Sabiha Sertel’in Kitabı Dolayısıyla – Ataol Behramoğlu

Sabiha Sertel’in Kitabı Dolayısıyla – Ataol Behramoğlu


Bu yazının amacı Sabiha Sertel’in 1946 yılında Yurt ve Dünya Yayınları arasında yayınlanan “Tevfik Fikret – İdeolojisi ve Felsefesi” adlı kitabını tanıtmaktadır. Daha doğru bir deyişle, Sertel’in görüşlerini özetlemeye, açımlamaya çalışırken, Fikret konusunda ve ona ilişkin konularda kendi görüşlerimi de belirtebileceğim. Sertel’in kitabı, adından da anlaşılacağı üzere Fikret’in yapıtının ideolojik ve felsefel yanları üzerinde duruyor. Benim bu yazıda üzerinde duracağım noktalar da bunlar olacak. Tevfik Fikret’in sanatçı olarak özelliklerine değineceğim yerlerde kaynak olarak Mehmet Kaplan’ın ”Tevfik Fikret – Devir, şahsiyet, eser” adlı yapıtından yararlanacağım. Yine bu yazıda yer yer Niyazi Berkes’in “İki yüz yıldır neden bocalıyoruz” ve “Batıcılık, Ulusçuluk ve Toplumsal Devrimler” adlı kitaplarındaki görüşlerinden de söz etmem gerekecek.

Sabiha Sertel, “Bu kitabı niçin yazdım” sorusunu yanıtlayarak başlıyor kitabına. 1940 yılında (aslında 1939’dur) Yeni Sabah gazetesinde açılan bir soruşturmayla faşistler Fikret’e saldırıyorlar. Soruşturma Kâmuran Demir takma adını kullanan “faşist yazar”ın “Fikretin eserlerini yakmak lâzım” başlıklı yanıtıyla başlıyor. (K. Demir’in gerçek kimliği konusunda bir bilgi edinemedim.) Sonra sahneye Sebilürreşad’ın sahibi Eşref Edip çıkıyor. Fikret milliyetsiz, dinsiz ve marksist olmakla suçlanıyor. Fikretçiler ve Âkifçiler diye iki küme oluşuyor. Sertel, Doğucular, Batıcılar; faşistler ve özgür -demokratik bir Türkiye isteyenler diye adlandırmaktadır bu kümeleri. Yeni Sabah’ın sözkonusu soruşturmasında ileri sürülen görüşleri Tan gazetesinde yanıtlayan Sabiha Sertel, Eşref Edip’le mahkemelik olmaları üzerine, savunma niteliğinde bir broşür yayınlıyor. Daha sonra çalışmalarını genişletiyor ve bundan sözkonusu kitap oluşuyor. Sabiha Sertel bu çalışması sırasında Fikret’in yalnız bir edebiyat yenileştiricisi değil, “fikir ve felsefede de devrinin ideolojisi üstünde” bir “antimilitarist” ve “insaniyetçi” olduğunu görüyor. Sertel yine bu açıklama yazısında, Fikret’in yaşadığı dönemde de ilkin milliyetçiler ve türkçülerin, Tarih-i Kadim’i yazdıktan sonra da Mehmet Âkif ve dincilerin saldırısına uğradığına değiniyor.

I.BÖLÜM: FİKRET’İN YAŞADIĞI DEVİR

Kitabının ilk bölümünde Sabiha Sertel Osmanlı İmparatorluğunun çöküş dönemi olgularını anlatıyor. Gerek Tanzimat dönemi ve ötesini, gerekse 1908 devrimi ve sonrasını çözümleyişte onun Marksist, batıcı model anlayışına bağlı kaldığı görülmektedir. Sertel’in görüşünce Osmanlı İmparatorluğunda da “derebeylik nizamı ve münasebetleri” hüküm sürmekteydi. “1908 inkılâbı mutlakiyeti yıkmakla burjuva demokrat inkılâbına doğru bir merhale ilerlemiş, fakat böyle bir inkılâbı tahakkuk ettirecek şartların tekâmül etmemesi yüzünden ve diğer bazı sebeplerle bu inkılap, bir demokrasi inkılabı halinde realize edilememiştir.” Bu açıklamalarına bağlı olarak Sertel, “fert, bütün üstün kabiliyetlerine rağmen içinde yaşadığı cemiyetin ve şartların mahsülüdür” dolayısıyla “Tevfik Fikret, yıkılmakta olan bir İmparatorluk devrinin mahsülüdür” görüşlerini belirtiyor. (Fikret konusunda yukarda sözünü ettiğim kitabın yazarı Mehmet Kaplan ise, Fikret’in yaratıcılığını hemen hemen tümüyle bireysel psikolojik nedenlerle açıklamak çabasındadır.) Sabiha Sertel, Tevfik Fikret’in yaşadığı toplumun bir ürünü olduğu konusunda geliştirdiği görüşlerini bir kaç sayfa sonra “Fikret de Türkiye mikyasında, Osmanlı İmparatorluğunun ve meşrutiyet reformunun daha ileri hamleleri içinde bir insan cemiyetine hasret çeken edebi inkişafın bir ve belki de ilk mümessilidir” cümlesiyle özetliyor. Bu yazının amacı Sertel’in ve Kaplan’ın kitaplarının bir karşılaştırmasını yapmak değildir. Yukarıda da belirttiğim gibi, Mehmet Kaplan’ın, Fikret’in daha çok sanatçı kişiliği üzerinde yoğunlaşan kitabına ancak bu yazının konusuyla ilgili olduğu ölçüde değineceğim. Kitabının bu ilk bölümünde Sabiha Sertel, Tevfik Fikret’in, gerek Tanzimat yazarları, gerekse Batı edebiyatı yazar ve filozoflarının etkisi altında olduğunu belirtiyor ve onun burjuva demokrasisine hayran olduğunu, “on sekizinci ve ondokuzuncu asır şairleri ve filozofları gibi, derebeylik nizamını tenkit etmiş, kapitalist nizamı içinde bütün insanlara şamil bir adalet, hürriyet ve müsavat istemiş” olduğunu söylüyor. Küçük burjuva sosyalist insaniyetçisi” diye adlandırıyor onu Sertel.Tevfik Fikret, yine bu bölümde sözü edilen “yeni mektep” tasarısından da anlaşılacağı üzere düşlediği topluma eğitimle geçilebileceği kanısındadır.

Kitabının ilk bölümünü Sabiha Sertel, “Mutlakiyet devrinde, meşrutiyetin ilk devresinde, meşrutiyetin ikinci devresinde ve Cumhuriyet devrinde Fikret” adlarıyla beş başlık altında toplamış. İlk başlık altında, Serveti Fünun’un ve Tevfik Fikret’in edebiyat alanındaki yenilikçiliklerinden söz ediliyor. Serveti Fünun, şiiri Arap ve Fars etkisinden kurtarmak, çağdaşlaşmak amacını taşımaktadır. Bu nedenle, tıpkı daha önceki Tanzimatçılar gibi, Batı öykünmeciliğiyle suçlanmışlardır. Tevfik Fikret’in edebiyat alanındaki yenilikçiliği konusunda söz ederken Sertel, şiir alanını incelemesinin dışında bırakıyor ve onun daha çok nesir ve dil alanlarındaki yenilikçiliğinden söz ediyor. Sertel’in sözleriyle Tevfik Fikret “edebiyatta, lisanın sadeleştirilmesinde bir müceddit rolü oynadığı gibi o zamana kadar tamamiyle nazari ve abstre mahiyette yazılan edebi müsahabelerde de bir yenilik yapmıştır. O zamana kadar yazılan edebi müsahabeler nazariyelerden ibaret olduğu halde, Fikret’in edebi müsahabeleri günün hadiseleri ve realite ile alâkadardır. Fikret’in abstre mevzulardan uzaklaşarak daha konkre, daha hayatı aksettiren mevzulara teması da eski ediplerin, hatta kendi neslinin itirazlarına uğramıştır.” (Fikret’in şiir alanındaki gerçekten başdöndürücü yenileştiriciliği konusunda geniş bilgi edinmek için ana kaynak olarak Mehmet Kaplan’ın adını ettiğim kitabına başvurulmalıdır.) Sertel, mutlakiyet döneminde Fikret’in şiirlerine karamsarlık duygusunun egemen olduğunu belirtiyor. Bu duygunun o dönemin tüm şairlerinde (Tanzimat sonrası şiirinde) ortak bir nitelik olduğu biliyoruz. Sertel’in de belirttiği gibi, Rubab-ı Şikeste şairinin “bedbinliği içinde yaşadığı şartların onda doğurduğu bir bedbinliktir.” Oysa, yine Sertel’in kitabından “muarızları Naim Hoca ve Mehmet Ali Ayni’nin Fikret’in bu bedbinliğini dinsizliğine atfederek, bunun Fikret’in bir zaafı olarak ileri sürdüklerini” okuyoruz. (Tevfik Fikret şiirinin tekniksel niteliklerini açımlamada önemine değindiğimiz kitabın yazarı Mehmet Kaplan hoca ise, onun ideolojisini açıklama konusunda hemen hemen yukardaki yazarların konumunda kalmakta, yalnız daha “ilmî” davranarak bu karamsarlığı şairin “pikniğe yakın atletik beden yapısı”, sürekli “romatizma ve şeker hastalığına mübtelâ oluşu” gibi patolojik ve psikolojik verilerle açıklamayı denemektedir…) Saltanatla mücadelesi başlığı altında Sabiha Sertel, Fikret’in “istibdadın bu en kuvvetli devrinde bir ihtilalci gibi, Padişah aleyhine şiirler yazacak kadar büyük bir cesaret gösterdiğini… onun da Tanzimat ve Birinci Meşrutiyet Islahatcıları gibi Padişahın -Abdülhamidin- ölümünden veya değişmesinden çok şeyler beklediğini” belirtiyor. Sertel bu dönemin ürünü olan (1902’de yazılmış) Sis şiirini onun “saltanata karşı yazdığı şaheserlerden biri” diye niteleyerek şairin gerçekten başyapıt değerindeki ürünleri arasında olan bu şiiri şu sözlerle tanımlıyor: “Bu yıkılmakta olan bir İmparatorluğun içinde cemiyetin infisahını, inhilâlini tasvir eden ne kuvvetli bir isyandır! Diyebiliriz ki bu devirde Fikret’in Sis’ini okuyup ta saltanata düşman olmayanlar o neslin gençleri içinde pek azdır. Fikret bu nevi yazılarıyla 1908 Meşrutiyet hareketinin doğmasına ve muvaffakiyetle neticelenmesine en atılgan Jöntürklerden daha müessir bir tarzda hizmet etmiştir”. Sabiha Sertel, “hissî, tabiattan aksettirilmiş parçalar ve bu tazyik altında ruhu bunalan bir şairin bedbin eserleri” sözleriyle tanımladığı Rubab-ı Şikeste’den Tevfik Fikret’in hangi aşamalardan geçerek Sis’e vardığı konusunda yeterli bilgi vermiyor. Bu konuda, -açıklamalarına katılmamakla birlikte- Kaplan’ın kitabındaki bilgilere başvurmak gerekiyor. Kaplan’ın “ruhî buhran” sözüyle adlandırdığı bu aşama, ilk kez 1897’de yayınlanan “İnanmak İhtiyacı” adlı şiirle ortaya çıkmıştır. “Tekrarlanan mânalı kelimeler ve kırık sentaks şairin buhranlı ruh halini şekil ve üslup bakımından kuvvetli olarak ifade eder”. Rubab-ı Şikeste şairinin Sis’e, oradan Tarih-i Kadim’e ve 1908 devrimi arefesinde de “Millet Şarkısı” gibi umutlu, siyasal bildirili şiirlere varışını, Mehmet Kaplan, -Fikret’in karamsarlığı konusunda yukarıya aldığım görüşleriyle bir ölçüde çelişkiye düşerek – şu sözlerle anlatıyor: “Servet-i Fünun ailesinin dağılması, İstibdad devrinin baskısı, yüksek ahlâk duygusu, pek muhtemel olarak Kolej çevresinde tanıdığı Amerikalı din ve fikir adamları, Tevfik Fikret’te tek başına yaşadığı bir ruh buhranı doğurmuş ve o bu çölü aşarak, hayatının son devresinde bir havari gibi anlattığı hakikatleri bulmuştur. Fikret Servet-i Fünun devrinde de çevresinde saygı ve alâka uyandıran bir sanatkârdı. Fakat II. Meşrutiyetten sonra o, tesiri bugüne kadar uzanan bir şahsiyet haline geldi. Fikret’in bu devrede kazandığı çehrenin II. Meşrutiyetten sonra aldığı tavırla ilgisi vardır. Fakat Servet-i Fünun kapandıktan sonra yazdığı şiirler gösteriyor ki, o, 1900-1908 yılları arasında, -mağraya çekildiği yıllarda- kendisine dünyayı başka türlü gösteren bazı hakikatleri keşfetmiştir.” Kaplan daha sonra Fikret’in 1908 öncesinde yazdığı “Kocaman Saate” ve “Tarih-i Kadim” gibi şiirleri üzerinde durarak şiirinin nasıl felsefel bir boyut kazandığını Servet-i Fünun dönemi bireyci, karamsar duyarlığı aşarak bundan sonraki tüm şiirlerinin kaynağı olan “aktif, iradeli insan” kavrayışına geçişini anlatmaktadır. Sertel, Fikret’in temel yapıtı sayılabilecek Tarih-i Kadim üzerinde daha sonra ve kitabın özellikle “Fikret’in felsefesi” bölümünde durmaktadır. Yazımda bu sıralamayı izleyeceğim için yeniden Sertel’in kitabına dönüyorum.

“Meşrutiyetin ilk devresinde” başlığı altında Sabiha Sertel, İttihat ve Terakki hareketinin niteliği üzerinde durmaktadır. Sertel’in sözleriyle “İttiat ve Terakki aşağıdan yukarıya bir inkılâba ehemmiyet verecek yerde, muazzam Avrupa sermayesinin karşısında milli bir iktisatla yerli burjuvazinin, yerli bir sermayedarlar grubunun teşekkülüne ehemmiyet verdi…. halk bu inkılâptan maddi olarak hiç bir şey kazanmamıştı.” Burada Niyazi Berkes’in “İki Yüz Yıldır Neden Bocalıyoruz”undan bir alıntı yapılabilir: “Meşrutiyetin ilk yıllarında Anadolu ve köylü ile ilgilenme başladığı zaman görülen manzara şu idi: Halk devrimi duymuş, ümitlenmişti. Fakat henüz devrimin ikinci yılında bulunduğu halde şimdiden hayal kırıklığına uğramıştı. Çünkü hiç birşey değişmemişti. Köylüye hâlâ mütegallibe, toprak ağası hakimdi. Hükümet idaresi de bunların hükmü altında idi. Yer yer isyanlar, eşkiyalıklar devam ediyordu. Bozukluk ve ahlâksızlık her tarafı sarmıştı. Toprak reformu yapılmamış, kadastro ve ipotek tasarrufları ancak zengin ağalara yaramıştı.” Gerek Sabiha Sertel, gerek sözünü ettiğim kitabında Niyazi Berkes, II. Meşrutiyet sonrası ile ilk dünya savaşı arasındaki dönemde ırkçı, turancı, islâmcı akımların ortaya çıkışları ve niteliklerine ilişkin açıklamalara geniş yer vermektedir. Fikret konusuyla yakından ilgili olduğu için bu bilgilerden de alıntılar yapmak gerekiyor. Sertel’in sözleriyle “Böyle bir devirde millî bir Türk burjuvazisinin teessüsü için şartlar müsait değildi. Olsa olsa, gayri Türk ekalliyetlerin elinde bulunan ikinci derecede bazı iktisadi kumanda mevkilerinin Türk sermayedarlarına geçmesi bahis mevzuu olabilirdi. Bunun için de emperyalist sermayenin müsaadesi gerekti. Buna cevaz vermeyen garp devletleri bir taraftan dahildeki isyan hareketlerini teşvik ediyor, diğer taraftan da bu muhalefetten istifade ederek hükümeti tazyik ediyorlardı… Hükümet ve fırka arasında da siyasî bir birlik yoktu. Mahmut Şevket Paşa, Sait Halim Paşa İslam ittihadı siyasetini takip ediyor, Enver Paşa Almanya ile birleşip Rusya’ya, İngiltere ve Fransa’ya karşı harbetmek, Kafkasyadaki Türkleri İmparatorluğa eklemek emelini güdüyor, Cavit Bey Fransa ile beraber yürüyen bir politikayı müdafaa ediyordu. Bundan başka bir kısım münevverler, Hürriyet ve İtilaf Fırkası İngiliz siyaseti davasını güdüyorlardı… Almanya’nın şark politikası da İngiltere aleyhine bir İslam birliğini teşvikti. Almanya İngiltere’ye karşı İslamcılığı, Rusya’ya karşı Turancılığı teşvik ediyordu…” Berkes ise aynı konuda şunları söylüyor: “Türkiye ya yaklaşan savaştan kaçınmaya çalışacak, ya da ona sırf askeri hizmeti karşılığında başka Batılı devletlerin esirgediği yardımı vadeden tarafın uğruna, varını yoğunu kumara yatıracaktı. İslamcılığın ve Turancılığın rolü, bu işte Türkiye’yi ikinci yolla meyilleme ödevini üstüne almak oldu. Alman genel kurmayının üç büyük rakibe karşı hazırladığı iki büyük projesi vardı; biri, Türk ve Arap alemi içinden ilerleyip İngilizlerin Hindistan hakimiyetine, Fransız ve İngilizlerin Yakın ve Uzak Doğu ticaret üstünlüğüne son vermek; diğeri: Berlin- Bağdat yoluna eş olacak Berlin -Buhara mihveri üzerinden hem Rusya, hem Hindistan’daki İngiltere’ye kesin darbe indirmekti. İslamcılık bu birinci projenin, Turancılık da ikinci projenin propaganda aracı oldu.” Berkes, İslamcılık ve Turancılık denilen şeylerin, bu projelerin “Made in Germany” markalı mahsülleri olduğunu belirtiyor.

Sertel “1908 Meşrutiyet hareketinin doğmasına ve muvaffakiyetle neticeylenmesine en atılgan Jöntürklerden daha müessir bir tarza hizmet eden” Fikret’in gerek devrim sırasında, gerek hemen ertesindeki dönemde yazdığı “Millet Şarkısı”, “Rücu”, “Ferda” gibi millete, orduya ve gençliğe seslenen, umutla, iyimserlikle, çoşkuyla dolu şiirlerinden geniş alıntılarla söz ediyor. Mehmet Kaplan’ın kitabından öğrendiğimize göre: “24 Temmuz 1908 ihtilâlinden on beş gün kadar önce ihtilâlcilerle temasta bulunan bir kaç kişi -Hoca Fatin Efendi, Mahmud Sadık Bey ve Salih Feridun Bey- Fikret’e yakında ihtilâl olacağını haber verirler ve ondan -uzak dağlara coşkun yüreklerden aksedecek bir millet şarkısı – isterler. Bunun üzerine Fikret, bir kitleye hak ve millet adına zulüm, kahır ve cehalete karşı isyan duygusu telkin eden Millet Şarkısı’nı yazar” Kaplan daha sonra, 1911 yılında yayınlanan “Halûk’un Defteri” kitabındaki şiirleriyle Fikret’in “aktif, iradeli insan” kavrayışını geliştirdiğini, “bilhassa bilgiye, ilime ehemmiyet verdiğini”, “Promete başlıklı şiirinde oğluna Tanrılara başkaldırana mitoloji kahramanını örnek olarak gösterdiğini, bu sembol ile Rübab-ı Şikeste’deki hülyaları için kapalı, aciz insan tipinin tam zıddı olan yeni insan fikrine ulaşmış olduğunu” anlatıyor.

“1908 inkılâbından çok şeyler ümid eden Fikret”, Sabiha Sertel’in tanımıyla, “inkisarı hayale” uğramıştır. Sabiha Sertel’in İttihat ve Terakki konusunda tutumu temelde olumlayıcıdır. 1908 hareketini, “İttihat ve Terakki Fırkasının Türk tarihine şerefle yazdığı bir inkılâp” olarak tanımlamakta, bu inkılâbın sona erişmeyişini, “böyle bir devirde milli bir Türk burjuvazisinin teessüsü için şartların müsait olmayışı” nın yanısıra, İmparatorluğun “askerî mağlubiyetinin neticesi olarak infisah edişi” ile açıklamaktadır. Yine Sertel’in sözleriyle “Meşrutiyetin ikinci devresinde siyasî mücadele, iktidar mevkiini paylaşamayan fırkalar arasında bir mücadele haline inkılâp etmişti. Osmanlılık, İslamcılık, muassırlaşma, Milliyetçilik, Türkçülük cereyanlarıyla siyasî bir platfrom üzerinde yapılan mücadeleler, yürüyen cereyanlar, yıkılmakta olan bir imparatorluğun iç çöküntüsünü, harplerle imparatorluktan koparılan ülkeler dış çöküntüsünü aksettiriyordu. Fikret bu cereyanların, bu politika gürültülerinin dışındaydı. O ütopist bir insaniyetçi gibi, 1908 inkılâbının artık maziyi tasfiye ettiğini, bu yeni nizamın temelleri üstünde, bütün vatandaşlarına şamil bir hürriyet ve müsavatın doğacağını sanmıştı. Bu hayu huyun karşısında kenara çekilen, bir müddet susan Fikret,- Ruba’ın Cevabı- ile uğradığı bu hayal inkisarını aksettirdi.” Bir başka yerde Sertel şunları söylüyor: Fikret “1908 inkılâbına, hayal ettiği insaniyetçi cemiyete geçecek bir kapı gözüyle bakmış, bu kapı hayallerine kapanınca, azap içinde kıvranan kütlelerin ıstırabından aldığı ilham ile muhalefete geçmişti. Bu hayal inkisarını, inkılâptan dört sene sonra yazdığı- 95’e Doğru- şiiriyle hiç korkmadan haykırmaktan çekinmedi. Sertel, gerek “Rubabın Cevabı”, gerek “95’e Doğru” adını taşıyan şiirlerin İttiat ve Terakki çevresinde Fikret aleyhine hareketlere ve aleyhte yayına yol açtığını söylüyor. “Hele Fikret’in Umumi Harp arifesinde suistimaller, haksızlıklar karşısında yazdığı “Hân-ı Yağma” siyasî bir fırkanın sükutla geçiştireceği bir hadise değildi. Fikret kendi nesli üstünde bir ahlâk peygamberi denecek kadar yüksek bir tesir yapmış bir şahsiyetti. İthamların Fikret’ten gelmesi, hükümetin mevkiini kuvvetle sarsabilirdi… Fikret’in bu açık muhalefeti karşısında İttiat ve Terakki Fırkası da çok açık bir hücuma geçmekte çekinmedi. Fakat Fikret’i hangi cepheden vurabilirdi? Halk nazarında Fikreti küçük düşürecek bir zilletini bulmaya imkân yoktu. Fikret’e insaniyetçi cepheden vurmaya muvafık gördüler. O zamanlar milliyetçilik cereyanının merkezi olan Türk Ocağı bu işe tavsit edildi”. Şimdi bu “milliyetçilik cereyanı” konusunda yeniden Berkes’in İki Yüz Yıldır Neden Bocalıyoruz”una başvuralım: “Türklerden başka milliyetler arasındaki milliyetçilik akımının başlaması da Batı nüfuzunun bir eseri idi… Osmanlı İmparatorluğundaki bütün milliyetler ayaklanacak olsa, bu imparatorluk baştan başa kundaklanmış olacaktı. Bu yüzden Türk aydınları gerçek anlamıyla ne liberal ne de sosyalist olabiliryorlardı; ya Osmanlıcı, ya İslâmcı, ya da Türkçü olabilirlerdi. İşte bu durum karşısında Türk aydınları arasında başlayan -halka doğru – hareketi sosyal reform ve kalkınma, Türk halkına ulaşma ve onu aydınlatma amaçlarını kaybederek Türkçülük şekline girmeğe başladı.” Türkçülüğün çok geçmeden çeşitli iç ve dış etmenlerle Turancılık biçimi aldığını belirten Berkes daha sonra şunları söylüyor: “Gerçekten, Türkiye’deki Turancılık Almanları bile endişelendirecek kadar kızışmıştı. Türkiye’de aslında halkçılık hareketinden doğan Türkçülük, dünya siyasetindeki gelişmelere paralel olarak, halkçılık karakterini büsbütün kaybederek Turancılık şekline girmişti. Bu değişme Türkiye’yi o zaman büyük bir maceranın içine sokmakta önemli bir rol oynadıktan başka, bugünkü Türkiye’nin hayatında da zaman zaman aynı yıkıcı rolü oynamaya kalkışan bir takım kuvvetlerin eseri olduğu için burada üzerinde biraz durmak yerinde olacak… Türkçülüğün halkçılık yerine Turancılık şeklinde anlaşıldığı sıralarda iktidara tamamiyle hâkim bir duruma gelen İttiat ve Terakki önderlerinin bu çılgınlık mantığını benimsemeleri, gerçek Türkçülüğün tam zıttı olan iki noktanın gözden kaybedilmesine sebep oldu: (1) Hâlâ terkedilmeyen Osmanlı siyaseti Yusuf Akçura’nın Mütareke devrinde (yani kendisininde aklı başına geldikten sonra) -emperyalist Türkçülük- diye itham ettiği şekle girdi ve kutsal mefkûre perdesi arkasında içyüzü bilinmeyen yabancı amaçlara kullanıldı. (2) Türkçülük namına Meşrutiyet devrinin son yıllarında alınan ekonomik tedbirler, fırsatlardan faydalanarak halk ve devlet aleyhine zenginleşen vurgunculuk kapitalizmini başlattı. Mefkûrecilik dumanı arkasına gizlenen harp vurguncusu tipi, ulus ve halk kavramını savunan her aydının amansız düşmanı haline geldi. Aslında halka doğru gitme yolunda başlayan Türkçülük o gün bu gündür kendini bir daha bu iki özellikten kurtaramamıştır. Bu iki şeyi reddeden her Türk vatanseveri Türk düşmanı sayıldı. Bu yüzden ne zaman bir demokrasi hareketi olsa Turancılık daima gericilikle bir saftadır.” Niyazi Berkes’in “gerçek Türküçülük” v.b. gibi kanımca yeterince açık olmayan, istismara elverişli deyimleri bir yana, yukardaki alıntıda, turancılık, türkçülük, milliyetçilik gibi adlar taşıyan akımın gerek ortaya çıktığı I. Dünya Savaşı öncesinde, gerek savaş sonrasında ve bu güne kadar Türkiye tarihinde sahip olduğu dışa bağımlı, ajan, kapitalizm ve emperyelizm yardakçısı niteliği açıklıkla belirtilmiştir. Tevfik Fikret’e onu milliyetsizlik ve vatansızlıkla itham ederek daha I. Dünya Savaşı arefesinde, saldıranlar, o dönemde Alman emperyalizminin, daha sonra da nazizmin uşaklığını yapacak olan güçlerdi. “Yurdum bütün dünyadır, ulusumsa bütün insanlık” dizesi gerekçe gösterilerek, aslında İttiat ve Terakki dönemi soygunculuklarına ve savaş kundakçılığına karşı çıktığı için turancıların can düşmanı belledikleri Fikret’in yaşadığı dönemde uğradığı saldırılar bununla da kalmayacaktı. Az sonra Sebil-ür Reşatçılar ve Mehmet Âkif sahneye çıktı. Sabiha Sertel’in sözleriyle; “Almanların davetiyle gittiği Almanya seyahatinin avdetinde Süleymaniye kürsüsünde verdiği vaazlardan birinde, divanlardan başlayarak Türk ediplerini, muharrirlerini tenkit eden” Mehmet Âkif, bu arada Tevfik Fikret’i de ağır bir dille suçluyordu. Âkif, Fikret’in “Allaha sövdüğünü” söylüyor ve onun Robert Kolejde öğretmenlik yapmasını çağrıştırarak, “biraz bol para” alınca da “protestanlara zangoçluk” ettiğini ileri sürüyordu. Sertel’in sözleriyle, bu konuşmasında Mehmet Âkif, “Türk edebiyatını divancılardan tutup kendi zamanına kadar gelen bütün kalem sahiplerine varıncaya kadar serserilikle itham ederken, ilhamını dinî dogmalardan alıyordu. Edebiyatı Cedide, Fecri Ati cereyanlarıyla modern edebiyat safhalarına geçen şairler, edipler serseri, garbin tefekkür mekanizmasını memlekete nakleden filozoflar Âkif’e göre cahildi.” Mehmet Âkif’in de içinde bulunduğu İslamcı akım konusunda “Batıcılık, Ulusçuluk ve Toplumsal Devrimler” de Berkes şunları söylüyor: “Bu görüşe göre, Batı uygarlığının ilmi, fenni, endüstrisi, kişi çalışması ve özgürlüğü varsa İslam uygarlığının da var. Zaten Tanzimatçı Batıcıların Avrupa’nın sandığı medeniyet aslında müslümanlardan alınmadır, çünkü onların hıristiyanlığı bâtıl olduğundan o bir uygarlık yaratamaz, ancak karanlık yaratabilir. Vakta ki hıristiyanlar müslümanlıktan uygarlık almaya başladılar, o zaman karanlıklardan kurtulmaya, terakki etmeye başladılar. Yani medeniyetin kaynağı bizde. Şimdi onu kaptırıp hıristiyanlardan medeniyet almağa kalkıyoruz. Biz, yalnız şeriyatı uygulayan Osmanlı müslümalığının sırf şeriyatı uygulamamış olması yüzünden, sonra da Tanzimatta batılılaşma sevdasına düşüldüğünden kendimizi hıristiyalara esir ettik. Çare İslam uygarlığına dönmede, özellikle onun ruhu olan şeriatı.. yüzde yüz uygulamakta. Demek ki bu alafranga islâmcıların anladığı islâmcılık Osmanlı, Türk, hattâ Ortağçağ müslümanlığı değil, Hazreti Ömer, hattâ Peygamber zamanına kadar götürdükleri hayalî bir müslümanlıktır. Onların sanısı zıddına, bu müslümanlık tarihte hayatın her yanını kaplayan bir din olmaya kalktığı zaman daima ilim ve fenne,… aykırı olmuştur. İslamcıların tarihte baştanbaşa aykırı olan görüşleri İslamlık adına bireyci ve akılcı bir ideoloji düzmek istemelerinden ileri gelir.” Berkes’in bu ilginç açıklamalarından sonra yeniden “İki Yüz Yıldır Neden Bocalıyoruz”a dönersek: “Almanlar için o zaman Türkiye’de islâmcı ve turancı akımların bulunması ideal bir durumdu. Zaten çoktan beri Alman gözlemcileri Türklerin Avrupa’da ne işleri olduğuna bir türlü akıl erdiremiyorlar; Türklerin neden eski yurtları olan Asya’ya dönmediklerine şaşıyorlardı. Bu fikirleri von Moltke ve von der Goltz’dan Dr. Jaeck gibi kimselere kadar bir çok Alman subayı, iktisatçısı ve yazarı açık açık yazmışlardı. Bunlara göre Türkiye Rumeliden yakasını kurtarmalı, buradan çekilmeli idi. Balkanlardaki milletlerin hepsi ona düşman olduğundan Türklere buradan hayır gelmezdi. Bunlar Avrupalı olduğundan Almanlar bunları daha yetkili idare edebilirlerdi. Buraları Alamanya’ya bırakmalıydı. Türkler için en iyisi İslam nüfusunun bulunduğu taraflara çekilmekti… Hattâ devlet merkezinin Konya’ya veya Kayzer’in ziyaretinden beri kıymetlenen Şam’a taşınmasını tavsiye edenler vardı. Bu fikirler, kalkınma manivelasını dinde bulanlara çok cazip geliyordu. Büyük Doğu ne güzel hayaldi! Şu batılılaşma derdini de halledecekti. Hayalpereslikte ve muhteristlikte Hitler’den aşağı kalmayan Kayzer Wilhelm, bu Türk islâmcılarının nazarında Müslümanlığın kurtarıcısı olacaktı. İslam âlemi kurtulunca, Almanlar bu âlemin ruhani egemenliğini bize bırakacaklardı. Proje gerçekleşseydi hakikaten Türklere düşecek pay ancak bu ruhani pay olacaktı; maddi payı varsın maddeye tapan gâvurlara kalsındı.” Mehmet Âkif bu islâmcıların şair ve ideologlarındandı işte. Onun savaş yandaşı tutumu ve bu nedenle de Fikretle çatışmaları konusuna Sertel kitabında daha sonra değiniyor. Bu bölümde Fikret’in saldırıya hedef olan “Tarih-i Kadim”i üzerinde duruyor daha çok . Tarih-i Kadim, Fikret’in 1905’de yazılmış bir şiiridir. Sertel’in sözleriyle bu şiir, “softaların din ulemasının felsefe sahasında bile münakaşasını menettikleri materyalist ve pozitivist düşünüşlere temas ediyordu.” Âkif’in saldırısı üzerine Fikret onu “Tarih-i Kadime zeyl” adlı bir şiirle yanıtladı. (Yeri gelmişken; Tarih-i Kadim’in yazılışını Fikret’in bir “deprassion” anına bağlama konusunda çaba gösterdiği görülen Mehmet Kaplan’a, yıllar sonra, aynı nitelikleri taşıyan “Zeyl”in nasıl yazılabildiğini sormak gerekir.) Sertel şöyle diyor: “Fikret dinî otoritelerin serbest fikre, vicdan hürriyetine, en koyu bir taassup, en kör bir cehaletle saldırdıkları, siyasî kuvvetleri bile susturdukları bir devirde, hiç başını eğmeden, vicdanını susturmadan bu metaryalist görüşlerini söyleyebilmişti… Fikret’in pozitivist, materyalist bir felsefeye dayanan ne bu şiirini ne de Tarih-i Kadim’i softaların hazmetmesine tabiatıyla imkân vardı. Bunun içindir ki Fikret bu muhafazakârlar ve dindarlar için her fırsatta yıkılması icap eden bir sembol oldu.” Böylece I. Dünya Savaşı arefesinde gerek Turancılar, gerek İslamcılar Tevfik Fikret’e saldırıda birleşmişlerdi. Sertel bunu şöyle açıklıyor: “Tevfik Fikret esaret nizamına, tagallübe, küçük bir sınıfın geniş halk kitlelerini istismarına, cehalet ve taassup silâhlarıyla memleketin terakkisine karşı gelenlere isyan ettiği için, hem siyaset hem de irtica cephesinden hücuma uğramıştır. Fikret’in şiirini en çok sevenler, onun yalnız saltanata, yalnız irticaa karşı değil, cemiyetin nizamına ve ideolojisine de muhalif olduğunu gördükleri dakika, bütün kıymetlerine rağmen onu milliyetsiz, vatansız ve imansız vasıflarıyla teşhirde hiç tereddüt etmemişlerdir. Çünkü Fikret, kanaatlerini değiştirmiş, ütopik dahi olsa insaniyetçi bir cemiyet nizamını arzulamıştı. İmparatorluğun bu yıkılış devresinde… -insaniyetçi- bir Fikret, henüz daha iktidarı elinde tutan şeriatçılarla, 1908 inkılâbını burjuva kapitalizmine bir geçiş sayan, bu sebeple garb emperyalizmine el veren, milliyetçilik ve ırkçılık cereyanlarıyla Alman militarizminin kucağına düşen İttiat ve Terakki Fırkası içinde muzir fikirler neşreden bir şair olmuştu.” Sertel, Fikret’in “insaniyetçi” ideolojisi konusunda görüşlerini geliştirerek de şunları söylemektedir. “Fikret hakikaten inkişaf etmiş cereyanlar arasında, inkişaf edememiş bir cereyanın mümessiliydi. Onun özlediği -insaniyetçi- cemiyet davası garp cemiyetlerinde inkişaf etmişti. Bu memleketlerde Fourier, Owen, St. Simon gibi ütopist insaniyetçilerle başlayan ve ondokuzuncu asrın sonuna doğru irili ufaklı birçok insaniyetçi ve sosyalist fikir adamları tarafından olgunlaştırılan ve nihayet ilmî bir mahiyet alan sosyalizm ve insancılık cereyanı, çökmekte olan İmparatorluğun içinde gölge bir cereyan halinde kalmıştı.”

“Cumhuriyet Devrinde Fikret” başlığı altında Sertel, yeniden kitabının açıklama bölümündeki konuya geliyor. Bu, Yeni Sabah gazetesinde Fikret konusunda düzenlenen soruşturma ve sonuçlarıdır. Fikret’e bu dönemde yöneltilen saldırılar da, tıpkı yaşadığı dönemdekiler gibi, onun kişiliği çevresinde daha geniş bir siyasal anlam taşımaktadır. Sabiha Sertel “Cumhuriyetin en bariz vasıfları arasında inkılâpçılık ve lâikliğin büyük bir mevki tuttuğunu” belirtiyor. Öyleyse Tevfik Fikret ” senelerce evvel yazdığı bir yazı, Allah’a isyanı yüzünden bir hücuma hedef olamaz.. Bazı mutaasıplar tarafından bir hücum vaki olsa bile, bu, yevmi gazetelerde bir anket mevzuu ve inkılâpçı geçinen münevverler arasında bir hücum vesilesi teşkil edemez.” Daha sonra ırkıçılık konusuna değinen Sertel şunları söylüyor: “Cumhuriyet siyasî platformunda anti-emperyalistti… Türkiye hudutlarının dışında kalan Türkleri kurtarmak gibi emperyalist bir iddiası yoktur… Böyle olduğu halde 1937 senesinden itibaren Türkiyede ırkçılık esasına dayanan bir milliyetçiliğin, Türk ırklarını kurtarmak gibi emperyalist emellerin müdafaası yapılmaya başlandı. Bu nevi yazılar bazı yevmi gazetelerde (Cumhuriyet, Tasviriefkâr, vesaire) yer bulduğu gibi, bu fikirler etrafında irili ufaklı mecmualar intişara başladı. (Bozkurt, Çınaraltı, Gökbörü, Millet, Orhon, Dönüm, Türk yurdu vesaire) ilk zamanlar faşist mahiyetini saklayan milliyetçilik maskesiyle ortaya çıkan bu mecmualar ve bunların yaptığı neşriyat Almanya’nın zaferlerinden sonra açık bir mahiyet aldı. Yer yer, çeşit çeşit faşist teşkilâtları, gizli cemiyetler kuruldu.” Sertel daha sonra, Berkes’in de yukarda bir alıntıda belirttiği gibi Türkçülüğün ırkçı- Türkçülüğe (Turancılık) dönüşmesi ve Cumhuriyet döneminde “tasfiye edilmiş” bir cereyan olduğu halde yeniden dirilişinin süreçlerini anlatıyor. “Atatürk bu ırkçı Türkçülere karşı gayet şiddetli bir tavır aldı. Bunların bir kısmını memleket haricinde kovdu, bir kısmını da kendi siyasetini kabule mecbur etti. 1933’e kadar sinen bu cereyan Hitler iktidar mevkiine geldikten sonra, tekrar Türkiyede sinsi sinsi failiyete başladı. Almanya ve Japonya’nın yardımıyla kurulan “Turan Cemiyeti” Türkiye’deki Kafkasyalıları birleştirmek maskesiyle tekrar siyasî faaliyetlerine başladı. Beynelmilel Faşizmi dünyaya yaymak rolüyle muvazzaf olan Alman propaganda teşkilâtı, kısmen para ile, kısmen kendi kültürü ve ideolojisi ile yetiştirdiği Türk gençlerini gizli teşkilâtlar ile kuvvetlendirmek, bir dünya imparatorluğu için açacağı dâvada kendine peykler temin ederken, Türkiye’yi de bu safa almak dâvasını güttü.” Sertel, “faşizimin her memlekette kuvvetli müttefiklerinden birinin dinî irtica zümresi olduğunu” belirterek şunları söylüyor: “Türkiye’de faşistler Türk inkılâbının kenarda bıraktığı bu kara kuvvetle de işbirliği yapmakta gecikmediler… Adsız Nihal-Dalkavuklar Gecesi-nde bu tezi güttü. Atatürk’e cepheden hücuma geçti. Din ve Allah propagandası faşist elemanların parolası oldu. Bir çok saf Türk gençleri, milliyetçilik namı altında, bu mürteci dâvaya ortak edildi. Bir din şairi olan Mehmet Âkif de bu unsurların müdafaa ettikleri bir bayrak oldu. Bu mürteci zihniyetle, Tanzimat reformunu yapanlar -Avrupa taklitçisi- olarak teşhir edildiği gibi, Meşrutiyet devrinin hürriyetçi, demokrasi taraftarı, ileri şairi Tevfik Fikret de Cumhuriyet devrinde inkılâp ideolojisini yıkmak için bir hedef olarak kullanıldı… Faşizim propagandasına germi verdiği 1940 senesinde – Soruşturma 10 Ekim 1939’da başlamıştı. A.B- Yeni Sabah gazetisinde Kâmuran Demir imzalı, “Fikret’in eserlerini yakmak lazım” başlıklı bir yazı çıktı. Bu yazıda Fikret’in inkılâpçı fikirlerine, insaniyetçilğine, ateizmine, şahsına hücum edildi… Bundan sonra aynı gazetede Fikret hakkında bir anket açıldı… Sebil-ür Reşatçı Eşref Edip sahneye çıktı. Bu planlı bir hareketin bu sahada ilk hurucuydu. Yalnız Fikret aleyhinde değil, inkılâp alehine işleyen bir ideolojinin ilk çiçekleri bu sütunlarda inkişaf için kendine yer buldu… Âkif’i Faşizm ideolojisi yaymak ve dinî zümreleri etraflarına toplamak için bir vasıta, Fikret’i de insaniyetçiliğe inkılâpçılığa karşı koymak için bir hedef olarak ortaya çıkardılar Türkçülük dâvasını da aynı emellerle, fakat siyasî bir cereyanı saklamak için milliyetçilik maskesi altında ortaya atan bu faşist zümre, Türkiye’yi 1914 harbin de olduğu gibi 1939 harbine de sürüklemek için faaliyete geçtiler. Dahilde ve hariçte buldukları yardımcılarla muhtelif cephelerde teşkilâtlandılar. Talebe arasına, maarife, matbuata el atıkları gibi, meclise, orduya, Halk Partisine, devlet teşkilâtlarına girdiler ve gayet faal rol oynadılar… Irkçılık, gümrükten parasız geçen bir ecnebi oark memlekete girdi. 1914 harbinde Wilhelm Almanyasının kullandığı aynı yollardan, aynı vasıtalarla ve ayni zümrelere alet olarak girdi.” Daha sonra “Gazetelerde, mecmualarda bir Tanzimatçılık düşmanlığı peyda olduğunu”, “gençlere insaniyetçiliğin milliyete zıt olduğu, insaniyetçiliğin bir komünist ideolojisi olduğu, komünizmin bir vahşet olduğu telkinlerinin yapıldığını” belirten, “Türkçülüğe, Turancılığa, Faşistliğe karşı mücadele eden mecmuaların sol neşriat diye kapatıldığını” anlatan Sabiha Sertel, “Fikret’in Yaşadığı Devir” başlığını taşıyan, kitabının ilk büyük bölümünü şu sözlerle bitiriyor: “Fikret ve ideolojisi, bunun içindir ki, Cumhuriyet devrinde de hücumlara uğrayan, fakat her devirde, bilhassa ikinci Cihan Harbinin içinde ve yarın ki Türkiye’de daha kuvvetle izah edilmesi icap eden bir ideolojidir. Çünkü Fikret yaşadığı devrin değil, gelmesi mukadder olan bir devrin ideolojisini yapmıştır.”

Kitabının bu ilk bölümünde Sabiha Sertel, görüldüğü gibi, Fikret’in yaşadığı dönem ve bunun şairin oluşumuna etkisi üzerinde duruyor. Buraya kadar söylenenlerden çıkabilecek en önemli sonuç, kanımca, İslamcı ve Irkçı akımların nitelikleri ve yakın tarihimizde oynadıkları rol konusuda olmalıdır. Her iki dünya savaşı arefesinde toplumumuza ölümcül zararlar getirmiş bu yönelişlerin bugün yeni bir azgınlaşma dönemi içinde olduklarını biliyoruz. İleri düşünceye, halkın çıkarlarına karşı olmakta birleşen bu akımların, bugün çok daha somut hedeflere sahip oldukları, çok daha profesyonelce emperyalizmin güdümünde bulundukları, dün Hitler’in buyruğunda olanların bugün kuşkusuz CIA’nın doğal müttefikleri olacakları, yukarda anlatılanlardan sonra daha bir açıklık kazanıyor. Sabiha Sertel’in kitabı toplumumuzun bu ölüm kalım sorunu konusundaki açıklayıcı, belgesel, bilinçlendirici niteliğiyle ne kadar önemsense azdır. Tevfik Fikret’e ve genel olarak sanatın işlevi konusuna ilişkin olarak bu ilk bölümden çıkarılacak bir başka önemli sonuç ise, faşizmin ve dinsel gericiliğin insancı, akılcı öze sahip bir sanatı, ölümcül düşman olarak gördükleri olgusudur. Sertel’in belirttiği gibi Fikret, “her ütopist insaniyetçi gibi hastalığın sebeplerini, tedavisini bulamamış” sadece “isyan etmiştir.” Fakat bu, onu toplumun, insan aklının ileriye dönük yönelişlerini, özlemlerini yansıtmaktan alıkoyamamıştır. Tersine, Fikret’in şiirleri “gizli bir beyanname gibi elden ele dolaşan bir his, fikir ve isyan kaynağı” olmuştur. Sabiha Sertel kitabının ikinci ve üçüncü bölümlerinde (“Fikret’in ideolojisi-Fikret’in felsefesi”) onun insancı, materyalist, pozitivist, yer yer ütopik sosyalist özelliklerine daha teknik bir açıdan yaklaşmaktadır. Bu ilk bölümde benim asıl vurgulamak isteğim şey, Sabiha Sertel’in, bugün toplumcu ya da marksist olduklarını söyleyen sanat eleştirmelerinin bile yeterince kavramadıklarına inandığım yetkin bir sanat anlayışına sahip olduğunun görülmesidir. Fikret’in materyalist, ütopik sosyalist bir konuma yaklaşması, yaşadığı dönem düşünülürse, kuşkusuz, büyük bir aşamadır. Fakat sonuçta onun “burjuva demokrat” bir çizgiyi aşamadığını biliyoruz. Buna karşın o “yaşadığı devrin değil, gelmesi mukadder olan bir devrin ideolojisini” yapabilmiştir. Kanımca bu, sanatsal yaratışın, sezgisel konumu aşamasa da, ileriye dönük algılama yeteneğiyle ilgili bir durumdur. Bugün pek çok örneğini gördüğümüz mekanik toplumcu edebiyat anlayışının bir yansımasıyla Berkes’in kitabında karşılaşmak ta ilginç oluyor. Yukarda sözü edilen kitaplarında Berkes, Fikret’le doğrudan ilişkili bir söz söylemiyor gerçi. Fakat bir yerde şöyle bir yargı var yine de: “En ünlü hürriyet şairimiz, Avrupa tab’alı ve bir Avrupa sefirinin himayesinde olan bir Ermeni nasyonalistinin attığı bombayı takdis eden bir şiir yazmak mevkiinde kaldı. -Biz-in ne acayip, ne anlamsız bir kavram haline geldiğini düşününüz. Bu gibi Hürriyet şiirlerine karşılık, Türk aydını tek bir Devrim şiiri yazamamıştır:” (Batıcılık ulusçuluk ve toplumsal devrimler) Bu sözlerin toplumsal anlamını tartışmaya girmiyorum. Fikret’e dinci, ırkçı ve faşist saldırıların sık sık bu şiiri ileri sürdüklerini Berkes biliyordur kuşkusuz. Beni burada ilgilendiren, “hürriyet şiiri”, “devrim şiiri” gibi kavramlarda ortaya çıkan mekanik sanat kavrayışıdır. Yaşadığı nesnel koşullarda ve bir şair olarak Tevfik Fikret’in özgürlük özlemi taşıyan şiirler yazdığı için suçlanmasının sağduyuyla bağdaşabileceği kanısında değilim. Kaldı ki “hürriyet şiiri”, “devrim şiiri” gibi tanımlar da söz konusu olan büyük sanatsa, yapay, sığımsız, yanıltıcı kavramlar olarak kalmaktadır.

II. BÖLÜM FİKRET’İN İDEOLOJİSİ

Kitabın ikinci bölümünü Sabiha Sertel yine beş başlık altında topluyor: İdeolojisinde amil olan tesirler, Fikret sosyalist midir? Fikret’in tarihi görüşü, Fikret’in inkılâpçılığı, Fikret’in insaniyetçiliği.

“Sağcıların Marksist olduğunu ileri sürerek saldırdıkları Fikret” Sertel’in kanısınca, “bir taraftan yıkılmakta olan İmparatorluğun değişen şartları, diğer taraftan garp kültürü ile temas neticesi, insaniyetçi bir ideolojiye sahip olmuştur.” Görüşleri “devrinin fikir adamlarından ayrılmaktadır. Bilhassa Meşrutiyetin ikinci devresinde taazzuv eden Türkçülük, İslamcılık, Osmanlıcılık cereyanlarıyla siyasî bir alış verişi yoktur..” Sabiha Sertel’in sözleriyle, “bir taraftan geriliği gittikçe daha çok göze çarpan imparatorluğun muasır medeniyete intibak edememesi karşısında teessür duyan, bir taraftan da din, milliyet ve sınıf farklarının doğurduğu çarpışmalar, insan cemiyetlerinde hüküm süren tagallüp, tazyik, istismar ve adaletsizliğin karşısında isyan eden… Fikret’in düşüncelerinde kendi muhutinin bu tesirleri görüldüğü gibi, on sekizinci asır burjuva inkılâbı kahramanlarının, on dokuzuncu asır fikir adamlarının ve içtimaîyatçılarının tesirleri eserlerinde bariz bir şekilde görülmektedir.” Rousseau, Voltaire, gibi onsekizinci yüzyıl düşünürlerinin “derebeylik nizamı yıkılmakla her şeyin düzeleceği, teessüs etmekte olan burjuva nizamı içinde bütün insanlara şâmil bir müsevatın, adaletin, hürriyetin doğacağı” konusunda hayallerine değinen Sabiha Sertel, daha sonra S. Simon, Fourier, Owen gibi hayalci sosyalistlerden söz etmekte, ilklerden farklı olarak, bu sonuncuların eşitlik istemlerinin sadece siyasal eşitlik alanınıda kalmayıp bireyin toplumsal yaşama koşullarını da kapsadığını belirtmektedir. Fikret’in yaratıcılığında sadece onsekizinci yüzyıl burjuva düşünürlerinin değil, “bir Saint Simon, Fourier ve Owen hayali sosyalizminin, insaniyetçiliğinin, izleri vardır.” Sertel’in sözleriyle, “Fikret Türkiye’de hür mûsevi bir insan cemiyetini, hayali bir sosyalizm ve insaniyetçilik çerçevesi içinde özleyen ve müjdeleyen, nesiller üzerinde bu tesirleri bırakan ilk insaniyetçi şairdir.” Bu sözler, Fikret’in gerek daha önceki Tanzimat topluculuğundan, gerek Hamid, Recaizade ve gerekse başlangıçta içinde bulunduğu Servet-i Fünun romantizminden farklılığını açıkça ortaya koymaktadır.

Fikret sosyalist midir? “Türkiye’de solun, asıl İkinci Meşrutiyetten sonra ortaya çıkması bir raslantı değildir. 1908 hareketini, burjuva devrimleri kategorisinde görmek gerekir. Bunun içindir ki, modern sol, Batıda 1789 devriminin ertesinde olduğu gibi Türkiye’de de 1908-1925 döneminde doğmuştur.” (M. Tunçay, Türkiyede Sol Akımlar) Yine Tunçay’ın kitabını kaynak alırsak, İkinci Meşrutiyet sonrasının ilk belli başlı sosyalist örgütü Osmanlı Sosyalist Fırkası 1910’da kurulmuştur. Fakat “Osmanlı Sosyalist Fırkası kurulduktan sonra, yayınlanan parti beyanname ve programı, Hilmi çevresinin solculuğun anlamını iyice kavramamış olduğunu bir kere daha ortaya koymaktadır.” Osmanlı Sosyalist Fırkası kurucu lideri Hüseyin Hilmi’ye “sosyalistliği öğreten” Baha Tevfik, Tunçay’ın tanımıyla “geçen yüzyılın sonlarında Avrupada popüler olmuş bir çeşit kaba Alman materyalizmine ilgi duyan”bir kimsedir. İkinci Meşrutiyet sonrası ilk solculardan Dr.Refik Nevzat ise, “solcu olduğu kadar milliyetçi bir kimsedir.” Birinci Dünya Savaşına kadar, Bolşeviklerle karşılaşmadan önceki dönemde, sosyalist olmakla birlikte Marksist bilince sahip olup olmadığı konusunda bilgimiz bulunmayan Mustafa Suphi’nin, örneğin, 1911’de yazdığı “Vazife-i Temdin” adlı yapıtında “solcu bilinçten uzak bir anti-emperyalist tutumla sömürge sorununa yaklaşması dikkati çekmektedir.” Bu kısaca özetlediğim bilgiler, II. Meşrutiyetin hemen sonrasındaki Türk sol düşüncesi konusunda sanırım bir fikir verebilir.

Yeniden Sertel’in kitabına dönersek; “Fikret’te sosyalizm temayülleri vardır. Fakat sosyalizm şartlarının olgunlaşmadığı bir devirde yaşayan Fikret’te bu sosyalizm, bir hayal ve gölge halinde kalmıştır… Eserlerinde ilmî bir sosyalizm değil, ancak subjektif; inkılâpçı ve insaniyetçi bir ideoloji göze çarpmaktadır.” Daha sonra, “Fikret’in daha Servet-i Fünun devrinde Avrupa’da o zaman hüküm süren sosyalist edebiyata karşı meftunluğu”ndan söz eden Sertel onun Fransız şairi François Copèe’nin Demirciler Grevi şiiri için bir makale yazdığını belirterek şunları söylüyor: “Şiirin meali şudur: Grev yapan Demirciler arasında bir ihtiyar amele, sefalete dayanamayarak fabrikaya dönmek için grevci arkadaşlarından izin ister. Müracaat ettiği arkadaşlarından biri kendisini “Alçak” diye tahkir edice, demirci bu adamı öldürür ve bu yüzden katil suçuyla mahkemeye düşer. Fikret bu grev şiirine Serveti Fünun 17. cildinde 425 numaralı nüshada tahsis ettiği edebî müsahabede ıstırap çeken bir işçi kitlesinin azap ve ıstıraplarını hassas kalemiyle aksettirir.

Bu müsahabeyi takip eden Serveti Fünun nüshasında ise Fikret’in Balıkçılar şiiri çıkar.” Sertel daha sonra şunları söylüyor: “sosyal bir inkılâp arkasında koşan sınıfların daha sınıf olarak teşekkül etmediği bir devirde Fikret’in bir grev şiiri yazması beklenemezdi. Fakat o zamana kadar sanatı, yalnız şahsi fikir ve hislerini ifade eden bir vasıta olarak telakki eden devrinin sanatkârları yanında Fikret’in sanatını cemiyetin hizmetine vermesi onun sanat ve fikirde gösterdiği terakkinin bir işaretidir. Fikret, mey, mahbub edebiyatından ayrılmış, ilhamlarına cemiyeti merkez yapmıştır.” Tevfik Fikret’in “sanat şahsi olamaz” görüşünü içeren yazısını söz konusu ederek te Sertel, Fikret’in “sanatın sosyal mahiyetini işaret eden bu görüşüyle, o zamana kadar gelen gerek Divan, gerek Tanzimat, gerek bir çok Edebiyatı Cedide muharrirlerinden ayrılmış eserleriyle cemiyeti tasvire çalışmış.” olduğunu ileri sürerek Tevfik Fikret’in “bu realist sanat görüşüyle zamanının ilk realist edibi” olduğunu söylüyor. Kanımca Sertel bu noktada, başta Namık Kemal olmak üzere Tanzimat yazarlarına haksızlık etmektedir. Çünkü edebiyatta “sosyal fayda fikri” ve “edebiyatın hakiki, dünyevi, reel olması düşüncesini” edebiyatımızda ilk kez Tanzimatçılar, özellikle Namık Kemal belirtmiş ve geliştirmiştir. (M. Kaplan’ın sözü edilen kitabından) Tevfik Fikret’in bu noktada Tanzimat edebiyatıyla bağıntısı söz konusudur. Tevfik Fikret’in bu alanda Tanzimatçılardan farkı ve onlara üstünlüğünün on sekizinci yüzyıl burjuva düşünürleriyle sonraki ütopik sosyalistler arasındaki yukarda sözü edilen fark kadar olduğu söylenebilir.

“Fikret’in tarih görüşü” başlığı altında Sabiha Sertel onun “tarihi materyalist bir görüşle gördüğünü” belirtiyor: “Tevfik Fikret, insan cemiyetlerini idare eden kanunların ilahi bir iradeye tâbi olduğunu, bütün içtimaî felâketlerin sebep ve neticeleriyle beraber metafizik bir kuvvetin eseri olduğunu kabul etmez. Materyalistlerle beraber cemiyetin inkişaf kanununlarını da, tabiatın inkişaf kanunları gibi maddî kuvvetin idare ettiğini” söyler… değişen hâdiseleri ve cemiyetlerî tarihi bir müayyeniyete bağlayan metafizik ve doğmatik düşünceye hücum eder… Cemiyetlerin inkişaf kanununda, kuvvetlinin zayıfı ezmesini ne taktiri Rabbaniye bağlar, ne de böyle gelmiştir, böyle gidecek gibi fatalist bir düşünceye bağlanır… tekâmül seyri içinde mütemadiyen değişen hâdiseleri, maziye bağlı ve değişmez mahiyette gösteren metafizikçilere, felsefede idealist olan filozoflara hücum eder.” Fikretin tarih görüşünü Tarih-i Kadim’den alıntılarla açıklayan Sabiha Sertel, bu materyalist görüşü, şairin “yaşadığı devirin şartları içinde… devrine göre çok ileri, fakat dünya mikyasında bir görüş olarak noksan” bulmaktadır. Çünkü “Fikret’in tarih görüşü materyalist, fakat diyalektik değildir.” O, “cemiyetlerin tekâmül ve inkılâp vetiresini ilmî Marksist bir görüşle değil, ütopist bir insaniyetçi gözüyle izah eder.” Aynı başlık altında, Fikret’in savaşa karşı tutumu konusunda da bilgi verilmektedir. “Fikret, harbin cemiyetlerin bünyesinde yaptığı içtimaî tahribatı rakamlarla istatistiklerle değil, fakat neticeleriyle ölçtüğü zaman, bunun nu Allahtan, ne de içtimaî bir muayyeniyetten gelmediği, bunu yine insanların yarattığı mütalâasındandır. Harbi içtimaî neticelerini sayarken şu âmilleri görür: Harp yüzünden evler yıkılmada, ocaklar sönmede, her evi fakrü sefalet kaplamaktadır. Fuhuş bu cemiyetlerin esaslı müessislerinden biri olmuştur. Dilencilik bunun neticesidir. Kocası harpte şehitlik masalile öldüğü için bu kadın ve çocuklar sefaletin, zaruretin elinde kimsesiz ve yardımcısızdırlar. Bunlar çalmayı da, fuhuşu da zarurî ve mübah görürler. Çünkü başka çareleri yoktur.” Burada söz konusu edilen, Fikret’in “Harb-i Mukaddes” adlı şiiridir. “Balkan Harbinden perişan çıkmış milletin, tekrar bir harbe hazırlanmasına muhalif” olan Fikret, “Balkan Harbinden sonra, 1914 Harbinin arifesinde Almanya ile birleşen Kafkasyalı Türklerin ve Sebil-ür Reşadçıların harbi teşvik ettiğini görünce tekrar isyan etmiş, Harb-i Mukaddes isimli şiirini yazmıştı.” Sabiha Sertel, İttihatçıların kutsal savaş ilan etmeleri üzerine şair Mehmet Âkif’in Türkiye’nin savaşa girmesini destekleyen şiirinden söz ediyor ve bu şiirden de örnekler veriyor: “Balkanlardaki yangın daha kül bağlamamışken/ Bir başka cehennem çıkıversin, bu ne erken,/ Lakin bu cehennem onu yıldırdı mı? Asla. v.b.” Mehmet Âkif gibilerinin savaş kışkırtıcılığının ve demogojinin egemen olduğu bir ortamın koşullarında, bütün bir ırkçı, dinci güruhunu ve varoluşunu savaş kumarına bağlamış bir iktidarı karşına alarak “Dünyayı bugün harp denilen destihelâke/ Teslim eden alçakların ecdadına lanet!” sözlerini söyleyebilmenin gerektirdiği yiğitliğe, insan sevgisi ve duyarlığa dünya edebiyatında kolayca örnekler gösterebileceğini sanmıyorum. I. Dünya Savaşı öncesinde o dönem yazarlarının savaşa ilişkin tutumları, ilginç bir araştırma konusu olabilir. Tevfik Fikret çapında olamasa bile, acaba daha kaç kişi savaşa karşı sesini yükseltebilmiştir? II. Dünya Savaşı öncesinde de yine bu açıdan yapılacak bir araştırma kanımca, bugün adı önemli sayılan nicelerinin faşizme nasıl yardakçılık ettiklerini gösterecektir. I. Dünya savaşı öncesinde Tevfik Fikret’in omuzladığı görevi ise, II. Dünya savaşı öncesinde, sadace, aralarında bu yazıya konu edilen kitabın yazarının da bulunduğu bir avuç toplumcu yazarın yüklendiğini biliyoruz.

Fikret’in inkılâpçılığı başlığı altında Sabiha Sertel, Osmanlı İmparatorluğunun son yüzyılındaki ileri-geri çatışmalarından söz ederek şunları söylüyor: “Osmanlı tarihinde bütün inkılâp hareketlerine, sultanlarla beraber karşı koyan dinî taassup, garp fikriyatının memlekete girmesine dahi setlerini çekmiş, hattâ inkılâpçı kadroları çok defa ileri programlarında gerilemeğe mecbur etmiştir. Tanzimat reformu, Edebiyatı Cedide hareketi ve 1908 inkılâbıyla, garp fikriyatına karşı başlayan temayül, daima şeriatçıların -din elden gidiyor, gâvurlaşıyoruz- muhalefetiyle karşılandığı gibi, dar milliyetçi bir zihniyetle şark kültürüne bağlanmak isteyen münevverlerin de -garp taklitçiliği – itham ile karşılaşıyordu.” Bu ortam içinde Tevfik Fikret’in konumunu Sabiha Sertel, şu sözlerle tanımlıyor: “Fikret bu devirde, kültür ve medeniyetin bir manzume olduğunu görerek, garbın tekniğine, fikriyatına, medeniyetine kül olarak intibak taraftarıydı. O, ne şeriatçıların badbaht zinciri ile ölmüş medeniyetlere bağlanmak isteyen ne de -Turana doğru- sesleriyle emperyalizm siyasetine bağlanan adamdı. O, teknik ve kültür itibariyle garp medeniyet manzumesine girmiş bir Türkiye görmek istiyordu.” Bu noktada, düşülebilecek bazı yanılgılara değinmek istiyorum. Birinci yanılgı, Fikret’i belli bir ideolojinin, örneğin pozitivizm, ya da materyalizmin, ya da diyelim ki Batıcı düşüncenin bir yansıtıcısı sanmak olabilir ki, kanımca bu yalnıştır. Tevfik Fikret’in şiirlerinde pozitivist, materyalist, ütopik sosyalist düşünceler yansımıştır. Hattâ belli bir dönemden sonra şiirinin temelini bu düşüncelerin oluşturduğu söylenebilir. Fakat bunlar onun dünyaya, hayatın olgularına bakışıyla organik bütünlük içindedirler. Fikret, sözgelişi, pozitivist düşünce sistemini yansıtmak için şiir yazmaz. Pozitivist düşünce, onun şiirinin, dünya kavrayışının içinden yansır. Bu açıdan, Fikret’in şiiri örneğin Gökalp’in hattâ sanatçı yeteneklerine karşın bir Namık Kemal’in şiirlerinden farklıdır. Namık Kemal, ya da Ziya Gökalp, şairden önce düşünürdürler. Şiir, onlar için, belli bir düşünce sistemini yansıtmanın aracıdır. Bu bakımdan, Namık Kemal’in ya da Gökalp’in şiirleri bir makaleye uygulanan yöntemle incelenebilir. Tevfik Fikret ise, şairdir. Şiirinde yansıyan düşünce onun bireysel arayışlarının, gözlemlerinin bir bileşimidir. Bu bakımdan, bu düşüncenin ille de sistemleşmiş olması da gerekmez. Nitekim şiirinde pozitivist, materyalist, ütopik sosyalist, romantik, gerçekçi, idealist, ahlâkçı ve bazan anarşist diye tanımlanan ögelerin bir arada bulunuşu bununla ilgilidir. Sanat yapıtına yalınkat bir yaklaşışın yanıltıcılığına, Berkes’in bir sözüyle ilgili olarak değinmiştim. Fikret, yaşadığı dönem dolayısıyla da, bu konuda özellikle özen gösterilmesi gerekli bir sanatçıdır.

Fikret’in tarih görüşleri konusunda incelemesini sürdürerek Sertel şunları söylüyor: “Tarih-i Kadim şiirinin başlangıcında da, tarihe bağlanışı, maziperestliği terakkinin en büyük zinciri olarak tasvir eder… ona göre hayat daimi bir değişme seyri içindedir… Fikret’te içtimaî bir inkılâbın gölge halinde arzuları vardır. Felsefi düşüncesinde tekâmülcü (Evolütionist)tir…Fakat bu evolution’da en büyük âmil olarak insanı, ve insanın harikalar yaratan zekâsını tanır. Tarihi tekâmülde ve İnkılâpta inkişafın içtimâi seyri, iktisadi münasebetler ve mücadeleler, iktisadi içtimâi kanunlar, Fikret’in tekâmül düşüncesinde ikinci alanda kalmıştır… Fikret tekâmülü düz bir hat üzerinde tasavvur ettiği içindir ki, İnsanın irfanı ve zekâsı arttığı nisbette daha âdil bir nizamın kurulabileceğine inanmıştır.” Burada söylenenler, Fikret’in; bütün toplumlar için söz konusu bir olgunun aklın skolastiğe karşı verdiği mücadelenin, Osmanlı İmparatorluğunun kendine özgü koşullarında bir yansıması olduğunu göstermektedir. Tevfik Fikret, insanın yüce değer olduğunu savunmakla, dönemindeki Osmanlı toplum düşüncesinin en ileri aşamasıdır. Tanpınar’ın bir yazısındaki söyleyişiyle: “Haluk’un Defteri’ni bitiren- Gökten Yere- manzumesinde insanoğlunun Rabb-i mümkinat -Bütün olabilirliklerin Tanrısı- diye anan Fikret, işte insanlığa olan bu imânıyla büyüktür.”

Fikret’in insaniyetçiliği başlığı altında Sabiha Sertel, onun bireyci bir insancılık anlayışının sınırları içinde kalmadığını, bireyin haklarını kabul ettiği gibi, topluluğun da mutluluğunu istediğini anlatıyor. Daha sonra şairin millet anlayışından söz ederek şunları söylüyor: “Toprak vatanım, nev’i beşer milletim dediği için Fikret’i vatansızlık ve milliyetsizlikle itham edenler, onun bütün insanların ve milletlerin istilâdan, istismardan kurtulması için ancak böyle bir insan cemiyetine varılması gerektiğine inandığını anlamayanlardır. Fikret’in bu mısralarında bir anarşizm kokusu sezenler de Fikret’in bu yüksek insanî düşünüşünü kavramamışlardır. Fikret bazan endividüalist düşünüşleriyle böyle nazarî bir nihilizme yol açmakla beraber, umumî düşünüş muhtevasında tamamiyle organize bir cemiyetin müdafiîdir. Gerek hayatında, gerek eserlerinde anarşizmin küçük bir izi bile yoktur.” Fikret’in anarşist olamadığı, “organize” bir toplum düşüncesinden yana olduğunu Mehmet Kaplan da belirtmektedir. İlginç olan, 1930’da yazdığı bir yazıda Nazım Hikmet’in “Fikret’i” “anarşist” olarak niteleyişidir. Sabiha Sertel’in tanımını kullanırsak, Nazım’ın, “Fikret’in umumî düşünüş muhtevası”ndan çok, bazı endivüdüalist düşünüşlerine” bakarak böyle bir yargıya vardığı söylenebilir. Sertel, yaygın ve yalnış bir kanının aksine Tevfik Fikret’in “lisanda da.. yenilik yapmış, Türk diline, halk diline doğru lisanı sadeleştirme cereyanının başında yürümüş” olduğu olgusunu da vurgulamaktadır.

III. BÖLÜM: FİKRETİN FELSEFESİ

Kitabının son bölümünde Sabiha Sertel, Fikret materyalist midir sorusuna yeniden yanıtlar getiriyor ve Tevfik Fikret’in felsefe görüşleri üstünde daha ayrıntılı olarak duruyor. Gençliğinde dindar olduğunu, şiirlerinde bir “dinî mistisizmin” göze çarptığını belirterek, ideolojisindesindeki değişikliğin 1908 siyasî inkılâbından sonra göze çarptığını söylüyor. Sertel’in sözleriyle: “Fikret insaniyetçi telâkkileriyle, cemiyet telâkkisini değiştirdiği gibi, materyalist felsefesiyle varlık ve şuur telâkkisini de değiştirmiştir.” Sertel daha sonra, Fikret üstünde yazılmış yapıtlarda ilk kez rastladığım “natüralizm” kavramını kullanarak “bu istihalede en kuvvetle göze çarpan, Fikret’in natüralist görüşüdür” düşüncesini ileri sürüyor. Tarih-i Kadim dolayısıyla kendini ağır bir dille suçlayan Mehmet Âkif’e yanıt olarak yazdığı ” Tarih-i Kadime Zeyl” şiirinden geniş alantılarla da, Fikret’in gerçekten de “tabiata hâkim, tabiatın fevkinde bir kuvveti (Allah’ı) inkâr ettiğini” tanıtlıyor. Sertel’in sözleriyle: “Müsbet ilimlerle hiç bir alâkası olmayan din felsefesine göre bütün kâinatın ve insan cemiyetlerinin nâzımı bu tabiatın fevkinde, mahiyeti meçhul bir kuvvettir. Fikrete göre gerek tabiatı, gerek insanları idare eden tabiatın ve cemiyetin kendi kanunlarıdır.” Sertel daha sonra Fikret’in bu görüşündeki eksik yanlara değinerek şunları söylüyor: “Varlık ve insan hakkındaki Fikret’in bu görüşü muhakkak ki materyalist bir görüştür. Fakat Fikret, bu materyalist görüşlerinde de, insaniyetçi ideolojisinde olduğu gibi on sekizinci asır ansiklopedistlerinin, ilk materyalistlerin tesiri altında kalmıştır.” Fikret’in “ideolojisindeki değişikliğin” 1908’den çok daha öncelerde başladığını düşünmek kanımca daha doğru olacaktır. Zaten Tarih-i Kadim’in yazılış tarihi 1905’dir. Servet-i Fünun’un kapatılışından sonra, 1900-1908 yılları arasında şiir yayınlamamış da olsa, “kendisine dünyayı başka türlü gösterenbazı hakikatleri” bu dönemde “keşfettiğini” kabul etmek daha doğru görünmektedir.

Fikret’in felsefi görüşü başlığı altında Sertel, Marksist düşünce konusunda geniş açıklamalar yapıyor. Kitabının değerli bir yanı da, zaten, zaman zaman bu türlü açıklamalarla ona bir Marksist düşünce el kitabı kazandırmasıdır. Kitabın yayınlanış tarihinin 1946 olduğu belirtilirse, bu çabanın önemi daha iyi anlaşılacaktır. Sertel bu açıklamalar ışığında, “Fikret’in ilk materyalistler gibi materyalist olduğunu ve fakat Marksist olmadığını” bir kez daha belirtiyor.

Yine bu bölüm içinde, Sabiha Sertel’in Fikret’in felsefe görüşlerine hücum eden Mehmet Ali Aynî ve Peyami Safa’yla polemikleri yer alıyor. “Eski ilâhiyat profesörü” M.A. Aynî’nin Fikret’in felsefe görüşlerine karşı yazdığı “Reybilik, Lâilahilik, Bedbinlik” adlı kitabındaki suçlamaları bir bir eleştiriyor. (Fikret’in “reybiliği”ni -kuşkuculuk-, M. Kaplan gibi “şeker hastalığı” ile açıklama çabasındaki ilâhiyat profesörünün görüşlerini çürütmede Sabiha Sertel’in fazla güçlük çekmediği anlaşılabilir.” Sertel daha sonra, Peyami Safa’nın Aylik Ansiklopedisinin Ağustos 1944 tarihli sayısındaki sözlerini ele alıyor. P. Safa Fikret konusunda şunları söylemektedir: “Hayal sûkutu, husran ve hicran dolu kötümser hayat felsefesiyle o, yeni olmak şöyle dursun, kendinden evvelki Türk şiirinin büyük metafizik çapında varlık telâkkisinden mahrum olduğu için basit ve geridir. Mistik an’aneden tamamiyle ayrıldığı için gökten yere birden bire yuvarlanmış, toprak üstünde küçük iniltilerle kıvranmaya başlamıştır.” Peyami Safa ve gibilere özgü bu tumturaklı, fakat demogojik ve içeriksiz sözleri ele alarak Sertel şunları söylüyor: “Fikret’ten evvel ki Türk şiirinde büyük metafizik çapta bir varlık telâkkisinin mevcudiyeti bir ilerilik alâmeti midir ki, Fikret bu telâkkiden mahrum olduğu için basit ve geri olsun? Metafizik telâkkilerin dünya mikyasında, bilhassa ilmin maddi ve teknik ilerlemelerinden sonra inkişafın sırlarını çözmekte müsbet bir ölçü olarak kullanılmadığını kim inkâr edebilir? Metafizik düşünceyi bir ilerilik merhalesi, materyalist ve realist düşünceyi gerilik alâmeti telâkki etmek için ya bir softa, yahut da felsefeyi muayyen bir gayeye varmak için bir vasıta olarak kullanan bir politikacı ve propagandacı olmak lâzım, Peyami Safa bir metafizikçi olabilir; fakat metafizik düşünmeyenleri gerilik ve basitlikle itham ettiği zaman ilmin hudutlarını aşmış, yeryüzünde kendine dindar müttefikler arayan bir politikacı mevziine düşmüş olur. Faşizm iktidara geldiği günden itibaren bu metodla yürümüş, siyasî gayelerle, Sovyetler Birliğine açacağı bir harpte dindar kitleyi kazanmak için materyalizme karşı hücuma geçen Faşistlerle beraber o da realizm ve materyalizme hücuma geçmiş, metafizik düşüncenin müdafii olmuştur. Halk kitleleri arasından bu dâvaya bir çoklarının iştirakini temin kolay olduğu gibi, fikir âleminden de bir çok müttefikler tedariki mümkün olmuştur. Faşizmin ilme karşı yaptığı bu hücum karşısında Almanya’da bir çok realist, materyalist hattâ idealist fikir adamları memleketlerini terkedip kaçmış, veya terör karşısında susmak vaziyetinde kalmıştır… Çünkü, Peyami Safa’nın bugün müdafaa ettiği fikirlerin kökü olan Faşizm, mistik bir ideolojiye dayanmaktadır. Faşizmin ideolojisini yapan Rosenberg’in -myht- (hurafe)leri her faşist gencin ezberlediği ayetlerdir. İlim kitaplarını yakan, dünyaya mistik bir felsefenin bulutları içinde maziye çeken, Hitleri bir -Allah- gibi halk yığınlarına kabul ettirip bu harp cehennemine sürükleyen ideolojinin bu memleketteki mümessilleri ve bunların başlarından olan Peyami Safa da Türk gençlerine işte bu mistizmi bu metafizik felsefeyi -büyük çapta- bir felsefe olarak sunmuş, Fikret’i metafizik ve mistik düşünmediği için gerilikle itham etmiştir.”

SONUÇLAR

Sabiha Sertel’in “Tevfik Fikret İdeolojisi ve Felsefesi” adlı kitabında anlattıkları işte bunlardır. Sertel’in görüşlerini ve bunların düşündürdüklerini özetlersek: Yüzyıl sonları ve yüzyıl başları Türk şiirinde, toplum ve insan anlayışının sancılı gelişme süreçlerinde Tevfik Fikret devrim değerinde büyük bir aşamadır. O şiirimizin yenilenmesi, modernleşmesi, çağdaş anlatım olanakları kazanması yönünde büyük bir yenileştirici olduğu gibi, skolastik düşünceye, metafiziğe karşı, aklın, toplumsal gelişmelerin verdiği kavganın Türkiye’deki ilk en büyük çapta ve en etkili olmuş temsilcisidir. Bunları kavramamıza olanak veren Sertel, yine Tevfik Fikret dolayısıyla, ırkçılığın, dinsel gericiliğin ve faşizmin bu ülkede yol açtığı ve açabileceği yıkımları somut olgularla göstermekle de, bizi hem yakın tarihimiz konusunda bilinçlendirmekte, hem de yaşadığımız günleri daha bilinçle değerlendirmemize olanak vermektedir. Yazıldığı dönem düşünülürse, Sertel’in kitabının, düşünce tarihimizin en kahramanca, en yüz akı bir kitabı olduğunu belirtmek te yerinde olacaktır.


YAZIDA SÖZÜ EDİLEN KİTAPLAR
Sabiha Sertel: Tevfik Fikret, İdeolojisi ve Felsefesi, Yurt ve Dünya Yayınları 4, İstanbul 1946
Mehmet Kaplan: Tevfik Fikret, Devir-Şahsiyet-Eser, Dergâh Yayınları, İstanbul 1971
Niyazi Berkes: İkiyüz Yıldır Neden Bocalıyoruz? İstanbul 1965
Niyazi Berkes: Batıcılık, Ulusçuluk ve Toplumsal Devrimler, Yön Yayınları 1965
Mete Tunçay: Türkiye’de Sol Akımlar, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1967


İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın