Yayılmacılık – Yiğit Tuncay

Yayılmacılık – Yiğit Tuncay


Tarih içinde yaşanan dönemleri birbirinden kesin hatlarla ayırabilmek mümkün değildir ama, genel olarak baktığımızda birbirinin içinden doğan dönemlere ilişkin soyutlamalar yapabiliriz. Bu dönemlerden biri 15. yüzyılın sonundan 17. yüzyılın ortasına kadar akan bir tarihsel süreçtir. Bu sürecin başlangıcı olan 15. yüzyılın ikinci yarısında iki önemli tarih vardır. İstanbul’un düştüğü tarih olan 1453 çok önemli bir zaman dilimidir. Çünkü Avrupa ticaretinin dışarıya açılmasına engel olan Osmanlının karşı baskısı ve Avrupa dışındaki ülkelerle olan ticaretin Asya ve Afrika ülkelerince denetleniyor olması, Avrupa’ya Doğu’nun kapılarını kapatmıştır. Bu süreç ticaret sermayesinin ve dünya ticaretinin gelişme dönemidir. Büyümek isteyen Avrupa ticaret sermayesi, kendine kapanan Doğu’nun kapılarını aşabilmek ve Doğu’ya ulaşabilmek adına 1492’de Amerika’yı keşfetmiştir. Böylece Doğu’nun kapanan kapıları Avrupa’ya kendi batısının yolunu açar.

Avrupa bu iki tarih arasında kalan süre içindeki tıkanıklığını bir mayalanma ve gelecek yıllara hazırlanma anlamında pek de verimsiz geçirmemiştir. Avrupa’nın bu sıkışma dönemi, 1453’te gerçekleştirilen fetihin, yani Doğu’dan Batı’ya genişlemenin bir sonucu olmuştur. Burada üstünden atlanamayacak bir çözümlemeye değinmek gerekliliği vardır; O da Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın bu fetihi bir “İslam rönesansı” olarak değerlendirmesidir. Kıvılcımlı’ya göre: “(…) Bizans nasıl Roma orjinal medeniyetinin barbar aşısı ile Batı’dan Doğu’ya uzanmış bir rönesansı idiyse, tıpkı öyle, Osmanlılık da İslam orjinal medeniyetinin, fakat Doğu’dan Batı’ya uzanmış bir dirilişi idi.”(1) Sonraki süreçte maddesi yıkılan Doğu Roma’nın ruhunun Osmanlıda vücut bulması ise önemli bir tartışma noktasıdır.

Dr. Hikmet’in sözünü ettiği bu rönesans (1453) ve genişleme, Avrupa’nın sıkışmasına neden olmuş ama, fetih bu sıkıştırma ile Avrupa’yı da bir rönesans’a zorlamıştır. Çünkü Avrupa dış dünyaya, uzaklara açılmak çabasındadır. 1453 ile 1492 tarihleri arasındaki yaklaşık yarım yüzyıllık süreçte sınırlı bir alanda ticaret yapmak zorunda kalan Avrupa, bu süreyi gelecekteki yayılması için gerekli olan donatımını vargücüyle hazırlamakla geçirmiştir.

İtalyan kentleri Yakın doğudaki ofislerinin çoğunu kaybetmiştir. Türkler Cenovalıları Kırım’dan, Venediklileri Eğriboz adasından çıkardıktan sonra Adriyatik denizinin giriş-çıkışını da kapatmışlardır. Karabiberle tarçının geçmesine çok yüksek gümrük rüsumu karşılığında izin vermişlerdir.

Soyluların ticarete, ticaret patronlarının güzel sanatlara yöneldiği 15. yüzyıl İtalyası yeni bir açılma için bütün koşulları oluşturmuş ve ticari işler tıkırında gittiğinden sanat ve bilimi koruma lüksüne sahip olmuştur. Tüccarlar ve bankacılar iyi kazanıyorlar ve bu fazla kazanç da onlara İtalyan “Rönesans”ının bütün alanlarına ilgi göstermelerini olanaklı kılan zaman ve kültüre sahip olmalarını sağlamıştır. Diğer yandan İtalyan yarımadasındaki Fransız askeri seferlerini finanse ettiklerinden, İtalyan kültürünün bütün Batı dünyasına yayılabilmesine olanak veren itici bir güç olmuşlardır.

İtalyanlar bu dönem içinde Avrupa’nın geneline yeniliklerin tanıtılmasında yol gösterici bir konumda olmalarının yanı sıra, bir çok teknik icatları da buralara taşımışlardır. Ticareti bütünüyle etkileyen bu icatlar, arabalara devingen bir ön tekerlek düzeninin getirilmesinden tutun da; devingen harflerin kullanılmasına, yazıcılık mesleğini ortadan kaldıran kitap basımına, yeni olan kağıt endüstrisine, imalathanelerde yün ve pamuk işlenmesine, kereste, deri ve metal eşyaların imal edilmesine kadar çok geniş bir gelişmeyi içeren yeniliklerdir.

1492 tarihinde Amerika kıtasının keşfi ile de yeni zenginliklere uzanan Avrupalılar, artık kendi batısına açılmış olurlar. Rönesansı tek başına heykel ve resim sanatı ile açıklamaya çalışmak bu anlamda doğru değildir. Çünkü rönesans temelde ekonomiden tutun da bir para politikasının ortaya çıkışını ve bankacılığın gelişmesini de içeren bir dönemdir. Özellikle bu ilişkiler, 19. yüzyılda karşıtları tarafından ortaya atılacak bir kavram olan merkantilizmin de temellerini atan bir süreç olarak çok önemlidir. Zaten bu terim İtalyanca tacir demek olan “mercante” kelimesinden alınmış ve hiç de iyi anlama gelmeyen Fransızca “mercantile” sıfatından türetilmiştir.

Yayılmacılığın tamamlayıcı bir öğesi olan bu ekonomi kuramı, aslında, çok basit ilkelere yaslanan kurallar dayatmıştır dünyaya. Önceleri bu ilkeleri öne süren mütevazi bir tanımlamadan yola çıkan “kameralistik” kavramı vardı. Belki de gözlemden yola çıkan; Grekçe-Latince “Kamera” sözü, Almanca’da “Kammer” olarak -saray, savaş, devlet kasası anlamına- hükümdarlık gelirlerinin yönetildiği yeri anlatmaktaydı. O halde merkantilistlere giden yolda, devleti zenginleştirmeyi amaçlayarak, böylesine sorunlarla uğraşanlara daha yerinde bir terimle “Kameralistler” demek daha doğru olur.

Bu anlamda merkantalizmin ikili yönünü unutmamak gerekir. Çünkü merkantilistler altına, gümüşe, paranın sonsuzluğuna ve serbest ticarete vurgu yaparlarken, çıkış noktalarında merkezi devlet olgusunu da gözardı etmemişlerdir. “Nitekim Montchretien altının üstün yerinden bahsetmiş, fakat öte yandan gözünü kırpmadan “Altın ve gümüşün bolluğu devletleri zengin kılmaz, aksine hayatın gereksinmelerini karşılamaya yarar sadece”(2) demiştir. Tüccar sınıfının kendisinin garantisi olarak merkezi devleti görmesi, emeğin altın kadar ya da altından daha büyük bir zenginlik olduğunu anlayabilmesi gibi, birinin diğerinden meydana geldiğini de bilebilmesi açısından pek de şaşırtıcı olmasa gerek. Onlar bu yüzden merkezi devleti güçlendiren “milliyetçi” olmaktan çekinmediler ve amaçlarına hizmet eden her şeyi de yaptılar.

“Merkantalizmin çağının insanları altına tapınmaktan hayli uzaktaydı; onun hiçliğini de çok önceden öğrenmişlerdi. Herhalde Sully “Fransa için Peru’nun altın madenleri, asıl tarım ve hayvan yetiştiriciliğidir” derken, altını bütün servetlerin en yücesi olarak görüyor değildi. Bir İngiliz muhtırasında yazılanlar da buna benzer niteliktedir: “Ülkede aylaklığı ortadan kaldırmak, Peru ile Hindistan’ın bütün altınlarından çok daha değerlidir.” La Fontaine altınla alay eder: “Herhangi bir taşı koyun yerine, o da aynı derecede değerli olacaktır.” Ve bir yüzyıl sonra da Voltaire şöyle yazacaktır: “Benim için hayatı güzelleştiren ticarettir… altınla gümüşün yokluğunu farketmem bile, ama kahve ile tarçın eksik olmasın soframızdan.”(3)

Sömürenler ve sömürgeler arasındaki sessiz bir anlaşma tüm bu verileri destekler niteliktedir. Bu dayatmalara boyun eğen sömürgeler, sömürenin kararı olan sessiz anlaşmada; sömüren, sömürgeyle yapacağı bütün dışalım ve dışsatımlarda gümrükten muaf tutulmuştur. Sömürge, yalnızca sömürenin kullanacağı ham maddeleri sağlayan bir ambar ve sömürenin mamul malları için bir sürüm alanı, bir pazar haline getirilmeli, keza her iki taraf arasında karşılıklı bir mal taşımacılığı olanağı yaratmalıydı. Sömürge bir şeyler satın almak zorundadır, onun işlevi de budur zaten. Örneğin İngiltere’de sömürgeden bu anlaşılmaktaydı (1663).

Avrupa’lı sömürgeciler tüm bu olguların doğrultusunda 1492’de Amerika kıtasına açılan kapılarla yetnimeyeceklerdi. Doğu’nun kapanan kapıları, onlara uzak denizlerde yolculuklar yapabilmeyi öğretmişti. Portekizliler altın ve baharat ülkelerine giden yolu Atlas Okyanusu’nda aramaya koyulmuşlardı. Çok kısa sürede Afrika kıyılarına ve Hindistan’a ulaştılar. Ardından Arap tüccarları Hindistan’dan, Malayalıları Endonezya’dan kovdular. Japonlara da Hıristiyan tanrısıyla gitmeyi unutmadılar tabi. Yeni keşfedilen Asya, Avrupalıyı hala hayretten hayrete düşürecek görkemli şeyleri sinesinde saklayan Asya, artık Avrupalıların egemenliği altına girmişti.

Portekizlilerin bu atakları karşısında İngilizler Hindistan’a ulaşmak için, Amerika ile Asya’nın kuzeyinden yeni bir yol bulmayı denediler. Labrador’da Eskimolarla, Beyaz Deniz kıyısındaki Arhengelsk’de de Ruslarla bağlantı kurdular (1553). İngiliz tacirler Rusya üzerinden İran ve Hindistan’la ilişki sağlamayı başardılar. Fakat bu girişimlerin sonu hayal kırıklığı oldu. Sadece kürk ve tütün ticareti, morina ve balina az gelir sağlıyordu. 1569’da Don ve Volga nehirlerini bir kanalla birleştirerek Orta Asya ticaretini bu yoldan kazanmak, ya da Süveyş kanalını açmak projeleri başarıya ulaşamamıştır. Sonunda büyük çapta toptancı ticaret için yeni yollar bulundu. Fakat bunlardan ancak Atlantiğe kapısı olan uluslar yararlanabildiler: İspanyollar, Portekizliler, Fransızlar, İngilizler. Akdeniz’de kapanıp kalmış İtalyanlara bu yarışta yer yoktu.

Uzun denemeyecek bir süre içinde Avrupalının hayat standardı temelden değişikliğe uğradı. Marks’ın Kapital’de dediği gibi: “Olağanüstü bir doğa, “kayışından bağlı bir çocuk gibi, insanı kolundan çeker”; insanın gelişmesini doğanın bir zorunluluğu haline getirmeden insanın gelişmesini önler.”(4) Tam da burada ikili bir durum vardır: “En soylusu ve en çıkarlısı olması dolayısıyla, ilki (doğal zenginlik), insanları vurdumduymaz, kibirli yapmakta, her türlü aşırılığa götürmektedir; ikincisi ise, uyanık olmaya, edebiyata, sanata ve siyasete zorlamaktadır.”(5) Doğu’nun durumu ve Batı’nın saldırganlaşan tutumu arasındaki ilişki, bu ikili tutumun birbirini tamamlayan unsurları olmuştur.

Doğu’nun kapanan kapıları, önceden sanayisi gelişkin ve verimli toprakları olan Anadolu’nun durumunu da zora sokmuştu. Tüm Doğu’ya açılan bir kapı niteliğindeki Anadolu toprakları ve Akdeniz yollarının kapanması, bu topraklardaki akışı ve üretimi bir içe kapanmaya zorlamıştır. Ancak, Avrupa’lı kendine yeni yollar bulup yayılmacılığına devam etmiştir. 1638 sayımına baktığımızda Türkiye topraklarında özel sanayide çalışan, yaklaşık 46.426 işçi gözükmektedir. D. Avcıoğlu’nun aktardığı bilgilere bakacak olursak; “Teknik Uygarlığın Kökenleri adlı bir Batı kitabı, yalnız Doğu’nun en ileri ve Batı’ya en yakın toplumu Türkiye’nin değil, Bütün Doğu’nun teknik üstünlüğünü XVII. Yüzyıla kadar sürdürdüğünü yazmaktadır. ‘Daha IV. Yüzyılda Çin, kömür çıkartıyor ve siderürji’de kullanıyordu. Hindistan, Çin ve Arap dünyasında aletler, hidrolik makineler, tekstil sanayii, kimya ve metalürji tekniği dikkate değer bir mükemmeliyet ve kudret derecesine erişmişti… Çin, Hindistan, çeşitli Müslüman ülkeler ve daha başkaları, Ortaçağ’da, Avrupa’nın ancak sanayi ihtilali eşiğinde eriştiğinden üstün bir teknik evrim düzeyinde bulunmaktaydılar.’ “(6)

Türkiye topraklarının yaşadığı buhran, Doğu-Batı ticaret yolunun Akdeniz’den Okyanuslara kaymasıyla ortaya çıkmıştır. Avrupa’nın, 1453’ten sonra yaşadığı sıkışmayı başka yollar bularak açması,bu sefer de Türkiye topraklarının kaçınılmaz olarak bir sıkışma yaşamasına neden olmuştur. 1625 yılında Ömer Talip, sıkışmanın nedenlerini şöyle açıklıyor: “Artık Avrupalılar, bütün dünyayı tanıyorlar. Gemilerini her yere gönderiyorlar, önemli limanları ele geçiriyorlar. Önceleri, Hindistan ve Süveyş malları, Süveyş’e gelmekte, oradan Müslümanlar eliyle bütün dünyaya dağıtılmaktaydı. Fakat şimdi bu mallar, Portekiz, Hollanda ve İngiliz gemileriyle Frengistan’a taşınmakta, oradan bütün dünyaya dağıtılmaktadır. Bunlar, ihtiyaç duymadıkları malları, İstanbul’a ve öteki İslam memleketlerine getirerek beş kat fiyatla satmakta ve böylece çok para kazanmaktadırlar. Bu sebeple, İslam memleketlerinde altın ve gümüş kıtlığı hissedilmektedir. Osmanlı İmparatorluğu, Yemen kıyılarını zaptetmeli ve oradan geçen ticarete el koymalıdır. Bu yapılmazsa, çok geçmeden İslam ülkelerine Avrupalılar hakim olacaktır.”(7)

Osmanlı yöneticiler tehlikeyi görmüşler ve ardından, Piri Reis, Seydi Reis gibi denizciler, Hint Okyanusu’nda Portekizlilerle mücadeleye girişmişlerdir. Bu savaşlarda, okyanuslar için hazırlanmış yüksek bordalı ateş gücü üstün savaş gemilerine sahip Portekizliler yenmişler, Türkiye’nin Süveyş donaması yok olmuştur. Atlas Okyanusu, Türkiye açısından uzak bir ihtimal olarak kalmıştır.

“Bir takım insanları, geçim için ürünlerin ve yiyeceğin, büyük ölçüde, kendiliğinden yetiştiği, iklim dolayısıyla üstbaş ve örtünmenin çok az gerektiği bir yere alıp koyun, bu insanlara daha büyük bir kötülük edilebileceğini düşünemiyorum… tam tersi de olabilir. Üstünde emek verildiği halde ürün veremeyen bir toprak, hiç emek verilmeden bolca ürün veren bir toprak kadar kötüdür.”(8) Üreten, değiştirici, dönüştürücü etkin insanın önemi bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Doğu’nun bu anlamda bir sanayi atılımına hazır koşullarının oluşu ve Batı’nın sıkışan zembereğinin boşalması ile tersine dönmüştür. Yayılmacılık ve sömürgecilik, Batı’nın Sanayi Devrimi’ne giden yolda aldığı önemli bir mesafe olmuştur.

Rönesans tüm bu tarihsel gerçeklerin üzerine oturmuş bir zaman dilimiydi. Çünkü en bol şekilde yeni ve yeniden elde edilmiş ürünlere sahip olmuştu. Ticaret sayesinde Amerika, Afrika ve Asya’dan gelmiş ve daha bir kuşak öncesine kadar hiç bilinmeyen binbir çeşit şeyle şimdi Cervantes ile Shakespeare’in çağdaşları giyiniyor, besleniyor ve çok daha konforlu bir hayat sürüyordu. İncecik fanilalar, hatta ipekli çoraplar giyiyorlardı. Ceketi artık otlarla değil, çivitle boyanıyordu. Bahçesinde hint terelerini ve dalya çiçeklerini suluyorlardı. Yemekte dizlerine peçete koyuyorlar, sofralarında artık kavun fasulye, hindi, marul ve iri çilek bulunuyordu. Yemeklerinde kabak çorbası, domates, kuşkonmaz ve vanilyalı krema yiyebiliyorlardı. Yerelmasını artık sığırlarına vermekteydiler. Ananas ancak bayram günlerinde yenebiliyordu. Torunları ise kakao, kahve, ardından da likör içebileceklerdi.

Yine Rönesans döneminde ciddi bir para politikasının oluşması, Avrupalı insanın sahip olma hırsını körükleyen bir unsur haline gelmişti. Daha doğrusu büyük keşifler önceleri bir hayal kırıklığına yol açmıştı. Gerçi Portekizliler baharata ulaşmıştı ama, yine de altın ender nesne olma halini koruyordu. Avrupalının ulaştığı yerlerden gelen papağanlar ve ananaslar bu değerli madenin eksikliğini dolduramıyordu. Kolombus’un tayfalarının, yerlilerin burun ve dudaklarında bir süs eşyası olan altının farkına varmaları ve yine dağlardaki ırmaklardan yerlilerin altın parçaçıklarını topladıklarını görmeleri gecikmedi. Ardından, Cortez’in gaspettiği Montezuma’nın (1519) hazinesinden tutun da, Pizarro’nun yağmaladığı Atahualpa’nın hazinesine (1533) kadar ve sonrasında sürecek olan tonlarca altının Avrupa’ya akması kaçınılmaz olmuştu.

Kendi batısına açılarak buldukları bu madenler sürekli artış gösteren bir çizgiyi izledi. Lama kervanlarına kılavuzluk eden bir kızılderili, Bolivya yaylalarının ücra bir köşesinde verimli bir gümüş madeninin yatağını keşfetti. Perulu bir madenci gümüş cevherine tuz, civa ve bakırlı pirit karıştırdı; bu hamurumsu kitleyi insanlara ve hayvanlara çiğnetti; bu yöntemle kolayca indirgenebilen bir gümüş karışımı elde etti (1554).

Avrupalı, kendi batısına yönelen yayılmasının karşılığını almaya başlamıştı. Hatta İspanyollar gümüş madenlerine ve verimli bir işletmeye olanak sağlayan bir yönteme sahip olmuştu bile. Artık dilerse savaşabilir, eğlenceye dalabilir ya da sırtüstü yatabilirdi. İspanya’ya akan altın ve gümüşün önemli bir kısmı çarçabuk Avrupa’nın diğer ülkelerine aktarılmaktaydı. Fransa’dan tahıl, tuz, kağıt ve mobilya, İngiltere’den bez, Baltık ülkelerinden de gemiler için kereste getirtiliyordu. Cenovalılar ile Almanlara faizle borç para veriliyordu. Ayrıca Katolikliğin korunması için de para harcanıyordu.

XVI. yüzyılın ilk 25 yılında, dünyadaki yıllık gümüş üretimi 50 ton iken, yüzyılın son yılında da 420 ton olmuştur. Haçlı seferlerinden sonraki dönemde olduğu gibi, şimdi de kıymetli madenlerin bollaşması yeni sikkeler kesilmesine neden olmuştur. Birliğini kurmuş İspanya, kendi para sistemini gerçekleştirir (1537). İspanyol Duro’su, Bohemya’da, Joachimsthaler gümüş madenleri sahibi Kont Von Schlick tarafından kestirilmiş gümüş sikkelerle eşit değerdedir (1519). Onlara kısaca Thaler denmektedir. Almanya ve İspanya devletlerinin hükümdarı V. Karl zamanında. Duro ile Thaler birbirine ayarlanır ve “Thaler” kelimesi Kastilya ağzında daha yumuşatılarak söylendiğinde bir para birimi olarak “Dolera” adını alır. Meksika’da kurulan sikke darphanelerinde aynı tipte, yaklaşık 25 gram saf gümüşten para basılmaya başlanır (1525). Piaster denilen bu para dört yüzyıl boyunca tüm Amerika ve Avrupa’ya yayıldığı gibi, Pasifik okyanusunu aşıp egemenliğini Hint Okyanusu kıyılarına kadar ulaştırır.

Ancak, tüm Avrupa’ya akan bu madenler yeni sorunlar getirir. Çünkü genel bir fiyat yükselmesine neden olur. Düzenli bir altın ve gümüş seli, mallara ve hizmetlere daha yüksek değerler biçilmesine neden olur. Aslında bu etkiler ilk önce Endülüs’te hissedilmeye başlanmıştır bile. Çok geçmeden Fransa, İngiltere, Almanya, Polonya ve Rusya bundan etkilenirler. XVI. yüzyıl boyunca fiyatlar üç kat artmış ve sosyal yapıda bir değişikliğe neden olmuştur. Enflasyon zamanlarında hep görüldüğü gibi, sabit gelirlilerin satın alma gücü azalır. Bu sürecin kurbanları ağırlıkla kendi halinde insanlarla toprak sahipleri olurlar. Bu toprak sahipleri çoğunlukla feodal soyluların çocuklarıdır. Fakat gelirin tacirler gibi zamanın çalkantılarına göre sürekli ayarlayabilenler, bu durumdan çıkar sağlamışlardır. Tüm bu gelişmeler, aynı zamanda, tarih sahnesine çıkmaya hazırlanan burjuvazinin ayak sesleridir.

Bu yeni erozyon insanları sarsmış ve hatta kilise ilkelerini, dogmalarını yeniden gözden geçirmeye kadar yöneltmiştir. Ancak Reform hareketlerini sadece para krizinin bir sonucu, yani bu gelişmelerden zarar görenler ile yarar görenlerin bir çekişmesi olarak ele almak kabalaştırma olabilir ama, şöyle bir gerçek de vardır ki, bu durumdan hoşnut olmayanlar Hügno’lara* katılmıştır. Hoşnut olanlar ise Katolik Kilisesi’nin bayrağı etrafında toplanmışlardır. Görüldüğü gibi, dinsel gelişmeler ile para politikasına ilişkin gelişmeler arasında yakın bağlantılar bulunduğunu gözden kaçırmamak gerekmektedir. Çünkü üreten ve tüketen insanın ilişkisindeki değer değişimleri, kaçınılmaz olarak ahlaksal anlayışta da farklılıklar getirecektir.

Hükümetler bu sorunlar karşısında, çözümü Roma İmparatoru Diokletian’ın eski çözümünde olduğu gibi, yani fiyatları sabitleştirmeyi tek çıkar yol olarak gördüler. Ne var ki bu önlem tümüyle çökmeye mahkumdur. Çünkü karaborsa her türlü fiyat saptamasından sıyrılmayı başarır.

“Kuramlar ve kamuoyu bu değişikliklere karşı cephe aldı. Ünlü astronomi bilgini Kopernikus, paranın sağlıklı bir hale gelmesi için el sürülmez ve değiştirilmez kılınmasını, miktarının da çoğalmamasına dikkat edilmesini öğütlüyordu (1526). Fransa’da sayıştay danışmanı Malestroict “Şimdi her yanda egemenliğini sürdüren büyük pahalılık, bizim para değerini yükseltmiş olmamızdan ileri gelmektedir.” diyordu (1566). Hukukçu Jean Boding, bu pahalılığı, krallıkta şimdi dört yüz yıl öncesine oranla çok fazla miktarda altın ve gümüş bulunmasıyla açıklıyordu (1568). İspanya’da Lopez de Gomara, neden olarak Amerikan değerli madenlerinin Avrupa’ya akmasını gösteriyordu (1558). Tiyatro yazarı Willam Shakespeare’le hiçbir ilişkisi bulunmayan bir William Sakespeare de, İngiltere’de sikkelerin sürekli değişikliğe uğramasına ve Hindistan’dan her yıl büyük miktarda altın ve gümüş gelmesine dikkati çekiyordu (1549).”(9)

Ancak, tiyatro yazarı William Shakespeare’in de, 1606 ile 1608 yılları arasında yazıldığı sanılan “Atinalı Timon” adlı oyunundaki yaklaşımda pek farklı değildi. Marks’ın da işaret ettiği bu oyunda para şöyle tanımlanıyordu:

“Altın! Sarı, pırıl pırıl, halis altın! Yok tanrılar…
Şu kadarı yeter bunun çevirmeye karayı aka; eğriyi doğruya,
Kötüyü iyiye; soysuzu soyluya; kocamışı gence; yüreksizi yiğide.
….. İşte, bu
Rahiplerinizi, kölelerinizi çeker alır elinizden;
Koca adamların yastıklarını alır başlarının altından;
Bu sarı köle
Bağlar, çözer dinleri; günahkarı kutsar;
Cüzzamlıya bile taptırır insanı; alır hırsızı,
Ünvan verir, nişan verir, şan verir,
Oturtur senatörle yan yana: budur
Kocamış dulu yeniden gelin eden;
Hastanenin, çıbanlarını görse kusacağı kadını
Allar pullar da bu, ilkyazına kavuşturur.
Çekil karşımdan, kahrolası Çamur,
İnsanlığın orta malı orospu, sen,
Ulusları birbirine düşüren.

Ve daha ileride:

Sen ey kral katili, ve ayıran
Piçinden babayı! sen kirlettin parlaklığınla
Hymen’in tertemiz yatağını! Sen cesur Mars!
Sen her dem taze, sevimli, zarif zanpara,
Yanağının pembeliğiyle eritirsin sen
Diana’nın kucağındaki kutsal karları!
Olmayacakları birbirine yaklaştırıp
Öpüştüren onları! Her dilde konuşup
Her anlamda laf eden, sen göze görünür tanrı!
Sen, yürek yakan, düşün,
Kölen insan başkaldırıyor; kullan gücünü,
Birbirine ver onları, öyle ki hayvanlar
Yeryüzünde imparatorluk kursun.”(10)

Shakespeare’in bu oyununda, Timon, önceleri ihtişam ve müsriflik içinde yaşar. Bu ihtişam gün gelir biter ve iflas ettiğini anladığı gün, arkadaşlarının ona yüz çevirdiklerini görür. Sonunda ise Timon dünyaya küser. Marks bu oyundaki paraya olan yaklaşımı şöyle çözümlüyordu: “Shakespeare paranın iki özelliğini öncelikle vurguluyor:

(1) Bütün insani ve doğal nitelikleri karşıtına çevirebilen göze görünür tanrı, nesnelerin evrensel dönüştürücüsü ve değiştiricisidir; “olmayacakları birbirine yaklaştırır.”

(2) Evrensel orospu, insanların ve ulusların pezevengidir.
Bütün insani ve doğal nitelikleri dönüştürmek ve değiştirmek, olanaksızlıkları birleştirmek-paranın tanrısal gücü, insan türünün yabancılaşmış, yalıtılmış (tecrit edilmiş), dışlaştırılmış özelliği oluşunda yatar. Para, insanlığın yabancılaşmış yeteneğidir.”(11)

Karşıtları birbirine yaklaştırmasının yanında, para ayrıca; eksikleri, kötülükleri ve olumsuzlukları da karşıtına, yani tamamlanmış, iyi, olumlu hale getirme özelliğini de sahipti. Marks buna ilişkin olarak Goethe’nin “Faust”undan küçük bir bölümü örnek gösteriyordu:

“Vay canına! Eller de, ayaklar da, gerçekten
Baş da ayrıca, eril güçler de, hepsi senin.
Ama yeni yeni almaya başladığım zevkler,
Daha mı az benim oluyor bu yüzden?
Diyelim ki altı yörük atım var ahırımda,
Benim olmuyor mu güçleri bu atların?
Gidiyorum dörtnala, en eksiksizi insanların,
Sanki yirmi dört bacağım varmışcasına.”(12)

Karşıtları uyuma ve olumsuzlukları karşıtına dönüştürücü niteliği olan paranın tüm bu özellikleri, var olan çelişkileri sabit kılmasının yanında çelişkileri daha da yoğunlaştırıyordu. “Bu dönüştürücü güç olarak, bireye karşı, toplumsal bağlara ve öz olma iddiasında bulunan başka bağlara karşı gösterir kendini. Sadakatı sadakatsızlığa, sevgiyi nefrete, nefreti sevgiye, iyiliği kötülüğe, kötülüğü iyiliğe, serfi lorda, lordu serfe, saçmayı akla, aklı saçmaya çevirir.

(….) Para, para sahibinin görüş açısından, belirli bir nitelik, belirli bir şey, ya da insani yetilerle değil de bütün insani ve doğal nesneler dünyası ile takas edildiğine göre, bazı özelliklerin yerine, aralarında çelişik özellikler ve nesneler de bulunan, başka özellikler koyar; olanaksızlıkların birleşmesini temsil eder, çelişik ögeleri kucaklaşmaya zorlar.”(13)

Avrupalının tüm dünyaya yaydığı bu ticaret trafiği ve bunun sonucunda edindiği korkunç sermaye birikimi, artık kaçınılmaz olarak bankacılık sisteminin gözden geçirilip, hatta borsaların oluşmasına neden olmuştur. Bu noktada ilk göze çarpan İngilizlerin Anvers’de, Meir kanalı kıyısında kurdukları küçük kuleli bir bina ama, para ekonomisinde önder konumundaki borsaydı (1531). Zaten mal ticareti sermaye piyasasınca ele geçirilmişti. Anvers, V. Karl’ın para kenti, Batı dünyasının kredi işlemlerinin gerçek başkentiydi. Diğer bir kent de Lyon kentiydi. İngiliz ve Flamanlara pek rastlanmayan bu kent, ağırlıkla İtalyanlar için çok elverişli ama, aynı zamanda Almanların, İsviçrelilerin, İspanyolların, Yahudilerin ve Fransızların uğrak yerlerinden biriydi. Fransız kralları bile yapacakları savaşlar için gerekli parayı Lyon’dan alıyorlardı.

Sömürgelerden akan değer durmaksızın sermaye birikimini arttırıyor, Anvers, Lyon ve daha az önemli Cenova, Sevilla, Ausgburg ya da çökmeye yüz tutmuş Brüj gibi yerler eski bankacılık yöntemlerini yenilemiş ve daha mükemmel hale sokulmuştu. Sermaye faizi kilise tarafından lanetlense ve Katolik devletler bunu resmen onaylamayı göze alamıyorlarsa da, yine da her yerde uygulanmaktaydı. Hatta krallar ve prensler para verenlere faiz ödemek zorundaydılar. Kutsal papalık bile sarraflara ve bankerlere başvurmaktaydı. İlk resmi başkaldırmayı Lyon yaptı ve faiz karşılığında kredi alınmasına alenen izin verdi.

Calvin, kredi işinde hokkabazlıklara hala ateş püsküren Luther’den farklı olarak, ilgili kimse zenginse, mütevazi bir faize izin vermekteydi. Calvin; “bir miktar paraya benim diyen kimsenin, bu paradan yararlanmasına niçin izin verilmesin? Verimsiz tarlası olana, bunu kiralaması için pekala izin veriliyor.” diye basit bir mantık oyunu ile varolan kaçınılmaz durumu kabulleniyordu. O güne kadar para, toprak karşısında bir değer ifade etmemişti, çünkü para kendiliğinden verimli değildi. Ancak, Calvin verimsiz tarla çözümlemesinden yola çıkarak, bunun da sahibine bir şeyler kazandırabileceğini saptıyordu. Böylelikle Kalvinistler, aşırı faiz istememek koşuluyla, paranın faizlenebileceğini kabul ediyorlardı (1547).

Borç para verenin aldığı senetler, şimdi piyasada kullanılıyor ve başkasına devredilebiliyordu. Bono cirosu bile başlamıştı artık. Bonoların giderek ne kadar büyük önem kazandığı, 1519’da yapılan imparator seçiminde görüldü. Mediciler ve Lyon’daki İtalyan çevrelerince desteklenen I. François etrafa çil çil altın Thalerler dağıtırken, Fuggerler tarafından desteklenen V. Karl, seçiçi prenslere içi Guldenlerle dolu keselerle birlikte, ikramiye olarak -seçimden sonra ödenecek- bonolar da verdi. Karl imparator seçildi. Kredi, nakit parayı yenilgiye uğratmış, banka parayı, kağıt madeni yenmişti.

Bonolardaki ortaklıklar da gündeme geldi. Özellikle bu konuda uzmanlaşmış Augsburglu banker A. Hochstetter, parayı yalnızca kendi ailesi ve akrabalarından borç almamak, başka kimselerden, soylulardan, burjuvalardan ve memurlardan da almak gibi bir yöntem geliştirdi. Bu insanlar onun bankasına para yatıracak ve karşılığında faiz alacaklardı (1526). Sözü geçen bu ortaklıklara, bankacılık terimlerini yaratan İtalyan dilinde “parte”, ortaklığa “partito” ve katılanlara da “partigiani” denildi. Her şeyin tamamlayıcısı olma özelliğine sahip olan Fransızlar ise, XVI. yüzyılda bu terimleri “part, parti, partisan” diye kendi diline uyarladı. Örneğin; tuz vergisini toplamak amacıyla bir “parti” kuruldu (1555). Devlet borcunun vadesini uzatmak amacıyla Lyon’da çıkarılmış Kraliyet tahviline imza koyanlar “le grand Parti”yi kurdular ve para verenler de “partisan”lar oldular.

Batı’nın bu büyük talanı, doğal kaynakların ve emeğin ortaya çıkardığı değerin bir yerden, bir başka yere boşaltılması anlamında, kendi çoğalmasının bir sonucu olarak karşısında azalmayı yaratacaktı. Bir sıçrama diyebileceğimiz 1453’teki “İslam rönesansı” tıkanmış ve tersine dönen bir rönesansa etki etmiştir. Yoksa tek başına Batı’nın Sanayi Devrimi’ne giden tarihsel akışını gökyüzünden indirmeye kalkışmak, maddenin doğasına aykırıdır. Bu birbirini etkileyen çatışmaların diyalektik gerçeklik açısından ele alınabilmesi için Lenin’in de dediği gibi: “Dünyadaki tüm olayların kendi “devinimleri”, kendi doğal gelişimleri, kendi canlı varoluşları içinde anlaşılması, karşıtlardan oluşan bir bütün gibi anlaşılmasına bağlıdır.”(14) Bu bakımdan, Doğu’nun sanayiyi hiç tanımadığı gibi varsayımları ortaya atmak ve sanayinin gelişimini tek başına Batı’ya, gerek prekapitalist kuruluşlara, gerekse kapitalist üretim biçimine bağlamak bizi çok büyük yanılgılara götürecektir.

Çünkü sanayinin gelişimi, ihtiyaç duyan, üreten, etkin, dönüştürücü-değiştirici, toplumsallaşmış insanın saf bir üretici güç olarak doğasında vardır. “Bugün fantastik bir şekilde karmaşık makinaların geliştiği ve makinaların montajının sürdüğü emek aygıtlarının üretimi insanlığın şafağında olduğu gibi bir yandan insan gelişmesinin seviyesine, onun kendi dolaylı ürününe, onun kendi sonuçlarına bağlıdır ve makinalara böylesine güçlü bağımlılık insan eliyle yaratılan insan beyninin organları olarak (materyalist çerçevede) kabul edilebilir. (K. Marx, Grundrisse, s. 594) Bu şekilde, metalar, para özgür emek gücünün hepsi sadece sermayenin, onun özgün hareketinin sonuçları değil aynı zamanda onlar tarihsel önkoşullar, onun ortaya çıkmasının koşullarıdır. Ve bunlar onun ortaya çıkışından önce sermayenin kaçınılmaz şekilde sürekli yükselen hızla yeniden ürettiği ürün türleridir.

Bir nesnenin doğuşunun evrensel gerekli koşulunun kendi evrensel ve gerekli önkoşul haline geldiği tüm gerçek gelişmenin bu diyalektiği, koşulun koşul, nedenin etki, evrenselin belirli haline geldiği diyalektik altüst oluş güncel gelişmenin bir daire, daha belirli olmak gerekirse, her yeni dönüş ile her zaman bir üst düzeye yükselen bir spiral oluşturduğu iç birbirini etkilemenin karakteristik bir niteliğidir.

Marks, kapitalist üretim sistemindeki birbirini etkilemenin bu doğasını kararlı bir şekilde vurgulamıştı: Eğer gelişmiş bir burjuva sisteminde… herhangi bir şey aynı zamanda bir öncül olarak önesürülürse, aynı şey herhangi bir organik sistemde yerini alır.’ (Karl Marx, age, s. 189) Birbirini etkilemenin “dairesel” doğasını doğrudan ifade eden yukarıdaki sözler, kapitalizmin varlığının ve gelişmesinin özgün bir yasası değil ama diyalektik gelişmenin evrensel bir yasası, diyalektiğin bir yasasıdır. Bu kesinlikle, soyut ve somutun karşılaşmasının ve teorik somutluğun materyalist kavramının mantıksal yasasının altını çizen yasadır.

Bununla birlikte, birbirini etkileyen olguların bir sisteminin spiral benzeri gelişmesinin aynı yasası düşünce için genelde diyalektik yöntem olmaksızın ve özelde soyut ve somutun diyalektiğinin berrak kavramı olmaksızın çözülemeyen bazı özgün zorluklar taşır.”(15)

Görüldüğü gibi yayılmacılığın mantığı olan bu basit ekonomi kuramları, daha sonraki yüzyılların belirleyici özelliklerini taşıyordu. 17. yüzyılın ortasından 18. yüzyılın sonlarına kadar olan dönem, ticaret sermayesinin egemen ekonomik güç haline gelmesiydi. 18. yüzyılın ortalarında üç tüccar ulus diğer uluslardan önde ve birbirleriyle rekabet halindeydiler. Hollanda en zengin, İngiltere en aktif ve Fransa en çok nüfusa sahip olanıydı. Özellikle Fransa, çoğalan nüfusu ve buna paralel olarak büyüyen satınalma gücü ile dış ticarete canlılık veriyordu. Özenle hazırlanmış bir politika izleyen Fransa, tüm bu avantajlarını da kullanarak kazançlı denilen bölgelerle alışverişe geçecek duruma gelmişti. Böylece Fransa “kapitülasyon” yoluyla kapıları kendisine açılan Yakındoğuyla, o zamanlar dünya şeker gereksinmesinin yarısını karşılayan San Domingo ile ticaret yapma olanağı bulabilmişti.

Rönesans, Avrupa için bir sıkışmanın ardından yeni atılımlar getirmişti. Zorda kalan Avrupa ulusları, ticaret sermayesinin yardımıyla yeniden her yere uzanmaya çalışıyordu. Bu arada Avrupa’daki güç dengeleri sürekli değişim gösteriyordu. Fransa, İngiltere ve Hollanda’nın yükselişine İskandinav ülkeleri de katılmışlardı. Tüm bu yükselişin yanında düşüşü de yaşayan ülkeler vardı tabi. Özellikle Akdeniz bölgesinin çöküşünde İspanya’nın, Portekiz’in ve İtalya’nın olumsuz etkileri vardı. İspanya ülkede kalmış Müslümanları ve Yahudileri kovmuş ve burjuvazi zor günler yaşamıştı. Sermayeden ve gemilerden yana, eskiye oranla büyük sıkıntı çekilmişti.

Portekiz, Uzakdoğu’daki yerlerinin en önemli kısmını ve baharat ticaretini kaybetmişti. Elinde bir tek zengin ülke, Brezilya kalmıştı. İtalya bir koloni düzeyine düşmüş, İspanyol egemenliğine ve İspanyol para sistemine boyun eğmesinin türlü zararlarını görmüştü. Para politikası alanında Amsterdam, Cenova’yı yenilgiye uğratmıştı.

Batı Avrupa’nın tüm bu ülkeleri, ister çöküşe geçsin ister geçmesin, hep deniz kıyısında ve deniz seferleri sayesinde yaşıyorlardı. Hepsi paralarını gemilere yatırmışlar ve gemi seferlerinin sağladığı sermaye büyümesiyle de kapitalizme adım atıyorlardı. Tarihin büyük bir hızla akmaya başladığı bu süreçte, sömürgeciler arasındaki dengeler de durmaksızın değişiyordu. Ticaret sermayesinin egemenliğini hissettirdiği 17. yüzyıl ortasından 18. yüzyıl sonlarına kadar olan bu süreç, dengelerin yeni bir şekil almasına kadar gitti.

Portekiz’in Fransa’ya olan bağımlılığının İngiltere’ye geçmesi, gemicilikte Hollanda’nın gücünün gerilemesi, Fransa ve İngiltere arasındaki sömürgecilik rekabetinin iyice alevlenmesi, bu süreçten İngiltere’nin üstün çıkışıyla biten bir yarışın sonuçlarıydı. Bu olayların temelinde yatan ise, aslında 17. yüzyıl İngiliz devriminde ve olgunlaşan sınıf mücadelelerinde ticaret sermayesinin kazandığı gerçeğidir.

İngiltere İmparatorluğu’nun maliye ve ticarette öne geçmesi, güvenlik konusundaki tedbirleri de birlikte getirmiştir. İngiltere Cromwell yönetiminde ilk kez ulusal ve profesyonel bir donanma kurmuştur.Bu üstünlüğün ardından, sömürgecilik siyasetinin amaçları iyice belirir. Bu amaçlardan ilki, kendi kendine yeterli bir imparatorluk kurmaktır. Kendi kendine yetmenin yanında ise, hammadde ve besin ihtiyacını mümkün olduğu kadar karşılayabilmek, manifaktürleri için dışarıya kapalı pazarlar sağlamak imparatorluğun temel hedefleri olmuştur. Bu süreç sanayi devriminden önce gelen manifaktürün hızla gelişme sürecidir.Tüm bu sonuçlar, hem sömüren ülkede, hem de sömürgelerde pazarların korunması, diğer ülkelere ait sömürgelerin alınabilmesi için yapılan savaşları da içeren bir yayılma ihtiyacı anlamına gelmekteydi.

Avrupa’nın bu yaklaşımları, önceleri sömürgelerin içlerine kadar girebilecek askeri ve teknik kaynaklara sahip olacağı, dolayısıyla da kapitalist olmayan toplumları parçalayıp yeniden düzenleyerek pazarlar yaratabileceği zamana kadar, zorluklar yaşamıştır. Çünkü Sanayi Devrimi’ne kadar Hindistan, Çin gibi Doğu’nun yüksek nüfuslu ülkeleri Avrupa manifaktürlerine pek sıcak bakmamışlardır.Bu nedenle 19. yüzyıla kadar Avrupalılar Asya’nın büyük bir kısmında sattıklarından çok satın almışlardır. Avrupa’nın artan taleblerini karşılamak üzere, sanayide kullanılan bazı bitkilerin yetiştiği ve beyaz göçmen sömürgelerinin ortaya çıkması, her iki tür sömürgelerde de Avrupa’da Sanayi Devrimi’ni kamçılayacak olan manifaktür talebinin hızla artmasına yol açmıştır.

Bu genişlemenin temelinde ise, köle ticareti yatmaktadır. Görüldüğü gibi, Sanayi Devrimi bu dönemde döllenmiştir. Ticaretin (mal ve köle) bu denli geniş bir zeminde mekan bulması, savaşlarla kurulan tekelci egemenlik, denizlerin denetim altında tutulması bu döneme ilişkin belirleyici özelliklerdir.


NOTLAR
* Hügno-Hugenot, Fransa Protestanlarına verilen addır. Bunlar Calvin’in (1509-1564) kurduğu Kalvinist mezhepdendirler. Fransa’nın Katolik krallarınca baskıya uğramışlardır. 1562-1598 yılları arasında iki mezhepten olan insanlar savaşırlar. 1598’de Nantes fermanıyla barış yapılır ve Kalvinistlere serbestçe ibadet hakkı verilir. 1685’de bu hak kaldırılır; kovuşturmalar ve baskılar başlayınca, bir çok Hügno yurt dışına kaçar. 1787’de baskılar sona erer.


KAYNAKLAR
1. Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihinin Maddesi, C. I, S. 66, Tarihsel Maddecilik Yay., 1974.
2. Rene Sedillot, Dünya Ticaret Tarihi, S. 269-270, Çev:Esat Nermi Erendor, 1983, Cep Kitapları A.Ş. ist.
3. Rene Sedillot, Dünya Ticaret Tarihi, S. 270, Çev:Esat Nermi Erendor, 1983, Cep Kitapları A.Ş. ist.
4. Karl Marx, Le Capital, C. II, Kitap I, 1954, S. 186-88, Marks-Engels-Lenin, Sanat Ve Edebiyat, Çev: Aziz Çalışlar, S. 42, Ekim Yay., 1990.
5. (“ingiltere’nin Dış Ticaret Hazinesi. Ya da Dış Ticaret Dengesi Hazinemizin Bir Kuralıdır. Londra’lı tüccar Thomas Mur tarafından yazılmış ve oğlu John Mur’ca kamu yararına yayınlanmıştır.” Londra, 1669, S. 181-182.) Marks-Engels-Lenin, Sanat Ve Edebiyat, Çev: Aziz Çalışlar, S. 42, Bkz. Dipnot: (b) Ekim Yay., 1990.
6. Zikreden: Yves Lacoste, Geographie du Sous-developpement, Paris 1965, S. 215-216, Aktaran: D. Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, C. I, S. 42, Tekin Yay., 1996.
7. Aktaran: D. Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, C. I, S. 55-56, Tekin Yay., 1996.
8. (“Bugünkü Yüksek Zahire Fiyatlarının Nedenleri Üstüne Bir Araştırma”, Londra, 1767, S. 10.) Marks-Engels-Lenin, Sanat Ve Edebiyat, Çev: Aziz Çalışlar, S. 42-43, Bkz. Dipnot: (b) Ekim Yay., 1990.
9. Rene Sedillot, Dünya Ticaret Tarihi, S. 244-245, Çev: E. N. Erendor, Cep Kitapları A. Ş., 1983.
10. Karl Marks, 1844 El Yazmaları, S. 140-141, (Shakespeare, Atinalı Timon, Perde IV, Sahne III, Marks’ın alıntısı Schlegel-Tieck çevirisinden-Ed.), Çev: Murat Belge, Payel Yay., 1969.
11. Karl Marks, 1844 El Yazmaları, S. 142-143, Çev: Murat Belge, Payel Yay., 1969.
12. Karl Marks, 1844 El Yazmaları, S. 140, (Goethe; Faust-Mephistopheles, Bölüm I-Ed.), Çev: Murat Belge, Payel Yay., 1969.
13. Karl Marks, 1844 El Yazmaları, S. 144, Çev: Murat Belge, Payel Yay., 1969.
14. Lenin, “Diyalektik Sorunu”, Aktaran: B. Brecht, Sanat Üzerine Yazılar, S. 53, Çev: Kamuran Şipal, Cem Yay., 1997.
15. E. V. ilyenkov, Marx’ın Kapitalinde Soyut Ve Somutun Diyalektiği, S. 144, Yorum Yay., 1996.


E-Kitap: Bir Toprak… Bir Tarih… Bir Şair: Mayakovski – Yiğit Tuncay

İçindekiler