Kent-soylu kesimlerin erotik anlayışla ilgili bu araştırmayı, kadının cinselliği konusunda 19.yüzyılda başlatılmış olan tartışmalardan ayrı tutmak elbette olanaksızdır. Fikirler herkesçe kabul edilmese bile ünlü cinsellik uzmanı Ivan Bloch 1907’de bütün bir yüzyıldaki bilgileri biraraya getirmeye çalışmıştı ve Bloch’a bakılırsa “erkeklerin cinsel iştah ve zevklerini ifade biçimleri arasında pek fark yok” gibi gözüküyordu. O yüzden söz konusu ifade biçimleri tartışma konusu olarak pek fazla bir malzeme sağlamıyordu. Hele erkeğin iktidarsızlık ve zifaf gecesi korkusu açısından bile lâyık olması beklenen düzeyde değildi bu ifade biçimleri. “Dişinin cinsel duyarlılığının nitelik ve ölçüsü” o dönemdeki erotik yaşamı araştıranlar için olduğu kadar Bloch açısından da “bugüne kadar çözülememiş eski ve tartışmalı bir sorun” idi.
Bloch’un belirttiği üzere, bu tartışmaların -ve elbette pek de ateşli yandaşları olmayan- uzun bir geçmişi vardı. Eski Romalılar olsun ortaçağın hıristiyanları, Rönesans ve Aydınlanma çağının insanları olsun hepsi aynı kanıda birleşiyorlardı: Bu sorunlar, kadın ve erkekteki cinsel haz duygusunun ölçütü, gücü ya da şiddeti konusunda gelişen ve Zeus ile Hera arasında geçen tartışmalarla çözüme bağlanmış, artık kapanmıştı genelde. Tüm eti ve ruhuyla kadınlara düşkün olan Zeus kendine özür bulmak için, kadınların daha şehvetli bir cins olduğunu ve arada bir kaçamak yapıyorsa bunun kadınlarda daha yoğun olan sevişme zevkini doyurup dengelemek kaygısından ileri geldiğini söylüyordu gerekçe olarak. Ama Zeus’un kendisini boyuna aldatıp durduğu için hırsından küplere binen Hera’nın cevabı hazırdı. O Zeus’un davranışlarının, savunduğunun tam tersini kanıtladığını söylüyordu. Bunun üzerine gidip kâhin Teiresias’a başvurdular. Kâhin cinsel ilişkiyi kendi bedeninde hem erkek hem de dişi olarak yaşamış biriydi ve bu bilge adam, hazzın zaferini simgeleyen defne yapraklarını hiç duraksamadan kadına sundu, üstelik dokuz tanesini kadına, yalnız bir tanesini erkeğe. Gerçi antik-çağda olsun sonraları olsun kâhin Teiresias’ın böyle bir değerlendirmede akıl almaz derecede kesin davranışını kuşkuyla karşılayanlar olmadı değil, ama bu yargının doğru olduğuna karşı çıkanlar pek azdı. İsa’nın yaşadığı dönemin ünlü Musevi filozofu Philo Judaeus, İncil’deki günahı bir kinaye olarak yorumlarken Adem’i mantıkçı aklın bedene bürünmüş biçimi olarak görüyor ve şehvanî duyumların bedensel görünümü saydığı Havva’nın onun aklını çeldiğini vaaz ediyordu. Montaigne’den bu yana bütün büyük ahlakçılar şundan hiç kuşku duymadılar: Kadın aslında hep Havva’nın kendisiydi. Ahlakî çürümenin kaynağı olarak “dişi”ye verip veriştiren bir kadın düşmanı olmaya hacet yoktu, kadını bir haz ve zevk fıçısı olarak görmek için… Ve bu durum 19. yüzyıla kadar tüm yüzyıllar boyunca öylece süregeldi.
Bloch kadın cinselliği sorununun kendi çağına kadar hâlâ çözümlenmemiş olduğunu söylerken her zaman olduğu gibi meseleyi doğru olarak saptamaktan yine yoksundu. Çünkü aslında sorun ondan yüzyıl öncesinden tartışmaya açılmıştı bile.
Tıpkı Onani’ye karşı başlatılıp panik yaratacak bir düzeye vardırılan o yoğun haçlı seferi gibi, hekim ve papazların kadının doğuştan şehvanî duyumsallığı konusundaki kuşkuları da çağın karakteristik belirtilerindendi. “Kadın” burjuva yüzyılının başına hem sorun hem de dert olmuştu.
Bu adamakıllı merak ve ilgi uyandıran tartışmalar hangi rolde olursa olsun bütün kadınlar ve erkekler için yaşamsal önem taşıyordu. Ne olursa olsun kadındaki cinsel uyarılma duyarlılığının doğuştan içgüdü ya da zamanla kazanılmış bir işlev, doğal bir hak ya da hukuksal anlamda bir görev mi olduğu sorusu artık yabana atılacak gibi değildi: Soruya verilecek cevap kadının evlilik içi yükümlülüklerinin özel karakter ve kapsamını belirlemeye, hatta dolaylı olarak da kadının yüksek öğrenim ve akademik meslekler için uygun olup olmadığı sorununa da katkıda bulunacak, açıklık getirecekti. Kadın cinselliğinin doğa ve niteliğini tanımlamaktan ve de burjuva toplulukların niteliği konusunda öğretici dayanak noktaları edinmekten daha az bir şey değildi.
Bu konuda tıbbın ve tanrı-bilimin yüzyıllardır ortaya koyduğu söylemlere kendilerinin de inanıp durduğuna bakarsak 19. yüzyılda patlak veren kuşkulara ve çelişkilere şaşmamak gerekiyor. Kimi hekimler cinsel içgüdülerin karmaşıklığı arasında saydıkları birçok olayların izlenimi altında daha ileri bir takım araştırmalara kalktılar. 1901’de Münih’li doktor F. Siebert “cinsel ilişkinin yarattığı zevk bakımından erkeğin mi yoksa kadının mı daha istek uyandırıcı olduğu sorusu diye yazıyor” “pek çok kez ele alındı ve başka başka biçimlerde cevaplandı. Bu konuda hüküm vermek için elimizde güvenilir bir kıstas yok. “Fransız hekim Paul Moreau “Üreme Duygusu” ile ilgili saptamalar üstüne bir makalesinde buna benzer şeyleri yazmakta ve 1880’li yıllar için tipik sayılan şeyler söylemektedir:” “Genelde herkesin kabul ettiği, ama bilimsel açıdan henüz hâlâ araştırılmamış olan bir cinsel üreme kavramı var”. İsveçli uzman Dr. Seved Ribbing 1892’de aynı ihtiyatlı stilde şunları yazıyor: “Kendisine doyum sağlayacak bir nesneye olan arzularının, insanın cinsel içgüdüsünün yoğunluğu istisna durumlarda büyük farklılıklar gösteriyor”.
Dr. Ribbing devamlı bir sürü ünlü insanları sıralıyor ki aralarında “cinsel içgüdüleri gerçekten de dehşet” olan kadınlar da var. Doktor, kendi kanısına göre hiç kuşku götürmeyecek kadar erotik yapıda olan erkek ve kadınlar arasında pek çok ince, hatta kıl payı farklar keşfettiğini belirtmektedir. Dr. Siebert genelde daha yaygın bir durum olduğu konusunda kuşkusunu belirtirken oldukça büyük bir kitle adına konuşuyordu ve cinsel birleşmeye karşı gerçi pek çok kadının belli bir isteksizlik gösterdiğini, ama bunda belki “erkeğin beceriksizliği”nin rolü olduğunu, bunun da “kadının şehvetin doruğuna ulaştığı anda erkeğin kuvvetini çoktan harcamış olmasından” kaynaklanabileceğini vurguluyordu. Ne var ki doktor bunları “doğru dürüst saptamanın zor” olduğunu da ekliyor.
Ama 19. yüzyılda cinsellik konusunda farklı düşünen gözlemciler de var. Öyle ya, ister istihzacı ister idealist ya da bilim adamı olsun birçokları cinsel ilişkiyi kadınların da erkekler kadar istediğinde birleşiyorlardı. Fransa’da bu konunun Stendal ve Balzac gibi kuramcıları olayı çok doğal karşılıyorlardı. Bir “Aşk Cinayeti” nedeniyle, hatta bu arada tiksindirici bir koca ya da soğuk davranan bir eş yüzünden mahkemeye çıkan kadınlardan şikayetçi olan veya onları savunan medeni cesaret sahipleri, pek çok kimsenin gizliden gizliye inandığı şeyleri kamuoyu önünde açıktan açığa söylüyorlardı: “Kadın teşebbüsü açıkça eline geçirmişti, aklını toparlayabilmesi için düzenli olarak cinsel heyecana ihtiyacı vardı.” 1882’deki bir mahkemede avukat müvekkilenin “haklı olan coşku ve heyecanının kendinden esirgendiği”ni, kadının bundan acı çektiğini söylüyordu: “İnsanın duyum yeteneği doyuma ulaşmazsa aklının ruhu da çeker bunun acısını”. Hekimlerin pek çoğu bu inancı, hatta bu yüzden cinayet işleyen kadınları bile hiç tereddüt etmeden destekliyorlardı. Fransa’da maden suları uzmanı ve tıp tarihçisi olan Felix Roubaux, iktidarsızlık ve cinsel soğukluk konusunda 1885’te kaleme aldığı ayrıntılı bir makalede şu düşünceyi savunuyordu. “Normal bir cinsel birleşmede kadının rolü hiç de pasif bir rol değildir”. Doktor kadının cinsel arzu beslemeye ve “Venüs’ün tadını çıkartmaya” hakkı olduğunu şiddetle savunuyordu.
Kadın erotiğini savunan bu söylemler zaman zaman ince ifadelerle vurgulanıyordu. Ünlü kadın doğum uzmanı Dr. James Scott cinsel içgüdüyle ilgili bir makalesinde, kadının erotik arzulara sahip olduğunu teslim ediyor ve bu arzuların yüksek duyguların hizmetinde olması gerektiğini belirtiyordu: “Temiz lekesiz bir cinsel duyguya sahip olmak kadının doğasındaki temel yasadır, çünkü aşk bu yasanın ana öğesidir. Kadının cinsel duygularda hiçbir zaman önemsiz sayılamaz, tam tersine normal olarak onurlu bir analığa duyulan şaşmaz bir özlemdir ki bu, baştan çıkarıcı veya serbest aşk isteyen bir kadının cinsel tutkusundan kıyaslanamayacak kadar üstün düzeyde bir içgüdüdür.” Hiç çekinmeden ve 19. yüzyıl için hiç de anormal sayılmayan devrimci bir atılımla Scott, kadındaki cinsel arzuların gerçekte erkektekinden üstün, erkeğin cinsel iştah ve zevkinden daha soylu olduğunu vurguluyor, kadının “tüm canlı varlıkların anası, onların yaratıcısı” olduğunu belirtiyordu. Burjuva yüzyılının pek çok (elbette hepsi değil) insanı için hakikati görmek meseleydi, ama hakikati allı pullu ahlaki bir kılıfa sokup saptırmadan yaymak bambaşka bir meseleydi.
Dünyanın tanınmış kişileri yaşadıkları deneylerle aynı sonuçlara varmışlardır, ama bu sonuçları daha çok “gösterişe sapmadan” ifade etmek eğilimindeydiler. Feleğin çemberinden geçmiş o kalpsiz Goncourt Kardeşler tuttukları günceye “Bir Bekâra Öğütler” adı altında şöyle yazıyorlardı: “Yüzü genç kalan, kalbi yaşlanan, çılgınca hayallerle yanıp tutuşan bekâr, kadınlardan arzulara kapılmak için değil, kendi yolunu açmak için yararlanan adam, hiç çekinmeden hep kanı kaynayan ateşli bir kadına yaslanan adamdır. Hiçbir şeyin fırsatını kaçırmaz, onunla, her şeyi yapabilir. Kadın onun oldu mu, ona tam sahip olur artık, onu kendi yükselme hırsına ya da şehvet tutkusuna âlet edebilir.” Goncourt Kardeşler’in çizdiği bu imge belli ki baştan aşağı iğrençtir, hatta Maupassant’ın kimi tüyler ürpertici hikayelerine taş çıkartır: “Artık genç sayılmayan, otuz sekizine merdiven dayamış doyumsuz ve soluyan …kendisini durmadan orgazma sürükleyen boğanın önünde aşağılaşan kadın… Bu imgeler, Goncourt Kardeşler çevresinde kadının bir “Seks Hayvanı” (animal sexuel) olarak hayal edildiğini gösteriyor.
Goncourtlar neden söz ettiklerinin elbet farkındaydılar. Metreslerinin orgazmla kapıldıkları coşkuları neredeyse bir cerrah soğukkanlılığı ve dikkatiyle kaydediyorlardı: “İyice giriyor …oh. Jojo, benimki geliyor… ıh… ıh… …Kadın burada zevkten bitkin düşer, ama devam eder erkek. Kadın: Oh, bacağım acıyor. Haydi… Oh… her taraf ıslandı.” Kadınların, erkekler kadar cinsel heyecana kapılıp kapılmadığını öğrenmek için Goncourt’ların bilimsel araştırma yapmaya ihtiyaçları yoktu.
Amiel daha edepli bir tonda katılıyordu Goncourt Kardeşlere: “Aslında her iki cins için de aynı şey”. Ve devam ediyor: “Her iki taraf da birbirini cinsel olarak çekerken herkes kendini karşısındakinde tamamlamaya çabalıyordu. Hatta Don Juan’ın bile sadece bir tek kadını aradığı ve bir kadının bütün yaşamının, bir tek erkeği, yani kendi erkeğini aramaktan başka biri olmadığı söylenebilir”.
Bazen bu tür ifadeler uzman çevrelerden de kaynaklanıyordu. 1865 yılında bir gün New York’lu kafatası uzmanı John Barlett bir karakter tipi çizmişti. J.B. Lyman adında biri için. Lyman fiziksel çalışma gücü yüksek ve yazarlık tutkusu olan biriydi ve Barlett onun bu konulardaki kendini beğenmişliğini biliyordu, o yüzden çizdiği karakter profiline Lyman’ın “sabırlı avlanma” yeteneğini de katıyor ve Lyman’ın “hayvansal doğası”nı “kısmen kartal kısmen de atın doğası” olarak betimliyordu. “Lyman” diyordu “muhakkak ki doğuştan bir yetenek kalem onun elinde kartalın pençesindeki avı gibi duruyor”. Bu cesaretlendirici bir değerlendirmeydi, ama Barlett’in Lyman’la ilgili bu karakter açıklamasına eklediği ve Lyman’ın erotik tutumuna ilişkin notlar daha da yüreklendiriciydi: “Kamışınız ya dimdik duruyor ya da pörsük, çoğu zaman pörsük. Ama bütün işini dik dururken görüyor … o kadar ki, aklı başında hiçbir kadın bunu gördükçe aklına başka bir şey gelmez.” Barlett şunları da eklemeyi unutmuyor: “Eşiniz sağlıklı ise ve fiziksel olarak sizinle aşık atabiliyorsa, meseleyi yoluna her zaman koyabilirsiniz. Ne var ki boylu boyunca bir süvari akınına kalkışmak, size birkaç sütun doldurmak kadar bir enerjiye mal olur”. Ve sürdürür Barlett: “Bordadan yaylım ateşine haftada bir defadan fazla kalkmayın. Bu eşinize iyi gelir ve size de zararı dokunmaz. Yüzünüzden kan damlasa ya da hayattan Epükür kadar haz alsaydınız, daha bol keseden zevke dalabilirdiniz. Siz yatak konusunda her şeyin elbette doğru dürüst yürümesini istiyorsunuz”. Barlett’in Lyman’ı özellikle aydınlatmak istediği konu, kendisinin cinsel kapasitesinden karısının da yarar göreceği idi. “Karınızın” diye tamamladı sözlerini “sizi kıskanmak için hiçbir nedeni yok. bir centilmen olarak siz yemeği ne tatsız tuzsuz ne de rastgele bir tabakta yersiniz. Bir kadınla bir kez seviştiğinizde hep onunla sevişmek istersiniz, bunun iki nedeni vardır: Birincisi, değişiklikten hoşlanmadığınız için. İkincisi de kadının değişiklikten genelde hiçbir şey elde edemeyeceği için”.
Kağıda aceleyle çiziktirilip “açık saçık” diye damgalanabilen bu kısa diyagnoz konusunda pek çok şey söylenebilir. Barlett’in kullandığı kaba, ama etkili dil, askerlikten yaptığı mecazlar ve kadının tatminine ilişkin öğütlerdeki patavatsızlıklardan, öğüt arayan kişi ile uzman kişi arasındaki dostça laubalililiğe, daha da ötesi erkeklerin kadınlar hakkında aralarında konuşurken alıştıkları biçimde bir çeşit yontulmamışlığa hükmedebilir. Onu “doğru dürüst bir tabak”la kıyasladığınızda Laura Lyman’ın ne diyeceğini bilemeyiz, ama bildiğimiz kadarıyla cinsel yaşamında kocasından tamamıyla memnun. Burada söz konusu olan, Barlett’in kadının cinselliğinin, bırakın kanıtlamayı, tartışılamayacak kadar belli bir şey olduğunu belirtmek isteyişidir. Lyman’ın cinsel yeteneğini “aklı başında bir kadının aklına herhangi bir değişikliği getirmeyecek kadar” olumlu bulduğunu söylerken Dr. Barlett bununla kadınların cinsel ilişkiden aynen erkekler gibi zevk aldıklarını belirtmek istemektedir. Doktor “eğer karınızın sağlığı yerinde ve sizinle fiziksel olarak aşık atabiliyorsa” diye bir koşul ortaya sürüyorsa bununla kadının cinsel zevklerinin çoğu kez ruhsal olduğu kadar fiziksel bakımdan da farklı olabileceğini ve Lyman’ın ancak yüzünden kan fışkıran ya da Epikür gibi hazza önem veren biri olduğu takdirde, cinsel zevkin tadını haftada bir defadan fazla çıkarabileceğini vurgulamaktadır haklı olarak; bu arada erkeğin iştahının da yaşanan durumlara göre değişebileceğini de aynı doğrulukla ifade eder.
Kamuoyunun geniş katmanlarına ulaşan literatür, ister popüler düzeyde basitleştirilmiş yazılar ister titiz araştırmalar sonucu bir takım makaleler biçiminde olsun çoğunlukla bu doğrultudaki liberal beklentiler çevresinde dolaşıyordu. Zamanında çok üretken Paris’li bir gazeteci olan Gustav Droz 1866’da yayınlanıp onsekiz yılda 121 baskı yapan “Bay, Bayan ve Bebek” başlıklı kitabında tutkulu bir kadının cinsel haklarını savunuyordu. Nişanlanma döneminden başlayıp evlenme ve çocuk sahibi olup aile kurma dönemlerini kapsayan ve çok rahat ve canlı bir stilde yazılı kitabında Droz ne şehvet düşkünü bekârları ne her işe karışan anneleri konu dışı bırakıyor ne de kimi cinsel gerçekler karşısında yüzü edeple kızaran genç nişanlı kızlardan söz etmeden yapıyordu. Yazarın konuşma tonu bugün belki katlanması zor bir şaka anlayışı taşıyor ama bilerek yaratılan bir havadır. Droz zamanın kadınlarını evlilikten uzaklaştıran o iffet hastası toplumsal idealleri kökünden sarsmak istemektedir bu şekilde. Nikâh bittikten sonra gelinin anası “kızının kulağına birkaç söz fısıldar, ona yapacağı fedakârlıklardan, gelecekten, zorunluluk ve itaattan söz eder”. İlk gecenin erkeğin çekingen bir takım yaklaşma girişimleriyle geçiştirilmesinde, bu arada kadının damadı yüreklendirici ama utangaç tavırlarda bulunmasında şaşılacak bir şey yoktur. Ve bu durum tir tir titreyen zavallı delikanlı kızı öpüp de yatağa girinceye kadar sürer. Gelin sonunda onu sevdiğini itiraf eder, “ama öyle tatlı öyle fısıldayarak ki gelin sanki rüya görüyordu”.yine de işler yolunda gider, evlilikte erotik mutluluğun pek doğal bir şey olduğu… evet, Diroz’un vermek istediği mesaj buydu: “Aman yarabbi, bunca yıl gerilerde kalmış olan bu anıları düşündükçe nasıl da gülüyoruz!”. Kadının cinselliğini sadece uyarmak gerekiyordu erkeği yarı yolda bırakması için…
Fransız hekimleri arasında ağırlığı olan ya da aklı başından sesler de çıkmıyor değildi. Droz gibi bunlar da, cinsler arasındaki erotik mutluluğun yarım kalmaması gerektiği kanısındaydılar. Emekli bir askeri oparatör olan Dr. Auguste Debay bunların en ünlülerinden biriydi, banyo yapmanın hijyeninden tutun karşılıklı cinsel çekimin sınırlarına varıncaya kadar pek çok konuda kitapları vardı. Kamuoyunda geniş bir okuyucu kitlesi edinmişti.
Şu var ki Dr. Debay’ın en sevdiği konular Aşk, Sadakat, Kıskançlık, Boşanma, Perhiz ve Katolik Rahiplerde Evlenme Yasağı ile ilgiliydi. “Hijyen ve Evlilik Fizyolojisi” adlı kitabı 1848’de yayınlandı, satış sayısı ve yarattığı etki bakımından Droz’un başarısından geri kalan yanı yoktu. Kitap 1881 yılına kadar 125 baskı yaptı ve uzun bir süre daha okunmaya devam etti. Olağanüstü anlatım yeteneğiyle Debay cinsel ilişkilerde perhizin gereksizliği konusuna da değiniyor ve perhizin yol açtığı sonuçların kadınlar için felakete yol açılabileceğini vurguluyordu. “İlişkilerden yoksun bırakılmaya zorlanma kadının aklındaki ruhsal melekeleri öylesine kokuşturan bir etki yapıyor ki bu ruh hastalığı dolayısıyla evlenmemiş kız ve kadınların tüm toplumdaki sayısı neredeyse bir dengesizlik yaratıyor”. Aynı zaman da şunu da saptamıştı Debay: “Korkunç denecek düzeyde nevrotik kişiler var ki bunlar, mizaçlarındaki ateşliliği bir yana itip kendilerini bekârete adayan kızların çoğunu mahvediyorlar”. Bu tip yaratıklar sararıp soluyor, kahrolup gidiyorlar, ama onları bir erkekle ilişki kurmasını sağlamaya görün hepsinin yanaklarında çiçekler açar.
Uzun lafın kısası, Debay’ın kitabına bakarsak evlilik her iki cinste de gerek beden gerekse aklın ruhu açısından gerçek bir bekâret gibi gözüküyor. “Sevinci ve tasayı paylaşmak”, sevgiden doğan bir yardımlaşma ve tatlı sözlerle teselli bulmak, bütün bunlar bu bencil dünyada evliliği ender bulunan bir kuvvet kaynağına dönüştürmektedir. Şu var ki Debay cinsel birleşmeyi de mutluluğa götüren bir ortak eylemden saymaktadır, “evlilik” demektedir “ruhun ve bedenin birbiriyle öyle mutlu bir bağdaşmışlığıdır ki hayatın yükünü birlikte taşımaya yardım eder”. Kadının ya da erkeğin yatakta hangisinin daha çok zevk aldığı sorusu boş bir sorudur, çünkü modern araştırmalar bunu “fizyolojik deneylerle” çoktan açıklığa kavuşturmuşlardır. Zevk ve coşkunun kişiden kişiye ve nedenlerine göre değiştiği doğrudur. “Bir yanda fantezi öte yanda genital duyarlılık birbirlerini karşılıklı olarak etkilemektedir. Erotik hayal gücü yanında genital bölgelerde aşırı etkinliğe sahip olanlar sürekli olarak doyum arayan cinsel arzular duyarlar. Bu kategoriden insanlara kentlerde rastlanır ve de işi gücü olmayanlar arasında”, belki de kent-soylu varlıklı kişiler arasında demek lazım… Taşra halkındaki cinselliğin ise, erkeğin hoyratça davranışlarından, kadının ise buna karşı kayıtsızca tutumundan meydana geldiğini söylerken kendi çağının anlayışını yansıtmaktadır. Okumuş, duyarlı, sabretmesini öğrenmiş orta tabakalar Debay’a göre kelimenin en gerçek anlamında “tatmin edici” bir cinsel yaşam sürmektedir.
Olgun bir cinsellik anlayışı açısından çizdiği profili açımlarken Debay genital duyumlarla ilgili çok zengin oynaşma biçimleri sergilemekte ve bunları neredeyse şehvet duygularını kışkırtacak ayrıntılarla anlatmaktadır. Cinsel ilişki kısa sürdüğü zaman kadın “pasif” davranmakta, ama ilişki uzadıkça kadının tutumu da değişmektedir: “Labia minora’nın uyarılması, kilitoris’in gıdıklanması, vajinadaki sürtünme duyumu tüm genital bölgedeki duyumların en üst düzeyde coşkuya ulaşmasını sağlar”. Uyanan şehvetin artık daha fazla beklemeye tahammülü kalmaz. Kadının “cinsel sistemi” erkeğinkinden çok daha yaygın ve kapsamlı olduğu gibi kadının hayal gücü de daha canlı ve kıvraktır, duyarlılığı çok daha fazladır. O nedenle “kadını kollarınızla sarıp kucakladığınız zaman tüm vücudu sarsılır ve heyecandan titrer; cinsel uyarı devam ettiği sürece bu coşku duygusunu tüm vücuduyla yaşar”. Erkek daha güçlü biçimde, şiddetle uyarılmış olsa bile bu daha kısa sürer. İlişkiden sonra erkek üstelik kadından çok daha fazla yorulur ve “kısa bir süre iktidarsızlık” geçirir. Yedi sekiz saat içinde beş altı defadan fazla ilişkide bulunamaz ki -ki aslında atletik bir başarıdır- ama Debay bunu ne abartır gibi gözükmekte ne de olağanüstü bir kapasite saymaktadır. Buna karşılık kadın, Debay’a göre ilişkiye hazırdır ve de en kısa sürede. Ne var ki pek çok şey erkeğin beceri ve duyarlılığına bağlıdır: “Kadın erkekten daha uzun süre dayanır ve direnir fethedilme mücadelesinde ve erkek fiziksel olarak bunun tersini sergilemek istese bile bu akılsızca ve boşuna bir mücadeledir”. Debay kadına karşı sevgiden yoksun ve hoyratça ve anormal bulduğu için, kimi cinsel pratiklere karşıdır, örneğin “aybaşı döneminde bir kadına yaklaşmak” iğrençtir. Buna kalkışan erkeklerde “kınamaya değer bir kadın düşkünlüğü vardır, zevkleri kokuşmuştur bu erkeklerin”. Cinsel doyumun öyle biçimleri vardır ki genelde öyle çekincesiz ve liberal biri olan Debay bile yakışıksız bulur bunları.
Debay aslında devrimci sayılabilecek türden bir kimse değildi. Örneğin kadınlara, yaşamadıkları bir cinsel uyarıyı, hatta orgazmı yaşarmış gibi davranmalarını öğütlüyordu; “Erkek” diyordu Debay “mutluluğunun paylaşılmasından hoşlanır”. Evet, yatakta bir hayvandır erkek. “Ama” diye seslenir kadınlara “sevip okşayarak ondaki cinsel yangını biraz daha söndürebilirsiniz”. Debay’ın cinsel ilişkide biricik “normal” pozisyonun “misyoner pozisyonu” olduğunu vurgulaması onun çizdiği tüm görüntüye uyuyor ayrıca kadının ata biner gibi erkeğin üstüne çıktığı süvari pozisyonunun kadına beklenen şehveti yaşattığını, ama bunun doğal durumu tersine çevirdiğini söylüyor. Anlatımdaki ölçüye ve kendine güvenen tutumuna rağmen Debay öğütleriyle yine de ne yapacağını pek bilemiyordu. Önünde saygıyla diz çöktüğü aile hiyerarşisi, her iki cinsin de erotik zevklerden yararlanmasını amaçlayan ve cinselliği savunan öğütleriyle ters düşüyordu. Çünkü onun açısından erkeğin yeri eninde sonunda üstte olmalıydı. Buna rağmen Debay afrodisiak’lardan söz ettiği 22 sayfa boyunca bedensel zevkleri hep ciddiyetle ele almış olduğunu vurgulamakta, kadının kendi hakkı gereği erotik bir yaratık olduğu, ama kadının ne bedensel zevk veya şehvet düşkünü bir erkeğin edilgen kurbanı ne de soyun devamını sağlayan biyolojik bir aygıt olduğu gerçeğinin altını çizmektedir. Kitabının halk arasında böylesine müthiş ve süregelen bir popülerliğe erişmesi Debay’ın kültürü sayesinde olmuştur, yani dinin ahlakî otoritesinden büyük ölçüde sıyrılmış olan ve kendine kendini beğenmişçesine güvenen Fransız kültürü sayesinde…
Almanya ve İngiltere gibi öteki ülkelerde cinsel davranışlarla ilgili olarak bu kompleks ve sıkıntılardan uzak görüşler var ki Fransızlara özgü şu dillere destan ahlâk tanımazlığa bağlanıyordu. Ama 19. yüzyılda batı dünyasının her yanında Debay ile aynı görüşleri paylaşan ve evli hiçbir erkeğin evlilik yatağının dışında cinsel doyum aramaya yeltenmediği kanısında olan birçok cinsellik uzmanı vardı.
Kültür tarihi ve felsefesiyle uğraşan ve yazıları kimi dillere çevrilen İsveçli saygın hekim Dr. Anton Nöyström şunları ileri sürüyordu: “Kadında olsun erkekte olsun insanları birbirine çeken şey, ne olduğu pek kestirilemeyen üreme isteği değil, kuşkusuz ki cinsel içgüdüdür. Bu içgüdü, keşişlere özgü ilkeler ve toplumsal bir takım koşullarla ne kadar bastırılsa bile, erkeğin olduğu kadar kadının doğasında da yer alıyor”. Nöyström kadının doğal yapısı ile sosyal durumunu birbirinden ayıran ender tıp otoritelerinden biriydi. Kadının gerek perhiz ve cinsel feragat yönünde gerekse toplumda boyun eğmeye yatkınlığı onun doğasındaki bir özellik olarak kabul ediliyordu. Çoğu kimseler kadındaki cinsel içgüdünün anılmaya değer bir rolü olmadığını, bazılarında daha yoğun biçimde ortaya çıksa bile, bunun ahlakî bir çürümenin ya da edep-dışı bir şehvetin belirtisi olduğunu iddia ettiler. Kadın cinselliğiyle ilgili egemen görüşleri eleştiren başka birçok kimse gibi Nöyström, bu tür bağnazcı yanlış anlamalardan dini sorumlu tutma eğilimindeydi. “Hristiyan ülkelerde egemen olan cinsel ahlâk kadını kendi cinsel içgüdülerini bastırmaya zorladı.” Bu konularda kalem tutan öteki pek çok yazarın tersine Nöyström kadınlar arasında kendi cinsellikleri konusunda bir soruşturma yaptı, “hangileri okumuş ya da kültürlüydü?”. Alman kadın pasifisti ve cinsel reformcusu Helene Stöcker de aynı yolu başvuruyordu. H. Stöcker’in yazdığı “medeni cesaret dolu ve sağlam temellere dayalı” makaleler Nöyström için pek yararlı belgelerdi: Bu belgelerde “cinsel içgüdü ve aşk ihtiyacının kadın açısından aynen erkekte olduğu kadar önemli olduğu, analığın ikincil önem taşıdığı ileri sürülüyordu”. Mabel Loomis Todd, gerek Nöyström gerekse Stöcker’in yazıları altına coşkuyla atabilirdi imzasını. Nöyström’ün çok kısa tutulsa bile, kendi tıp pratiğinden derlediği olaylar, şu “okumuş kültürlü” kadınların yayınladıkları öyküleri doğruluyordu. Nöyström’ün de perhiz veya oruçtan saydığı mastürbasyonu da içine katarsak bütün cinsel perhiz yaşantıları uykusuzluğa, başağrısı ve sayıklamalara yol açıyordu. Üstelik cinsel içgüdünün, insanın içinde duyduğu en aşılmaz engelleri bile bir hamlede aşma özelliği vardı. Droz olsun Debay olsun her ikisi de artık çok güçlü müttefikler kazanmışlardı.
Gerçekleri dobra dobra konuşan bu kişiler ne korkaktılar ne de yalnız bırakılmışlardı. Buna rağmen onyıllar boyu gitgide gözden düştüler, sağlıklı ve namuslu kadınların doğal erotik eğilimlerine hayat hakkı tanımayan somurtkan ve huysuz kişilerin sesleri zamanla ağırlık kazandı. Birbirine düşman kesilen taraflar arasındaki mücadele çizgisi uzun süre ülkeden ülkeye dolaşıp durdu. Bloch, daha meselenin temelinde anlaşamayan -çoğu zamanlarda yaşayan ve genellikle Alman kültüründen olan- bir düzine adamın adını vermektedir. Aynı düşüncede olan uzmanlara ulus düzeyinde bile rastlanmamaktadır. İtalyanlar ve Fransızlar, İngilizler ve Amerikalılar bu sorunlarda hep birbirinden ayrı düşmekte, bir konsensus’a varılamamaktadır. Doğal bir kadının cinsel ilişkilerde daima pasif davrandığını ileri sürmekle “cinsel arınmışlığı”nı savunanlar 19. yüzyılın ikinci yarısında çabalarını daha da arttırdılar. Bu alandaki görüşlerde bir tekel oluşturamadılar, ama çok yetkin uzmanların da aynı görüşte anlaştıkları olmadı. 19. yüzyılın başında olsun sonunda olsun, hatta 20. yüzyılda bile kimileri kadının aşk acısından tıpkı erkek gibi tutkuları olduğunda anlaşırken geri kalanlar kadının bu alanda doğası gereği bir soğukluk yaşadığında diretiyordu.
Kadının cinsel tutkulara sahip bir yaratık olduğu konusunda uzun süre egemen olan görüşlere karşı çıkan en ünlü -ve kuşkusuz en edebi nitelikli- eleştirmen Dr. William Acton’du. Kadının cinsel duyarsızlığını vaaz eden ve âdeta İncil yerine geçen kitabı zamanında alkışlarla karşılandı ve uluslararası bir saygınlık kazandı. W. Acton’un bir üstünlüğü varsa o da fikri açıkça hiç çekinmeden söylemesiydi: “Kadınların çoğu cinsel duygularının herhangi bir türünden dolayı (kendileri açısından bereket ki) azap çekmiyor. Erkekler için alışkanlık gereği olan şey kadınlar için istisnadır”. Ve bu tür istisnalara kalkışan kadınların aslında doğanın düştüğü birer yanılgı olduğunu, nimfoman ve tımarhanelerde yatan ya da yatması beklenen türden kadınlar olduğunu vaaz eder W. Acton. Ne ilginçtir ki Acton, erkekten hayatın bu temel gerçeğinin onun canını sıkmayıp tam tersine onun imanlı hale gelmesini beklemektedir: “Sinirli olsun zayıf yapılı olsun hiçbir genç adam, evlilik arifesinde onu bekleyen görevleri düşüne düşüne bunların altında ezileceği kaygısına kapılmamalıdır. Evli hiçbir kadın bir metresle aynı kefeye konulmayı istemez”. Kadının doğal soğukluğu genç adamın kaygılarını dağıtmaya yetmelidir. “Pek çok durumda” diye vurgular Acton “düğün töreni sırasındaki çekingenliği ve yorgunluğunu atıp böylelikle pek çok şeye veda eden ve evliliğin ilk basamaklarında şaşkınlığa kapılan edepli bir İngiliz kadını genelde duygusal çalkantılarının eriştiği doruktan hiç değilse ilk birkaç gün için sakınır ve uzak kalabilirse bundan sadece mutluluk duyacaktır”. Acton’un çizdiği kadın tipi “kendisine kur yapılan” değil, meleklerin koruyup “esirgediği” bir kadındır.
Acton’un vaaz edercesine sunduğu yazılar insanları günahlara karşı dinsel yoldan uyarmayı meslek edinmiş kişiler için biçilmiş kaftandı. Şu var ki onyıllar boyu pratik deneyimler edinmiş kimi tıp adamı da onun iliklerine kadar bağnaz akıl-yürütmeleri ardına sığınıyordu. 1880’li yılların ortalarına doğru Almanya’nın feodalizm kalıntısı soylularından Dr. Von Krafft-Ebing “Cinsel Psikopatlık” (Psychopathia sexualis) adlı kitabıyla otoritesini konuşturuyor ve bağnazlara destek veriyordu. Ne var ki yüksek kültürün erotizmin temelleri üzerinde yükseldiğini o şöyle teslim ediyordu: “Cinsel temelleri olmasa ne durumda olurdu şiir ve plastik sanatlar!”. Ama aynı temelleri kadınlara reva görmüyordu Dr. Ebing. Söz konusu klasikleşmiş kitabının 9. baskısında 1894’te şunları savunmaktaydı: “Erkeğin cinsel ihtiyacı kuşkusuz ki kadından daha canlıdır… Güçlü bir doğal içgüdüye uyarak erkek belli bir yaştan sonra kadını arzular ve bedensel zevkleri doğrultusunda sever”. Ama kadında böyle olmuyormuş: “Kadının aklındaki ruh normal düzeyde gelişmiş ve iyi eğitilmiş ise onun bedensel zevkler doğrultusundaki arzuları zayıftır. Eğer böyle olmasaydı, evlilik ve aile hayal bile edilemez, tüm dünya bir genelev olurdu. Şurası kesin ki dişiden kaçan bir erkek ve cinsel zevklerin peşinde koşan bir kadın, bunlar hep anormal olaylardır”. Kadınlar aşka gerçi erkeklerden daha çok özlem duyarlar, ama bu ihtiyaç onlarda erotik olmaktan çok aklın ruhuyla yoğrulmuş bir düzeydedir. Cinsel sapıklık üzerine 1890 yılında yayınlandığı “tıbbî psikolojik incelemesi”nde Dr. Krafft-Ebing kendi şaheseri sayılan Cinsel Psikopatlık’ta ileri sürdüğü “fikirler”ini bir kez daha vurgular: Kadın kendi doğası gereği pasiftir, karşı cinsin eğilimlerine uysalca boyun eğişi psikolojik bir olaydır. Onun kaderi hem biyolojik hem sosyal açıdan çizilmiştir: Kadın hem üreme sürecinde pasiftir (?) hem de toplumsal koşullar açısından ki bu koşullar Dr. Ebing’e göre “hiç değişmezler”?! Bu anlayışa bakarsak toplumsal düzenin devrilerek altüst edilmesi bile kıramaz o zincirleri, kadının erotik arzularına doğanın vurduğu zincirleri!!
Konuyla ilgili bu görüşler, belirttiğimiz gibi görüşler olmasa bile neredeyse egemen olan görüşlerdi. İlkin 1881’de basılan ders kitabında biyolog ve fizyolog Newell Martin bir hekime gönderme yaparak şunları söylemek ister: Yalnız “Toplumun zevk düşkünü tabakalarındaki kadınların çoğu için bir azap ya da musibet” olmakla kalmayıp kadınların pek çoğu bu sözde zevk yaşantısı sonunda son derece şiddetli sancılara kapılmakta, çoğu kez sağlıklarını yitirmektedir. Belli ki N. Martin yıllar öncesinde W. Acton’un ileri sürdüğü düşünceleri paylaşmakta ve kadınların cinsel birleşmeye erkeklerin hatırı için katlandıklarını söylemektedir. “En yüce mutluluğu, sevdiği insan uğruna azap çekmekte bulan, yani seven bir kadın katlanabildiği sürece kocasına hiçbir şey hissettirmemeye çalışacaktır”.
Ötekiler gerçi o denli doktrinel davranmıyorlardı, ama ne söylemek istediklerinin pek âlâ farkındaydılar. 1850’lerin ortalarında Amerikalı vaiz ve hekim W. Alcott, kadın “öteki yaratıklar gibi bedensel zevklere doğuştan sahiptir” diyen ve böylece “yanıltıcı bir izlenim” uyandıran “edepsizce” yazılara karşı bir kampanya açıyor ve kadın “yapısı bakımından ya da doğal eğilimi gereği kirletilmeye yatkındır” diye kabullenmekten daha beter bir iftira olabilir mi diye sorarak bir polemik başlatıyordu. Alcott birkaç tane “utanmaz bir kadın”ın olabileceğini teslim ediyor, “Ama” diyordu “çoğu melekler gibi” yaşıyor. İngiliz yazarı W. R. Greg ise aynı yıllarda yayınlanan Westminster Review dergisinde yazdığı ünlü makalesinde kadınları yine göklere çıkarıyordu. “Kadınların arzuları onları bayağılığa düşürüyor denemez”. Devamlı aldatılıp ayartılagelen alt tabakaları saymazsak kadınların “arzuları tamamıyla belirli sınırlarda kalır ve bilinçli biçimlere bürünür ki bu, arzulanmaya düşkün olan düzeyine hiçbir zaman varmaz”. “Cinsel arzulama genelde erkeğin doğasına has ve kendiliğinden kaynaklanan bir özellik ve ergenlik çağına özgü bir durum” iken böyle bir durum “uyarılmadığı sürece yoktur”kadında. “Sosyal konumlarının ve gördükleri eğitimin kendilerini bütün bu kışkırtıcı şeylerden koruduğu kadınlar, bedensel duyumların kendilerine fısıldadığı yanılgılara hiç düşmeksizin ve sarsılmadan dosdoğru yaşarlar hayatlarını. Böyle olmasında ne kadar isabet var değil mi?”
Ne var ki W. R. Greg insanı şaşırtır ve beklenmedik bir takım ödünle de yaşanır adım adım: Erkeklerde olduğu gibi kadınlarda da cinsel içgüdüler vardır, der. Ama erkek bu içgüdüleri bir iktidar olarak hisseder ve onlara duyduğu açlık ve iştahla teslim olurken kadın aynı şeyleri sessiz ve sağır gibi fark eder, belki iştahı uyarılmadığı sürece doğru dürüst yaşamaz bile bu içgüdüleri… Cinsellik ve evlilik konularında yazan birçokları kadının erotik yaratılışını da hesaba katarak ikisi ortasında bir tavır aldılar: Erkek cinsel ilişkide eylemin başlatıcısı iken kadın esrarlı bir yaratık olarak kalıyor, ama cinsel duyguları o da tanıyordu. Aynı şekilde, Smith H. Platt da İncil’den alıntılarla doldurduğu “Kadınlık Sultanlıktır” başlıklı kısacık makalesinde cinsel içgüdünün “en belirgin amacı” der “insan soyunu sürdürmektir, ama… başka, yani doğadan kaynaklanan sevgi duygusunu yoğunlaştırmak gibi amaçlara da hizmet ettiğini kabul etmek için güçlü nedenler” vardır ve bu duyguları üstelik her iki cins de paylaşıyor. Varılan bu sonucu, diyor S. H. Platt “cinsel arzunun başka türlü açıklanamayan sıkça belirmişliği ve sürüp gitmesi” de destekliyor. Ve ekliyor Platt “cinsel arzunun böyle sürüp gitmesi insan soyunun elbette erkek cinsinden olan temsilcilerinde oluyor” ve yine de gelenekselleşmiş veya konvansiyonel düşüncenin yollarına çekmek istiyor kamuoyunun aklını… Platt, kadınların sağlıklarını erkeğin cinsel ihtiyaçları yolunda feda etmeleri gerektiğini söyleyerek bir de öğüt veriyor kadınlara, ama “kadının doğasındaki duyarlılığın nefretle karşıladığı böyle bir fedakârlık bir çeşit kirlenme gibi görünse bile” demekle bir çuval inciri de berbat ediyor. Platt, fikirlerindeki bu dengesizliği adaletli davranma kaygısıyla örtmeye çalışıyor sanki: “Hiçbir gerçek koca kendi uğrunda yapılan böyle bir fedakârlığı, erkekliğinin en soylu içgüdülerinin ta derinlerden sarsıldığını yaşamadan fark edemeyecektir.” O nedenle erkek, kadının başına açtığı derdi elden geldiğince hafifletmeye çalışırken bir yandan da kendini ona yalnız teslim etmekle kalmayıp ona kendini adamış olan bu yüreği zengin, kadına olan sevgi ve duyarlılığını derinleştirmeye çaba gösterecektir. Ne var ki feminist duyarlılıklara yaklaşım açısından bütün bu sözler pek fazla bir şey ifade etmiyor. Ama bunlar cinsellik üzerine kalem sallayan bir erkekler ordusunu ayağa kaldıran son darbe oldu yine de.
Dindar kimi kadın gazeteci-yazarlar kadın hareketine karşı çoğu ataerkil erkeklerden daha eleştirel davranmaktan geri kalmıyorlardı, ne var ki zaman zaman feminizmi savunmak durumuna geldiler: Bu gelişmiş, ama ne yazık ki çürümüş uygarlık çevresinde kadının en soylu görevinin erkeği kurtarmak, dış dünyadaki faaliyetleri yüzünden içine giderek battığı ve onun ruhsal sağlığını tehdit eden bedensel zevk bataklığından kurtarmak olduğunu vurguluyorlardı. Yazdığı etkili kitaplarında, kadının kendini ve yaşamını başkaları için feda etmesi gerektiğini hiç durmaksızın vaaz eden Sarah Ellis “İngiliz Kadını” adlı kitabında pek çok nedenlerden ötürü kadınların daha yüksek bir eğitim görme çabasında olduklarını söylemekte ve bunun nedenlerini şöyle sıralamaktadır: “Maddesel sorunlara akıldaki ruhun özellikleri sayesinde soyluluk kazandırmak”, aileyle ilgili ve zorunlu işlere olan ilgiyi sağlam ve diri tutmak, ama özellikle biz kadınların katkıda bulunması için önce İngiliz erkeklerinin karakterini düpedüz hayvansal olan, daha doğrusu mekanik durumundan kurtarmak.
Bunlar besbelli ki ahlâk türünden konulardı: Çünkü kültürlü bir kadın olarak kocasını karakterindeki hayvansal niteliklerden kurtarmak ve şu hayvansal tutkuların sırlarını bilmek hiç istemezdi bayan Ellis! Dinsel ve öğretici nitelikteki uyarıların hepsinde akla yatkın birtakım sözler de yer alıyor. İffet ve temizlik edebiyatı öyle sergilendiği kadar dar ya da erdem taslayıcı bir çizgide değildir. Ne var ki evcilik ideali hep incecik bir örtünün altında uyur gibi yapar ve böylesi bir edebiyat -yarı örtülü biçimde- “arzular”ı açığa vurur.
O dönemin ıslahatçı edebiyatı gerek kilise gerek eğitim alanındaki bir yığın yayınlarla dolup taşıyordu ve bu yüzden midir nedir, kadınları rahat bırakmayı gerçekten de beceremedi. Sözü edilen istisna durumları bir yana bırakırsak bu edebiyat kadınların bedensel haz duyabilme yeteneğini ya derin dibine batırıyor ya da günahsız buluyor veya düpedüz inkâr ediyordu. Çıkarılan sonuçlarda bir duygu yüceliğine özenme ya da rezaletlerden zevk alma duygusu kadar olgular karşısında dehşet ve endişeye kapılma eğilimi de göze çarpıyordu. Yazarların pek çoğunda bu motifler arasında ayırım yapmak olanaksızdır, en başta ileri sürülen ilkelerin gerisinde bir takım bilinçaltı çatışmalar gizli olduğu için olanaksızdır. Erkeğin üstte olması gerektiği özellikle vurgulanmaktadır ki bu, gördüğümüz gibi cinselliğe övgü yağdıran bazı kitaplarda bir hortlak gibi dolaşmakta, ama bu durum aynı zamanda erkeğin birden bire alta düşme düşüverme tehlikesi karşısındaki yaygın korkusunu dolaylı olarak açığa vurmaktadır kendini.
Yüzeyden bakıldığında, evlilik konusundaki el kitapları genelde naif sayılan bir takım amaçların peşinde idiler, karşı-cinsler arası ilişkiler konusunda halk arasında dolaşan ve hiç de ispatlanmamış bir takım söylentileri yaymaya devam ediyorlar ve bunu, kadının iffetsizliğini, erkeğin kabalık ve gaddarlığını ve zaman süreci içindeki genel çürümeyi sergilemek için, birbirinden kopya edercesine yapıyorlardı. Ahlâkçıların sanki kokuşmuş bir topluma ihtiyaç duyduklarına inanası geliyordu insanın. O denli imansız olmayan, erotik acayipliklere o denli kapılmayan bir toplumda onlara sanki hiç iş kalmayacaktı! Ama “ıslahatçı” yazı ve incelemelerin çoğunda inanç ve ifade biçimi bakımından açıkça bir dinsellik havası esiyordu. Dinsel kaynaklardan aldıkları sözleri boyuna tekrarlayıp duran yazılar sadece protestan zihniyetli olanlar değildi. Kadınlar arasında bunlara “öfke küpü” deniyordu. Bu yazılar, hep kendi kaderine razı olup peygamberin buyruklarına uymayı -evde, çocuklarının başında ve de cinselliğine hiç aldırmadan yaşamayı- öğütlüyordu. Hristiyanlığın inatla savunduğu bu dinsel görüşlere August Babel “Kadın ve Sosyalizm” adlı ünlü dava ve tartışma kitabında karşı çıkarken onlara çok ızdırap veren bir haraç ödemiş bulunuyor. “Kadın erkeğine boyun eğmelidir” anlamındaki ünlü ifadelerin sahibi Aziz Paulus’tan alıntılar yapan A. Babel, herkesin dilindeki pek çok kilise babası ve din büyükleri arasında kadınlara nefret kusan en öfkeli kadın düşmanlarından örnekler sıralar ve “dişi mahlukatın o iflah olmaz günahkârlığı”nı o kilise babalarının (hacı-hoca takımının – y.ö.) nasıl da kin ve garezle andığını ortaya koyar. 1880’li yıllarda Babel kadınları erotik alanda olduğu gibi bütün alanlarda eşit haklar kazanmak yolunda mücadeleye çağırırken kadının, unutmamak gerekir ki, erotik duyarsızlığıyla ilgili olarak hüküm süren imgeler 19. yüzyılın ağır basan imgeleriydi.
Çeviren: Yılmaz Öner
Aşk ve Toplum, Derleyen ve Çeviren: Yılmaz Öner, Spartaküs Yayınları, İstanbul, Mart 1995, 2. Baskı.
İlk yorum yapan olun