11 Eylül’den 3 Kasım’a Türkiye – Yiğit Tuncay & Suat Parlar


Söyleşi Tarihi : 20. 11. 2002


Yiğit Tuncay: Merhaba Suat.

Suat Parlar: Merhaba Yiğit.

Yiğit Tuncay: Bu yeni başlattığımız söyleşiler dizisinin ikincisinde tekrar bir aradayız. Önceki söyleşimizde bugün ele alacağımız konudan söz etmiştik. Ancak bu arada başka gelişmeler de oldu. Bu gelişmeler ele alacağımız konuyla doğrudan ilişkili hale geldi. Bir çok insan için ilişkisizmiş gibi gözüken bu gelişmelerin olası ilişkilerini açığa çıkarmak bizim bu söyleşileri gerçekleştirmemizin temel nedeni.

Suat Parlar: Evet.

Yiğit Tuncay: Evet Suat, bu olaylarla birlikte gündem bayağı kalabalık bir hale geldi. Aslında geçen söyleşimizde de belirttiğimiz gibi bu söyleşimizde 11 Eylül tarihini ele alacaktık. Böyle düşünmüştük. Fakat 3 Kasım seçimlerinin sonuçları, bizi bu gündemi de söyleşimize dahil etmemiz gerçeğini önümüze koydu. Çok ilginç bir gündemle karşı karşıyayız. Bölgede bir Filistin işgali var… 11 Eylül var… Kafkasya’nın gerçekleri temelinde ortaya çıkan bir tiyatro eylemi var… Ve son olarak da Türkiye seçimlerinin sonuçları var. İstersen öncelikle 11 Eylül’le başlayalım.

Suat Parlar: Evet 11 Eylül’le başlamak lazım.

Yiğit Tuncay: Soru zaten kendiliğinden ortaya çıkmış oldu böylece. 11 Eylül bölgeye neler getirdi ve neler götürdü sence?

Suat Parlar: Öncelikle bir yanlışı düzeltmek gerekiyor. 11 Eylül milad değildir. Eğer Amerika’nın iç problemlerini milad olarak saymak konusunda meşru bir anlayış edinilir ise, önümüzdeki dönemde başka miladlarla da karşı karşıya kalmamız kaçınılmaz olur. Meseleye uluslararası hukukun meşruiyet kalıpları açısından yaklaşmalıyız. ABD kendi iç problemini, dünyanın problemi haline getirmiştir. 11 Eylül tarihini milad olarak adlandırmıştır.

Yiğit Tuncay: Evet doğru söylüyorsun. Niye milad olsun? 11 Eylül tarihinde dünyada çok f arklı olaylar da meydana gelmiş olabilir değil mi? Mesela dünya iki büyük savaş yaşadı. Bu savaşları bile milad olamadı. Hatta şu anda Filistin işgali var ve bu işgal de milad olamıyor. Bu anlamıyla, 11 Eylül, ABD’nin kendi açısından önemli olan belli merkezlerine büyük bir eylemin gerçekleştiği gün olması açısından bir olayı ifade ediyor diyebiliriz. Ayrıca 11 Eylül, 12 Eylül’den bir gün önce, ki bu tarih zincirleme birbirini izleyen ve yaklaşık 70 yıl sürmüş koca sosyalist bloğun yıkılışına giden sürecin domino taşlarından biri.

Suat Parlar: 11 Eylül milad kavramının özüne de aykırıdır. Milad, ya bir peygamberin doğumuyla gündeme gelir, müjdelenir. Ya da insanlık için çok büyük değer taşıyan birtakım olumlu gelişmelerin birikmesiyle ortaya çıkar.

Yiğit Tuncay: Zaten sorun da bu ya Suat. Türkiye’deki politikacıların ve aydınların çok eskilere dayanan bir travmasıdır bu. Bu travmanın beyinlerde meydana getirdiği hasarlar yüzyıllara yayılan derin izler bıraktı. Miladi takvimin kabulünün temelinde de bu vardır. Hz. İsa’nın doğumunun müjdeleniji batı dünyasının değişimler ajandasının başlangıç noktasını belirlemiştir. Onun üzerine sanayi devrimi, Fransız ihtilali gibi değişimler bu ajandanın temel taşları olmuştur. Türk politikacısı ve aydını da bu ajandayı kendine köşe taşı olarak almıştır. Oysa ki inkar edilen hicri takvimin temelinde hicret kavramı vardır ki, o da Hz. Muhammed’in yozlaşmış bir toplum düzenine karşı duruş olarak Medine’ye, yani medeniyete göç etmesidir. Buradan da anlaşılacağı gibi Suat, batı dünyasının ajandası doğumla, islam dünyasının ajandası ise medeniyete hicretle başlar.

Batı dünyası da bunu çok iyi bilmektedir. Çünkü ajandasındaki değişimlerin temelinde doğuya yaptığı hicretler vardır. Haçlı seferleri bunu tipik örneğidir. Hatta sanayi devrimine giden süreçte pamuklu dokumanın ham maddesinin batı dünyasına ihracı da temel olarak kabul edilen ajandanın önemli tarihlerine ışık tutması açısından çarpıcı bir örnektir. Bilindiği gibi Hz. Muhammed’de medeniyete hicretin ardından, Medine’de yeni toplum düzenine ilişkin organizasyonunun ipuçlarını ortaya çıkarınca tekrar geriye, yani Mekke’ye dönmüş ve o çürümüş toplum düzenini değiştirmiştir.

Bu anlamıyla Medine deneyimi gelişmenin köşe taşlarını kurma açısından önemli bir okul olmuştur. Tüm medeniyetler hicretle kurulmuş ve bu hicretler hicri takvimi oluşturmuştur. Velhasıl, Türkiye politikacısı ve aydını güce tapma anlayışını, her zaman ki bilimden uzak tavrıyla nedenleri olmayan sonuçlara tapma şeklinde göstermiştir. Analizin olmadığı yerde bilim olmayacağına göre, miladların işleyişi nedensiz sonuçlardır onlara göre. Şunu bir espri olarak söylüyorum, belki de sözünü ettiğimiz bu insanlar batıya hicret etmek istiyorlar. Burada da söyleyeceğimiz şudur ki, hicretin temeli sonuca gitmek değil nedene gitmektir. Yani Suat, sorgulamayı buradan başlatmana sonuna kadar katılıyorum. Çünkü bu travma artık toplumsal psikiyatriye dönüşmüştü. Miladlar neyle başlar neyle biter değil mi?

Suat Parlar: Burada neyin miladı? Burada söz konusu olan milad nedir? Amerika’nın kendi iç krizini dünyaya yayma çabası mı? Amerika’nın, emperyalist kurgular içerisinde Ortadoğu’yu işgalde, 11 Eylül’ü gerekçe olarak kullanması mı? Amerika’nın, devlet kurumlarının aldıkları istihbaratları değerlendirmeyerek, hatta gizleyerek bu tip bir saldırının yapılmasına imkan sağlamaları mı? Bu soruları çoğaltmak mümkün. Bu soruların çoğaltılması bir takım cevapları da elbette beraberinde getiriyor. Yanlışlığı düzeltelim, 11 Eylül’ü milad saymayalım.

Milad kavramı; insanlığın öz değerleri, insanlığın adalet, eşitlik müjdesi anlamında daha farklı ve daha doğru bir yerde dursun diyelim. Milad kavramını bu anlamda aklayalım. 11 Eylül, Amerikan devlet aygıtlarının karmaşası, çelişkileri, hatta giderek krizleri içerisinde algılanması gereken ve bu ölçeklerde de Amerika’nın kendi krizini dünyaya yayması anlamını taşıyan bir olgudur, bir tarihsel uğraktır. Şimdi, bir yanlışı düzeltmek gerekiyor. Amerika Birleşik Devletleri tarihinde ilk kez böyle bir saldırıya uğradı deniliyor, yanlıştır. Aynı yer 1993 yılında da bombalandı. Oraya bomba yüklü bir minibüs girdi ve o minibüs aslında binanın kolonlarına çarpacak şekilde ayarlanmıştı. Her ne hikmetse bu gerçekleşmedi. O minibüsün içerisinde bulunan ve adına terörist denilen kişiler daha sonra verdikleri ifadelerde, yeterince bomba kullanamadıklarını, amaçlarının bir binayı diğerinin üzerine yıkacak bir mühendislik hesabıyla bu eylemi gerçekleştirmek olduğunu açıkladılar.

Dolayısıyla o bina, yani adına ikiz kuleler denilen bina, daha önce de saldırıya uğradı. Şimdi bakın, biz burada elbette ki işin polisiye yanları üzerinde durmuyoruz ama, onlara da bir iki vurgulamada bulunmakta fayda var. Bir bina düşünün ki, o bina kapitalizmin bir şaheseri ilan edilmiş. Finans kapitalin en önemli organizasyonları o binanın içerisinde, o binanın içerisinde FBI’ın ve CIA’in büroları olduğunu öğreniyoruz. Bu bina 93’te saldırıya uğruyor, o hadisenin üzerinden çok çok uzun zaman geçmemişken aynı binaya bu tarz bir saldırı daha yöneltiliyor. Bunun üzerinde iyi düşünmek lazım. Hiçbir zaman Amerika Birleşik Devletleri’nin kadiri mutlak bir güç olduğu inancını taşımadım. Elbette ki orada da sistemin birtakım açık noktaları vardır, saldırıya açık yönleri vardır. Ama mesele bu kadar basit değil. Yani burada bir sürü soruyu sormak ve vurgulamak lazım. Ama diyelim ki, bu iş aynen denilen organizasyon tarafından gerçekleştirildi.

O zaman da şunu söylemek mümkün, ABD dünyanın en ahlaksız ve fırsatçı politikasını bu noktada gündemine almıştır. Kolay zafer kazanacağı, tüm mevzilenmelerini bildiği bir ülkeye; yoksul, askeri açıdan hiçbir güce sahip olmayan bir ülkeye, yani Afganistan’a; güvence içerisinde, demin dediğim gibi kolay zafer garantisiyle bir saldırı düzenlemiştir. Buradan ne çıkar? Şu çıkar; diyelim ki bu saldırı tam da denildiği gibi gerçekleştirildi. Bakın daha orada ölen insanların cesetleri soğumadan, kendilerine hedefler belirlemişlerdir. Bu hedeflerin hepsi enerji havzalarındadır ve bu hedefleri yok etmek üzere bir haçlı seferi düzenlemişlerdir. Yani olayın hem ideolojik boyutu vardır, hem dış politikaya ilişkin boyutu vardır, hem askeri boyutu vardır. Nedir bu? Kısaca söyleyecek olursak; Amerika’nın kendi iç krizini dünyaya yaymasıdır. Emperyalist bir gücün, kendi iç çelişkilerini dünyaya dayatmasıdır.

11 Eylül gambot diplomasisidir. Yani pazarları veya hammadde kaynaklarını açmak üzere şiddetli bombardımanlara dayalı, askeri işgallere dayalı politikanın meşru gerekçesi olarak algılanmıştır, algılatılmıştır. Bunun birde tabi dini ve o ölçüde ideolojik boyutu var. Nedir? Stratejik etki. ABD’de stratejik etki adına kurumlaşmaların gerçekleştirildiğini, 11 Eylül’den sonraki dönemde açıkça itiraf ettiler ve bis bunu öğrenmiş olduk. O stratejik etkinin ne anlama geldiğini size hemen şöyle açıklamam mümkün. 14 Eylül günü, 43 Hıristiyan ülkede ayinler düzenlendi. Çok ilginçtir ki, Avrupa ülkelerinde bu ayinler eş zamanlı olarak düzenlendi. Belirli bir saatte insanlar kiliselerde toplandılar, dualar ettiler. Bu ayinler Amerika’da planlanmıştı. Şimdi buradan ne gibi bir sonuç çıkar? Buradan bence şöyle bir sonuç çıkar; örgütlenmiş din çıkar.

Örgütlenmiş dinle emperyalizmin birlikteliği, ortak yaşarlık ilişkisi içerisindedir. 11 Eylül’den sonra, Bush’un açıklamalarına baktığımız zaman, çok çarpıcı biçimde haçlı vurgusunu görürüz. Bakın, dünyada en ideolojik ve din adına yapılmış en sömürücü, aslında, en dünyevi ve uhrevi olana en fazla ihanet eden askeri saldırı haçlı saldırısıdır. Tam anlamıyla ticaret savaşıdır. Bunu uhrevi bir örtünün altına gizlemişlerdir. Ama sonuna kadar ticari çıkarlarla ilgilidir. Dolayısıyla Bush’un bu konuda haçlı vurgusunu ön plana çıkarması tarihsel bir bağlama da işaret ediyor. Bence bunun üzerinde de durmak lazım. Neyi hedeflediği gayet açık. Elbette ki sosyalizmin çözülüşüyle birlikte düşman olarak kabul edilen, tehdit algılamasında birinci sıraya yükseltilen, islam ülkelerini kastediyor. İslam ülkeleri adına ne talihsizliktir ki, dünyanın önemli stratejik hammadde kaynakları bu islam ülkelerinin topraklarında bulunuyor. Bu beraberinde neyi getirecektir? Lafı hiç uzatmadan söyleyeyim; sosyalizme her neyi uyguladılarsa, islam’a da onu uygulayacaklar. Bunu çok fazla tartışma gereğini de duymuyorum. Planlarının bu olduğunu biliyoruz. O halde çok kestirmeden giderek şunu söylemek mümkün; bu yüzyılın sonunda bağımsız bir tek Müslüman ülke bırakılmayacak. Plan, hedef budur. Bütün stratejik hammadde kaynakları işgal altına alınacak. Bütün islam ülkeleri açık pazara dönüştürülecek. Ilımlılaştırılmış ve kendi sahip olduğu değerlerin uzağına düşürülmüş, tüketim kalıplarıyla barışık, emperyalizmle hiçbir biçimde mücadele etmeyen bir islam yaratılacak. Nitekim bu doğrultuda Türkiye’yi de model olarak seçtiklerini kendileri açıkça ortaya koydular. Demin sorduğun soruda olduğu gibi 11 Eylül’le 3 Kasım arasında böyle bir bağlantı var; bir model bağlantısı var.

Yiğit Tuncay: Hemen oraya, o bölüme geçmeden önce yine araya ben bir soru gireyim. Senin de sözünü ettiğin gibi; “Amerika bu 11 Eylül saldırısını bir araca dönüştürüp, krizini dünyaya yaymaya başladı” dedin. Bu vurgu, 11 Eylül sonrasında yazılan ve çizilenlere farklı sorular getiriyor. Ben de ona değinmek istiyorum. Kimileri gazetelerde, o dönemde, 11 Eylül saldırısı sonrasında, böyle bir saldırının olmadığını, bu saldırıyı Amerika’nın kendi içinde yaptığını, bir kuzey güney savaşından kaynaklandığını söylediler. Böyle bir eylem organizasyonunu kendisinin planlayıp uyguladığını ifade ettiler. Senin yaptığın vurgulara bağlayabilir miyiz bunu. Gerçi bağlanmaya ucu açık gözüküyor. Krizini dünyaya yaymak için, Amerika bu saldırıyı kurguladı. Bu soyutlama da, aslında, ardından şöyle bir yaklaşımı da getiriyor; zaten bu adamların, yani arapların böyle bir saldırıyı organize etme gibi bir gücü ve aklı yoktur.

Sen de biliyorsun ki, Türkiye’nin edilgen elitistlerine göre; zaten 3. Dünya insanı bunu yapacak nitelikte değildir. Farklı bir açıdan bakıldığında, bu noktaya da getirmek istiyorlar. Ben ilk olarak bunu sormak istiyorum sana. İkincisi ise: Bunun milad olarak algılanmaması gerektiğine vurgu yaptın, aslında doğru, ülkemizde o tarz siyasal çizgiyi savunanlar, kendini demokrat olarak tanımlayanlar, sende biliyorsun ki; önce 60’ların 27 Mayıs dalgasını, yani Wilsoncu “ileri demokrasi” ile Keynesci “tutucu kollektivist” iktisatın çığırtkanlığını yaptılar. Ardından 9 Mart, yani sol cunta kurgularına girdiler. 12 Mart dalgası ve demokrasi çılgınlığının ünlü temsilcisi Karaoğlan dönemi yaşandı. Bu dönemlerin ardından 12 Eylül ve sadece ona muhalif olmayı siyasal bir çizgi haline getiren eylülistler çıktı ortaya. Eylülizm modasına bir yenisi daha ekleniyor galiba. Biz bu anlamıyla yeni bir eylülizm modasından bahsedebilir miyiz sence Suat?

Suat Parlar: Evet. Kurgular muhtelif. Amerika Birleşik Devletleri’ni herşeye gücü yeten, Kadiri mutlak bir devlet olarak algılamanın getirdiği bir takım sonuçlar var. O da şudur; dünya halklarını küçümsemek. Asla ve kesinlikle bu güce kimsenin meydan okuyamayacağını, kimsenin bu gücü sarsamayacağını, kimsenin bu güce saldıramayacağını kabul ettirmek. Yani, dünyaya her ne gelecek ise -olumlu veya olumsuz- bunlar tarafından planlanacak mantığı. Bu çok kolaycı bir mantık. Bu mesele, bu kadar basit değil. Kaldı ki, bu işi gerçekleştiren kadroların ciddi eğitimden geçtiğini görüyoruz. Bunlar mühendis kadrolardır.

Yani şöyle söyleyeyim; batının en iyi üniversitelerinde eğitim görmüş kadrolardır. İlk saldırıyı, 1993’teki Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan saldırıyı, gerçekleştiren kişiyle ilgili ABD’nin kendi mahkemelerinde iddianamelerinde yeralan değerlendirme, bütün zamanların en büyük dehasına sahip terörist olduğu doğrultusundaydı. Şimdi, beyinlerinin alamadığı budur. Bir insan Arap olacak, müslüman olacak veya beluci olacak, mükemmel bir batılı eğitimden geçecek ama sahip olduğu değerleri de reddetmeyecek, o değerlere de bağlı kalacak. Bunu asla akılları kabul etmiyor. Ama doğru sorulara da buradan başlamak lazım. Her Batılı eğitim kurumunda mühendislik eğitimi almış insan veya başka dallarda eğitim görmüş insan, dünyaya; modernist, post-modernist veya oryantalist açıdan bakacak diye bir şey yok. Arapları küçümseyecek, ezilen halkları küçümseyecek diye bir şey yok.

Dolayısıyla böyle bir saldırıyı da, bu saldırının ötesinde saldırıları da ABD’ye düzenlediler, düzenlemeye de devam edecekler. Bu kadar büyük adaletsizliklerin, bu kadar büyük sömürünün, bu kadar büyük zulmün olduğu bir dünyada, elbette ki ABD saldırıya uğrayacak. Roma İmparatorluğu nasıl saldırıya uğradıysa, kadim imparatorluklar nasıl saldırıya uğradıysa, Bizans nasıl saldırıya uğradıysa, kaçınılmaz bir biçimde ABD’de saldırıya uğrayacak. Kaldı ki, ABD’nin, insani değerlere yabancılığı, katliamcılığı, mutlak anlamda vahşeti, sömürücülüğü göz önünde bulundurulduğunda, bu imparatorlukların hepsinden daha ilkeldir. Bu kadar ilkel bir gücün de, kendisiyle ilgili tahayyül dünyasının ilkel olması muhakkaktır, kaçınılmazdır. O ilkel dünyasının muhakkak saplantısı içerisinde, kendi aklına aşırı güven, kendi rasyonel dayanaklarına ve varoluş koşullarına aşırı güven, beraberinde elbette ki bu tip saldırılara açıklığı getirecek. Bir an için bunun, ABD devleti tarafından veya ABD devleti içindeki bazı birimler tarafından planlandığını düşünelim. O daha da vahim. Orada hiç kadiri mutlaklık yok. Eğer böyle bir devlet birimleri arası çatışma noktasına geldiler ise, vay hallerine. Türkiye’den beter durumdalar o zaman.

Çünkü eğer bir devlet, çöküş noktasına varmamışsa, o devlet içerisinde güçler yekparedir, bütünlüklüdür. Aralarındaki çatışmalar da tatlı rekabet tarzındadır kurumların. Ama bu kadar acı bir rekabet var ise, kendi vatandaşlarından vazgeçecek ölçeklere varmış planlamalar yapıyorlar ise, o zaman Amerika açısından önümüzdeki dönemde çöküş alametleri belirmiş demektir. Amerika 11 Eylül’ü aşacak ölçekte dışardan saldırılara açık hale gelmiş demektir. Meseleyi birde bu açıdan değerlendirmek lazım. Şimdi, ABD’nin Afganistan savaşındaki rolünü değerlendirmek lazım. Bu hadisede, ABD’nin El Kaide örgütü bağlantıları veya Usame Bin Laden’in CIA bağlantıları, bu noktalar üzerinde durmak lazım. Bunlar üzerinde durulmalı, o ayrı. Bu birçok soruyu ve şüpheyi beraberinde getirebilir.

Bir tanesini hemen söyleyeyim. Örneğin; Usame Bin Laden’in yanında bulunan Muhammed Ali adında Amerikan Özel Kuvvetlerine mensup bir astsubay vardı. Bu şahıs Florida’da özel okullarda özel harp okullarında eğitimden geçmiş bir şahıstı. Uzun süre yanında bulundu. Yani, bunun beraberinde getirdiği haber alma kolaylıkları ve yönlendirme kolaylıkları, elbette Amerika açısından söz konusudur. Afganistan savaşında CIA’in rolü, Suudi Prens Türki’nin rolü, Suudilerin bu işe kaynak aktarmaları, bunların hepsi doğru. Bunlara benim bir itirazım yok. Ama adına El Kaide diyebileceğimiz merkezi bir örgüt yapısı da yok. El Kaide bir forumdur. Dünya ölçeğinde birbiriyle bir biçimde bağlantı kuran, ama bizim bildiğimiz ölçeklerde akılcılaştırılamayacak bir yapılanma tarzıdır. Tam bir örgütlenmeden bile belki söz edemeyiz. Bu anlamda Usame Bin Laden; neyi, nereye kadar yönlendirmiştir? O soru son derece muğlak.

Ama şunu biliyoruz, ABD sahip olduğu emperyalist düzenekler sayesinde, 11 Eylül’ün sonuçlarından inanılmaz bir fırsatçılıkla yararlanmayı bilmiştir. Bunu planlayabilmiştir. Burada asıl üzerinde durulması gereken, tarihsel failin ya da hukuki failin kim olduğundan ziyade, bu politikanın, daha doğrusu bu saldırının sonuçlarından kimin istifade ettiğidir. Bu düzeneklere kimin sahip olduğudur. Şimdi, meseleyi böyle değerlendirdiğimizde, ABD’nin özelikle islamı tehdit olarak kabullendikten sonra, bir takım organizasyonlara ve stratejik planlamalara yöneldiğini gösteriyor. Yani uzun bir zamana yayılan; askeri, diplomatik, istihbarata ait bir hazırlık olmasaydı, çok kısa süre içerisinde bu kadar programatik ve bu kadar net stratejik kararlara varamazlardı.

En azından elde şu var; ABD uzun zamandan beridir stratejik hammadde kaynaklarını elinde tutan ideolojilerin sonunu ilan etmesine rağmen, kitleler anlamında dininden vazgeçmeyen, tarihin sonuna inanmayan, ehlileştirilemeyen kitlelerin bulunduğu islam ülkeleriyle, bir mücadele içerisine yönelecektir. Şimdi, meseleye böyle baktığımızda, hazırlığı görüyoruz. 11 Eylül olmasaydı bile, kaçınılmaz bir şekilde, ABD bu stratejik hammadde kaynaklarını dünya para sistemini kontrolü altında tutmak ve dünya üzerinde hegemonyasını kabullendirmek bakımından islam ülkelerine karşı savaş ilan edecekti. Bu savaş, konvansiyonel bir savaş olmanın ötesinde, düşük yoğunluklu çatışmanın çeşitli unsurlarını içeren bir savaş olacak. Bu savaşın, düşük yoğunluklu veya orta yoğunluklu bir savaş olması da şiddetinden bir şey eksiltmeyecekti. Eksiltmediğini zaten Filistin’de görüyoruz. Çünkü, Filistin’de savaşan, ABD’nin maşası İsrail’dir. Demek ki 11 Eylül bir boşluğun adı değil. 11 Eylül bu anlamıyla bir hazırlığın adı. Bu hazırlığın Amerikan devlet aygıtıyla bağlantıları gibi şeyler bir yana, ama şu var ki; 11 Eylül aslında dünya halkları açısından şöyle bir fırsat yarattı. Bağlantı noktaları açığa çıktı.

Mesela şunu görüyoruz; Bin Laden ile Bush’ların enerji şirketlerinde ortak olduklarını gördük. Bin Laden’in kardeşinin Harken Enerji’de Bush’la ortak olduğunu gördük. Dünyanın en zengin ailelerinden olan Bin Ladenler’in, ABD’nin himayesi altında, ABD’nin paryasına dönüşmüş Suudi monarşisine bağlantılarını net olarak gördük. Afganistan savaşında, CIA’in rolünün çok net olarak kabullenildiğini gördük. Daha düne kadar, o özgürlük savaşçılarının mücadelesi olarak nitelendiriliyordu. islamcıların bir kesiminin emperyalist savaşlar içerisinde bir kiralık katiller şebekesine dönüştürüldüğünü gördük. Bize bu imkanları sağladı 11 Eylül. 11 Eylül bu yönleriyle gözlerimizdeki perdenin aralanmasını da beraberinde getirdi. Bu noktada da hayırlı bir neticenin doğmasına vesile oldu.

Şimdi, özellikle iş bağlantıları, istihbarat bağlantıları, mali bağlantılar çok önemlidir. Yani, o ikiz kulelerde enkaz altında kalan finans kapitalin büyük şirketleri, o ikiz kuleleri yıktığı iddia edilen Bin Ladenler’le, inanılmaz şebekeler, ilişki ağları içerisindelerdi. Hep beraber Sovyetler Birliği’ni kuşattılar. Hep beraber Sovyetler Birliği’ni yıktılar. Fakat iş stratejik hammadde kaynaklarının paylaşımına geldiğinde, büyük ağabey, gücü elinde tutan, emperyalist olan işaret parmağını salladı. Bunlar, benim kontrolüm altında olacak dedi. İşin aynı zamanda böyle bir sınıfsal boyutu da var. Bin Laden, Sultanahmet’te dilencilik yapan bir derviş değil, milyarlarca dolara hükmeden çok güçlü bir finansal şebekenin hissedarlarından. İşin bu boyutunu iyi değerlendirmek lazım.

Yani, bu saldırıyı gerçekleştirenlerin, Bin Laden’le ilişkisinin niteliğini de iyi değerlendirmek lazım. Nereye kadar? Bin Laden “kimin önderidir” sorusunun cevabını da bulmak lazım. Bin Laden Amerikan’ın veya CIA’in adamıdır demek, meseleyi çok basitleştirmek olur. Buna, bu hafifliğe düşmemek lazım. Ama Bin Laden’in sınıfsal bağlantılarını da, Enerji şirketleriyle bağlantılarını da, çok iyi görmek lazım. Tıpkı Taliban’ın, ABD tarafından tanındığını değerlendirmek gibi değerlendirmek lazım. Tıpkı Taliban’ın üst düzey yöneticilerinin, CIA’in eski başkanlarından Helms’in kızı tarafından, halkla ilişkiler organizasyonu çerçevesinde ABD’ye getirilip, petrol şirketleriyle görüştürülmesi meselesini değerlendirmekte olduğu gibi.

Taliban’ın bağlantıları önemlidir. Taliban’ın izini, ABD’de petrol şirketlerinin koridorlarında araştırmak lazım. Banka koridorlarında araştırmak lazım. Taliban’la CIA ilişkisini doğru kurmak lazım. Taliban’ı tek tanıyan, ilk tanıyan ülkenin ABD olduğunu bilmek lazım. Taliban’ın İran’a karşı kışkırtılmasını bilmek lazım. Taliban’ın Herat kentine girdiği zaman yaptığı Şii katliamının üzerinin dünya basını tarafından nasıl örtüldüğünü görmek lazım. Boru hatları meselesini doğru değerlendirmek lazım. Afganistan boru hatları meselesini doğru değerlendirmek lazım. Unacol petrol şirketinin oradaki çalışmalarını doğru değerlendirmek lazım. Arjantin petrol tröstü Bridas’ın, oradaki çalışmalarını doğru değerlendirmek lazım. Rockefeller petrol imparatorluğun uzantısı olan petrol tröstlerinin, Afganistan petrollerine, giderek Orta Asya’daki petrol ve doğalgazla ilgili taşıma projelerine dönük değerlendirmelerini bilmek lazım. Bu, göründüğü kadar basit bir mesele değildir.

Bu, petro-politiğin patlamasıdır. 11 Eylül, petro-politiğin infilakıdır. Bütün bu bağlantılar çerçevesinde değerlendirirsek, doğru sonuçlara varabiliriz. Yoksa, o bombayı oraya kimin koyduğu çok önemli değil. O bombanın öncesi ve o bombanın sonrasını doğru temellere oturtmak lazım. O doğru temellerde, işin petrol boyutunu, doğalgaz boyutunu, enerji havzalarının askeri kontrolü boyutunu, istihbarat örgütlerinin çalışma biçimlerini ve bunların ideolojik kılıflarının hazırlanması boyutunu gözönünde tutarak olur. Yoksa, bombayı onlar mı attılar 93’te, bunlar mı attılar ya da uçak nereden kalktı, nasıl girdi? Bir uçak oraya hakikaten düştü mü Pentagon’a, düşmedi mi? Bunlar bizi çok da fazla bir yere götürmez.

Aslolan, ABD emperyalizminin hegemonya krizini aşmak amacıyla, islam ülkelerine saldırısıdır. Stratejik hammadde kaynaklarına yönelik gambot diplomasisini gündeme getirmesidir. İnanılmaz bir vahşi bombardımana Irak’ta hazırlanmasıdır. İran’ı hedeflemesidir. Çeçenistan’ın boğulması için, Rusya ile anlaşmasıdır. Filistin’in yok edilmesi için, İsrail’le anlaşmasıdır. Ilımlı islam projesi adında, islamın, Türkiye’deki tüm kaynaklarının kurutulmasının gündeme alınmasıdır. Türkiye’nin emperyalizmle ve liberalist politikalarla uyuşturulmuş bir afyonkeş sömürge islamına mahkum edilmesi projesidir. Esas üzerinde durulması gerekenler bunlardır.

Yiğit Tuncay: Evet Suat, sorduğum soruyla bağlantılı olarak, aslında bir zamanlar yapılan anlaşmaların ve beraber yürüyen ilişkilerin sonradan kendi içinde nasıl bir çatışmaya dönüştüğünü tarif ediyorsun. Sovyetler Afganistan’ı işgal etti. Bu işgale karşı CIA ile birlikte Bin Laden ve arkadaşları, CIA tarafından eğitilip, Sovyetler Birliği’ne karşı savaştılar. Yeşil kuşak stratejisi dedikleri bu stratejiyle, Sovyetler’i kuşatıp yok etmeyi amaçladılar. Sonra da Sovyetler Birliği’nin tarih sahnesinden çekilişinin ardından, parçalanmış geniş coğrafyanın kaynaklarına ilişkin kendi içlerinde bir çatışma çıktı.

Ama sorduğum soruyla da bağlantılı olarak, tümüyle bu çatışmalar ekseninde, Amerika’nın 11 Eylül eylemini kendisinin planladığı; yani, senin en başta vurguladığın gibi; “krizini dünyaya yaymak için planladığı bir şey değildir” sonucunu çıkarabiliyoruz, senin anlattıklarından. Fakat, bu çatışmanın sonucunda; “Amerika, gelinen noktayı iyi kullandı ve aldığı darbeyi planlayarak tekrar bir saldırıya dönüştürdü” diyebiliyoruz. Ki bu saldırının verileri önümüze çıkmış durumda. Bunun birinci ayağında, sürmekte olan Filistin işgali var. İkinci ayağında ise, “Irak operasyonu olacak mı, olmayacak mı” sorusu var. Zaten Irak operasyonunun olup olmayacağı noktasına da bu yoldan geçilerek gelindi.

Şimdi ben, senin de arada kısmen geçiştirdiğin bir şeyin üzerinde durmak istiyorum. Çünkü, ülkemizdeki siyasi zeminde, bu çok fazlasıyla tartışılıyor. Bu tartışmanın iki tarafı var. Taraflardan biri; “Bin Laden ve El Kaide’nin, CIA ile bir zamanlar birlikte çalıştığı, o açıdan bu saldırıyı yapmasının mantığının olmadığı” sorusunu gündeme getiriyor. Diğer taraf ise; “Bin Laden müslümandır ve El Kaide müslümanların örgütüdür, bu saldırıyı organize etmiştir ve bunu biz olumlarız” cevabını veriyor. Ama ben birincisinin üzerinde durmak istiyorum. Bin Laden, bir bumerang gibi oldu adeta. Yani Sovyetler’e yollanmış bir mermiyken, bir duvara çarpıp geri dönen bir mermi haline geldi. Bunu bize biraz daha açar mısın?

Suat Parlar: Şüphesiz. Şimdi, bir örnekle belki konuyu daha açık hale getirmemiz mümkün olacak. Türkiye’de, hizbul-kontra diye bir olgu var. Türkiye’de Hizbul-kontranın kim tarafından kurulduğu, silahları kimin verdiği artık herkesin bildiği bir şey. Bu konuda detaylara girmek istemiyorum. O Hizbul-kontranın silahlarının, daha sonra kime yöneldiğini gördük. Daha önce başka örnekler de yaşanmıştır. bu konuda. Siz silahlandırırsınız, fikri verirsiniz, doktrini verirsiniz, o silah bir müddet sonra size geri dönebilir. Ama şunu net olarak görmek lazım; aslında, elbette ki bunu ABD kendi kendine yaptı. Yani, doğrudan doğruya ABD tarafından bu saldırı planlanmamış olabilir. Ki muhtemelen de öyledir. Bir komplo düzeneği işletilmemiş olabilir. Ama böyle bir saldırının temelleri ABD tarafından atıldı.

ABD, Afganistan’da dünyanın en vahşi kiralık katiller şebekesini kullandı. Bunu sözde özgürlük mücadelesi adına yaptı. Bakın, ABD’nin oyun sever stratejistlerinden Z. Brezinski bu bölgeyi satranç tahtası olarak değerlendirir. Avrasya’ya yapılabilecek en büyük hakaret ve haksızlık burayı bir satranç tahtası olarak görmektir. Sasani imparatorları en görkemli dönemlerinde bile bu coğrafyayı satranç tahtası olarak ilan etmediler. İskender en görkemli döneminde bile burayı bir satranç tahtası olarak görmedi. Ki bu sözünü ettiklerim, Brezinski’nin ataları henüz daha medeniyetle tanışmamışken bile satranç oynarlardı. Ama onlar bile bu küstahlığı yapmadılar. Brezinski gibi bir küstah ise, Avrasya’yı satranç tahtası ilan etti ve burada istediği gibi oynayabileceğini sandı. Brezinski’nin, Hayber Geçidi’nde, o “özgürlük savaşı” olarak nitelendirilen dönemde, kiralık katil şebekeleri ile birlikte zafer işareti yapar halde çekilmiş fotoğrafları var. Bu bile aslında o kadar çok şeyi anlatıyor bence. Brezinski, ABD’de stratejik planlama anlamında ilk on kişiden biridir. Hep de öyle oldu. Afganistan savaşına, bu kadar gömülmüştü ABD emperyalizmi.

Dolayısıyla, kullanabileceği herşeyi sonuna kadar kullandı. Kullanmak, aynı zamanda tüketmek anlamına gelir. Ne yaptı? islamcı kesim içerisinde bölünmeler yarattı. O bölünmeleri titizlikle işledi. O bölünmeler neticesinde ortaya çıkan bazı gruplara destek vererek, silahlandırdı, eğitim sundu. Fakat ne zaman ki, Sovyetler Birliği çözüldü, bu grupların desteklenmesi için bir mecburiyet kalmadı. Dolayısıyla, ortaya bir boşluk çıktı. Bu boşluk elbette doldurulacaktı. 1991 yılında Körfez’e emperyalist müdahaleden sonra da o boşluk dolduruldu. Doldurulması da doğaldı. Çünkü sefalet, dünyada ağırlıklı olarak islam dünyasında yığılırken, diğerleri inanılmaz bir zenginliği temsil ettiler. Şimdi siz, dünyanın en büyük kaynaklarını, stratejik hammadde kaynaklarını, petrol başta olmak üzere, elinizde tutacaksınız ve bundan hiç yararlanmayacaksınız. Su kaynaklarını elinizde tutacaksınız, bu kaynaktan hiç yararlanmayacaksınız. Muazzam tarım potansiyeliniz olacak ve hiç yararlanmayacaksınız.

Bunlar, emperyalizm adına değerlendirilecek, emperyalizm adına kullanılacak ve sizin payınıza sefalet düşecek. Elbette ki buna isyan edeceksiniz. Buna isyan etmenizden daha normal hiçbirşey olamaz. O isyan da çeşitli temeller yarattı kendine. Yarattığı temellerden bir tanesi de, Afganistan’da savaşmış olan, cihat adına savaşmış olan organizasyonlardır. Bunlar, daha sonra Bosna’ya geldiler. Bosna’dan Çeçenistan’a geçenler oldu. Böyle bir yapı ortaya çıktı. Bu yapıyı, elbette ki ABD denetleyemeyecekti. Elbette ki, bu yapı içerisinde farklı görüşler gündeme gelecekti. Kontrol edilemeyen güçler ortaya çıkacaktı. Aksini düşünmek, insan ruhuna da, insan aklına da hakaret olur. Yani, biz o zaman şunu demiş oluruz; “müslümanlar sadece ABD kendilerini yönlendirirse isyan edebilirler”. Böyle şey olur mu?

İslam tarihi haksızlığa, zulme, adaletsizliğe isyanlarla dolu bir tarihtir. İslamın çıkışında haksızlığa, zulme, adaletsizliğe isyan vardır. Dolayısıyla, ABD yönlendirmediği zaman, müslümanlar asla ve kesinlikle hiç bir biçimde mücadele edemezler ve hiç bir şey yapamazlar mantığının bir anlamı yoktur. Böyle bir şey kabul edilemez. “Yeşil Kuşak islam Projesi”, tüm islam dünyasına malolmuş ve hepsi tarafından desteklenmiş bir proje de değildir. Nitekim, “Yeşil Kuşak islam Projesi”ni Türkiye’ye kabul ettirmek için 12 Eylül darbesini yaptılar. İran’a kabul ettirebildiler mi? Ettiremediler. Bir çok islami güce bunu kabul ettiremediler. Dolayısıyla bunları mutlaklaştırmadan ele almak ve değerlendirmek lazım.

Bin Laden’in CIA ilişkileri bizi dar bir alan içerisine hapseder. Bunu araştırmak, bizi polisiye kurgulara götürür veya istihbarat kurgularına götürür. Bence burada asıl üzerinde durulması gereken biraz evvel dediğim gibi; Suudi monarşisinin yapısıdır. O 6.000 prensin muazzam ve çılgınca harcamasıdır. Suudi Arabistan ile ABD mali kurumları arasındaki bağlantılar ve özel ilişkilerdir. Bunun müteahhitlik sektöründeki yansımalarıdır. Ki o sektörde Bin Laden’ler inanılmaz büyük bir güce sahiptir. Sadece Suudi Arabistan içerisinde yatırımları yok. İspanya, Kuveyt ve Amerika’da da yatırımları var. Meseleyi bu temellere oturtmakta fayda var. Rusya’ya gelince; Rusya sırasını savdı. Gelinen noktada, Rusya, Çeçenistan üzerinden pazarlık yapıyor.

Çünkü, dünyanın yüzeye yakın en değerli, rant anlamında en değerli petrol rezervlerinden birine sahip. Grozni ve Maykop petrollerini ele geçirmek için, 2. Dünya savaşında, Alman orduları Sovyetlere inanılmaz bir şiddet uyguladılar. Ama ele geçiremediler. Stalingrad direnişi meseleyi çözdü. Grozni ve Maykop’u kontrolü altına alan Kafkasya’ya iner. Dolayısıyla bir paylaşım tablosu net olarak çıkıyor. Ortadoğu haritası genişlemiştir. Çeçenistan, Kafkasya ve Kazakistan da Ortadoğu’dur. Bu harita genişlemiştir. Ve artık bir paylaşımdır söz konusu olan. Rusya’nın payına Çeçenistan düşmüştür. Kafkasya tartışmalıdır. Kafkasya’yı çok kolay gözden çıkaramıyor ABD. Nitekim Gürcistan’a geldi yerleşti. Ama bu da bir pazarlık konusu. Yalnız şundan emin olabiliriz ki, Çeçen halkı kanla boğulacak. 1. Çeçen savaşında 100.000 Çeçen insanı öldürüldü. O coğrafyanın nüfus yoğunluğu açısından değerlendirildiğinde korkunç bir savaştır bu. Rus emperyalizmi dünya işkence tarihine geçecek bir organizasyona gitmiştir. Seyyar işkencehaneler kurmuşlardır. İnsanları vagonlara doldurup, ülkenin bir başından diğer başına taşırken vagonlarda insanlara işkenceler yapılmıştır. O vagonlar işkencehane olarak kullanılmıştır. Şimdi, bu paylaşım savaşında görüyoruz, ki Körfez, Irak, İran ABD’nin payına düşüyor. İsrail’in payına Filistin düşüyor. Çeçenistan da Rusya’nın payıdır.

Yiğit Tuncay: Türkiye’nin payına da Azerbaycan mı düşüyor?

Suat Parlar: Azerbaycan, Türkiye için çok büyük lokma. Türkiye’nin payına, zayıflatılmasını, tüketilmesini, yavaş yavaş kendi potansiyellerinin eritilmesini izlemek düşüyor. Yani Türkiye açısından güzel bir tablo söz konusu değil. Türkiye’de herşeyin sahtesini yarattılar. islamcının, solcunun, cumhuriyetçinin, rejimin bekçiliği iddiasında olanın sahtesini yarattılar. Herşeyin sahtesinin yaratıldığı bir ülkede, ister istemez paya düşen çürümedir, çöküştür. Türkiye açısından ümitli olmamız mümkün değildir. Sen az önce güzel bir değerlendirme yaptın “2. Eylül dönemini mi yaşıyoruz” diye sormakla. 11 Eylül’ü bir başlangıç noktası aldık ama, ben biraz daha geriye gitme yanlısıyım. Üzeyir Garih cinayetiyle ilişkili bir değerlendirme yapmak istiyorum. Çok merak ediyorum, eğer 11 Eylül olmasaydı, Üzeyir Garih cinayeti nasıl bir gelişmeler zinciri izleyecekti? Bunu büyük bir soru olarak soruyorum ve bırakıyorum!

Şunun için; Türkiye’nin İsrail’le stratejik ittifakının giderek birleşik devletler düzeyine gelmesinin ve Türkiye-İsrail Birleşik Devletleri olmasının bu ülkede itilafsız ve tepkisiz kabul edildiğine dair bir takım değerlendirmeler vardır. O değerlendirmeleri yapanların, Garih cinayetini bir kez daha düşünmelerini öneriyorum. Onun yanı sıra; 11 Eylül eğer olmasaydı, Türkiye’de ne gibi gelişmeler olacaktı ve ne gibi kanlı bir takım oluşumlar ortaya çıkacaktı; bunu da bir büyük soru olarak bırakıyorum! Cevabını ise şu aşamada vermek istemiyorum. Ama bana sorarsanız üzerinde en fazla tartışılması gereken, bağlantılarıyla, oluş biçimiyle, bu cinayet, 11 Eylül’le Türkiye’de ikinci plana itildi. Türkiye çok kanlı bir hesaplaşma dönemine açılırken, bir anda Türkiye-İsrail Birleşik Devletleri ittifakının çelik çekirdeğinin 11 Eylül’den aldığı destek ile devlet içerisinde yükseldiğini gördük.

Ve şimdi gelinen noktada, artık, bu ılımlı islam projesi de, o Türkiye-İsrail Birleşik Devletleri dinamiğinin bir parçasına dönüşmüştür. Son derece utanmazca bir politikayla, Türkiye’de islam adına, ılımlı yaftası adı altında bir oluşum gündeme getirilmiş ve bu oluşum Türkiye’yi çok hızlı bir şekilde ABD-İsrail eksenine bağlayacaktır. Bugüne kadar olanların ötesinde şeyler göreceğimizi sanıyorum. Türkiye’nin tüm mevzilerinin boşaltılmasıyla birlikte, bundan sonra Filistin halkına yönelik olarak gerçekleştirilecek hemen hemen bütün zulümlerde, katliamlarda pay sahibi olmasına dönük politikaların hayata geçirileceği inancındayım. Ve bakın bu islam örtüsü altında yapılacaktır. Başka türlüsü de olamaz. Herhangi bir inancı veya programı birebir temsil ettiğine inanılan güçler, sözde iktidara getirilmeden, o programlar ve o inançların tam tersi uygulamaya konulmaz. Dolayısıyla, her kim ki Türkiye’de şu anda ılımlı islamdan söz ediyorsa, o, Türkiye’nin İsrail’le stratejik ittifakının örtücüsü durumundadır. Meseleleri biraz da böyle ters zaviyeden değerlendirmekte bence fayda var.

Yiğit Tuncay: Evet suat. 11 Eylül sonrasında, Bin Laden’in, gerçekleştirilen bu eylemi, siyasi sonuçlara taşıma çabası vardı. Bu çabayı da değerlendirmek gerekiyor. Mesela, o çabalar içinde en fazla dikkati çeken cümlesi ise; “Yaklaşık 80 yıldır bu topraklar zulüm görüyor” idi. Bu, benim anladığım kadarıyla Osmanlı’nın ortadan kaldırışıyla bağlantılı bir tarihi içeriyor.

Suat Parlar: Tabi. Net olarak da “Osmanlı”dedi Bin Laden.

Yiğit Tuncay: Evet.Osmanlının İstanbul’u tutması ve hatta daha da ileriye, yani Avrupa içlerine kadar gidişi, önceden haçlıların yol geçen hanına döndürdükleri bu toprakları rahatlatmıştı. Böylelikle haçlı istilasına son vermişti. Bu çok önemli bir roldü. Tüm ortodoks ve müslüman halklara göre bu durum, haçlıların varlığından daha iyiydi. Çünkü, yayılmacı haçlı orduları İstanbul’da 35 bin ortodoksu katlettiği gibi daha aşağılarda ve hatta Balkanlarda yaptığı zulümle ve yağmacılıkla, bölgedeki tüm halkların kin duymasına neden olmuştu. Halklar nispeten Osmanlının varlığını daha olumlu buluyorlardı. Bunlar herkesin bildiği gerçekler. Ancak, Bin Laden’in de buna vurgu yapması tüm batıyı cepheden karşısına aldığını gösteriyor. Yani, bir siyasi sonuca taşımaya çalışıyor. Kendi içinde bulunduğu durumu o misyonun bir devamcısı olarak tanımlamaya çalışıyor. Bu tanım, tabi ki sözü edilen topraklardan çok daha geriye çekilerek yapılan bir tanım. Ki senin son söylediklerinle de bağlantılı olacak; Türkiye geçilmiş bir kapıdır artık. Sen de bilirsin ki Suat, islam’ın Haçlı Seferleri ile çatışmasında, yani bu siyasi sonucun ortaya çıkışında geçilmez kapı ve en önemli kapı olan İstanbulun dost ellerde olması gerçeği var.

Suat Parlar: Daha ötesini söylemek mümkün. Bir teslimiyet çizgisidir artık söz konusu olan. Kapının geçilmesi bir yana, kapının anahtarını teslim eden bir ihanetle karşı karşıyayız biz. Osmanlı, yüklediğin değerler yanında, tüm islam dünyasına güven veren, hilafetin sembollerini taşıyan önemli bir güçtür. Çok ilginçtir, ki İngiliz İmparatorluğu, “hasta adam” dediği Osmanlı ile savaşmak adına, birliklerinin yaklaşık %35’ini 1. Dünya Savaşı’nda seferber etmek mecburiyetinde kalmıştır. Bu “hasta adam”, İngiliz emperyalizmini yerden yere vurmuştur. Çanakkale’de ilkel denilen, geri denilen bir Asya ordusu, dünyanın en modern güçlerini yenilgiye uğratmıştır. Osmanlı bu nedenle parçalandı ve yenildi. Bin Laden’in bu vurgusu, tabi ki doğru bir vurgu. Osmanlı’nın yenilgisi, beraberinde islam dünyasının teslim alınmasını getirdi. Osmanlının yenilgisi, islam dünyasının öz güvenini, dilini yitirmesini ve dininin törpülenmesini getirdi. Bir çürümeye denk düştü.

Şimdi, meseleye böyle yaklaştığımızda, elbette 80 sene önceye dönmek lazım. “Şark meselesi” adı altında, Osmanlı topraklarını paramparça ettiler. Balkanlar gitti… Ortadoğu gitti… Hepsini elimizden aldılar. Osmanlı topraklarından 26 devlet çıkardılar. Şimdi ise “Şark meselesi”nin ikinci perdesi açıldı. Bu ikinci perdede de, Osmanlının bakiyesi veya Osmanlının devamı olduğu bilincini taşıyamayacak kadar zavallı, böyle bir sorumluluğu alamayacak kadar iradesiz bir yapıyla karşı karşıyayız. Dolayısıyla, ikinci “Şark meselesi”nin tasfiyesi çok kolay gerçekleşecek diyebiliriz. Anahtarı kendimiz teslim edeceğiz. Bu kez o anahtarı, gelip Çanakkale’yi zorlayarak almalarına da gerek yok. O anahtarı teslim etmeye hazır, o anahtarı teslim etmek için yanıp tutuşan ihanet şebekeleri ve o ihanet şebekelerinin arkasında saf tutmuş kitleler var. Dolayısıyla öyle bir noktadayız ki, Şark meselesinin bu perdesi aralanırken, ne bir hazırlığımız, ne bir mücadele isteğimiz, ne de yükselttiğimiz bir parolamız var.

Örneğin “Ya istiklal, ya ölüm” diyemiyoruz. Bunları söyleyemiyoruz. Hiçbir şeyin bayrağını taşıyabilecek durumda değiliz. Dolayısıyla da Bin Laden ve Bin Laden’ler haklıdır ve her zamanda haklı olacaklardır. 80 sene önce yapılan, çok acımasız ve ağır koşullarda tekrar edilecek. Çanakkale’de bulunduğu kanlı siperlerde, düşmanın üzerine süngü hücumuna kalkıldığında, geriye dönecek olanın vurulması kararını alan mümtaz gençlik kuşağı henüz mevcut değil. Benim bu söylediğim de bir hamaset değil. Bu bir tarihsel vaka… Aynen de böyle oldu. O zaman kapıyı zorladılar ve defolup gittiler. Şimdi anahtarı biz teslim ediyoruz. Günümüzde ise, Türkiye’de o bilince de sahip olan, tarihsel birikimi o temelde değerlendirebilecek bir yaklaşım da, ne yazık ki ufukta görünmüyor. Dolayısıyla, 11 Eylül’den sonra büyük bir şiddetle bu bölgeye yüklenen emperyalizmin, ne yapmaya çalıştığını kavramış değiliz.

Bizler artık, gerek islam anlamında, gerek sol anlamında ya da başka her ne inanca sahip olursak olalım, tatlı suyu temsil ediyoruz. Eskilerin tabiriyle “tatlı su frenki” gibiyiz. Züppe, kontrolü kolay, birikimsiz, aptallaştırılmış, Amerikanlaştırılmış; değerlerine, ülkülerine, hayallerine ve tarihine yabancılaştırılmış bir toplumu temsil etmek için elimizden geleni yapıyoruz.

Yiğit Tuncay: Evet. Bin Laden’in yüklediği siyasi sonuçlar ortada. Senin de anlattığın gibi. Fakat sen sürekli yürütülmekte olan bir plana vurgu yapıyorsun. Aslında bir stratejinin yürürlükte olduğuna vurgu yapıyorsun. Bu yaptığın vurgular da bana eski oyunları hatırlatıyor. Bölgede yaşadığımız eski oyunları, ki daha önce bunları çok fazla değerlendirdik. Biraz da olayları tersten okumak lazım değil mi? Ülkemizde işçileri temsilen Türk-İş kurulmuştur. Tersten okuduğumuzda ise, Türk-İş’i kuranların Amerikalılar olduğunu görürüz. 1974’e kadar giden sürece, o Kıbrıs çıkarmasıyla noktalanan sürecin temelinde, Selanik’teki Mustafa Kemal Atatürk’ün doğduğu evin bombalanışını ve 6-7 Eylül olaylarından itibaren şekillenen bir komplonun arkasında yine Amerika Birleşik Devletleri’ni görürüz. Amerika’nın Kıbrıs’a yerleşme planının yürürlükte olduğu dönemde, anti-Amerikancı söylemiyle iktidara gelmiş bir lider vardır. Ve bugün 11 Eylül’ü değerlendiriyoruz… Ardından 11 Eylül ile 3 Kasım seçimlerine bakıyoruz…

Ve sen sürekli yine aynı oyuna işaret ediyorsun. Diyorsun ki; Bin Laden’in vurgusunu yaptığı, üzerine gidilmesi gereken siyasi sonuçlar ile ülkemizde 4 Kasım sabahı başa gelen iktidar arasında hiçbir bağlantı yok. Gözüken bir bağlantı var ama, altından başka bir oyun çıkacak. Bunun altından ehlileştirilmiş ve üstünden rahatlıkla geçilebilir islam ülkesi modeli çıkacak.

Suat Parlar: Ezik, rehabilite edilmiş, öz değerlerinin dışına düşürülmüş bir islam arayışını, ılımlı islam olarak sunuyorlar. Ve bunu Osmanlı’nın bakiyesi olan topraklarda yapmazlar ise, başarılı olamayacaklarını biliyorlar. Bizim teslimiyetimiz, Irak’ın teslimiyeti gibi onurlu bir teslimiyet de olmayacak. Irak direniş hazırlığı yapıyor. İran muhtemelen -belki de göreceğiz bunu- nükleer bir savaşla teslim alınacak. Filistin halkına yapılanlar ortada. Biz ise hiçbir biçimde direniş göstermeden, sözde, görüntüde bağımsızlığımız korunarak teslim alınıyoruz. Biz, anahtarı kendimiz teslim ediyoruz. Bu çok daha vahim bir tablo. Direnerek teslim olmak ile anahtarı teslim etmek arasında çok fark vardır. Türkiye’de, IMF ile çatışmaya girmeden, ABD emperyalizmi ile çatışmaya girmeden, hiçbir riski göze almadan, bir sözde islami hat oluşturulmaya çalışılıyor. Böyle bir şey olmaz! Bu islamın doğasına aykırı. Siz eğer böyle bir çatışmayı göze alamazsanız, zulüm, haksızlık ve sömürü adına her ne varsa bunların hepsiyle uzlaşıyorsunuz demektir. Bunun ötesi yok.

Bir de islamcıların iktidarına karşı duyulan rahatsızlığı anlamak da mümkün değil. Keşke islamcıların iktidarı olsa. İşin ilginç yanı, bu kadrolara getirilen eleştirileri de anlamak mümkün değil. Ben bunları asla, katiyen islamcı oldukları için eleştirmiyorum. IMF programının dışında tasarıları olmadığı için; İsrail’le ilişkilere dönük en küçük itirazları olmadığı için; İsrail’in Türkiye içerisinde oluşturduğu güç odaklarını yıkmaya dönük bir tavırları olmadığı için; Irak veya İran’a yönelik Amerikan askeri senaryolarına itirazları olmadığı için eleştiriyorum. Tam da bu nedenle karşı çıkmak lazım. Ve ne acıdır ki -bakın bunu göreceğiz- gelişmeler beni haklı çıkaracaktır. Önümüzdeki süreçte, bu bölgede islam ülkelerine, islami potansiyele dönük muazzam bir saldırı kampanyası başlatacaklar. Bekçi köpeği Britanya ile beraber yapacak bunu ABD. İsrail’de buna inanılmaz destek verecek. Türkiye’nin bu konudaki rızasını, onayını, giderek desteğini arkalarında bulacaklar. Bunu garanti ediyorum ben. Bunu başkaları da garanti ediyor. Ben bunu tüm tepkimle birlikte garanti ediyorum. Onlar bunu iktidarın güvencesi olarak garanti ediyorlar. Çünkü Türkiye’de iktidar merkezi dışarıya kaymıştır. Türkiye’de güç merkezleri dışarıya kaymıştır. Emperyalist merkezlerde şekilleniyor artık Türkiye’nin politikaları. Dolayısıyla, ben Türkiye’nin iktidarıyım diye ortaya çıkan, aslında, bize doğruları söylemiyor.

Bu bir yana, bir büyük oyun, bir büyük paylaşım planlanıyor ve yürürlülüğe konacak. Buna susan, buna rıza gösteren bir Türkiye, bütünlüğünü ve varlığını koruyamaz. Irak’tan, İran’dan, Çeçenistan’dan, Filistin’den, Endonezya’dan, Pakistan’dan sonra sırada olan ülke Türkiye’dir. Türkiye bu şekilde gider ise, Türkiye’nin dinamiklerinin parçalanması kaçınılmazdır. O noktadan itibaren, Türkiye’nin, isimlendirmeleri korumasının bir anlamı yok. Bakın, ilginçtir, Ariel Şaron’a Filistin Devleti üzerine bir soru soruldu ve “ben karşı değilim” dedi. “Bizim istediğimiz ölçüler içerisinde kurulsun. Adı ister devlet olsun, ister sosisli sandviç. Dolayısıyla dinamiklerini yitirmiş, potansiyelini kaybetmiş bir Türkiye’nin, adının şu veya bu olması, istiklalini koruduğu anlamına gelmez. Bu bakımdan, Bin Laden 80 sene önceye gönderme yaptığında, herhalde Türkiye’deki bir sürü aklı evvel ve kerameti kendinden menkul soytarıdan çok daha doğru şeyler söylüyor.

Yiğit Tuncay: 3 Kasım’da sandığa giden halkımızın çabalarını, ben, 1919 öncesinde Anadolu’da çaba gösteren halkımızın durumuna benzetiyorum. O zaman da padişah, “herhangi bir mukavemet gösterilmeyecek” talimatını vermişti. 3 Kasım’da sandığa giden halka verilen talimatlar ise; “Laiklik elden gidiyor”, “gericilik başımıza tekrar gelebilir”, “Osmanlı hayalleri görülüyor” söylemini içeriyordu. Çok daha da ilerilere gidiliyordu hatta. Fakat halk, gündeminde öyle bir çelişki olmadığını gösterdi ve bu çelişkinin suni yaratılmaya çalışılan bir çelişki olduğunu vurguladı. 3 Kasım’da sandığa gittiğinde kendi saflığından ve kendi gündemindeki çelişkilerinden yola çıktı. Nedir bu çelişkiler? Tabi ki İşsizlik, açlık, sefalet ve sürekli ezilen toplumun içinde olduğu durum.Sandık başında bütün bunlar, onların gözünün önündeydi. Halk, 3 Kasım’da sandığa bu gerilim içinde gitti. Yaratılmaya çalışılan suni gündemlerin dışında, suni çelişkilerin dışında, kendi birebir çelişkileri üzerinden hareket etti.

Ve sandıktan çıkan sonuç bu. Sen de zaten o sonuca vurgu yapıyorsun. Diyorsun ki; zaten bu sonuç beklenen bir sonuçtu. Batı bu sonucu zaten çok fazla bir reaksiyonla karşılamadı. Eğer karşılasaydı, piyasalar böyle olmazdı. Piyasalar çok sakin. Herşey güzel gidiyor gibi gözüküyor. Fazlasıyla şüphe verici bir durum değil mi sence bu?

Suat Parlar: Batı, bunu kendi iktidarı olarak selamladı.

Yiğit Tuncay: Evet.

Suat Parlar: Seçimden çıkan başka sonuçlar da var. Seçim, iç savaş partilerini tasfiye etti. Halkın o iç savaş süreçlerine ne ölçüde onay verip vermediği de ortaya çıktı. Bu önemli. Bunun ötesinde, bu iktidar Batı tarafından selamlanmış bir iktidardır. Giderek artık desteklediği de net bir biçimde ortaya çıkmaya başladı. Ama şöyle bir değerlendirme yapmak mümkün; bu seçimler üzerinde çok fazla mesai tüketmeye gerek yok. Yani bu seçimler “şöyle mi oldu, böyle mi oldu, işte halk bunu mu demek istedi, şunu mu demek istedi” gibi değerlendirmelerin çok fazla getireceği bir şey yok. Önemli olan, şimdiden sonra nasıl bir akışla karşı karşıya olduğumuz. Şimdiden sonra nelerin belirleyici hale geleceğidir. Önümüzde bir savaş dönemi var. Bu savaş döneminin beraberinde getireceği ağır problemler var. Ortaya çıkacak ağır ekonomik, sosyal ve siyasal problemler üzerinde durmak gerekiyor. Yoksa bu seçimlerden şu parti veya bu parti çıkması o kadar önemli değil bence. Bu seçimler üzerine söylenecek çok şey var. Nitekim bu seçimler, görülmemiş bir yağcılıkla, adına medya denilen ve insan aklına ihanet etmeyi; insanlığın değerlerine, birikimlerine ihanet etmeyi sanat haline getirmiş bir topluluk tarafından, her gün tartışılıyor.

Dolayısıyla, bunun ayrıntılarına girmenin çok da fazla gereği yok diye düşünüyorum. Yani, 3 Kasım’ın bir seçim olarak bence hiç bir değeri yok. Üzerine yalnız şu kadarını söyleyebilirim; yüzde 34’lük bir çoğunlukla anayasa değiştirilmez. Yüzde 34’lük bir çoğunlukla, siz meclisin bir bölümünü ele geçirip, anayasa değiştiremezsiniz. Dolayısıyla da bu seçimler için hayırlı olsun denilemez. Bu seçimler hayırlı olsun demek; yüzde 34’lük bir azınlıkla, yüzde 67-68’lik bir orana rağmen anayasa değiştirilebilir demektir. Böyle bir şey olmaz. Böyle şey, parlamenter rejimde olmaz. Eğer anayasa değiştirecekseniz, ki bu anayasa değişikliğinin nasıl yapılacağı, ne şekilde gerçekleşeceği bellidir. Yüzde 34’le anayasa değiştirmeyi selamlamak, hukuku, hiç bir biçimde bilmemek demektir. İşte bu seçimin böyle bir neticesi de var.

Yiğit Tuncay: Peki sen, bu 3 Kasım seçimlerinde sandıktan çıkanla, halkın beklentileri arasındaki bağlantıyı nasıl kuruyorsun?

Suat Parlar: Halkın bu seçimlerden hiçbir beklentisi yoktu. Halk sadece bir biçimde tepkisini göstermek istedi. O tepki, solu karikatürize eden partilere akmadı. Cumhuriyet Halk Partisi’ni sol saymadığımı özellikle belirteyim. Ben halen daha bu konuda enternasyonalin aldığı kararlara kendimi bağlı sayıyorum. II. Enternasyonal, sosyal demokrasiyi faşizmin ikiz kardeşi ilan etmiştir. Ben, halen daha o noktadayım. Onun ötesine de geçmiş değilim. Çünkü, bir ülkede faşist bir disiplin sağlamayı istiyorsanız; tekellerin egemenliğini güvence altına almaktan yanaysanız; o faşizmi bir parti de temsil etse, devlet iktidarı da temsil etse, bunun payandası sosyal demokratlardır. Türkiye tarihi, bu konuda zengin bir laboratuardır.

Dolayısıyla, onları sol saymadığımı belirterek, sol müsamere içerisinde olanları ayırıyorum. Çünkü sol Türkiye’de karikatürize edildi. Halkta bunun da cevabını verdi. Onun dışında da bu seçimlerde de halkın bence beklentisi zaten yok. Kimsede anayasa değiştirilsin diye gidip oy vermedi. Halkın böyle bir beklentisi yoktu. Sadece bir tepkiyi ortaya koydu. Neye tepki gösterdiğini de zaten net olarak gördük. Onun da detaylarına bence çok fazla girmenin gereği yok. Ama tekrar tekrar vurguluyorum ben, biz savaşa açılıyoruz. Ortadoğu’da söz konusu olan sadece emperyalizmin ikinci müdahalesi değildir. Bunun Türkiye’ye de yansımaları olacak. Türkiye, krizini dışarıya yayacak imkanlara ve güce sahip olmadığı için (ABD gibi), dışarıdan kriz ithal eden bir ülke durumuna gelecek. Dolayısıyla, Türkiye’yi çok ciddi bir fetret dönemi bekliyor. Türkiye önümüzdeki dönemde Celali fetretini aratacak ölçülerde bir fetret dönemiyle karşı karşıya kalacak. Bunu net olarak tespit edebiliyoruz. Çünkü dışarıdaki o krizin de yansımalarını göreceğiz. Bunun için tekrar tekrar vurguyu seçimlerden veya başka tartışmalardan ayırıp, doğru noktalara yönlendirmekte fayda var.

Yiğit Tuncay: Evet, Suat.Tablo ortada. Pek iç açıçı olmasa da, gerçeğin peşinde olmak ve tersten okumalar yapabilmek açısından söyleşimizin yararlı olduğunu düşünüyorum.

Suat Parlar: Bence de.

Yiğit Tuncay: Söyleşiye katıldığın için biz sana teşekkür ediyoruz.

Suat Parlar: Ben teşekkür ederim.

Yiğit Tuncay: Önümüzdeki ay yeni bir söyleşide buluşmak dileğiyle hoşçakal.

Suat Parlar: Hoşçakalın.


 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın