Düş Görenlerin Gerçekliği – Yiğit Tuncay

Düş Görenlerin Gerçekliği - Yiğit Tuncay


Çöküş İmgesi ve Dönüşüm

20. yüzyılın ilk çeyreğinde Avrupa sanatı, çağına egemen olmaya çalışan sanayileşmenin ve kapitalizmin misyoneri olan emperyalizmin açtığı yaralarla, tüm bunları sezen sanatçıların attığı “çığlık”lara (1) sahne oluyordu. 20. yüzyıl öncesinde, “birdenbire çağı tanımlamaya yarayacak olan buharlı makinenin icadı, uygarlıkları yeniden sınıflandırmıştı. Fabrikalar madenle işbirliği yapmaya başlamış ve artık başka türlü bir yaşam anlayışı biçimlenmekteydi. Yayılmaya başlayan özgürlük tutkusu, insanın gelişmesinin habercisi oluyordu. Birçok bakımdan 18. yy.’a yakın ama, onun akılcılığına sırt çeviren romantizm, buharın ve yükselmekte olan kapitalizme karşı duygusal tepkisini göstermeye başlamıştı bile. Gerçekçilik ve doğalcılık, demir-altın uygarlığına karşıdan bakmayı yeğlemiş, bilimcilik umut içinde ışık saçarken, olguculuk insanoğlunun aklını mekanikleştirmişti. Öznel-idealizm ise, tüm zamanlara yayılacak ikamesini gerçekleştiriyordu. Belirsizleşen, iki yana da çekilebilir hale gelen kesinliklerin sarsılmasıyla, Avrupa anlıkçılığı (entellektüelizmi) düşüşe başladı.

Bilimde gelişmeler oldu. Artık buluşların ve ilerlemenin ne anlama geldiğini yeniden düşünmek gerekliliği ortaya çıkmıştı. Liberal ekonominin havarileri ve kodaman hisse senedi sahipleri kurtuluş umudunun kendileri olduğunu söylüyorlardı. Bütün bunlara karşılık Lenin’in kaleminden Marksizm kendini dünyaya tanıtıyordu.

Rusya’daki devrim, sınıfsız, sömürüsüz, özgür bir toplumu ilk deklare eden girişim oldu. Avrupa’nın hızı kolay kolay sindirilmeye yanaşmamıştı. Akkor lambasını, dinamoyu, sinemayı, telsizi geliştiriyor, otomobil ile uçağı yaratıyordu. (…) Avrupa’nın yaşadığı bu makineleşme, bilimin dili olan felsefede, sanatta ve kültür hayatında etkisini bulmuştu.

1910’lu yıllarda İtalya’da ortaya çıkan fütüristler, makineleşmeyi insanlığın ilerlemesi olarak algılayıp desteklediler. Olguculuk, tam anlamı ile zirveye tırmanmıştı. Kapitalist paylaşım savaşı ile birlikte, Avrupa’da dışavurumcu akım kendini gösterdi. Bu sanat akımı, bilimdeki gelişmelerden, kentlerin makineleşmiş boğuculuğundan etkilenen bir kuşağın sesiydi. Geçmişteki sanat akımlarına tepki duyan bu kuşak, mekanikçi aklın karşısına sezgici aklı koyuyor ve savaşın acıları içinde hezeyana düşen öznel-idealist bir çizgi izliyordu.”(2)

Modernizm, insanlarda iki türlü gerilimi yaratıyordu; hayata dair olguların insanın üstüne yıkılmasına karşı, onu çözümlemeye çalışanlar ve hayatın tüm bu olgularına sırtını dönerek kaçanlar. Bilim, felsefe ve sanatta ise, olguculuğun, sezgicilikle çatışması gündeme gelmişti. Sanatta taklide (mimesis) dayanan gerçekçiliğe karşı gelişen tepkisellik, bireyin derinliklerine doğru çıkılan bir yolculuğun işaretlerini veriyordu. İlk öykülerini dışavurumcuların dergilerinde yayınlayan bir yazar olan Kafka ise, tüm bu çatışmaların en belirgin yansıtıcısı olmuştur.

Kafka’nın “Dönüşüm”ünde, Gregor Samsa, bir sabah uyandığında kendini kocaman bir böceğe dönüşmüş olarak bulur. Geçirdiği dönüşüme kendisinin ve çevresinin tepkilerini görürüz. Gregor Samsa, kendisini ailesine adamıştır… ücretlidir… Her sabah erkenden kalkar ve kalkabilmek için başucunda çalar saat bulundurur.

Kafka’nın bu sunuşunu, kaba gülünçlüklerle, tuhaf ve olmayacak şakalaşmalardan yararlanan, karşıt görüntüleri, bağdaşmaz durumları şaşırtıcı biçimde birleştiren, söylemek istediğini akla karşı, akla aykırı yadırgatmalarla verdiği yolundaki yorumların doğruluk payı vardır. Ancak, Kafka’nın arka planında; çok kolay para kazanan ve bir bakışıyla etrafındakileri titreten babasına, en ufak bir yabancılık duymadan tektip elbiseleriyle okullarına koşan çocuklara, babasının karşısında sürekli ezik yaşayan ve buna katlanan annesine, bütün gün ağır koşullar altında çalıştıktan sonra evlerine memnun dönen insanlara, çok kolay sevip ayrılan kadın ve erkeklere, kollarını bacaklarını makinelere kaptıran, ama bu durumlarını olağan gören emekçilere, tekelciliği, tekelciliğin tükettiği libarel döneme, polis örgütü olarak ezen komplocular güruhuna, erk söylemiyle gelişen açık gasplara, tutuklamaların baskın, mahkemelerin bir şiddet eylemi olmasına, sanayileşmeye ve emperyalist paylaşım savaşlarına dair görüntüler vardır.

Burjuva eleştirmenlerine göre bütün bu anlatımlar grotesk izler taşır. Ama unutmayalım ki grotesk, Avrupa’da, restorasyon sürecinde kendini göstermiştir. 1565’ten itibaren gedik ya da loncalarda oynanan komedyalardan yüzyıllara yayılan gelişimini sürdürmüştür.

Böylesine vandalizm üreten burjuva sınıfı ve onun sistemi olan kapitalizm, Kafka’nın sunuşunda groteski doğurmuştur. Çünkü toplumsal ilişkilerin belirlediği öznel bilincin bir dışavurumudur o. “Daha önceden görmüş olma”ların (deja vu) tanıklığını yapar öznel bilincinde. Bu tanıklığın sunuş aşaması, çıkış noktası olarak akılla yönlendirilse de, gönül gözüyle “bakma”nın “görme”ye karşı üstünlüğünü ve gelmekte olanın ciddiyetini inandırıcılıkla sunamayan doğruları taşır.

Bilinçsiz okuyucu açısından yapraklardan ormanı görememe tehlikesiyle dolu olan bu problemli ifade biçimi, okuyucunun öznel bilincinde yaprakları da kuşatan gizemli bir sis perdesinin oluşmasına neden olmuştur. Yapraklara eklenen ayrı bir boyut olarak gizemli sis perdesi, içinde görülecek bir şey olmayan ve insanı hiç bir yere götüremeyen derinliği ortaya çıkarır. Okuyucuda beliren mesnetsiz derinlik duygusu ve hiçlik örtüsüne sarılan kavramlar, aydınlatılması gerekirken, gittikçe karanlığa gömülmektedir.

Hamam böcekleri imparatorluğu düşüncesinden korkan Kafka, sürekli çöküş anlarının tespitini yapar. Tarih, ona göre cehenneme dönüşür ve cehennemin kapılarını açan ise burjuvazinin ta kendisi olur. Üstüne tabu koyduğu tarih kavramı, onun için, anın sonsuzluğu, dünyanın gidişinin değişmezliği ve doğaya teslimiyete ilişkindir. “Öteki” tarih henüz başlamadığı için, tarihin adını anmaktan kaçınır.

“İlerlemeye inanmak, ilerlemenin olduğuna inanmak değildir.” diyordu Kafka. Savaşılması gereken ve savaşılana karşı bir kin duyarak, bu kinini, ancak, şu çağrıyla dile getiriyordu: “Evimizde, bu korkunç yörekent (banliyö) evinde bu yıkılmaz ortaçağ yıkıntılarından yükselmiş kiralık kışlada, bugün, bu sisli, buz gibi kış sabahı şu çağrı yayıldı:

“Tüm komşularıma!
Beş oyuncak tüfeğim var. Hepsi dolabımda, birer çengelde asılı, ilki benim, ötekiler için isteyen başvurabilir. Dört kişiden çoğu başvurursa, sonradan gelenler kendi tüfeklerini kendileri getirmeli dolabıma koymalıdır. Çünkü bir örneklik olmalı, bir örneklik olmadan ilerleyemeyiz. Hem başka bir kullanıma uygun olmayan tüfeklerim var yalnızca; mekanizma bozuk, harbi kopuk, yalnızca horozlar çatırdıyor. Yani gerektiğinde başka benzer tüfekler sağlamak güç olmayacak. Ama temelde ilk zamanlar tüfeksiz insanlar da uygun benim için. Tüfeği olan bizler silahsızları tam zamanında ortamıza alacağız. Kızılderili’lere karşı savaşan Amerika’lı çiftçilerin elinde üstünlüğünü kanıtlamış bir savaşma biçimi, koşullar benzer olduğuna göre neden burada da geçerliliğini kanıtlamasın? Dahası tüfeklerden sürekli olarak vazgeçilebilir öyleyse, o beş tüfek bile kesinlikle gerekli değil, yalnızca elde olduklarından kullanılmaları da gerekir. Ama öteki dört kişi tüfekleri taşımak istemezlerse, bıraksınlar. O zaman yalnızca ben önder olarak bir tüfek taşırım. Ama önderimiz olmalı; öyleyse ben de kırar ya da bir yana bırakırım. Bu ilk çağrıydı. Bizim binada kimsenin çağrıları okuyacak, hele çağrılar üstüne düşünecek zamanı yok. Kısa süre sonra küçük kağıtlar çatı katından çıkıp tüm koridorlarca beslenerek merdivenlerden aşağı inen, orada yukarıya doğru kabaran bir karşı akıntıyla boğuşan pislik deresinde yüzüyorlardı. Ama bir hafta sonra ikinci bir çağrı geldi:

Komşular!
Şimdiye değin kimse başvurmadı bana. Ekmeğimi kazandığım zamanlar dışında sürekli evdeyim, evde olmadığım ve odamın kapısının sürekli açık olduğu zamanlarda da masamda, isteyen herkesin üstüne adını yazabileceği bir kağıt vardı. Kimse yazmadı adını.(3)

Kafka’nın öykülerinde birer “figür” olarak devrim buydu. Dönüşüm hep çöküşü tespit ediyor ve ilgisiz olandan bir çaba bekliyordu. Anlatılanın kopup üstlerine çökeceğinden korkmalarını ve ayağa kalkmalarını amaçlıyordu. Bunun ayrımına varıp da kaçıp gitmeyi yeğlemeyen kişi kafasını uzatmalı, başına geleceklerin kendinden öncekilerin başına gelenlerden daha iyi olmaması tehlikesini de göze alarak, duvarı kafasıyla yıkmalıydı. Kendinden öncekilerin yazgıları, korkutmak yerine, kışkırtmalıdır kişiyi. Alışılmışa, kurallara uymayanlara ne yapılır böyle bir dünyada? Onlar artık ezilmeye, yavaş yavaş tüketilmeye, yokedilmeye çalışılır. Ya büyüklerine benzeyeceksin, ya da yokedileceksin. “Hiçbirşey verilmemiş bana, herşeyi kendim elde etmek zorunda kalmışım; hem yalnız bugünü ve geleceği değil, geçmişi de…” diye yazar Milena’ya.

Kendi çözümsüzlüğünün kurbanı olan Kafka’nın sorununun bir örgütlenme sorunu olduğunu söyleyen Brecht’e göre: “Kafka’nın bakışı tekerlekler altında kalmış bir insanın bakışıdır. Küçük burjuvanın durumu Kafka’nın durumudur. Ne var ki, küçük burjuva akımlarının bugün gördüğümüz türü -yani faşist türü- bu duruma başeğmez, demir bir iradeyle karşı koymaya kararlı olduğu halde, Kafka hemen hemen hiç karşı çıkmaz; bilge kişidir o. Faşist, kahramanlığı sahneye çıkarırken, Kafka’nın cevabı, soru sormaktır. Bu durmda Kafka’nın aradığı şey güvenliktir.(…) Bu şehirler dolaylı ilişkilerin uçsuz bucaksız labirentini, modern yaşama biçimlerinin getirdiği bölünmeleri, karmaşık, karşılıklı bağımlılıkları dile getirirler. Bütün bunlar zamanla ifadesini bir önder özleminde bulur. Küçük burjuva, önderi hiç kimsenin hiçbir sorumluluk yüklenmediği bir dünyada, bütün hoşnutsuzluklarından sorumlu tutabileceği tek adam olarak görür…”(4)

Görüldüğü gibi, Kafka’nın bazı özellikler gösteren bu dönemde verdiği ürünler, iki farklı sonuç yaratan yansımalardır. Bunlardan ilki; üstüne yığılan nesnel olguların yarattığı bir iç daralmasının tepkiselliğiyle (metafiziğe açılmak) arayışa giren okuyucunun, bu yansımalarda, hiçlik örtüsüne sarılmış, ironiler ve çeşitli ince alaylarla bezenmiş öznelliğin içinde kendi öznelliğini keşfetme çabasıdır. İkincisi ise; yeşil yaprakların yarattığı güzellemenin illüzyonuna kapılmadan, yaprakları aralayarak ormanı görmeye yönelik olarak, yani nesnelliğe ulaşma tutkusudur.

Kafka’nın tüm amacı, öznellik ile nesnelliği bir araya getirmektir. Ona göre ruh özneldir ve nesnelliği belirlemelidir. Böylelikle, ruhun duygusal düşünsel yaşantısı olan ideal dünya, varolan toplumsal pratikle çatışmaya girer. Birliği arayan bu zıtlık, kaçınılmaz olarak parçalanmayı yaratmıştır bile. Çünkü, çıkış noktası olarak öznellikten hareket etmesi, nesnel olana bir bağ kuramamasının sonucudur. Bu Hegelyen yöntem, çözümsüzlüğü getirdiği gibi, çok önemli bir sorun olarak yanılsamayı önümüze koyar. Bu sorun ise, sürekli önümüze çıkan idealist estetiktir.

Gün geçtikçe geliştirilen idealist estetik, artık, idealist yanılsamanın ötesine giderek egemen sınıfların tahakkümünün bir aracı haline gelmiştir. Kökleri Platon’dan ve onun düşüncelerini bir sisteme oturtan Ariatoteles’e kadar dayanmaka olan bu estetik anlayış, gerçekte uyumun, ehlileştirmenin söylemidir. Özellikle idealist estetiğin önemli bir aşaması sayılan dramatik yöntem, öznel (lirik) olanla nesnel (epik) olanı bütünlemeye çalışır. Daha önce sözünü ettiğimiz gibi, kurulmaya çalışılan bağ, yarattığı parçalanma ile “görme”mize engel olur. Bu tarz duygusal boşalımlar sunan yapıtlar, genellikle trajik duruma düşen erdemli karakterleriyle, bizi, uyuma, bütünleşmeye hatta bir özdeşleşmeye götürür. Özdeşleşme anı içinde yaşanan trajik durumun içindeki çatışma ve karmaşanın mutlu bir sona varması ile arınma ortamı yeniden kurulur.

Değişime niyetli bir estetik ise, ne öznel duygusallıklarla özdeşleşmeye, ne aykırı özellikleri ehlileştirip bir uyuma yöneltmeye, ne de nesnel olana duyulan çözümsüz korkuları körüklemeye yeltenmelidir. Değişmeci estetik, öznelliğe karşı, insanın bağımlı olduğu iktisadi ve toplumsal güçlerin nenesi olduğu fikrinden hareket eder. Böyle olunca, özdeşleşmeye karşılık bir mesafe (yabancılaşma efekti) koyarak eleştiriyelliği geliştirir. Eleştiriyellik, kavramları görünür kılarak, doğruları açıklayarak, karşıtlıkları göstererek değişime yönelmeyi önerir. Bu estetik anlayış, bilimsel bir yöntem olarak diyalektik gerçekliği benimser. İdealist estetiğe karşı bu estetik yöntemin ilk temellerini Brecht atmıştır. Marksist bir dünya görüşüne dayanan ve geliştirilmesi gereken bu yöntem, özdeşleşmeye karşı mesafeyi (yabancılaşma efekti) belirleyerek, arınarak huzur bulma gibi bir sona karşı ise, sonu eyleme yönelten bir başlangıç olarak saptar.

“Dönüşüm” adlı sunuşunda Kafka, Marks’ın kavramlaştırdığı yabancılaşma olgusundan hareket ederek, öznel trajedisini ironiye, oyuna tamamı ile teslim etmiş ve olumlu bir özdeşleşmeye gidebilecek iken traji-komik bir duruma düşmüştür. Arınarak huzur bulma noktasında ise, öznel çözümsüzlüğü sürekli çöküş alarmı vermiştir. Çöküş imgesi (apokalyptik tavır) kaçınılmaz olarak karşıtını yaratacaktır. Bir birliği arayan karşıtlık, çöküşe karşıt olarak, hayatta kendini restorasyon imgesiyle (ütopik tavır) tamamlar.

Restorasyon İmgesi ve 1984

Anti-komünist niceliklere hizmette kusur etmeyen George Orwell’in yazdığı “1984” adlı roman, geniş zamana yayılmış burjuva ideolojisinin, tekelci ve ulusötesi (transnasyonal) sermayenin yüzüdür. Orwell’in geliştirdiği restorasyon imgesi -“büyük birader” diktatörlüğü söylemi altında kendi kazdığı çukura düşerek, merkeziyetçiliğe karşı aradığı ademi merkeziyetçiliği, burjuva diktatörlüğünde somutlamıştır. Orwell’in “1984”ünde ortaya konan üç eksenli dünyanın bir devamı olan, Macar yazar György Dalos’un yazdığı ve daha “umut” dolu olduğu söylenen “1985” adlı romanda ise, eksenlerden birinde, yani “Okyanusya”da iki ayrı koldan aydın ve proleter hareketleri gelişmeye başlamıştır. Aydınlar ve proleterler iktidarı ele geçirirler, ancak, bu da proleteryanın yenilgisi olur. Kurulan yeni düzen, eskisinin daha gelişmiş bir biçimi olur.

“Orwell’in romanında anlatılan olay Okyanusya’nın başkenti Londra’da geçer. Ülke, parti oligarşisi altındadır. 1960 “devrim”iyle iktidara gelen partinin tüm amacı bireylerin bilincini yok etmektir. Bu amaçla, adalet özgürlük, gerçek, bilgi, duygu ve tarih gibi kavramlar tersine çevrilir. Partinin resmi ideolojisi, Ingsos’un üç önemli sloganı vardır: “savaş barıştır, özgürlük köleliktir, bilgisizlik güçtür.” En ağır suç düşünce suçudur. Düşünce polisinin görevi, düşünce suçunu engellemek, parti tarafından saptanan ortak düşünüş biçiminin dışına çıkanları belirleyerek bunları cezalandırmaktadır.

Tüm Okyanusyalı’lar hem kamera, hem ekran olarak kullanılan televizyon araçları ile sürekli gözetlenir. Tele-ekran adı verilen bu araçları kapatmak ya da sesini kısmak mümkün değildir. Bu yüzden tele-ekranlar insanları koşullandırmaya yarar. Times’da aynı amaçla kullanılır. Times’da gerçeğe yer yoktur. Aslında neyin gerçek neyin yalan olduğu artık bilinmez. Tüm insanlarca duygular yok edilmiştir.(…) Ülke nüfusunun yüzde 85’ini oluşturan proleterler bütünüyle tepkisizleştirildikleri için denetlenmesi gerekmeyen tek grup proleterlerdir.”(5)

Görüldüğü gibi anti-Sovyetizm adına yazılan bu bilim-kurgu roman hangi düzeni anlatmaktadır? Buradaki anti-Sovyetizm hangi sisteme akıl vermektedir? Okyanusya, Avrasya ve Doğu-Asya eksenlerinde anlatılan dünya, aslında üç eksene rağmen tek kutuplu bir dünyanın tasviridir. Bunun yanısıra, tüm bunlara karşı gelişen muhalefet yönetimine dikkati çekmek isterim. “Smith, o düzende birey olarak kalamaya çalışan son insandır. Düşünce polisinden korktuğu için düzene karşı tepkisi, önce düşünce düzeyindedir. Gizlice sağladığı deftere anılarını yazmaya çalışır. Ama geçmiş defalarca değiştirildiği için anımsayabildiği şeyler bölük pörçüktür.

Toplumun değişmesi yolunda en küçük bir umut dahi bulunmadığını bilse de partiye duyduğu nefreti anılarını yazarak eyleme döker. Kendisi gibi dış parti üyesi olan Julia ile kurduğu ilişki gene aynı nefretin sonucudur. Cinsel ilişkiyi “insan türünün sürdürülmesi” görevine indirgeyen partiden gizli yerlerde dilediklerince sevişerek öç alırlar. Bu ilişki sıradan bir aşk ilişkisi değil, daha çok politik eylemdir.(…)

Düzene karşı daha etkin olabilmek için büyük biraderin eski karşıtlarından Emmanue Goldstein’in yeraltı hareketi ile ilişki kurmak ister. Ancak, ilişkiyi sağlayacak O’Brien düşünce polisidir. Aslında E. Goldstein diye birinin yaşayıp yaşamadığı da belli değildir. Bu hareket parti tarafından kitlelerin saldırganlık güdülerini denetim altına almak için bir emniyet sübabı olarak kullanılır.”(6)

Bu bir karşı-devrim ütopyasıdır. Bir topla bir çok kuş vurulur. İki kutuplu bir dünyada, tek kutuplu dünyanın hayalini kurar. Ardından, sisteme yeni muhalefet kanallarının denetimini işaret ederek, burjuva diktatörlüğünün zihin polisi sol muhalefetini önerir. Orwell, 1937 yılında; “Sosyalist hareketin yeniden canlanması için Sovyet mitinin yıkılması şarttır.” demektedir. Karşı-devrimin ütopyacısı bununla yetinmeyerek, “1984”e gelen eleştirileri şöyle yanıtlamıştır: “Son romanım, sosyalizme ya da benim de desteklediğim İngiliz İşçi Partisi’ne bir saldırı olarak yazılmamıştır. Bu yapıtımda daha çok merkezi ekonomi ile yönetilen ülkelerin yatkın olduğu bazı çarpık yönetim biçimlerini sergilemek istedim.”

“Sosyal devlet” anlayışına bile tahammülü olmayan Orwell’in formülasyonu gayet basittir. Merkeziyetçilik ve monolitiklik eleştirisiyle parçalı çözümü önermektedir. Parçalı çözüm, devletin ve toplumun aynı anda atomize olmasıdır. Ancak, parçalanan bu güçler kendi içlerinde çözülmez bir çelişkiye ve uzlaşmaz karşıtlara dönüşmeye başladığında, tüm bu zıtlıkları yatıştırıcı bir güç olarak sermaye ortaya çıkar. Siyasi sıkışma anlarında “kapsayıcı”lık ve “ilerici”lik illüzyonunu yayan egemenler, görünür hale gelen çatışmayı, devletin toplumsallaşmasını karşılayan kamulaşmaya karşı, sermaye-devlet sivil toplum ayrımında yatıştırır.

Soğuk savaş argümanlarına dayanan bu bilim-kurgu roman, emperyalist blokun “küreselleşme” adı altında tüm dünyayı işgal etmeye hazırlandığı bir dönemin ürünü olmuştur. İngiliz-Hintli ana babanın oğlu olarak doğan, 5 yıl Burma’da Hint İmparatorluk Partisi’nde görev yapan, 1936 yılında İspanya’ya giderek Aragon cephesinde Troçkistlerle birlikte savaşan ve daha sonra İngiltere’ye dönerek kendini kitap yazmaya, bitki yetiştirip, piliç beslemeye veren İngiliz ajanı, karşı-devrimin ütopyacısı Orwell’a daha bir çok isim ekleyebiliriz.

Sosyalizm korkusunu yaşayan burjuva ideologları, yükselen tarihsel gelişim çizgisinde gelecekten korkmaktadırlar. Yıkım savaşlarını kaçınılmaz, toplumsal devrimleri “doğal afet” olarak niteleyenler, emperyalist paylaşım savaşını ve kapitalizmin haşarı çocuğu faşizmin yarattığı felaketleri bir çöküş diye tanımlarlar. Kendi sistemlerinin yarattığı bu sonuçlar, onların tıkanma noktalarıdır. Önce tıkanma söylemini, ardından açılma noktalarına işaret ederek, çözüm söylemini tırmandırırlar. Bu ikili tavır birbirinden ayrı gelişemez. Sistem çözülmeyi ve restorasyonu aynı anda yaşamaya başlar.

Ütopyanın Kaleleri

Ütopya (hiç bir yerde), nesnel toplumsal koşullardan ve toplumun tabi olduğu yasal düzenliklerden değil de, soyut adalet, eşitlik, hümanizma ilkelerinden türetilen, bu yüzden de gerçekleşmeleri mümkün olmayan toplumsal ideallerin, gelecekteki ideal toplum durumlarının tanımından yola çıkar.

Ütopik komünizmin ilk ürünleri, Thomas More’un “Ütopia”sı (1516) ve Tomaso Campenella’nın “Güneş Ülkesi”dir (1602). Çağın en parlak hümanist ve hukukçularından biri olarak ün salan More, katolik kilisesinin ermişleri arasına ancak 400 yıl sonra girebilmiştir. Hem Platon’dan, hem de İsa’dan etkilenen bu mistik düşünür, Proudhon’a kadar varan mülkiyet tanımlamasını şöyle dile getirmektedir: “Nerede ki mülkiyet bireysel bir haktır, nerede ki bütün her şey parayla ölçülür, oraya adaletli ve toplumsal refahı sokup örgütleyemezsiniz. Ama en iyi şeylerin en kötülerin payına düştüğü bir topluma adaletli bir toplum diyorsanız ve halk yığınları sefaletin pençesinde kıvranırken kamu servetinin bir avuç gözü doymaz bireyin keyfine terk edildiği bir devleti mutlu bir devlet olarak kabul ediyorsanız, o başka.

Çok az yasanın olacağı “Ütopya”da, ulusal servet eşit bir şekilde üleştirilir. Proudhon’un mülkiyete olan tavrına benzerlikler taşısa da, devlet konusunda bir uyum içinde olmaları mümkün değildir. Çünkü Thomas More, devlet konusunda Platon’dan fazlası ile etkilenmiştir. “Devletin koruyucuları, tarla, ev ve para sahibi oldukları anda koruculuktan çıkıp evcimen kesilirler ve devleti savunurlarken, zorbaları ve düşmanları haline gelirler.” diyen Platon, öfkeli, çok çabuk kavrayışlı, güçlü ve devletin kusursuz koruyucusu olmaya aday, yalan söylemeye hakkı olan biricik insanlar olarak filazofları kastederken, onları kent-devletlerin yöneticileri olarak ilan eder. Platon’un, yalan söyleme hakkını verdiği yöneticiler ona göre sadece bu yalanları devletin çıkarları doğrultusunda söyleyebileceklerdir. Ama başka hiç kimsenin bu kadar nazik bir işe bulaşma hakkı yoktur.

Meşhur pozitivistlerden Wilfredo Pareto bilime yaptığı vurgunun yanısıra azınlık yönetimi konusunda Platon’dan etkilenmiştir. Pareto’ya göre, sadece yetenekli bir azınlığın kafasında aydınlanma yolunda bir ilerleme görülür. Ayrıca, Pareto, insanlığın büyük kitlesinin düşünme yeteneğinden yoksun olduklarını düşünecek derecede küçük görmüştür.

“Yoksullar, düşmanlarına karşı zafer kazanıp da bunların kimisini kılıçtan geçirdikleri, kimisini sürgün ettikleri, arta kalanlarla da hükümeti ve yüksek görevleri eşit olarak paylaştıkları anda demokrasi kuruldu demektir.” diyen Platon’a karşı Aristoteles, insandaki mülkiyet duygusu ve tekelci sevgi üzerine şunları söylemektedir: “Platon’un yanılgısı, kent-devlette mutlak birliği gerçekleştirmek istemesindedir; tıpkı bir senfoniyi aynı perdeden bir sese indirgemek gibi, olanak dışı bir iştir oysa bu iş; çünkü kent-devlet, eğitim aracılığıyla birliğe kavuşturulması gereken bir çoğulluktur.” Sözü geçen birlik ise, yani devlet, kendisini oluşturan parçalardan, bireylerden, ailelerden, kurumlardan, bağımsız bir bütündür. “Öyleyse, devlet denen siyasal toplum yalnızca bir arada yaşamak için değil, soylu erdemli eylemlerde bulunabilmek içindir.”

Aristoteles, Platon’a ne kadar karşı çıksa da, aslında, Platon’un düşüncelerini bir sisteme oturtmaktan ve “ideal devlet” modelini aramaktan öteye gidemiyordu. İki düşünür de, ortaya koydukları “ideal devlet” arayışına her türlü değişiklikten kaçınarak, durulmayı, istikrarı sağlayıp, düzeni sürekli kılmanın zorunluluğu üstünde dururlar. Hatta Aristoteles bu konuda; “Daha küçükler eşit olmak, eşitler ise daha büyük olmak için ayaklanırlar” demektedir. Birinci durumda demokratik bir ayaklanma, ikinci durumda oligarşik bir ayaklanma söz konusudur. Bu nedenle siyaset vurgusunu yapan Aristotales, “konumu gereği insanların mutluluğunu amaç edindiğinden ötürü, en yüksek bilimdir, en yüksek sanattır” der siyaset için.

Hegel’i kıskandıracak derecede fikirler sunan Aristoteles’in orta sınıfa dayalı “yurttaş toplumu”, daha gelişmiş şekliyle Hegel’de sivil toplum söylemine dönüşür. Çünkü Hegel’e göre, düşüncenin diyalektiği ile varlığın diyalektiği arasında kökensel bir ayrılık yoktur. İde, tek tek varlıkların eşitliği içinde kaybolmaz; “düşünen zihin”de yeniden kendisini bulur. Bütünsel varlık, evrensel varlık bir gelişme, bir oluştur ve tarih planında devlet olarak gerçekleşmektedir. Hegel’in sivil toplumu; modern toplumu, modern devleti kanunları olan, uyumlu, “demokrasi” adı altında çatışma ve anlaşma güçleri arasındaki bir dengeye dayanan burjuvazinin düzenini karşılamaktadır.

Tarih, tek başına düşüncelerin çatışmasının tarihi değil, toplumsal pratiğe dayalı sınıf mücadelelerinin tarihidir. Özel mülkiyete dayalı üretim araçlarının, üretim güçlerinin gelişmesi, kapitalist üretim tarzını hazırlamıştır. Kapitalist düzenin kuruluşu, kendisi ile beraber örgütlenme sorununu getirmiştir.

Üretim araçlarının hızla gelişmesinin insanlığın önüne koyduğu sorunların çözülmesine ilk soyunanlardan biri Saint-Simon’dur. Siyasetin bir üretim bilimi olduğunu söyleyen Saint-Simon; “Adam Smith’ten önce, ekonomi politik, henüz çocukluk çağında olmasına rağmen hükümetlerin kullandığı bir araç durumuna girmişti. Daha sonra, önemi açıkça anlaşıldı ve siyasetten bağımsız hale geldi. Biraz daha cesaret ve felsefe, ekonomi politiği gerçek yerine ulaştıracaktır. Başlangıçta, ekonomi politik siyasete dayanmıştı; ama gelecekte, siyaset ekonomi politiğe dayanacak. Daha doğrusu, tek başına siyasetin yerine geçecek. Bu gelecek, sanıldığı kadar uzak değildir” demektedir.

“Toplumun çeşitli üyelerinin ihtiyaçlarını veya fizik zevklerini karşılayacak bir veya birçok maddi vasıtayı üretmeye veya üretilen malları bu fertlere ulaştırmaya çalışan adam.” olarak endüstriyeller, toplumun maddi gücünü temsil edeceklerdi. Öncelikle, siyasal toplumun kendine hedef olarak ortaya koyacağı en akla yatkın ve olumlu amaç, yararlı şeylerin üretilmesiydi. Üretime ve üreticilere saygı duyma ilkesi temel alınmalıydı. Bu anlamda merkezi planlamayla devletin bu işe karışması ona zarar verirdi. Büyümenin önünün açılması, devletin sadece endüstriyellerin girişimini “engellerden ve tersliklerden” koruyan kutsal bir düzenleyici görevini üstlenmesiyle olabilirdi.

Merkeziyetçi bir yöntem olarak, görüşlerini bunların eleştirisi üzerinde temellendiren Charles Fourier ise, her emekçiye ücret yerine kar payı (temettü) verilmesini, üretimin sıkıcı bir hal almaması için bir zevke dönüştürülmesini ve üretim mekanlarının çekici kılınması için emekçiler arasında rekabetin doğrulması gerekliliğini vurgulamıştır.

Bir köylü çocuğu olan Robert Owen ise, insanların çektiği yoksulluğa karşı harekete geçmiş ve çalışanların çocuklarını emanet edebileceği ana okulları fikrini geliştirmiştir. Çalışma saatlerini düşürme ve tüm işçilerin ücretlerini eksiksiz almaları için çalışmalar yaparak evrensel ahenk üstüne kurulu yeni bir din tasarlayan Owen, bütün bu girişimleri sonucunda üretimin arttırılmasını ve kaliteyi yakalamasına rağmen yine de işçilerin “refah” düzeyini yakalayamadığının farkına varmıştır.

Avrupa’nın siyasal ve iktisadi tüm birikimlerini bir zaman tünelinden günümüze ışınlayan bir düşünür de, bu topraklara ilişkin ütopyalarını “2027 Yılının Anıları” başlığı altında toplayan Çetin Altan’dır. Geçmişte Türkiye İşçi Partisi’ni temsilen meclise giren bu düşünür, Türkiye siyasetine kendi yaklaşımlarının yanı sıra, TÜSİAD’ın siyasal programı haline gelen görüşlerini her yerde savunan iki de nur topu gibi siyasal bebek vermiştir.

Gerçekliği, on başlık altında topladığı ütopyalarını içinde arayan Altan, devlet eliyle kalkınmacılıktan istifa ederek; “ben sadece benim gözlüklerimden bana yansımışları kendi koşullarıma ve yorumlarımın subjektif süzgeçlerinden geçirerek kendi dilimde dalga geçiyorum” demiş ve ütopyalarını on başlık altında toplamıştır: “Ayda 2 bin dolardan aşağı geçim zorlaştı”, “Belçika Kralı’nın sevişmesini TVde izledik”, “Uzayda başlayan diyalog ve tek bir süper dünya”, “Çağa uyum sağlayamayanlar çok”, “dilediği düşü görme olanağı: revometri”, “Yalan’ın bitiş dönemi”, “Yoksulların azınlığa düşme çağı”, “Falcılık en gelişmiş düzeni aşıyor”, “Bir başka kent oldu İstanbul”, “Yumurta çocuklar ve ölü sevicilik”.

1977 doğumlu 50 yaşında bir anlatıcının güncesi ya da anıları biçiminde kaleme alınmış bu ütopyalar; köylü kalanlarla köylülükten kurtulanlar, beslenmede hayvansal protein payı ile zihinsel başarı arasındaki bağıntı, eskilerin sevişme adabı, kalkınma sorunlarına yaklaşımlar, doğurganlık vb. konular üzerinde temellenir.

Altan’ın, düşsel yaklaşımlar olarak sunduğu bu siyasal program, Batı’da “tüm yönleriyle hayata geçmiş ve uygulamada olan emperyalist kuşatmanın balını yiyen Avrupa demokrasisi” ideolojisinin sunumudur.

Bu sunum, çöküşü ve restorasyonu aynı anda gören üçüncü bir yandır. Kapitalist sistemin, yani eşitsiz gelişmenin yaratacağı geleceğin gerçekliğinde yine bölünmüş bir gerçeklik olacaktır. Bir yanda yıkım, öte yanda iyi bir yaşam yer alacaktır. Altan’ın ütopik dünyasında bu bölünmüş gerçeklik eşzamanlı olarak varolmaktadır. Özünde herkes, soluk kesici bir hızla kendisine doğru yaklaşmakta olan bir karanlığı ve bir aydınlığı aynı zamanda görecektir. Oysa ki, ütopyaların itici gücü çok büyüktür; gelgelelim bunların zaman zaman halen varolana saplanıp başarısız kalmaları, geçmişin deneyimlerini geleceğin gerçekliği sanma yanılgısıyla çok daha ezici olacaktır.

Ütopyasına bile yabancılaşan Altan’ın, yazık ki, en uzağa işemeye çalışırken pantolonunu ıslatan bir ekonomi-politikçi kadar kalışını üzüntü verici buldum. Hala marksist olduğunu söyleyen Altan, tüm ütopyalarını Marks’ın bilimsel süzgecinden çok uzun zaman önce geçmiş siyasal iktisat programlarına bağlamakla Marksizmin inkarını dillendirmektedir. Benim ona önerim şudur; düşlerle paketlediği, görünen gerçeğin iflasını güzelleyeceğine bir an önce gözlüğünü değiştirip, görünen gerçeğin arkasında yatanı arayarak “akan toprakta geleceği yakalayabilir”.

Görüldüğü gibi, devlet, toplumsal hayatın üstünde yeralan aşkın bir aklilikten çıkamamıştır. Ütopya, artık, “hiç bir yerde” yaşanmamış anlamında değil, bu yöntemlerle çelişkilerinden arınmış mutlu bir dünya yaratılamayacağı anlamında kullanılmalıdır. Çünkü kapitalizm tüm bu yöntemleri tıkanma anlarını yaşadığı dönemlerde içermiş, sınıf çatışmasının yükseldiği dönemlerde tüm çelişkilerini gizleme ve çatışmayı yatıştırmaya yönelik olarak arınmayı manuple etmiştir. Böylelikle restorasyona hareketlenenler her sıkışma anında ütopyanın kalelerine sarılmaktan kurtulamayacaklardır.

“Aynı Irmakta İki Kez Yıkanılmaz”

“(…) Atinalıların Delos Konfederasyonu sonrasında, gezegenimizin 2500 kez Güneş çevresinde dönüşünü tamamladığı bugün yeryüzünde yaşayanlar yeni bir Delos Konfederasyonu’yla karşı karşıya kaldılar. Bu korkunç bir benzeşim ama niteliği yoğun biçimde o. 2500 yıl önce Atinalılar Persler’den gelebilecek saldırı gerekçesiyle tüm Ege’deki site devletlerini böylesi bir Konfederasyona zorladılar. Adalar’daki site devletleri, Attik’in büyük bir bölümü, Ege kıyıları Atina donanmasının tümüyle denetimine girdi. Ve site devletlerinin büyük çoğunluğu ya ordularını bu konfederasyona bırakıyorlar ya da ordu beslemeyerek Delos’taki “Ortak Kasa”ya paylarına düşen ödemeyi yatırıyorlardı. Bir süre sonra nasıl soyulduklarını ve sömürüldüklerini anlayınca Atina emperyalizmine karşı nasıl savaştıklarını, Isparta çevresinde nasıl toplandıklarını biliyorsun. Zaten Delos’un “Ortak Kasa”sı da kısa bir süre sonra Delos kentinden alınarak Atina’daki Athena tapınağına taşınmıştı.(…)” (7)

İlk aşamada, Delos adasında bulunan Birlik Hazinesini kendi kendilerine taşıyan Atinalı’lar bu ortak parayı, amacı dışında, Atina’nın süslenmesi ve kendi kazançlarının arttırılması yolunda kullanmışlardır. Attik-Delos Deniz Birliği’ni saptırarak emperyalist bir politika izlemeye koyulan Atina, ekonomisini büyük ölçüde yüzlerce kent-devletin sömürülmesi üzerine oturtmuş ve Birlik’ten ayrılmak isteyenlere karşı acımasız bir şiddet kullanmaktan kaçınmamıştır. Atina, örnek gösterilen bu ekonomik demokrasi görünümüne, pek öyle, üretilen servetin adaletli bir biçimde bölüşülmesi yoluyla değil, sömürüden sağlanan kazançların bir kısmının Atina halkının fakir kesimlerini yokluktan kurtarmak için harcanmasıyla varılmıştır. Böylece Atina halkı, bir anlamda yalnızca son derece geniş ve kendi içinde çeşitli bir egemen sınıf durumunda olmuştur.

Tüm bu tarihsel akış içinde baktığımız zaman, önümüzde duran ciddi üç büyük sorunla karşı karşıya kalıyoruz. Bu üç olgu ise: İnsanlığın genel kazanımlarından biri olan sanayileşmeyi, sömürünün temel alanları haline getiren kapitalizm; insanın gelişebilmesi için temel çelişkilerinden kurtulmuş bir özgürleşme gerekliliğine karşı, pazara yönelik üretim içinde boğulan emekçi kitlelerin kendi emeğine yabancılaşması ve kendi halklarının refahını sağlayabilmek için sömürü düzenini bir dünya düzeni haline getirmeye çalışan kapitalist sistemin koruyucu gücü emperyalizm gerçekleridir.

“Küreselleşme” adı altında bir dünya sistemi olmaya çalışan kapitalizmin yarattığı gerçeklerdir bunlar. Bir sömürü düzeni olan kapitalizm ve onun taşıyıcı gücü olan emperyalizm, yapısal olarak kanser hücresine benzer. Kanser hücresinin ideolojisi büyümedir. Bir çürümenin belirtisi olan kanser hücresi, büyüyerek yayılır ve yayıldıkça çürütür. Kafka’nın özünde kestiremediği çöküş ve bu çöküşe karşı yaşadığı bireysel çekilme, marjinal alanda bir araya gelen atomize olmuş bireysellikler yarattığı gibi, bu parçalanma üstünden bir bütüne ulaşamamıştır. Baş çelişkilerin yerini tali çelişkilerin alması, bu çöküşün yarattığı etkiye karşı, misyonunu tarihselliğin ortadan kaldırdığı ütopyaya dayalı restorasyon reaksiyonelliğini (gericileşme) doğurur.

Kafka, hamam böceğine dönüşen insanın yaşadığı yabancılaşmadan, aslında, çürümeyi kastetmektedir. Kendi emeğine yabancılaşma, gerçekliğin yok oluşu, yani başkalaşmadır. Şimdi ise başkalaşma, kendine yabancılaşma boyutuna ulaşmıştur. Tarihselliğinden koparılmış insan kendini sömürge insanı durumundan çıkarmak için sömürgeci ile özdeşleşmeye gitmektedir. Yabancılaşmanın bir başka boyutu olan emperyalist kültürle özdeşleşme, “Batılılaşma” söylemi altında örnek gösterilen Batı kapitalizminin arayışıdır. Çöküş imgesi bir arınma, restorasyon imgesi huzur ortamının habercisi olan duygulardır.

“Küreselleşme”, emperyalizmin dünyayı işgalidir. Bu işgale mesafe koyan anti-kapitalist, anti-emperyalist güçler, ya sistem içine çekilmeli, ya da gelecek şiddeti göğüslemelidirler. Oysa ki, Batı kapitalizmi, Batı demokrasisi, eşitsiz gelişmenin bir sonucudur. Sömürü üstüne şekillendirdiği sistemini, yaymak, kapitalizmin misyoneri emperyalizmin bir süre daha soluklanmasına ve yeni bir tıkanmaya kadar olan süreyi genişletmesinden başka bir işe yaramayacaktır.

Ülkemizde bu özdeşleşmeyi körükleyen sermaye, devlet ve tekellerin eteklerinde çöplenen sivil toplum söylemcilerinin vitrini ise, tarihimizde sınıf hareketine sızmış ütopyan medyatörlerdir. Bu medeyatörler, dünyanın en hassas bölgesi olan yaşadığımız coğrafyaya bir kader çizmeye çalışmaktadırlar. Bu kader, iki ucu boklu değnek gibi sunulan darbe ve şeriat ikileminin arasından geçirilecektir. “Toplumsal determinizm, her zaman bilinçli olarak kendi çıkarımızın bilincinde olmak anlamına gelmeyebilir; ama entelecensiya ile onu besleyen hakim sınıf birleşik kaplara benzerler; eşit düzeyler yasası bunlar için de geçerlidir.”(8)

Ne kadar acı ki, bize köklerimiz diye sunulanları tarih affetmiyor. Geçenlerde bir gazetede, Füsun Demirel ve bir armatörün ne idüğü belirsiz kızı olan Billur Kalkavan arasında geçen bir tartışmayı okudum. Tartışma, Kalkavan’ın sanatta yeterliliği üstüneydi. B. Kalkavan kendisine yapılan saldırılara karşı şöyle cevap veriyordu: “Benim babam Oxfort mezunudur. Ayrıca, ben küçükken evimizden hiç çıkmayan Abidin Dino ve Yaşar Kemal gibi sanatçıların arasında büyüdüm.”!

Güney Amerika’lı bir tiyatro ustası olan Augusto Boal şöyle diyor: “Bu örnekler gösterir ki tıpkı Marks’ın dediği gibi toplumsal varlık toplumsal düşünceyi belirler. Bundan dolayı da egemen sınıflar, iyi görünmelerine karşın, kritik anlarda reformist olabilirler. İşçilere bir parça daha fazla et ve ekmek verdiklerinden bilirler ki, daha az aç olan daha az devrimci olacaktır. Ve bu mekanizma aynen işler de. Kapitalist ülkelerde işçi sınıfının çok az bir devrimci ruh taşımasının başka bir nedeni yoktu. Tıpkı, Birleşik Devletler’deki işçi çoğunluk gibi tepkisel olmamalarının nedeni de budur. Bunlar buzdolabı, arabası ve evi olan bir kitledir ve gecekondularda aç bi ilaç yaşayan, işsizliğe, hastalığa karşı korunmasız Latin Amerikalı’larla aynı toplumsal düşünceleri taşımaları olanaksızdır.”(9)

Diyalektik gerçekliğin gösterdiği gibi aynı ırmakta iki kez yıkanılmaz. Çünkü bu ırmak kirlidir. Kirli ırmakta yıkanmak bizi çürütür. Çürüyen gövde çözümü çökertir. Onlar kendi çöküşlerini zamana yayıyorlar. Çözüm bellidir. Bizim çözümümüz gelişerek büyüyor. Dev gövdeli bir çınar gibi köklerimiz çok derinlerde. Bizim köklerimiz ölülerimizdir. Ölülerimizden serpilip yeşereceğiz.


Notlar:
(1) Yiğit Tuncay “Öznelci-İdealist Bir Çığlık: Dışavurumculuk”, Yeni İnsan Dergisi, s. 39-46, Sayı: 26, Kasım 1994
(2) Yiğit Tuncay, “Amerikan Rüyası ve Bob Dylan”, Yeni İnsan Der., s. 42-43, Sayı: 27, Eylül 1990
(3) Yazko Çeviri, “Kafka Özel Sayısı”, s. 24-25
(4) Aktaran: W. Benjamin, “Estetik ve Politika”, s. 124-125
(5) György Dabs “1985”, s. 6-7
(6) G. Dalos, “1985”, s. 7
(7) Orhan İyiler, “Körfezin Kutsal Adakları”, s. 98-99, Akyüz Kitapevi
(8) Leon Troçki, “Edebiyat ve Devrim”, s. 14, Kabalcı Yayınevi
(9) Augusto Boal, “Ezilenlerin Tiyatrosu”, s. 100, Etki Yay.


Aralık-1997 tarihli Tohum Dergisi’nin 17. sayısında yayınlanmıştır.


 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın