kullanmasını söylüyordu. Paul Bourget “bilimin iflası” sloganını tiz bir sesle tekrarlayarak, “sağ olgucu kanıt” yerini “saf hayalci sezgi”ye bıraksın diye haykırıyordu. İletişim arttıkça ulusal sınırları aşan düşünceler daha çabuk çakışıyorlardı. Avrupa karşıtlıkların, sarsma, devirme ihtiyacının kıtası haline gelmişti. Kültürel hava, en belirgin olarak Almanya’da bir devrimi işaret ediyordu. Sanatçılar ve aydınlar yeni bir dünya isteklerini hissettirmeye başlamışlardı. Tarihsel sıçramanın zamanı gelip çatmıştı artık. Birden Nietzche’nin sesi duyuldu, kahince sezgileri ile tarihin bitişine, uygarlığın kaderine boyun eğmek zorunda olduğuna, bütün değerlerin gözden geçirilmesi gerektiğine dair bağırışları ile ortalığı kasıp kavuruyordu.
19. yüzyılın, insan değerlerinin gerçek koruyucusu birey değil toplumdur söylemiyle ortaya çıkan liberallerin birden bire karşılarında, 1882’de Ibsen’in “Halk Düşmanı” adlı oyunundaki bir karakter olan Dr. Stockmann’ın “Çoğunluk hiçbir zaman haklı değildir, haklı olan benim, ben ve benim gibi bir iki kişi…” demesi ortalığı daha fazla karıştırmıştı. Bu farklılaşmalar, “mutlaklar”a yapılan saldırılar, genel yasalar, doğal bulunan düşüncenin yıkılma aşaması olmuştu. Bilim şiirsel fantazilere teslim olup, bütün alanlarında sezgi ve imgelemin seyircisi haline gelmişti. Bilim artık doğanın karşısında gözlemci konumunda duramıyor, insanla doğanın arasındaki etkileşimin bir parçası olduğu fikriyle yüzyüze geliyordu.
Dışavurumculuk bütün bu felsefi spekülasyonların üstüne doğuyordu. Bu incelememizde üstünde fazla durulmayan dışavurumcu edebiyatı ele almaya çalışacağız. Kendini hep resim alanında duyuran dışavurumculuk, edebiyat alanında dünyaya karşı iki farklı tavır geliştirmiştir. Kaynağını aynı tarihsel süreçten alan bu iki tavır, bir çok dışavurumcu edebiyat eserlerinde yan yana durabilmiştir. Batı kültürünün köklü değişimler geçirmesinin bir sonucu olan bu akımı, eserlerinin çoğunluğunu Almanya’da vermesinden dolayı o coğrafyadaki çalkantılarla birlikte gözden geçireceğiz.
İnsanoğlu Uyanıyor
Lanetlenmiş çağ! Karmakarışık! Şarkısız!
Ve sen, insanoğlu, çekiciliği en zayıf olan,
sergileniyorsun
İşkence veren duman ve deli şimşek
arasında.
Kör olmuş. Bir uşak. Dehşet içinde.
Öfkeden çıldırmış.
Cüzzam ve acı.
Kanlı gözler. Kuduz dişler. Hastalıklar
korosu…Johannes R. Becher
(“Tanrı Konusunda” Kitabından)
Almanya’nın Siyasal Ortamı :
19. yüzyılın ikinci yarısında 18 Ocak 1871 tarihinde Fransa ile yaptığı savaşı kazanan Prusya, o güne kadar dağınık halde yaşayan Alman prensliklerini bir kralın buyruğu altında toplama hayalini gerçekleştirir. Alman İmparatorluğu’nun önderi Prusya kralı I. Wilhelm olur. Almanya’nın bir araya gelmesi ile, İngiltere gibi dünyanın büyük emperyalist güçleri arasına girmeyi amaçlayan Almanya, Otto Fürst Von Bismarck’ın izlediği politikayla bunu başarır. I. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar, sözde parlamentosu ile monarşik devlet anlayışını sürdüren Bismarck, emperyalist Almanya’yı, Avrupa’nın ikinci güçlü devleti yapmıştır. Parlamentoyu işlevsel kılmaya çalışan liberal burjuvaları devlet düşmanı ve hain ilan eden Bismarck, sanayileşme ile birlikte yükselen işçi sınıfından henüz habersizdir. Sosyal demokrat kanat altında Bismarck’ın politikasına muhalefet etmeye başlayan işçi sınıfının temsilcileri ise Ferdinand Lassalle, August Bebel ve Wilhelm Liebknecht olmuşlardır. 1888 yılında I. Wilhelm’in ölümü ile yerine III. Friedrich geçmiş, ancak tahtta üç ay kalabilmiş ve tahta II. Wilhelm oturmuştur. Bu arada 1890 yılında kurulan Sosyal Demokrat Parti parlamentoda en güçlü kanat durumunu alır. Bunun üzerine liberal hareketi destekleyen burjuva sınıfına karşı, işçi sınıfının çıkarlarını gözeten bir politika izleyen Sosyal Demokrat Parti parti içindeki Liebknecht’in önderliğindeki sosyalist kanadı partiden ihraç ederek politikasını değiştirir. Parlamento artık II. Wilhelm’in kararlarını muhalefet göstermeden kabul eder hale gelmiştir. Bu kararlardan bir tanesi de II. Wilhelm’in baskısıyla, 4 Ağustos 1914’te bir suikast sonucu Avusturya tahtının varisi Dük Franz Ferdinand’ın öldürülmesinden dolayı (28 Haziran 1914) İngiltere, Fransa ve Rusya’nın oluşturduğu birliğe karşı savaş açılmasıdır. Liebknecht savaşa karşı oy verdiği için tutuklanır. Bu kararla emperyalist Almanya, tüm Avrupa’yı kana bulayacak olan kapitalist savaşa (1. Dünya Savaşı) girmiş olur. Dört yıl süren ve 1918’de imzalanan ateşkesle noktalanan bu savaşta tüm gücünü yitiren Almanya, 28 Haziran 1919’da imzalanan Versailles anlaşması ile ağır koşulları kabul ederek teslim olur. Aynı yıl Spartakist Birliği’ni kurarak Berlin’de sosyalist bir devrim girişiminde bulunan Liebknecht ve Rosa Luxemburg öldürülür. Berlin’deki ayaklanma kanlı bir şekilde, 1918’den Hitler’in iktidara geleceği 1933 yılına kadar Almanya’yı yöneten Weimer Cumhuriyeti’ne bağlı birlikler tarafından bastırılır.
…EY ASKER
Ey cellat ve haydut! Sen Tanrı’nın yolladığı
afetlerin en korkuncu!
Ne zaman artık,
Sorumu hem kaygı hem de çılgınca bir
sabırsızlıkla soruyorum!
Ne zaman artık kardeşim olacaksın?…
Johannes R. Becher
Ekspresyonizm Teriminin Doğuşu :
Öncelikle dışavurumculuk (Ekspresyonizm) kelimesinin kökenine inmeye çalışalım. Ekspresyonizm terimi, latince ‘expressio’, ‘exprimere’ sözcüklerinden kaynaklanmaktadır. Sözcüğü ve bunun modern batı dillerindeki sıfat biçimi ‘exressiv’i dilimize ‘ifadecilik’, ‘ifadeci’ ya da ‘ifade ağırlıklı’ olarak çevirmek olanaklıdır. Ancak sözcük diğer yandan insanın içinde yer alan bir takım gizli kalmış duygu ve düşünceleri ‘açığa çıkartma’, ‘dışa vurma’ anlamlarını da içermektedir. Bu durumda sözcüğü dilimizde ‘dışavurumculuk’ olarak karşılamak gerekiyor. Sözcüğün kökeninden de anlaşılacağı gibi, terimin yalnızca 20. yüzyıla ait olmadığını söyleyebiliriz. Örnekleyecek olursak, skolastik dönem kilise resimlerine baktığımızda, ifade ağırlıklı (ekspessiv) diye adlandırabileceğimiz çalışmalar görebiliriz. Ama 20. yüzyıl dışavurumculuğuna göz atarsak, ortaçağ sanatçısı gibi öteki dünyaya ait gerçeği yakalamak için nesnelerin görünüşteki biçimlerini değiştirip stilize ederek onların içlerinde taşıdıkları öteki dünya ile ilgili asıl anlamı ortaya koymaya çalışan ifadelere ağırlık vermemiştir. Anlaşılıyor ki çağdaş dışavurumcu sanatçı, dış gerçeklikten kopup ifadeye ağırlık verse de asıl gerçeği öteki dünyada aramamıştır.
Terimin ilk kullanılışına bakacak olursak çok değişik yorumlarla karşı karşıya kalıyoruz. Araştırmacı Armin Arnold, 1850 yılının Temmuz ayında ‘Tait’s Edinburg Magazine’ adlı bir İngiliz dergisinde yayınlanan, isimsiz bir yazıda modern sanat içinde varolan bir dışavurumcu okuldan söz edildiğini söylemiştir. Ayrıca yine Armin Arnold, 1880 yılında edebiyat tarihçisi Charles Howley’in modern ressamlar üzerine yaptığı bir konuşmasına, bu terimin duygu ve tutkuları dışa vurmayı amaçlayan sanatçıları tanımlamak için kullandığını ortaya çıkarmış, öte yandan Armin Arnold yine, Amerikalı yazar Charles De Key’in 1878’de New York’ta yayınlanan ‘Bohemler’ (The Bohemian) adlı novelinde kendilerini ekspresyonist olarak adlandıran, toplumdan kopuk bir grup sanatçıyı anlattığını saptamıştır.
Jules Auguste Herve adlı bir Fransız ressam ise, 1901 yılında yapıtlarından sekiz tanesini ‘Expressionismes’ adı altında Paris’te Salon Des İndependants’da sergilemişti. Bundan yola çıkarak bazı edebiyat tarihçileri ve araştırıcılar, ekspresyonizmin Fransız kökenli olduğunu savunmuşlardır. Bir sanat eleştirmeni olan Dainiel Henry Kahnweiler, 1919 yılında ‘Das Kunstblatt’ adlı dergide yayınladığı bir yazısında, terimi her ne kadar bir Fransız bulmuş olsa da, Almanya’da çok sık kullanılmasına karşılık, Fransa’da hiç bir zaman yaygınlaşmadığını belirtmiştir. Edebiyat tarihçisi Paul Fechter ise, yazdığı edebiyat tarihinde, terimin gerçek anlamda, ilk kez 1906-1907 yıllarında Dresden’de sergiler düzenleyen “Köprü” (Brücke) grubu ressamları tarafından kullanıldığını iddia etmiştir. Edebiyat tarihçisi Fritz Martini bu onuru Wilhelm Worringer’e vererek, Avusturyalı estetikçinin bu kavramı 1911 yılında ‘Sturm’ dergisinde yayınlanan bir yazısında, Cezannes, Van Gogh ve Matisse gibi çağdaş ressamların resim sanatında açtıkları çığırı dile getirmek için kullanıldığını ileri sürmüştür.
Bazı araştırmacılar ise terimin Paul Cassirer’in 1910 yılında Pechstein’in bir resmi önünde, bu resmin hala bir ekspresyonizm örneği olup olmadığını soran bir kişiye, biraz şaka yollu bunun bir ekspresyonizm örneği olduğunu söylemiştir. Bu şakadan sonra terimin moda olarak sanat çevrelerine yayıldığı söylenmektedir. Bütün bu tartışmalar bir yana, dışavurumculuğun bir sanat akımı olmasını sağlayan girişimin, 1911 yılının Nisan-Eylül aylarında Berliner Szession’un 22. sergisinde Braque, Derain, Dufy, Picasso, Vlaminek gibi kendilerini birer ekspresyonist olarak ilan eden modern Fransız ressamların yapıtlarını sergilemeleri olduğunu söyleyebiliriz.
Dışavurumcu Edebiyata Genel Bir Bakış :
Expresyonizm öncesi dönemde, yani 19. yüzyılın ikinci yarısında canlanan edebiyat 20. yüzyılın başında durgunlaşmış ve bunalım dönemine girmiştir.
İnsanın gerçeklikten soyutlanmış, edilgen ve çaresizliğini yansıtan türden edebiyat eserlerinin yazıldığı bir dönemdir bu. Erotizmin, bunalımın, hastalığın, ölümün ve gerçekliğin yerine hayal dünyasının ağır bastığı soyutlamalarla kendini anlatmaya çalışan sanatçıların çokluğu kaçınılmaz olmuştur. Bunların yanı sıra, politize olmuş, kralı, militarizmi ve burjuvaları eleştiren anarşist fikirler de edebiyata girmeye başlamışlardır. Bu dönemin Franz Blei, Eric Mühsan, Herwarth Walden, Else Lasker Schüler, Franz Pfemfert, Rene Schickle, Ludwig Rubiner gibi yazarları, 1910’lu yıllardan sonra başlayacak olan dışavurumcu edebiyatın hazırlayıcıları, öncüleri olmuşlardır.
1910-1914 yılları, erken dışavurumculuk dönemi diye adlandırılan, dışavurumcu edebiyatın yayılmasına, genç yazarların tanınmasına olanak sağlayan üç önemli dışavurumcu derginin kurulduğu yıllardır. 1910’da Herwarth Walden ‘Fırtına’ (Sturm), 1911’de Franz Pfemfert ‘Eylem’ (Akcion) ve 1913’te Rene Schickele ‘Beyaz Sayfalar’ (Weisse Blaetter) adlı dergileri kurmuşlardır. Bu dergilerde George Heym, Ernst Stadler, Georg Trakl, Gottfried Benn, Franz Wefel, Albert Ehrenstein, Johannes R. Becker gibi genç yazarlar adlarını duyurmaya başlamışlardır. Yukarıda sözünü ettiğimiz, 1910 yılına kadar yaşanan suskunluk döneminin üstüne, genç kuşak edebiyatta yeniyi aramaya koyulmuştur. Natüralizm, romantizm ve Art Nouveau’ya karşı çıkan bu genç kuşak, sanatta büyük bir devrim gerçekleştirmeyi, bireyin derinliklerinde yatan gerçekleri dile getirmeyi, dış dünyanın birey üzerinde bıraktığı etkileri kendi süzgecinden geçirerek dışa vurmayı, sanatı akılcı gerçeklerin dışına çıkarıp, bireysel yaratıcılık ve düşsel bir güçle dünyayı yeniden kurmayı amaçlamıştır. Kısacası 1910-1914 yılları arasında dışavurumcu edebiyat bir coşkunluk fırtınası yaşamıştır.
1. Dünya Savaşı patlak verince, bir çok genç yazar savaşta yaşamını yitirmiştir. Savaş başladığında bir askeri tıp servisinde görev yapan Goerg Trakl, katıldığı Grodek çarpışmasından sonra ruh sağlığı bozulmuş ve tedavi görmesi için yatırıldığı hastanede aşırı dozda uyuşturucuyla yaşamına son vermiştir.
Grodek
Akşam oldu mu sonbahar ormanları
Sarsılır sesiyle kan kusan silahların,
Altın ovalarla mavi göller üzerinde güneş
Çoğalan kederiyle devrilir gider;
Gecedir, örten can çekişen savaşçıları,
Ve keskin çığlığını parçalanmış ağızların.
Ne var ki içinde öfkeli bir tanrı’nın
Oturduğu o kıpkızıl bulutlar,
Çayırların üzerinde sessizce toplar
Akıtılan kanı, ay ayazında;
Bütün yollar siyah bir çürümüşlüğe çıkar.
Altın dalları altında gecenin ve yıldızların
Salınır kızkardeşin gölgesi suskun ormanda,
Selamlamak için ruhun kahramanların,
Ve kanlı başları;
O anda sesi duyulur hafiften
Sazlıkta sonbahar flütlerinin.
Sen ey gururlu hüzün! Siz tunçtan sunaklar
Dev bir acıyı besliyor işte ruhun sıcak alevi,
Doğmayacak torunlar.Georg Trakl
Çev. Gertrude Durusoy-Ahmet Necdet
Daha savaş başlamadan önce ölen Georg Heym ve Jakob Von Hoddis’in ardından Ernst Stadler, August Stramm, Alfred Lichenstein çarpışmalar sırasında ölen genç kuşak yazarlarıdır. Böylece kendilerinden çok şeyler beklenen yazarlarını kaybetmiştir dışavurumcu edebiyat.
1910-1914 arasını dışavurumcu edebiyatın 1. aşaması olarak kabul ediyoruz. 1.Aşamasına baktığımız zaman, yani çıkışında bireyin derinliklerinde yatan yaşanmış deneylere biçim veren bir sanattır. Doğayı taklit etmeye tepki gösterildiği sürece, üslup çeşitlemeleri önemsizdir. Der Strum dergisi yöneticisi ve dışavurumcu akımın savunucularından Herwarth Walden “İster sanata, ister doğaya uygulansın, taklit hiç bir zaman sanat olamaz. Ressamın yaptığı resim en içsel duygularıyla algıladığıdır, varlığının anlatımıdır, dışavurumudur; geçici olan herşey onun için sadece simgesel bir görüntüdür; kendisi için en önemli düşünce kendi yaşamıdır; dış dünyanın kendi üstünde bıraktığı izlenimleri o kendi içinden geçirerek dışavurur. O, gördüklerini, içindeki doğa görünümlerini iletir ve bir yer de onlar tarafından iletilir” diyordu ve izlenimciliği, daha genelde doğalcılığı mahkum ederek başkaldırıyor, bu tartışmayı yeni estetiğin kilit noktası haline getiriyordu.
Böylece dışavurumcular, sanat eserlerinin anlamı ile yansıtılan nesnenin birbirinden tümüyle kopuk olduğunu, yansıtılan nesnenin artık anlatılmak istenen olmadığını, anlatılanı anlamak için yapılan bir çağrıyı oluşturduğunu söylüyorlardı. Onlara göre gerçekte görülen gerçek özgün olamazdı. Böylelikle yapıt artık dış dünyanın gerçeğini konu etmiyor, başka bir gerçeği yani sanatçının gerçeğini savunuyordu. Somut gerçekliğin reddiyse iki temel ögeye yönelişi sağladı. Yürek ve anlama gücünün sınırları içindeki özgürlük sanılan öznellik. Bu iki eğilimin en büyük amacı soyutlamaydı. İzlemciliğin anlayışı olan duyulardan uzak, nesneyle başlamayan, ön plana özneyi alarak tinsel düzeyde elde edilen şeyin fiziksel biçimlenişini sağlamaktı esas olan.
Burada sembolizmin etkilerine değinmek gerekli oluyor. Çünkü Der Sturm dergisinin üstünde durduğu en önemli şeylerden biri olan “arınmış sanat” kavramı, sanatsal ağırlığı koymak uğruna nesnenin tamamen yok edilmesine kadar varıyordu. Uç sınırlara varan üsluplaşma, sembolizmi daha çok açığa çıkarıyordu.
Modern sanatın keşfedilmesi olarak görülen ekspresyonizm, 2. aşamasında, yani 1914 yılından sonra, var olan düzeni değiştirme isteği ve coşma, aşırı duygulanma ile birlikte anılmaya başlandı. Örnekleyecek olursak fütüristler, kübistler, dadaistler ve hatta sürrealistler bile dışavurumluk akımının içinde görülmüşlerdi. Bu imkansızdı, çünkü farklı coğrafyalarda, farklı sorunlarla karşı karşıya kalmış ve farklı ilkelerden hareketle kendilerine yol açmaya çalışmış sanat akımlarıydı bunlar. İdeolojik açıdan birlik içinde olan insanlar vardı tabi içlerinde. İdeolojisiz sanat olamazdı. Bu yüzden kimi sanatçılar faşizme, kimi sanatçılar ise bir sosyalist devrime destek verdiler.
Eylem dergisinin yöneticisi Franz Pfemfert “kültürsüzlük” olarak adlandırdığı şeyle amansız bir savaşmayı savunarak, kişinin kendisini tehdit eden bir saçmalık fırtınası içinde yutulup gidebileceği izlenimine kapıldığını belirtiyordu. Yine Pfemfert “ruhun varlığını yitirmesi, çağımızın yıkıcılığını gösteren bir imgedir. Birey olmak için bir ruh gereklidir. Yaşadığımız çağ bireyi tanımak istemiyor” diyerek, bireyin düşgücünün harekete geçirilmesinin gerekliliğini vurguluyordu. Genç kuşak bu gerçeklik anlayışına karşı çıkarak aklın köleleştirilmesini reddetmiş ve bunlara karşılık radikal öneriler getirememişti. Bu kuşak politize olmuş bir kuşak olmasına rağmen örgütlenmesini gerçekleştiremiyordu. Yeni bir dünya istiyorlardı, fakat öznelliklerini dayatabilecekleri bir farklılaşmanın var olduğu bir dünyaydı bu.
Gottfried Benn bütün bu farklılaşmaları bir amaçta buluşturan bir tanım atıyordu ortaya. Bu tanıma göre dışavurumculuk, dünyayı da yok etmek için kendi kendini yok eden bir dil kullanan “patlayan bir ayaklanma, bir kendinden geçme, nefret ve bir takım yeni değerlere susama”ydı. Toplumda radikal bir yenilenmeyi sağlamak için, sanatın tüm güçlerini birleştirmesi gerekliydi. Daha doğrusu yaşamı canlandırmak için, bütün alanlarda yapılması gereken bir devrimle gerçekleşebilirdi. Çelişkiler gözardı edilemezdi. İnsanın özgürleşmesi gerekiyordu, bu doğruydu. Ancak, insanın özgürleşmesi zorunlulukta mümkün olabilirdi. Kurt Pinthus bir kitabının önsözünde: “Tümüyle kendi yaratıcılığı, kendi bilimi, teknolojisi, istatistiği, ticaret ve sanayii ile burjuva gelenek ve göreneklerinin fosilleşmiş toplumsal sıra düzenine dayalı bir toplumun olanaksızlığı gittikçe daha da belirginleşmektedir” diyerek, dışavurumculardan bir ilkeye, programa yönelik bekleyişini dile getirmişti.
Sonu Olmayan Çevrim
Yapayalnız, kim olduğu bilinmeyen
Ölü sokak kadının azı dişi
Altın dolguluydu.
Diğer dişler gizlice anlaşmış gibi
Çekip gitmişlerdi.
Morg bekçisi kopardı onu,
Rehine verdi
ve dans etmeye gitti.
Çünkü, dedi, sadece toprak toprağa geri
dönmelidir.
Gottfried BENN (1886-1956)
Bu açıdan bakıldığında bireysel duruşlarıyla nevi şahsına münhasırlar hareketi olan dışavurumculuk, yeni insan konusunda ortak bir noktada buluşuyorlardı. Sanat tarihçilerine baktığımız zaman dışavurumcuların 5 peygambere dayandığını söylüyorlar. İsa, Darwin, Nietzsche, Freud ve Marks gibi, 5 ayrı felsefi görüşü biraraya getirme çabası, dışavurumculuğun eklektik yapısını gösteriyor. Farklılaşma istekleri, onları denetim gücünü sınırlandıran her türlü kısıtlamayı ve yasaklamayı reddederek, bireyin derinliklerindeki özgürlüğün çiçek açmasını destekleyen dışavurum yollarını geliştirmeye yöneltmişti.
Bir çok dışavurumcu, küçük burjuva nihilizminin şahlanışları ile çığlık atıyorlardı. Almanya’nın sanayileşmesi ve kapitalizmin yükselişi, kırık dökük insan ilişkileri, kent yaşamının gereksiz delice hırsı ve hızı, kendini bir başka düzlemde gösteren köleleşme, insanoğlunun çöküşüydü. Sistem, insan öğüten bir makineye dönüşmüştü. Bu makineyi yok etmek gerekiyordu. Dışavurumcular ayaklanmadan yanaydılar. Hepsi aileye, öğretmene, orduya, imparatora ve kurulu düzenin tüm işbirlikçilerine karşı olduklarını savunuyorlardı. Bunun yanında tüm aşağılanmışların, düzenin kıyısına itilmişlerin, ezilenlerin, yoksulların, genelev kadınlarının, akıl hastalarının ve gençlerin dayanışmasını söylüyorlardı ama, bir türlü kendileri dayanışamıyorlardı. 1. Dünya Savaşı kıyımı içindeki bu gençler, yeni insanı istiyorlardı.
1916’dan başlayarak bu kuşak, kendini bölük pörçük de olsa ifade etmeye başladı. Kimileri barışı istedi. Kimileri, savaştan sonra, yani kıyamet gününün ilanından sonra yeniden canlanma, yeniden oluşma gibi sözler sarfettiler. Bazıları çözümün ütopyacılıkta olduğunu savundu. Kurtuluşun toplumsal bir hareketle siyasal erki devirmekten ziyade, insanın içteki yenilenmesinin daha doğru bir yol olduğunu vurguladılar. Bir kesim ise, yani Das Ziel (Amaç) adlı dergi çevresinde toplanan Ludwig Rubiner, Rudolf Leonhard, Ludwig Baumer, Johannes R. Becher, Kurt Hiller gibi isimler ise devrimci hareket içine girerek bir çok eylemlerde bulunmuşlardı. Hatta Ludwig Baumer, Bremen Kurultayı’nın sorumlularından biriydi ve Ernst Toller ise Bavyera Bağımsız Sosyalist Cumhuriyeti’nin kurucuları arasında yer alacaktı.
Nazi iktidarı döneminde Moskova’ya yerleşen Johannes R. Becher 1954’te Demokratik Almanya Cumhuriyeti’ne Kültür Bakanı olarak atanacaktı. Bütün bunların ışığında Herbert Kühn 1919’da “Sosyalizm gibi, dışavurumculukta nesneye, entellektüel barbarlığa, makineye ve merkezileşmeye karşı; Akıl. Tanrı ve insanın içindeki insan yararına büyük bir haykırış yükseltmiştir. Sosyalizm de, dışavurumculuk da aynı ruhsal davranış içindeydi, dünyaya göre aynı yerde duruyorlardı. Yalnız eylem alanındaki ayrılıkları onların ayrı adlar taşımalarını açıklayabilir. Sosyalizm olmadan dışavurumculuk düşünülemez. Art Nouvea’nun siyasete bu denli açık olması rastlantısal değildir” demekteydi.
Yvan Goll ise 1921’de “dışavurumculuk devrim ve savaşın edebiyatıdır, aydının güçlüye karşı direnmesidir; vicdanın, körü körüne boyun eğmeye karşı başkaldırmasıdır; kalbin, soykırım fırtınasına ve ezilmişlerin sessizliğine karşı haykırışıdır” demekle dışavurumculuğun tarihsel önemini vurgulamaya çalışıyordu. Aslında söyledikleri bir bakıma doğruydu. Çünkü tarihin dayattığı bir gerçeklik vardı. Tarih köklü bir değişimi öngörüyordu ve bu değişim başka bir isim altında da çıkabilirdi. Sanat alanında patlak veren bu isyan, kendini dışavurumculuk adı altında bir aydınlar dayanışoasına sürüklemişti. Ancak sanatçılar sonra farklı yönlerde kendilerini ifade etmeye devam ettiler. Örneğin bazı sanatçılar sanata “böyle şeylerin bulaştırılmaması” gerektiğini söyleyerek, kendi iç dünyalarındaki gizemli yolculuklarına devam ettiler.
İki Denizi Birleştirmek
Her açılış kapanışla demir savaklar büyür.
Her durakta çıkan bir çekiç,
Promete tarafından taşınırcasına yol alan
Küçük çelik gövdelerle kocaman kanatlar.
Ve sonunda bu kapılar açılınca
İki okyanus kucaklaşınca
Yeryüzündeki tüm halklar ağlayacak
Yvan GOLL
Bu noktada söyleyeceğimiz, dışavurumcu edebiyatın üç ayrı dönem yaşadığıdır. 1900-1910 yıllarında edebiyatta yaşanan gerilemenin, dışavurumcu edebiyatın hazırlık dönemi olması ve 1910-1914 yılları arasında edebiyata gelen canlanma ve coşku, hemen ardından 1914-1920 yıllarında edebiyatın ütopik ve apokalyptik olmak üzere iki damarda iz sürmesidir.
Bu iki damarı incelemeye çalışalım. Öncelikle ütopik damara bakalım: Ütopik kelimesinin kökenine indiğimizde, eski Yunanca ‘u’ (Lat:non) ve ‘topos’ (yer) sözcüklerinden türeyen ‘ütopi’ (utopia) ‘hiç bir yerde olmayış’ anlamına geldiğini görürüz. Bu damardan yürüyen dışavurumcu sanatçıya baktığımızda ise çağının sorunlarıyla yakın bir ilişki içinde olmasına rağmen, bunalım ve sorunlardan sıyrılarak tüm insanlığın daha iyiye, daha olumluya gidebileceği düşüncesi ile önemli bir çaba harcadığını görürüz. Bir anlamda sanatına dünyayı, insanlığı kurtarma görevini yükleyen dışavurumcu, yaratmaya çalıştığı ‘yeni insan’ ve ‘yeni dünya’ tasarımlarıyla geleceğe yönelik özlemlerini dile getirir. Tüm insanların artık acı ve ızdırap çekmedikleri, ölümü tanımadıkları, tüm eski olanı geride bırakarak ‘yeni yeryüzünde’ mutluluk içinde yaşamaları ütopik dışavurumcunun özlemidir. Ancak bu özlemler toplumsal, siyasal gerçeklikle, daha doğrusu yaşamla bağdaşmaz. Sanatını sadece bir ifade aracı olarak kullanıp, sonsuz coşkusunu dile getirir. Ütopik dışavurumcu sanatçı bu düşünceden yola çıkarak hareket eder.
İkinci damar ise ‘Apokalyptik dışavurumculuk’tur. Apokalyptik sözcüğü eski Yunanca ‘apokhalyptein’, ‘ifşa etmek’, ‘vahy etmek’ fiilinden gelen ve yine eski Yunanca’da isim şekli ‘Apokhalypsis’ ‘vahiy’ olan bu sözcüğün çağdaş batı dillerinde taşıdığı anlam, İncil’in son kitabı olan “Yahya’nın Vahyi” (Offenbarung das Johannes) bölümünde anlatılan olaylarla yakından ilişkilidir. İncil’in bu bölümünde, İsa’nın havarilerinden Yahya’ya, bir gece rüyasında İsa’nın kendisi görünerek, onun ağzından insanların işlediği günahlardan ve Hıristiyanlığın yozlaştırılmasından dolayı dünyanın sonunun geldiği; kıyamet gününün belirtileri ve bu günde kurulacak tanrısal bir mahkemede insanların yargılanacağı vahyedilmiştir. Dinsel bir anlam da taşıyan bu sözcük Türkçe’de kıyamet günü ya da mahşer günü sözcükleri ile karşılanabilir. 20. yüzyılın başlarında Avrupa devletlerinde yaşanan bunalıma karşılık apokalyptik dışavurumcular, çökmek ve çöküş sözcükleriyle sürekli olarak siyasal ortama gönderme yapmaya çalışmışlardır.
Ayrıca bu damarda insan ‘ben’ini önemsemeyen, onu yığının bir parçası olarak görüp, devlete mutlak itaatini bekleyen bir siyasal dayatmaya yol açan sorunlara, aynı zamanda ekonomik düzende artan enflasyon ve yoksulluğa karşı nihilist çıkışlar yapmışlardır. Kısacası onlara göre çöken, yaşlı Avrupa’nın siyasal anlayışı ve ekonomik düzenidir. Bu çöküşün yanı sıra, Avrupa kültürü ve düşüncesinin yüzyıllardan beri temelini oluşturan akla duyulan sarsılmaz güvenin, 20. yüzyılın başında büyük sarsıntılar geçirmesi gerçeğini ‘o güzelim aklımız çıldırıyor’ cümlesiyle ifade ediyorlardı. Avrupa’nın sonunu bir çok dışavurumcu sanatçı 1. Dünya Savaşı’nda görmüşlerdi. Eserlerinin çoğunda 1. Dünya Savaşı, dışavurumcu sanatçı için yalnızca siyasal ve askeri bir olay değil, tam tersi Avrupa kültürünün ve toplumun bütününde yer alan genel bir bunalımın simgesi olmuştur. Onlara göre yaşadıkları bu dönem bir mahşer günüdür. İşte dışavurumcu sanatçının bütün bunlara aldığı tavır apokalyptik bir dışavurumdur.
Dışavurumculuk Ve Bilim
Dışavurumculuk bilimdeki değişikliklerle beraber yürüyen bir sanat akımı olmuştur. Hatta bu konuda öncülük etmiş ve her alanda bunun savunucusu olmuştur. Bu ilişkiyi fizik, felsefe, psikoloji yönünden ele almaya çalışacağız.
Öncelikle o dönemde bilimdeki köklü değişimden yola çıkarak, Rölativizmin sözcük anlamını ele alalım. Rölativizm: Görecelik (es. t. izafiye). Rölativizm, göreceyi mutlakla olan bağımlılığından ayırıp, onu tek başına mutlaklaştıran felsefi görüşe verilen isimdir. Rölativizm nesnelerin, fenomenlerin ve süreçlerin birbirleri arasındaki tüm bağıntılarını ve ilişkilerini öğrenilebileceğini, ancak nesnelerin, süreçlerin vb. kendilerinin bilinemeyeceğini ileri sürer. Bu yüzden rölativizm için, bilgi edinen özneden bağımsız, mutlak bir hakikat yoktur. Her bilgi, görecelidir ve her durumda bilgi edinen özneye bağlı olduğu için, son tahlilde, özneldir.
Şimdi dışavurumculuk ve fizik ilişkisine bakalım. Albert Einstein, Max Planck ve Werner Heissenberg gibi ünlü fizikçiler, gerçekliği geçmişte olduğundan bütünüyle farklı olarak algılayarak, nedenselliğe, tüm doğa olaylarını gözlem ve deneye dayanan matematik formüllerle açıklayan düşünce ve felsefelere karşı durmuşlardı. Klasik fiziğin babası sayılan Isaac Newton tüm doğa olaylarına iki yöntemle yaklaşmıştı: Analiz ve sentez. Seçilmiş bazı doğa olaylarından analizle doğa güçlerini ve en basit doğa yasalarını çıkarmış ve bu yasalardan da sentez yoluyla geri kalan olayların yapısını göstermişti.
Kant ise “her olgunun bir nedeni vardır” yargısını, bilindiği gibi, tüm bilimlerin önsel varsayımı saymıştı. Bilimdeki pozitivist ve ampirik-teorik yaklaşımların üstüne Albert Einstein getirdiği, mekan, zaman, kütle gibi kavramların mutlak değil ‘görece’ olduğu görüşüne dayanan Görecelik Kuramı; ardından Max Planck’ın maddenin saldığı ısı ve ışığın öteden beri sanıldığı gibi sürekli bir akış halinde değil de, tam tersine ‘quante’ adını verdiğimiz süreksiz ve kesik paketlerden ibaret olduğu iddiasını getiren Kuantum Kuramı’dır. Böylelikle fizikte nedenselliğin karşısına belirsizlik ilkesi geliyordu. Mekanikçi görüşün getirdiği duyumlarla kavranabilirlik mutlaklaştırması, artık karşısında insan bilgisinin önemli alanlarından bazılarının duyumlarla kavranabilirlik özelliği taşımadığı mutlaklaştırmasını buluyordu. Marksçı-Leninci bilgi teorisi ise, duyumlarla kavranabilirlik ve kavranabilir olmayanın ayrı ayrı mutlaklaştırmasına karşı çıkarak, bu iki olgunun, bilgi edinme süreci içindeki diyalektik bütünlüğünü vurguluyordu.
Dışavurumcu sanat akımının rölativizm ve belirsizlik ilkesi ile olan bağlantısına gelecek olursak, 19. yüzyılda natüralist (doğalcı) ve empresyonist (izlenimci) sanat akımlarının pozitif doğrulardan hareket etmesine duyduğu tepkiydi. Çünkü naturalist sanatçı nedenselliğe dayalı, empresyonist sanatçı ise duyumlarla algılayan bir mutlaklaştırmaya gidiyordu. Dışavurumcu sanatçı ise dış gerçeklikle yetinmiyor, ona kuşkuyla bakarak, ardında başka şeyler arayan, somut gerçekliği aşarak onun ötesindeki bir mutlaklaştırmaya gidiyordu.
19. yüzyılın yarısından sonra bilim olarak ayrılan psikoloji, daha öncesinde felsefenin bir dalı gibi metafizik kuramlara dayandırılıyordu. 18. yüzyılda ampirist filozoflarca ortaya atılmış iç gözlem ve ampirik yönteme dayanan bir psikoloji anlayışı hakimdi. Psikoloji de o dönemdeki doğa bilimleriyle aynı yöntem üzerinde hareket ediyordu. Bu alanda köklü bir değişimi Sigmund Freud getiriyordu. Belli bir takım sinir hastalıklarının tedavisi olarak tanımladığı psikanalizi ortaya atıyordu. Bu yöntem daha sonraları öğrenilen yeni psikolojik gerçekler nedeniyle bir kuram niteliği kazanacaktı. Freud daha önce de sözü edilen bir kavramın içini doldurarak, onu, insanın tüm yaşantılarının, anılarının, bu anı ve yaşantılardan doğan tüm duygu ve doyurulamayan tüm isteklerin yer aldığı bir alan olarak tanımladığı ‘bilinç dışı’ kavramını savunacaktı.
Bastırılan tüm bu duyguların ileride bir hastalık kaynağı haline gelerek ‘nevrozlar’ diye tanınan patolojik olayları yarattığını söylüyordu Freud. Böylelikle Freud, eski psikoloji anlayışının aksine dış etkenlere değil de, insanın içinde yer alan bilinç dışı dünyaya bağlıyordu psikolojiyi. Dışavurumculuk, insanın iç dünyasına yönelme eğilimini sanat alanında gerçekleştiren bir akım olarak örtüşüyordu Freud’un düşünceleriyle. Daha doğrusu Freud yardımıyla insan ruhunun derinliklerine, karanlık dürtülerine, özlemlerine, insanın öznelliğini tanımlaması açısından bir yol buluyordu dışavurumculuk.
Felsefede Edmund Husserl tarafından kurulmuş olan fenomenoloji felsefesi, 20. yüzyılın başlarında pozitivizme ve ampirisizme karşı çıkıyordu. Fenomenoloji, felsefenin bilgi, varlık, değer felsefeleri gibi alanlarıyla uğraştığı için tümel bir nitelik taşıyordu. Bazılarına göre ise bir felsefe akımı olmaktan çok, bir felsefe yöntemiydi. Bu akım da diğer felsefe akımları gibi öz-nesne ilişkisinden yola çıkıyordu.
Fenomenolojiye göre nesne, öznenin dış dünya ile girdiği ilişkiler sonucunda duyu organlarıyla algıladığı bir durum, daha doğrusu bir deney verileriydi. Aslında bu bakımdan pozitivizm ve ampirisizmle bir farklılık göstermiyordu. Ancak tek tek nesnelerin oluşturduğu nesneler dünyası söz konusu olduğunda, pozitivizm ve ampirisizmden farklı bir tavır ortaya çıkıyordu. Husserl’e göre nesneler dünyada ancak ‘rastlantı’ kategorisi ile kavranabilirdi. Yani diğer iki felsefenin iddia ettiği gibi, nesneler dünyasında mutlak geçerliliği olan yasalar, daha doğrusu doğa yasaları egemen değildiler.
Neden-sonuç ilişkisi içinde ele alınan doğa yasaları, Husserl’e göre, belli bir takım koşullar altında elde edilen sonuçlar ışığında bir kesinlik değeri taşıyorlardı. Koşullar değiştiğinde ise, farklı sonuçlar elde edilecek ve doğa yasalarının genel geçerlilik iddiaları söz konusu olamayacaktı. Bu nedenle de nesneler dünyası ancak rastlantı kategorisiyle kavranabilirdi Hesserl için. Ampirik olarak algılanan nesneyi yadsımayarak, tam tersine onu kayıtsız şartsız kabul eder ve dünya her türlü kuşku ve yadsımaların üzerinde varolarak, dünyanın bu biçimde kabulüne fenomenoloji ‘doğal tavır’ gösterir. Dünyanın varoluşunu bu şekilde kabul eden doğal tavır içeriğinde adeta naif ve dogmatik bir realisttir. Bu da pozitivizm ve ampirisizm ile buluşan bir düşünce oluyor tabi.
Bu tavrı aşmak için ikinci bir ‘fenomenolojik indirgeme’ diye adlandırılan bir tavır geliştirir. Bu tavır ise Husserl’in yapıtlarında ‘parantez içine alma’, ‘etkisiz kılma’, ‘dışarda bırakma’, ‘engelleme’, ‘soru konusu yapma’ deyimleriyle isimlendirilmektedir. Bu şekilde bir adım daha atar ve bu kez de fenomenolojik indirgemeyi özneye yöneltir. Artık özne paranteze alınır. Çünkü özne de psişik ben’i, bilinci, öznelliği bakımından nesneler dünyasının bir parçasıdır. Özetleyecek olursak, amaç dünyanın özünü, onu rastlantısal dış görünüşlerden soyarak ortaya çıkarmaktır. Böylece nesneler dünyası için ‘salt öz’ (Eidos), ‘salt varlık’ (Essentia) düzlemine erişmek için yapılan eylem gerçekleşir.
Görüldüğü gibi dışavurumcu sanat, her türlü kuşku ve yadsımanın üzerinde dünyanın varoluşunun kabulü; dış dünyaya karşı belli bir kuşkuyla yaklaşılması; ‘öze’, ‘salt olana’ erişmek çabaları ile nesneyi rastlantısal bağlarından kurtarıp, onu ampirik gerçekliğin üzerine çıkarmak için bir eylem gerçekleştirme açısından Husserl’in fenomenoloji felsefesini de içeriyordu.
Marksist-Leninist bilgi teorisi ise öz-fenomen ilişkisine şöyle bakıyor: Bilimsel bilginin genel anlamdaki görevi, dış-görünüşün analizinden yola çıkarak nesnelerin, sistemlerin ve süreçlerin özüne inmek ve onu kendi yasal düzenlikleri içinde kavramaktadır. “…Nesnelerin görünüş biçimleri ile özleri doğrudan çakışsalardı, tüm bilim, fazladan ve gereksiz olurdu.” (Marks)
“Öz, tamamı ile bilinebilir; fakat duyumsal algılamalarla doğrudan doğruya kavranamaz; ona giden yol ancak teorik düşünme yardımı ile açılır.” Öz’e görünüşlerden iner, hem dahası öz’den, daha derindeki öz’e… (Lenin) ‘Nesnelerin, sistemlerin ve süreçlerin özü bilim tarafından kavramlarda, yasalarda ve teorilerde toplanıp anlaşılır hale getirilir. Öz, en uygun ifadesini bilimin yasalarında bulur. “Çünkü ‘yasa’ ve ‘öz’ aynı düzenin kavramlarıdır ve bunlar fenomenlere, evrene vb. ilişkin bilginin, insanlar tarafından derinleştirilmesini dile getirirler. (Lenin)
Dışavurumcu edebiyatın içinde oluştuğu tarihsel ve sosyal sürecin, daha doğrusu 20. yüzyılın başındaki batı düşüncesinde kaydedilen değişikliklerin dışavurumcu edebiyat üzerindeki etkilerini elimizden geldiğince incelemeye çalıştık. Bu savaş kuşağı yaşanan bunalımı duyumsayıp kendini öznelci-idealist bir çizgide ifade etmeye çalıştı. Bir başkaldırıydı bu, ama bireylerin özlük haklarını istedikleri tiz çığlıklardı bunlar. Yeni bir dünya istiyorlardı ama nasıl bir dünya? Yeni insan ve yeni yeryüzü tasarımlarının gerçeklikle, özellikle toplumsal gerçeklikle ne denli bağdaşabilirdi?
Öznelciliğe gelecek olursak, mutlakları eleştirdiler. Kendileri başka mutlaklar getirdiler. İdealizme sıkıca bağlıydılar. Nesnel gerçekliği çarpıtarak ve horgörerek, asılsız ve tek yanlı yargılara gittiler. Rölativizm, burada toplumun ve bilimsel gelişmenin duraklama ve çökmeyi yaşadığı bir dönemde çağını dolduran bir ideolojinin parçası olarak görevini gerçekleştirdi. Bu çizgiden hareketle dışavurumcular, nesnel gerçekliği yadsıyarak, din ile dünya görüşü düzeyindeki bir uzlaşmayı amaçlayan özgürlüğü aradılar. Özgürlük toplumsal bir durum olarak, özgürleşmenin toplumsal bir süreç şeklinde kavranmasını şart koşar. Yani özgürlük, zorunluluğun, insanı çevreleyen doğa ve toplumun varlık koşullarını gittikçe daha iyi kavramak ve onlara egemen olmak amacı ile, insan tarafından toplumsal pratiğe uygulanmasıdır.
Kasım-1994 tarihli Yeni İnsan Dergisi’nin 26. sayısında yayınlanmıştır.
E-Kitap: Bir Toprak… Bir Tarih… Bir Şair: Mayakovski – Yiğit Tuncay
İçindekiler
- Gürcüstan ve Gürcü Halkı
- Gürcü Yazınının Doğuşu ve Gelişimi
- Stratejik Noktalar
- Bir İleri İki Geri
- Barbarlar ve Şarkiyatçılık
- Terra İncognita
- Yayılmacılık
- Bölge Sorunu ve Yayılmacılık
- Romantizmin Ruhu Üzerine
- Romantizmin Maddesi Üzerine
- Romantizmin Etkileri Üzerine
- Rus Aydınlanması 1
- Rus Aydınlanması 2 (Antik Yunan Dünyası)
- Rus Aydınlanması 3
- Öznelci – İdealist Bir Çığlık: Dışavurumculuk
- Mayakovski ve Fütürizm
- Pantolonlu Bulut