Söyleşi Tarihi : 26. 12. 2002
Yiğit Tuncay: Evet… Öncelikle hoşgeldin Suat…
Suat Parlar: Hoşbulduk.
Yiğit Tuncay: Bugün medya kavramını ele alalım diyorum Suat.
Suat Parlar: Evet.
Yiğit Tuncay: Medya kelimesi iki anlamı ifade ediyor. Birincisi tarihte bir bölgenin adı olarak karşımıza çıkıyor. Yani İran’ın kuzeybatısında, batıda Yukarı Mezopotamya, güneyde Pers ülkesi, doğuda Parth ülkesi ve kuzeyde Hazar denizi arasında, M. Ö. I. binyılın başlarında Med’lerin yerleştiği bir coğrafya. Bu coğrafya önce Perslerin işgaline uğruyor. Ardından da İskender’in fethiyle ciddi bir Helenleştirmeye tabi tutuluyor. Rahmetli Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın bir tabiri vardır İran uygarlığı için; o da İran’ın ikinci Bizans olduğu vurgusudur. Yani özet olarak söyleyecek olur isek, bu coğrafya iki Bizans tarafından feci olarak dövülmüş bir bölge. Kelimenin ikinci defa karşımıza çıkışı Amerikanca lugatlar vesilesi ile oluyor. “Ması Media” kısaltılmışı olan medya kelimesi Amerikancada “toplum aracı” anlamına geliyor. Bir haberi, bir ilanı, bir bildiriyi yayma tekniği; bu teknik -altını çizerek söylüyorum- hem yoruma açık olarak ifade etme yolu, hem de hiç bir özel durumu olmayan bir grup insanı veya bir halk kütlesini bir bildiriden haberdar etme aracı olarak karşımıza çıkıyor. Böylelikle radyo, televizyon ve basım birer medyadır diyebiliyoruz. Hatta Osmanlı dönemindeki davul ve zurnacılarında medya olduğunu söyleyebiliriz değil mi?
(Gülüşmeler…)
En ilginç olanı ise, toplum bilimcilere göre medyanın, halk kültürünün yayılmasını ve anlatımını sağlayan bir etken olması. Bu da son derece iyimser bir tanımlama bence. Velhasıl, davul-zurnada dahil olmak üzere bizim bugün üzerinde duracağımız medya aracı televizyon. Vizontele mi demeliydim yoksa? Neyse… 80 öncesindeki tek kanallı televizyon dönemini sen de hatırlarsın Suat. Bizler o zaman TRT’den şikayet ederdik. 83’ten itibaren, yani Özal’ın “sosyalizmi yıktık” dediği andan itibaren televizyonculukta özelleştirme gündeme gelmeye başladı. O zamanlar bir panele katılmıştım, tiyatro üzerine bir paneldi. Panelin konuşmacılarından olan Uğur Mumcu aynen şöyle demişti; “Türkiye’deki tek desteklediğim özel girişim, özel tiyatrodur”. Senin de bildiğin gibi, bir medya aracı olan televizyonun ilk özel girişimi naklen sunulan Körfez savaşı olmuştu. Özel kanalların kentlerin alt yapısı olacak şekilde kanalizasyonlara dönüşümü ile mantar gibi çoğalması ve bugün geldiği nokta, sosyologların iyi niyetli tanımlamalarını işlevsiz hale getirmiş durumda. Şimdi Suat, bu tabloyu değerlendirelim diyorum. Genel olarak, bir medya aracı olan televizyon sana göre ne olmalı ve olması gereken durumun dışında nerede duruyor?
Suat Parlar: Senin de söylediğin gibi 80 öncesinde tek kanal vardı. Niye tek kanal vardı? Çünkü bu bir kamu hizmeti çerçevesinde düzenlenmişti. TRT’nin özerkliği vurgusu ön plandaydı, TRT’nin özerkliğinin kamu hizmeti çerçevesi içerisinde, halkın aydınlanmasına yönelik olarak çeşitli görüşleri, çeşitli sanatsal akımları aktarmasıydı, sözkonusu olan. Bu anlamda da özerklik kavramı, çıkış noktasında, yani 61 anayasasındaki düzenlemeye göre, hakikaten kamu çıkarlarını, kamu yararını gözeten, bu anlamda evrensel hukuk disiplininin ölçütlerine uygun bir yaklaşımdı. Ama Türkiye’de nasıl işletildi, o ayrı bir tartışmanın konusu. Tabii ki Türkiye’de amaca uygun bir biçimde işletilemedi. Her ne kadar bir kamu hizmeti olarak algılansa, kamu yararı ölçütü çerçevesinde değerlendirilse de, TRT, o dönem siyasi iktidarı her kim elinde tutuyorsa onun aracı haline getirildi, fikirlerinin propaganda yerine dönüştürüldü. Ama zaman zaman da iyi işler yapılabildi. Bu anlamda uyarıcı etkisi olabildi.
80’den sonra korsan olarak televizyon yayınları gündeme geldi. Niye korsan? Çünkü herhangi bir yasal düzenleme yok iken, Turgut Özal’ın oğlu Ahmet Özal, Star’la birlikte bir televizyon kurma teşebbüsünde bulundu. Dışarıdan yayın yaptılar ve Türkiye’de özel televizyonculuğun zirvesi olarak adlandırılacak dönem Körfez’e emperyalist müdahale dönemidir. Nasıl bir işlevle donandılar? Şunu yaptılar: CNN’e bağlandılar ve CNN ile birlikte Körfez’e emperyalist müdahaleyi asimile ettiler. Savaşı, odalarımızın içerisine soktular. Türkiye insanı ilk kez kansız, şiddetsiz bir savaşla tanışmış oldu. Savaşı bir elektronik oyun gibi izledi ve bilinçlerde belki de ilk çarpılma, bir bakıma değerlerin ilk çürümesi de bu olayla başladı. İnsanlar sıcak odalarında, elektronik bombaların belli hedeflere kilitlenmesine ve oraları vurmasına tanık oldular. İnanılmaz ölçüde bir teknoloji hazzını yaşadılar. Bu anlamda Türkiye’de teknolojinin de değer çürümesinde bir zirve oluşturduğunu görüyoruz. Elektronik harp teknolojisiyle bütünleşmiş uzay teknolojisi ve bunun odalarımıza kadar yansıması, bizi Batı dünyası karşısında bir kez daha hayran bıraktırdı. Kansız, şiddetsiz bir biçimde bizimle çok benzer yanları olan dindaşımız olan ortak tarihi bağlara sahip olduğumuz insanların bombardımanını izledik ve çoğumuzda bir röntgencinin aldığı zevki aldık bundan.
Dolayısıyla önemli bir noktadır özel televizyonların tarihinde, Körfez’e emperyalist müdahale. Sonrasında ne oldu? Bir fırsat gibi çok sayıda özel televizyonun kuruluşuna tanık olduk. Türkiye’de, sermayenin en kirli, sermayenin en rekabeti şiddetlendirmeye açık, bu anlamda en hırslı kesimleri bu televizyon kuruluşlarına kaynak aktardılar. Burada bir takım isimleri ayrıntılarıyla değerlendirmeye çok gerek yok. Ama şu kadarını söylemek mümkün; bu televizyonların ortakları arasında, iç savaş döneminde yani 70’li yıllarda MHP’yi finanse eden, onlara kaynak aktaran, o yapının mali açıdan sürdürülmesini sağlayan kişiler vardı. Onun dışında ağırlıklı olarak Yahudi kökenli sermaye gruplarını bu alanda gördük. Fakat ortak özellik neydi? Yer altı ekonomisiyle bütünleşmiş bir takım fonların özel televizyonlara aktarılmasıydı. Sadece burada söz konusu olan bazı fonlar da değil. Önemli ölçüde, bir dönem gazino dünyasıyla bütünleşmiş şov anlayışının da kadrolarıyla televizyonlara taşındığını gördük.
TRT’den de çok sayıda yetişmiş kadro, televizyonlara geldi ama, aslolan, yani o zihniyete damgasını vuran -ilk dönem için söylüyorum, yani ilk açılış dönemi için- o şov dünyasının artıklarıydı. O şov dünyasının da 70’li yıllarda, iç savaş süreci içerisinde ilginç bir takım rolleri olduğunu biliyoruz. Bunu değerlendirdiğimiz zaman uyuşturucu mafyasından tutun da kara para ticaretinin çeşitli aşamalarına kadar hepsiyle içiçe geçmiş bir dünyadır. İşin böyle bir özü var.
Ama tabi bu kadarla da kalınmadı. Bir müddet sonra yeni bir perde açıldı, o yeni perdenin açılmasıyla beraber çok uluslu sermayenin bu alana girmeye başladığını gördük. Yani giderek televizyon dünyası çok uluslu sermayeyle de bütünleşti. Dünya çapında bir takım televizyon kuruluşları, Türkiye’de yerli ortaklar edindiler. Bu da hem teknolojide, hem de kadrolarda bir değişimi beraberinde getirdi. Meseleye çok daha bilinçli yaklaştılar. O ilk başlangıçtaki alaturkalık yerini giderek çok iyi filtrelenmiş haber programlarına, çok iyi düzenlenmiş bir takım gösteri programlarına ya da dizilere bıraktı. İş öyle bir hale geldi ki, bunlar hazırlanırken dışarıdaki örneklerden yola çıkıldı. Alan araştırmaları yapıldı. Sosyolojiden, sosyal psikolojiden yararlanıldı ve ortaya böyle bir yapı çıktı. Yani o birinci aşamanın acemilikleri, yerini başka bir şeye bıraktı. Sermaye yapısında, temel olarak çok büyük değişiklikler meydana gelmedi. Ortaya çıkan tabloya göre büyük ölçeklerde, başka hiç bir piyasada olmayacak kadar büyük bir tekelleşmeyle karşı karşıya kalındı. Öyle bir hale geldi ki, artık bu alanda neredeyse %70-75’lere varan bir kontrol mekanizması ortaya çıktı. Giderek de, birbirleriyle anlaştıkları ölçüde kartelleştiler.
Çünkü sadece bir medya alanı içerisinde kalmadı faaliyetler; bunun bankacılıkla ilgili yanları oldu; bunun taahhüt sektörüyle, turizm sektörüyle ilgili yanları oldu. İster istemez, tek bir medya gücünün kapasitesi yeterli gelmeyeceğinden, böyle bir oluşuma bir takım kartel anlaşmaları imzalandı, paylaşımlara gidildi. Biraz önce sözünü ettiğim alanlara girildi, büyük yatırımlara yönelindi. Burada da tabi devletle özel bir tür ilişki gelişti. Çünkü bunu yaparken, inanılmaz ölçüde büyük fonlar ve krediler kullanıldı devletten. Dolayısıyla, Türkiye’nin özellikle son 20 yıla yayılan çürümesinde, Türkiye’de adına kirli para trafiği denilen trafiğin yönlendirilmesinde, kirli savaş sürecinin işletilmesinde bu medya kuruluşlarına hayli önemli roller düştü. kendi meşruiyet dayanaklarını da pekiştirme adına her dönemin genel eğilimlerine uygun davrandılar. Örneğin kirli savaş döneminde, inanılmaz ölçüde devletçi bir söylemden yana oldular. Şimdi Avrupa Birliği konusunda bir takım eğilimler var. Yani dönemin temel eğilimlerini hem yansıtıyorlar, hem yönlendiriyorlar, hem de bunu temsil eden büyük sermaye güçlerinin çıkarlarıyla kesişiyorlar.
Yiğit Tuncay: 80 öncesindeki tek kanallı dönemi tarif ederken, “kamu yararı ön plana alınırdı” diyorsun. Yani, toplumun bilinçlendirilmesi, eğitilmesi ve televizyonun bu biçimiyle kullanılması gerekliliğini vurguluyorsun. Bu olması gereken. Ama gelinen nokta hiç de öyle değil. 19. yüzyıl bilim çağı olarak damgasını vurmuştur tarihe. Bilim çağı, halka dışarıdan bilinç taşınması fikrini de gündeme getirmiştir. Bu çağ, bu özellikleriyle toplumlara öncülük rolünü aydınlara, bilim adamlarına vermiştir. Soğuk savaş döneminde de, idelojik planda yürüyen bu çatışmanın öncüleri ve yürütücüleri bu güçler olmuştur. Fakat buna karşı olarak, emperyalist güçler çeşitli stratejiler geliştirdiler. Bunlar “düşük yoğunluklu savaş” ve “düşük yoğunluklu demokrasi” stratejisi şeklinde ortaya çıkmıştı. Bilim çağının egemen olduğu gerçekler, aynı zamanda sosyalist devrimler ve ulusal kurtuluş mücadelelerini de beraberinde getirmişti. Emperyalist güçler bu yükselişi kırmaya çalışıyorlardı. “Düşük yoğunluklu savaş” ve “düşük yoğunluklu demokrasi” stratejilerini uygulamaya başlamanın yanında, temel olarak sosyalizmin baskıcı olduğu ve baskılardan kurtulmanın yolunun demokrasi olduğu fikrinin yayılması ile bayağı yol aldılar diyebiliriz.
Demokrasi söyleminin yükseltilmesi, bir toplumsal proje olmanın yanında aynı zamanda bireyin önemini vurgulayan bir politika izliyordu. Bu politika, sosyalizmin insanlığın kurtuluşu olduğuna inanmış aydın ve bilim adamlarına yöneltilmiş en ciddi saldırıydı aslında. Çünkü toplumu bir araya getirip birlikte hareket ettirme ve bu kitlelere öncülük etme misyonunu benimsemiş aydın ve bilim adamları, bu bireyleşme projesini henüz tam kavrayamamış durumda bulunmaları yüzünden ilk darbelerini almışlardı bile. Artık her birey tek başına bir proje olacaktı. Bu öncülerin daha önce hiç düşünmedikleri bir gelişmeydi. Bu emperyalist güçlerin geliştirdiği en temel savaş stratejisiydi aslında. Kırsal olmayan ve kentleşmiş bölgelerde uygulamaya koyacağı ideolojik savaş yöntemiydi bu aslında. Çünkü kentlerde kola, bacağa vuran düşük yoğunluklu savaşı uygulayamazdı. Toplumu atomize etmeye yönelik olan ideolojisizleştirme ve her bireyin tek başına bir proje olduğu ideolojisi, birlikte hareket edebilme yeteneğini elde etmiş kitleleri çözmeye başlamıştı bile. “Akıl sahibi olmadan fikir sahibi olabilme” özelliği kazandırılan toplumun bireyleri, kişilik sahibi olmak gibi güzel bir duygu içine girdiklerini zannederlerken, aslında, ehlileşmemiş doğalarının kurbanları durumuna düşüyorlardı. Çünkü insan kişiliği toplumsal bir gerçekliktir.
Bütün bu işlemleri uygulamaya koyan egemen güçler, en son olarak gelişmenin yürütücü motorunun “rekabet” olduğunu söyleyeceklerdi. Burada da Marks’ın gelişmedeki çelişkinin rolüne yaptığı vurguyu ön plana çıkaracaklardı. Çelişkinin gelişmedeki rolünü piyasa koşulları içine adapte ederek gerçekleştirilen meşrulaştırma politikası, aynı zamanda farklı bir ahlakın da habercisi oluyordu. Tüm bilimin varoluşu olan insanın doğayla olan çelişkisinin bu biçimiyle yaşama ikame ettirilmesi sosyal darvinizmi bir kere daha gündeme getirmişti zaten. Doğa koşullarına dayalı “rekabet” tanımlaması, insanın ehlileşmemiş doğasını birey olarak görme eğilimi, vahşi doğanın işleyişini ve kendine özgü çelişkilerini bir ideoloji, bir rejim biçimi olarak önümüze koymuştur artık. Geriye kalan ise, egemen güçlerin, toplum içinde meşrulaştırdıkları bu doktrini tam anlamıyla sağlamlaştırmak için öncüler ile kitlelerin bağlarını tam anlamıyla kesmek olmuştur. Bunun için de, öncülerin zaaflarını propaganda etmek, insanın doğayla olan çelişkisinin ürünü olan bilime güvensizliği doğurmak, bilimi piyasa çelişkilerinin istatistiksel araştırma rolüne indirgemek, en büyük toplumsal projenin bireysel projelerin doğaya dayalı rekabetinin bir ürünü olduğunu meşrulaştırmak yeni yaşam biçimi olarak sunulacaktır. Bütün bunların toplum içinde yaygınlaşan göstergeleri vardır.
Falcılık, doğadaki bitkilerle kendi kendini tedavi etme yöntemleri, uçuk şarkıcıların idealleştirilmiş görüntüleri bunların en tipik örnekleridir. Hatta tiyatro oyunlarına kadar yansıdı bu. Cumhuriyet Kızı oyununu hatırlarsın. “Bilim adamlarına halk ne kadar güvenmelidir,” sorusunu gündeme getirmişti. Aslında bilim adamlarının da birer sapık olabileceği tartışmasını gündeme getirmişti. Bunların amacı neydi? Solun kurduğu ideolojik hegemonyayı kırmanın yolu bilime saldırmak, bilim adamlarına saldırmakla ilgiliydi. Bilime saldırmak, modernizme saldırmakla ilişkilendirildi ve pozitivizm eleştirisiyle, yani olguculuk eleştirisiyle dönem başlamış oldu. 80’den sonra gelişen özel televizyonculuk, özel medya kuruluşlarının hakimiyetini sağlaması da bununla ilgiliydi. Bunu yapmak zorundaydılar, aksi takdirde medyanın toplum üstünde etkinliği mümkün olamazdı. Ondan sonraki gelişen süreçte ne oldu? Eskiden son derece iyi eğitim almış insanların, televizyona çıkabilme fikrinin yerini, herkes televizyona çıkabilir fikri aldı.
Dolayısıyla bu da televizyonu son derece iyi süzülmüş, toplumu bilinçlendirmesine dönük yanından ziyade, bir salı pazarı anlayışına dönüştürdü. Medya bu salı pazarı anlayışıyla, topluma, toplum içindeki bireylere, “bakın aslında sizler de bu ülkenin kaderinde rol oynayabilirsiniz” diye onlara o özlük haklarını verdiklerini iddia edince bir alt-üst oluş yaşandı. Eskiden reyting denilen şey, izlenme oranı denilen şey, 80 öncesinde büyük bir şey değildi, pek fazla göz önüne alınan bir şey değildi. Ama 80 sonrasında izlenme oranı herşeyin belirleyicisi oldu, yani halkın tercih ettiği en iyi olarak adlandırıldı. Oysa ki daha önceki dönemlerde, yani bilim çağının etkisinin olduğu dönemlerdeyse en iyi, en fazla izlenme oranına göre değerlendirilmiyordu. Bu anlamda, medyanın, bu tarzdaki gelişimiyle ilgili ne düşünüyorsun?
Suat Parlar: Şöyle bir şey söylemek gerekiyor. Çağları bu şekilde ayırmak, ne ölçüde doğrudur, bilemiyorum. Yani işte, 70’ler veya 60’lar bir bilim çağı mıydı? O tartışılır. Elbette ki, dünya üzerinde bir sosyalist sistem vardı, bunun çözülmesine dönük bir mücadele vardı ama, o sosyalist sistem de çok büyük yanlışları içeren bir sistemdi. Eğitim politikası anlamında, beşeri gelişme anlamında, yani orada da sözü edildiği gibi çok büyük bir kültürel gelişme, bir açılım, insani değerlere bir dönüş söz konusu değildi. Ama şu var; Türkiye gibi ülkelerde, en azından bir devrim korkusu beraberinde sosyal politikaları getiriyordu. Yani nedir? Türkiye’de şaşılacak şey, 60’lı yıllarda, dünyanın en büyük sosyal güvenlik şemsiyelerinden biri kuruldu. Bunun, Sovyetler Birliği’ne coğrafi yakınlık yanında devrim korkusuyla da bağlantısı var. Bu sosyal güvenliğin yanı sıra, eğitim politikaları halkın geniş katmanlarının eğitilmesini beraberinde getirebildi. Çünkü eğitim parasızdı. TRT gibi kurumlar, kamu yararı ölçütünü devlet sistemi çok demokratik olduğundan kabullenmediler.
Gene 60’lı yıllardaki yükselişin etkisiydi. Sen onu, solun ideolojik hegemonyası olarak değerlendiriyorsun. Yani, solun ideolojisi ölçüsünde belki hegemonyasından söz edilebilir. Sol ideolojik olarak neyi temsil ediyordu, Türkiye’de solun konumu görece bir konumdur. Yani, neye göre sol? Ama öyle bir yaygınlık ölçüsünde, solun yaygınlığı ölçüsünde de, bir kültürel öncelikten hatta bir kültürel yönlendirmeden söz edilebilir. En azından, belki şunu çok kestirmeden söyleyebiliriz; 60’larda 70’lerde üniversitelerde solcu olmamak ayıp sayılırdı. Demek ki, bu anlamda da bir yönlendiricilik, kültürel alana damgasını vurma söz konusuydu. Zaten sistemde, özel televizyonlar döneminde kadro devşirirken, ister istemez o geçmişinde solculuk yatanlara yönelmek mecburiyetinde kaldı ve hep de bizim söylediğimiz bir şey, şu anda, Türkiye’de sistemin ideolojik ve kültürel dayanağı solculardır, eski solculardır. İşin böyle bir yönü de var. Yoksa zaten, sağdan devşirilecek bir ilmi veya kültürel kadro bulmak ne ölçüde mümkündür. Arada belki bir takım parlak isimler çıkmıştır ama, bir bütün olarak kültür alanında çok da fazla bir MHP’liyi, bir efendim Adalet Partisi çizgisini, diğerlerini bulmak mümkün değildir. Ne olacaktı yani, hür gençten, ak gençten veya ülkü ocaklarından yazarlar, şairler, edipler mi yetişecekti? Tabii ki değil, mümkün değil. Dünya görüşleri zaten buna elverişli de değildi. Türkiye’de aydın hareketini de bu anlamda temsil etmediler. Cemil Meriç’i kendilerinden sayarlar, Nurettin Topçu’yu kendilerinden sayarlar…
Yiğit Tuncay: Necip Fazıl’ı da kendilerinden sayarlar, ama yine geçmişleri yine solculuktur onların.
Suat Parlar: Ama bu çok tartışma götürecek bir konu. Küçümsemek anlamında söylemiyorum. İşin böyle bir boyutu var. Çünkü siz, yani dünyanın değişmezliğinden yana tutum alırsanız, bunu yaparken dine dayanır, bir de o dini bilmezseniz, o dinin kaynakları konusunda bir bilginiz yoksa, devletin yönlendirmesine de açık olursanız, tabii ister istemez bir takım kalıplara sıkışıp kalırsınız, aydın da yetiştiremezsiniz. Neyse, bu başka bir tartışmanın konusu. Şimdi TRT iyi işler yaptı mı? Yaptı. Bir alt yapı ortaya koydu, pek çok kadrolar yetiştirdi. Yer yerde kamu yararını gözetti. Senin dediğin gibi, en azından müziğin bir alan olarak sade ölçüler içerisinde tutulmasına katkıda bulundu. En azından müzik adına bir sürü pisliğin boca edilmesini önledi, bunları yaptı. Tabii orada aşırıya kaçıldı, inanılmaz sansür uygulamaları gündeme geldi, bir sürü insana televizyon yasak edildi, bunlar yapıldı.
Yiğit Tuncay: Halk müziği şarkıcılığını bile onlar ön plana çıkardı. Aşık Veysel’i ilk önce halk TRT’den tanıdı.
Suat Parlar: Tabi, tabi, TRT’den tanıdı. Bu tip hizmetler oldu. Bugün televizyona reyting kaygılarıyla çıkamayacak bir sürü insan, o dönemde rahatlıkla televizyonlara çıkabildi. Yani şimdi bugün siz, bir Hacı Taşan konserini yayınlayamazsınız, en düşük reytingleri alır. Ama Hacı Taşan Türk Müziğinde, Türk Halk Müziğinde çok önemli. Hacı Taşan’sız Türk Halk Müziği konuşulmaz bile. Hacı Taşan’la ilgili belgesel yayınlayabilmiştir TRT. Bu bir örnek, buna benzer çok sayıda örnek vermek mümkün tabi. Şimdi bilim adamlarının konumuna gelince, Türkiye’de bilim adamları saygın olamadılar. Sadece geçici dönemlerde yükselen dalgalara bindiler. Bu da ayrı bir tartışmanın konusu. Yani “bilim adamlarına saldırı var, aydınlara saldırı var” deniliyor. Bu ayrı bir tartışmanın konusu. Belki bunu, tekrar ilerde değerlendiririz.
Aslında, senin deyiminle o sol hegemonyanın yaşatılmasında, o sol hegemonyanın geçerli olabilmesinde, bilim adamlarının katkısından ziyade, mahallelere kadar yayılmış, oralara kadar örgütlenebilmiş, halkla birlikte olabilmiş, eksikliklerine ve acemiliklerine rağmen bir direniş kültürü yaratabilmiş solcuların katkısını ön planda tutmak lazım. Bilim adamlarından ziyade önemli olan budur ve büyük bir inat, özveri ve heyecanla bütünleşmiş olan eylemlilik hattıdır. Buradan ortaya çıkan dalga dalga topluma yayılan bir takım kültürel nüvelerdir. Şimdi, tabi ki hiçbir kurum bunda masum kalmadı. Hemen hemen her kurumda etkisini gösterdi. Hatta 80’lerden sonra da bu etki kolay kırılamadı. Çok zaman aldı. TRT açısından da böyle, diğerleri açısından da böyle. Yani binlerce insanın hapislere atılması veya işkence görmesi bile bu düşünceyi böyle 80’lerin ilk döneminde kırmayı beraberinde getiremedi. Etkileri uzun süre devam etti. Ama artık günümüzde, böyle bir etkiden söz edemiyoruz. Bu etki, tümüyle sistemin kanallarına akmaktadır.
Şimdi, “salı pazarı anlayışı” dedin; salı pazarı anlayışı ciddi bir anlayıştır. Salı pazarı anlayışını küçümsememek lazım. Çünkü salı pazarında üretici de vardır. Salı pazarında tüketici üreticiyle yüz yüze gelir. Birbiriyle bir alışverişi vardır. Birbirini tarif ederek işe başlar. Bir ciddiyet vardır oradaki alışverişte. Burada ise bir kemirme, bir çürütme, karşısındakini küçümseme, aşağılama, yok etme iradesi var. Medya tekelleri böyle bir anlayıştan yola çıkıyorlar. Halkı küçümseme, aşağılama, değersizleme, hiçleme, yönlendirme anlayışından yola çıkıyor. Dolayısıyla bu Salı pazarı anlayışı değil, tam anlamıyla tekelci bir çürütme anlayışı, yaklaşımı. Ve bu yönüyle de Türkiye’de başarılı olduğunu görüyoruz.
Reyting meselesine gelince; elbette ki her pazarın bazı ölçütleri olacak. Bu pazarın ölçütü olarak da reyting ortaya konulmuş. Niye bu reytingler lazım, reklam sektörüyle ilgili yanları var bunun. Yani, Türkiye’de krizden sonra aşağı yukarı 400 milyon dolarlık bir reklam pastası söz konusu. Öncesinde, bu milyar dolarlık rakamlarla ölçülüyordu. O reklamlardan sizin pay alabilmeniz için, işte bu adına reyting denilen ölçüte uygun davranmanız lazım. İşin böyle bir yanı var. Ama giderek bu reytingin fetişleştirildiğini görüyoruz. Başka türlüsü de olmaz. Çünkü, tekelci iktisat anlayışı fetişlerle yürür. O fetişlerden medya tekelleri alanında söz konusu olanı da reyting. O reytingler için, bir takım araştırmalar yapılıyor. O araştırmalarda halka bir takım özellikler yakıştırılıyor ve o yakıştırılan özellikler de, reklam sektörünün işleyişiyle ilgili özellikler. Çünkü siz, bir malı satabilmek için psikolojiden yola çıkacaksınız, bilinç altından yola çıkacaksınız. Son 20 senedir, ne yaptıklarını çok iyi biliyorlar. Son 20 senedir halkın bilinç altından insani değerleri kazıyıp çıkardılar. Niye? Tüketici birey yaratma adına. Dolayısıyla, o bilinç altında pislik biriktiğini biliyorlar, hatta bilinç altı demeyelim -o da çok belki tartışmaya açık bir kavram-, bilinç diyelim. Yani, o bilinci dokudular, ördüler, niye? Bir tüketici birey yaratma adına. Bütün o darbelerde, bir yanıyla bunun önünü açtı, bunun hazırlığını yaptı.
Dolayısıyla, orada biriken pisliği bizden daha iyi biliyorlar, ne kadar pislik biriktirdiklerini biliyorlar, dolayısıyla reytingle pislik ölçüyorlar. Çünkü o pisliği ölçmeden, kozmetik ürünü satamaz. O pisliği ölçmeden, insanlara hiçbir biçimde gerekli olmayacak bir takım nesneleri satamaz. O pisliği ölçmek de yetmiyor. O pisliğin propagandasını yapacaksın, ki çark dönsün. İşte orada reklam sektörü devreye giriyor. Yani birbirini besleyen pislik mekanizmaları söz konusu burada. Reklam sektörü, medya tekelleri, ki bunlar içiçedir. İnanılmaz derecede de asalak sektörlerdir bunlar. Aslında hiçbirşey üretmezler. Hizmet de üretmezler. Çünkü burada söz konusu olan hizmet, beşeri bir anlam ifade etmez. Yani sizin bu kadar yoksul bir ülkenin kadınlarına, 7 ile 10 milyar dolarlık kozmetik ürünü satmanızın insani bir yönü yoktur. Ya da bu ülkenin insanlarına, Coca Cola satmanızın insani bir yönü yoktur. Bu kadar yoksul bir ülkenin insanlarına, milyarlarca dolarlık sigara satmanızın insani bir yönü yoktur.
Yiğit Tuncay: Kriz de oradan doğuyor ya zaten işte. Kriz diyorlar da ben ona kriz demiyorum, yoksullaşma diyorum.
Suat Parlar: Elbette tüm krizler birbirini besler. Şimdi güzel söyledin, “kriz de oradan doğuyor” dedin. Türkiye’de enflasyon rakamları her sene açıklanıyor. Enflasyonla ilgili olarak, memur maaşlarından tutun da fazla emisyona kadar bir sürü neden üzerinde duruluyor. Ama, örneğin şu neden hiç gündeme getirilmiyor; her sene bu ülkede araba markaları değiştiriliyor. Bir takım küçük oynamalarla 2002 model, 2003 model gibi bu şekilde gider. Sadece bu küçük değişikliklerin bedeli üzerinde durmak bile, ortaya inanılmaz bir tablo çıkartır. Bakın, bizim kriz döneminde IMF’den aldığımız kredi 6 milyar dolar civarındaydı. Yani, ilk kriz patladığında gelen ilk prim 6 milyar dolardı. O yıl, dışardan lüks araba ithaline 7 milyar dolar harcandı. Sadece ithaline, içerideki üretimi bırakın. Şimdi, bu bile bir kriz etkenini ortaya koyuyor.
Yiğit Tuncay: Büyük rakam.
Suat Parlar: Reklam sektörünü, medya tekellerini ayrı düşünmek mümkün değil. Bir bütünün parçaları.
Yiğit Tuncay: Bir gazetede okumuştum. Cep telefonu üreten firmaların yaptıkları araştırmada, Türkiye’de senede üç cep telefonu değiştirdiklerini tespit etmişler insanların. Oysaki cep telefonu firmaları, kendi sattıkları telefonun üç senede bir değiştirilmesini öneriyorlar.
Suat Parlar: Şimdi, bu çok güzel bir örnek. Araba sektörü, cep telefonu, bankacılık, bunların hepsini birlikte değerlendirelim. Türkiye’de krizin gerçek nedenlerine ilişkin bir tartışmaya, bu medya tekellerinde rastlayamazsınız. Niye? Çünkü bunlar, krizin aynı zamanda nedenidir de, aynı zamanda krizin tetikleyicisidir de. Çünkü reklam sektörünün etkisiz ve etkinliği ölçüsünde o tüketimi pekiştiren, o tüketimi yaygınlaştıran, derinleştiren bir yapı söz konusu. Her alanda böyle bu. Bankacılıkta, iletişimde, otomotivde böyle bir durum var. Bu ülke, bu tüketim kalıplarına mahkum hale getirildiği sürece, bu kriz devam edecek. Türkiye’nin krizi, sabit sermaye yatırımlarını yapamamasından kaynaklanan bir kriz. Yani, bu ülke bir teknoloji kapasitesi yaratamıyor, o temeli kuramıyor. Bir üretim temeli kurup, planlı ve disiplinli bir şekilde bunu geliştiremiyor. Daha açık söyleyeyim, bu ülkenin kapitalist gelişiminin önü tıkanıyor, bırakın toplumcu gelişimi.
Çünkü kapitalist bir sistem kurabilmeniz için, belli ölçeklerde planlanmış, devlet tarafından güçlü bir piyasaya sahip olmanız lazım. Ama o kadar vahim bir durumdayız ki, çürütülmüş, beyni boşaltılmış, böcekleştirilmiş, birey yaftası yapıştırılmış bir tüketiciler topluluğunun gündelik ekonomisi söz konusu olan. Ve o gündelik çarkların dönmesi nasıl sağlanıyor? Uyuşturucuyla sağlanıyor, uyuşturucu ekonomisinin artıklarıyla sağlanıyor. Binbir türlü kirli işte, Türkiye’nin transit yol olmasıyla sağlanıyor. Bir üretimle sağlanmıyor veya bu ülkenin yüzlerce sene içerisinde biriktirdiği değerlerin yağmalanmasıyla sağlanıyor. İşte burada, merkezde neyi görüyoruz? Merkezde, medya tekellerini görüyoruz.
Bu sürecin, hem önemli bir paydaşı, hem önemli bir yönlendiricisi. Onun için de, bu medya tekellerinin kirli para trafiğinde büyük konumu olan gruplarla içli dışlı olmasına şaşırmamak lazım. Bir bakıma, bu grupların fonlarını buraya aktarmasına şaşırmamak lazım. Bunların, bu tarz işlevleri var. Şimdi, dolayısıyla bunların birilerini televizyona çıkarırken, senin sözünü ettiğin gibi bilimsel ölçütler kullanması ya da sanatın evrensel ölçütlerinden yola çıkması düşünülemez. Herkes şöhret olabilir, herkes bu televizyonlara çıkabilir. Yani bunu bir gerçeklik, bir olağanlılıkmış gibi sunuyorlar. Ama değil. Beşeriyetin sıfır noktasına düşürülmüş insanlar, beşeriyetin sıfır noktasına mahkum edilmiş ve bu anlamda bir ikileme düşürülmüş varlıklar -insanlar demeyelim artık- orada, sürekli olarak hergün kendilerini sergilemesi söz konusudur. Burada da her şey siliniyor. Trajedi siliniyor, komedi siliniyor, dram siliniyor. Ve o silinenlerin yerine sahteleri yaratılıyor. O sahtekarlık çerçevesinde hergün içi boşaltılmış, birer tüketim nesnesine dönüştürülmüş, bir takım insan kalıntılarının oradan cazip şöhretler olarak sunulması gerçeğiyle karşı karşıya kalıyoruz. Eskiden de şöhret kavramı vardı. Ama o şöhret kavramı bir emekle mümkündü, bunun bir maliyeti vardı. Ama şimdi, saniyelik şöhretlerle bile karşı karşıya kalabiliyoruz. Başka türlüsü olabilir mi? Başka türlüsü olamaz. Bu, bir eleştiri konusu değil. Çünkü artık, bu bir sistem sorunu. Yani, bunu eleştirerek, medyayı temizleyelim diyerek temizleyemezsin. Bu, demin çerçevesini çizmeye çalıştığımız sistemsel yapının en önemli ögelerinden biri. Medya tekelleri olduğu sürece, özünden uzaklaştırılmış bu cazip şöhretleri televizyonlarda görmeye devam edeceğiz, daha da çürütücü etkileriyle.
Yiğit Tuncay: Yani bu bir iletişim kirliliği yaratıyor.
Suat Parlar: Şöyle bir şey. Medya tekelleri, gören gözler için sistemin bütün kirliliğini zaten yansıtıyor her yanıyla. Dizileriyle, yarışma programlarıyla, gösteri programlarıyla, herşeyiyle. Ama en önemlisi de şu: demin sen çok önemli bir noktaya değindin; daha düne kadar kendisini tiyatrocu olarak, sinemacı olarak tanıdıklarımız da bu çarka kendilerini kaptırdılar. Bir takım çıkarlar adına. O çok vahim. Çünkü eğer bir toplum, öncülerini yitirmişse, yani tiyatrocularını, sinemacılarını, edebiyatçılarını yitirmişse, o zaman zaten o toplumun, artık, yavaş yavaş nefes alması imkansız hale gelmiş demektir.
Yiğit Tuncay: İzlenme oranı kavramı çok ilginç bir şey. Medya, burada halkçıymış gibi gözüküyor. Yani diyor ki halka; “Ben” diyor, “ortaya bir mal koyuyorum, bu malı siz talep ediyorsunuz, bu da o malın kalitesini gösteriyor.” Ama sen de çözümlemende dedin ki; “zaten mala talep eden kitleyi kendisi çürütmüş”. Zaten “mal” diye tanımladıkları, izleyiciyle doğru orantılı hale getiriliyor. Ayrıca, çok fazla tüketme ihtiyacını da doğuruyor. Dolayısıyla, o çürüttüğü insan tipolojisi kaliteyi ayırdedemeyecektir. İzlenme oranı kavramı, medyayı sanki halkçıymış gibi gösteriyor. Oysa izlenme oranı diye ortaya atılan rakamlar, reklam pastasından alınmak istenen payın göstergesi. Ortaya çıkan bu karmaşa içinde medya adeta “demokrat”mış gibi.
Suat Parlar: Asla! Zaten büyük sayılar hiçbir zaman demokrasinin göstergesi değildir. Bunu özellikle vurgulamak isterim. Bu yapılan alan araştırmaları, belli ölçüler çerçevesinde yapılıyor. Sadece 2000 kişinin evindeki televizyon cihazına bağlanan makinalardan elde ediliyor bu veriler. Yani büyük sayılardan yola çıkmıyorlar. Büyük sayılardan yola çıkmamakla beraber, büyük eğilimleri de biliyorlar. Çünkü o çürümenin paydaşı medya tekelleri. Aslında bir yanıyla da hakikaten halkın eğilimlerini de tespit edebiliyorlar. Burada da, “işte halkımız istemiyor” gibi bir kolaycılığa da düşmemek lazım. Çünkü bu ülkede, dediğim gibi, son 20 yıldan bu yana, bir takım tüketim kalıpları yaratıldı. Yani, ortada duran gerçekler var ve bunun yaratılmasında büyük işbirlikleri, koalisyonlar söz konusudur. Egemenler koalisyonunun bir yanında da medya tekelleri duruyor. Yani, bir halk kavramı yarattılar ve bunda da çok haksız değiller. Binlerce örnek verebilirim, bu halkın duyarsızlıklarına ve nelere duyarlı olduğuna dair. Utandırıcı olur. Onun için, bence, bunun çok fazla üzerinde durmayalım. 70’li yıllarda, daha doğrusu 60’ların ikinci yarısında, sokak tiyatrosu yapanların reyting kaygısı yoktu. Onlar sokakta tiyatro yaparlardı.
Yiğit Tuncay: Evet.
Suat Parlar: Orada söz konusu olan, anti-amerikancılıktı. Ama aynı zamanda, bir de güç merkeziydi onlar. Nasıl bir güç merkeziydi? Türkiye’de, Amerikancılığı savunmak kolay olmazdı. Yani, o sokak tiyatrosu milyonlara hitap etmezdi. Ama öyle bir bütünsel mücadelenin parçasıydı ki, o bütünsel mücadele çerçevesinde, o tiyatro anlayışına bulvar tiyatroları bile yakın durmak mecburiyetinde kalırdı. Bugün olduğu gibi soysuzlaşmış bir Amerikancılıkla, o kalıplarla, ortaya rahat rahat çıkamazlardı. Televizyonları izleyenler bilirler; artık çocuklar bize ait değil, bizim çocuklarımız değil, Amerikan Çocukları, aileler Amerikan Ailesi, çizilen tipler sanki Amerika’dan kopup gelmiş; dilleriyle, anlatımlarıyla… O izlenme oranı meselesi de böyle bir yere oturuyor. Yani, halktan yana olan çok büyük iletişim ortamına sahip olmasa da, çok büyük medya imkanlarını kullanmasa da, güçlü kuvvetli bir bütünün parçasıysa, bir takım merkezi değerlere oturuyor ise, o beraberinde -az önce senin sözünü ettiğin gibi- bir hegemonyayı getirir. Yani karşıtları bile adım atarken çok cesur davranamazlar. İşte, 60’larda, 70’lerde söz konusu olan buydu. Ama bu tamamıyla kırıldı, parçalandı. Şimdi, böyle bir değer çemberi söz konusu değil. Bunu özgürlük adına kırdılar. Neyi kırdılar? Anti-amerikancılık yasak, anti-emperyalizm yasak, anti-batıcılık yasak.
Yiğit Tuncay: Modası geçmiş zaten.
Suat Parlar: Yani bunların hepsi yerden yere çalınıyor. Peki ne serbest? Amerikancılık, Amerikan bireyciliği, tüketim kültürü, her şekilde batıya benzemek. Şimdi moda olan bu. İslamcısından, solcusuna kadar, hepsi o batı kalıplarına benzeme sevdası içinde. Diliyle, olaylara yaklaşımıyla, gösterileriyle, herşeyiyle bir batılı gibi davranma sevdası içindeler. Yani siyah derilere, beyaz maskeler geçirilmiş insan yüzleriyle karşı karşıyayız. Dolayısıyla, medya tekelleri aynı zamanda böyle bir kültürel gelişmenin seyri içerisinde ortaya çıktılar ve şu anda da duruma hakimler.
Yiğit Tuncay: Evet Suat. Konuşmamızın başında, sen, medyanın rolünü tarif ederken, medyanın bir dönem kirli savaşta ne kadar önemli bir rol oynadığına değindin. Kirli savaş esnasında savaşın diğer tarafında duranlara karşı nefretin doğması için medya elinden gelen her türlü çabayı gösterdi. Ardından, Avrupa Birliği’nin ortaya koyduğu normlar çerçevesinde bunun mümkün olmadığını anlayınca, medya ve Avrupa pazarına dahil olabilmenin yollarını da aradığı için, kirli savaş dönemindeki tüm öne sürdüğü politikaları geri çekip, o politikaları “milliyetçi şizofreni” diye adlandırdı. Günümüzde medya, Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye verdiği direktiflerin yerine getirilmesi için yeni bir propaganda başlattı. Senin de mutlaka dikkatini çektiğini sandığım bu yayınlar, Kürt halkının yaşamını, ahlaki değerlerini, o feodal ahlak anlayışından koparak kentlere göçlerini ve günümüze kadar taşıdığı tüm değerleri ele alan dizilerden oluşuyor.
Suat Parlar: Kirli savaşta medyanın büyük rolü vardır. Biraz önce sen de vurguladın, “düşük yoğunluklu çatışma stratejisi”nin en önemli yanlarından biri medyanın kullanılmasıdır. Yani, bir mutabakat imal etmek, üretmek için siz mecbursunuz basını, televizyonu kullanmaya.
Yiğit Tuncay: Psikolojik savaşta yeri var bunun.
Suat Parlar: Sonuna kadar psikolojik savaşta kullanıyorlar. Şimdi psikolojik savaşın belki başka bir aşamasındayız. O da: sahte barış. Emperyalist barışın bu siyasi coğrafyaya dayatılması söz konusu olan. Bütün Ortadoğu’yu kastederek söylüyorum bunu. Yani, burada emperyalizm yeni bir statüko arayışı içerisinde. Bu statüko arayışı içerisinde de, her halkın payına bir şey düşecek. Bu siyasi coğrafyada yaşayan bütün halkların payına bazı şeylerin düşmesi söz konusu. Onları zaten sürekli konuşuyoruz. Medya kendi doğasına uygun tarzda şimdi Avrupa Birlikçi oldu. Gelecekte de, Irak’a emperyalist müdahale gündeme gelir ise, Irak düşmanı olacaklar. Bu kaçınılmaz. Medyanın doğasında olan bir şey bu. Çünkü egemenler koalisyonunun sözcüsü. Sözünü ettiğin dizilerde ön plana çıkartılan Kürt kişiliği, korucu Kürt kişiliğidir. Yani, feodal artık konumunda, silahlı, şiddete tapan, servetinin kaynağı belirsiz, elinde kaleşnikofu, altında Mercedes jipiyle ortaya konulan bir tipleme. Bu tipleme nereye kadar bu ülkenin gerçeğidir, tartışılmaz bile.
Çünkü çok büyük trajediler yaşandı bu ülkede. Büyük yoksulluklar, büyük acılar, büyük sefaletler, büyük şiddetler yaşandı. Mesele böyle değerlendirildiğinde o dizilerde anlatılanlar kimlerdir? Belki, sözünü ettiğim o korucu sistemin uzantısı olan feodal artıklardır. Çünkü kirli savaş dönemi aynı zamanda feodalitenin ihyası dönemi oldu ve savaş ağaları yaratıldı. O savaş ağalarına çok büyük fonlar aktarıldı. Onların bir bölümü uyuşturucu trafiği içerisinde görevler aldılar. O savaş ağaları kirli savaştan çok kazançlı çıktılar. Bu kazançlarını lüks yaşamlarıyla gösteriyorlar zaten. Sadece kendi bölgelerinde değil, büyük kentlerde de gösteriyorlar. Bunun bir takım yansımalarının olması doğal. Televizyon dizilerine de yansıdı. Ama o gerçeklik senin sözünü ettiğin gibi bir temele oturmuyor. Yani, kirli savaş düzeninin ürünü olan, o çarpık ilişkilere dayanan feodal artıkların gerçekliği belki de. Bu bile tam olarak yansıtılmıyor. Birer masal prensi gibi veriliyor bunlar. Çünkü bu insanlar görkemli bir dünyanın prensleri, prensesleri gibi anlatılıyorlar.
Yiğit Tuncay: Yine Amerikancılık var orada. Çünkü dikkat edersen, Amerika’nın yaptığı film ve dizilerde ortaya konulan, bir Sicilyalı mafya babası modeli vardır. O tarz bir benzetme çabası içine giriyorlar. Ki o Sicilyalı mafya babaları, dünya uyuşturucu pazarının uzantılarıdır aynı zamanda…
Suat Parlar: Gerçeğin çarpıtılması, çarpıklaştırılması söz konusu. Şimdi, Orta Anadolu dizileri de var bu tür. Yani o tarz bir feodal kurumlaşmanın olmadığı Orta Anadolu bölgelerinde masal prenslerinin evlerini, konaklarını, saraylarını gösteriyorlar. Bakıyorsunuz öyle bir dünya yok. O dünyanın sorunları bu ülkede yok. O tarz ilişkiler de yok. Bu ülkede 60’lar ve 70’lerde eşitlikçi kültür ögeleri ön plana çıkmıştı. Yani, ırgat kavramı vardı, saygındı. Yani, işçi kavramı vardı, saygındı. Ama şimdi saygın yanaşmaları görüyoruz, kirve tanımlaması çerçevesinde. Konaklardan çöplenen ne idüğü, hangi kökten geldiği belirsiz lümpenleri görüyoruz. Bir çürüyüş propagandası yapıyorlar ve o çürüyüş çok aziz bir gerçeklikmiş gibi sunuluyor. Bu herşeye ihanettir. Bu tiyatroya ihanettir. Bu sanatın yöntemlerine ihanettir. Daha doğrusu gerçeğin kendisine ihanettir. Denilebilir ki, sanat aynı zamanda yaratıdır. Ama sanat gerçek duygusuyla bağlantılı bir yaratıdır. Gerçeklik duygusundan kopuk sanat olmaz. Yaratıcı sanat gerçeklik duygusuyla mümkün olabilir sadece. Bu dizilerin sanatsal bir ölçütten yola çıkması söz konusu değildir zaten.
Sadece aradaki mesafeyi ortaya koymak bakımından ben bunları söylüyorum. Yoksa bu dizilerin -istedikleri kadar bunun eğlencelik olduğunu söylesinler- halk düşmanı olduğu inancındayım ben. Çünkü siz bu ülkenin çocuklarına bir Amerikan ailesinin çocuk kalıbını sunarsanız ve alacağınız reklamları iyi planlayarak, kurgulayarak, her seferinde, her sahneye de bir takım ögeleri ustaca yerleştirirseniz, siz, burada tam anlamıyla bir halk düşmanı durumuna düşersiniz. Niye halk düşmanı olunduğunu biraz önceki ekonomik tabloyla çizmiştim zaten. Reklam sektörünün, medya tekelleri ve bu düzenle bağlantısını kurarak izah etmeye çalışmıştım. Yani, halkın sahip olduğu iktisadi değerlerin, sosyal değerlerin, elinden çekilip alınması üzerinden yürütülen bir çalışmaya, siz, “eğlencelik” diyemezsiniz. Burada söz konusu olan çok ciddi, bilinçli, planlı bir çabadır. İşin bu yanı da var. O dizilerdeki kadın tipleri, bizim kadınlarımız değil, çocuklar bizim çocuklarımız değil, erkekler bizim erkeklerimiz değil.
Bakın, bu ülkede nüfusun %65’inin artık aç olduğunu biliyoruz. Böyle bir ülkede, bir takım feodal artıkların masal prensi gibi sunulması ve halen daha birilerine, diline peresenk ettikleri tarzda, erkek egemenliğine vurgu yapma adına bazı meselelerin değerlendirilmesi en hafif tabiriyle ahlaksızlıktır. Çünkü burada söz konusu olan bir erkek egemenliğinin tartışılması da değil, aç erkek egemen olamaz. Bu ülkenin erkekleri, kadınları gibi aç, açlık bu anlamda cinsiyet ayrımı tanımaz. Yoksulluğun cinsiyet ayrımı, işsizliğin cinsiyet ayrımı var mıdır? Ama, bir takım sorunsalları da getirip dizilerin merkezine yerleştiremezsiniz. Bunlar üzerinde yapılacak sözde büyük bilimsel programlarda neyi tartışacaksınız? Ondan sonra bir araya geleceksiniz; “efendim bu dizilerde kadın tipleri ve erkek egemenliği” diyeceksiniz. Hangi kadın tipleri? Kadınlarımız konaklarda mı yaşıyor? Bir konak temelinde gelişen olaylar, ortaya sanatsal bir karakter çıkarabilir mi? Böy le bir şey mümkün müdür? Bu kadar basit midir gerçeklik? “Efendim bazı kadın tipleri vurgulanıyormuş”, “bazı kadın tipleri çok atakmış”, “bazıları ezikmiş” gibi konular üzerinde duruluyor. Bazı tüketim kalıplarının propaganda edilip, insanların beynine yerleştirilmesiyle bağlantılı bir tuzaktır bu. Etkili de olmuş bir tuzaktır.
Yani bir yanıyla orta sınıf amerikancı aileye hitap ediliyor; bir yanıyla kente göç etmek mecburiyetinde kalmış insanların sefaletlerini dindirme adına afyon veriliyor; onlara masal prensleri sunuluyor ve o insanlara önerilen de yanaşmalık oluyor. Irgatlık bile değil. Yanaşmalık öneriliyor ve meşrulaştırılıyor. Yanaşın, belinize silahı bağlayın ve bu konakların beslemesi olun. Diğer taraftan toplumdaki temel yaralarmış gibi gösterilen, “erkek çocuk doğurma, çifte nikah” gibi konular çok büyük sosyolojik yutturmacalar olarak gündeme getiriliyor. Yarışma programlarında, ergenlik çağının ilk basamaklarında kalmış gerizekalılık ve ahlaksızlık örnekleriyle hergün karşı karşıya bırakılıyor insanlar. İğdiş edilmiş bir dil. Özü boşaltılmış bir gelenek. Giderek terbiyesizleştirilen ve edepsizleştirilen bir gençlik ve tüm bunların üzerine de ilave edilen televoleler.
Yiğit Tuncay: Oysaki sinemada 80’li yıllarda, 90’lı yıllarda bayağı ciddi çabalar vardı. Yani, “Faize Hücum”, “Çıplak Vatandaş” gibi filmler, senin sözünü ettiğin gerçeklik duygusuna bağlı çabaların örnekleriydi bence. Nitekim daha düne kadar gösterimde olan Ali Özgentürk’ün “Balalayka” ve Serdar Akar’ın “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar” adlı filmleri gerçeklik duygusuyla bağları koparmamaya çalışan yapımlardı. Artık dünyada bu tarz çalışmalara yeni bir tanımlamayla “bağımsız sinema” diyorlar. Yani normal karşılanması gereken gişe filmlerinin yanında, gişe kaygısı duymayan olağandışı yapımların bir tanımlaması bu. Buradaki olağan olan ile olağandışılık durumu, aslında, tersinden işlemesi gereken bir mekanizma olmasına rağmen paranın gücü bir kere daha bir yabancılaştırma efekti olarak ortaya çıkıyor. Velhasıl sinemada bu tarz çabalar var demek istiyorum. Fakat televizyon çok farklı bir noktaya geldi. Bu sözünü ettiğimiz dizilerden ben özellikle birisini mercek altına almak istiyorum tutmak istiyorum, yani mikroskobun altına onu almak istiyorum; o da “Deli Yürek” adlı dizi. “Deli Yürek” adlı dizi, “terör bumerang gibidir, sonuçta kendisine döner” sloganıyla ortaya çıkmıştı. Bu dizinin sonra filmi bile yapıldı. Filmine ülkücüler sahip çıktılar. Soldan da sahip çıkanlar oldu. “Bizim ülkemizin değerlerini savunuyor” yaklaşımıyla dizi meşrulaştırıldı. Bunların hepsi fazlasıyla ilginçti.
Suat Parlar: Benim o diziyi takip ettiğim kadarından edindiğim izlenim şudur: ülkemizin değerlerini Abdullah Çatlı ne kadar temsil ediyorsa, orada ön plana çıkarılan karakter de o kadar temsil etmektedir. Yani bunun ötesinde ne söylenebilir? Şimdi, benim anlayışımda halkla birlikte mücadele etmenin bir takım ölçüleri, değerleri, birikimleri vardır. Böyle belinize silahı bağlayıp, “ben halk adına mücadele ediyorum” diye ortaya çıkamazsınız. Bunun adı başka bir şeydir. Beline her silahı bağlayan halk adına mücadele etseydi; Türkiye’de işler çoktan çözümlenmiş olurdu. Bu iş o kadar kolay değil.
Burada neyin temsil edildiği, nasıl temsil edildiği, hangi birikimlere dayanıldığı çok önemli. Halkı örgütlemek başka bir değerdir. Kimse de “ben halk adına hesap soruyorum, halkın değerlerini temsil ediyorum” diye ortaya çıkamaz. Bu anlamda da abartılan bütün figürler, Anadolu tarihinde, aslında işbirlikçidir. Ya sarayla işbirliği yapmıştır, ya emperyalizmle işbirliği yapmıştır. Ya da bir müddet sonra teslim olmuştur. Bu halk başı bozuğu, çeteciyi sevmez. Temel bir gerçektir bu. Bu halk başı bozuktan nefret eder. Ancak sabırla, uzun zamana yayılan, kendisiyle birlikte yaşayan, suda balık gibi olan, kendi değerlerine ihanet etmeyen, ama kendinden de birikimli, bilgili, ileri görüşlü, inançlı ve fersah fersah önde olanla güven ilişkisi kurabilir. Yoksa beline silah bağlayan adama duyulan sempati geçicidir. “Deli Yürek”te çizilen kompozisyon budur. “Deli Yürek”in geldiği nokta, bir polis şefinin hayatından yola çıkarak destanlaştırmadır. Dünyada bir polis şefinin hayatının destanlaştırıldığı başka ülke var mıdır? “Deli Yürek”, film olarak da böyle bir filmdir. Ortaya konulan tipler mahalle kültürüne dayalı, mahalle kültürünün delikanlılık şekillenmesi içerisinde kendini ortaya koyan kişilikler olarak karşımıza çıkıyor. Mahalle kültürü kısırlaştırıcıdır. Mahalle çıkış noktası olamaz politikada. Bu mümkün değildir.
Eğer biz, politikanın klasik araçlarına sahip çıktığımız iddiasındaysak, çözümlemelerimiz sisteme dayalı olacaktır. Sınıfsal bakış açısı çerçevesi içerisinde büyük birliklerden yana olmalıyız. Hatta en büyük birliklerden yana olmalıyız. Halk içindeki kompartımanları yıkmalıyız. Bırakınız kendi mahallemize sahip çıkmayı, dünyadan kendimizi sorumlu tutmalıyız. Dünyadan kendini sorumlu tutmayan bir delikanlılık anlayışı serseriliğe dönüşmekten öteye gidemez. “Dünyanın bütün dağları, bütün çölleri, bütün ovalarından ben sorumluyum” demedikten sonra, -politika anlamında- ileri bir değerin temsilcisi olamazsınız. Yani burada ne devrimcilik iddiasında bulunabilirsiniz, ne islamcılık iddiasında bulunabilirsiniz, ne de başka bir iddiada bulunabilirsiniz. Cihanşümul olan felsefeler ve dünya görüşleri açısından meseleyi değerlendiriyorum.
Dolayısıyla senin şimdi söylemenle öğreniyorum, Türkiye’de solcuların “Deli Yürek”ten birşeyler öğrenmeye çalışmaları zavallılıktır. Kendi tarihini unutmak, nasıl olur? Ben burada isim vermek istemiyorum, çünkü isim verdiğim zaman isimleri unutma ihtimalim var. Yani birini söylediğim zaman, diğerinin hakkını yeme ihtimalim var. Dönsünler kendi tarihlerine baksınlar. O tarih içerisinde “Deli Yürek” gibi bir tip görecekler mi? Göremezler. Hiçbiri mahalle kabadayısı değildi. Hepsi insanlığın cihanşümul değerlerine sahip çıkan ahlaklı, büyük birikimleri temsil eden, halkının inançlarına saygılı kişiliklerdi. Bakın, Türkiye’de Yılmaz Güney’in ilk dönem filmlerinin taklitçileri vardır. Boynunu eğer, onun gibi bakmaya çalışır, onun gibi olmaya çalışır, ama Yılmaz Güney’in bir edebiyatçı olduğunu unutur. Yılmaz Güney’in yazdığı kitaptan dolayı daha 1963’te hapse girdiğini bilmezler. Yılmaz Güney’in bir aydın olduğunu, dergi çıkardığını, bir kitabi adam olduğunu, bir teori adamı olduğunu bilmezler. Yüreğinin derinliklerinde bu halkın en efendi erdemlerini taşıdığını bilmezler. Ne yapar? Filmlerinde aslında sosyal bir eleştiriyle ezikliği içerisinde verdiği o kabadayı tiplerini alır, doğru olarak kabul eder. Böyle bir şey olabilir mi? Sosyal bir eleştirinin öznesi olmuş bir takım tiplemeler, nasıl olur da bugün kişilik kalıbı, kişilik değeri olarak sunulur?
İşte, medya burada da devreye giriyor. Ne diyorlar? “Eğer solcu olacaksanız “Deli Yürek”in kalıbı içerisinde, mahalle solcusu olun”. Mahalle solculuğunun kalıbı kırılmalıdır. Yani bir yanıyla sistemin beşeri olanı, insani olanı hücrelemesine karşı dururken, diğer yandan aklınızı ve yüreğinizi sisteme teslim edemezsiniz, buna hakkınız yok. Nasıl olur da, tekelci medyadan akan bu pislikler bir takım şeyleri simgeler ve o simgeler de bizim simgelerimiz olabilir. O üzerinde durulmayı bence çok fazla gerektirmeyen ayıp sayılacak bir konu.
Yiğit Tuncay: Peki bu dizinin prodüksiyonu ile ilgili elinde bilgiler var mı? Bu dizinin prodüksiyonunun arkasında ne var? Bildiğin bir şey var mı bu konuda?
Suat Parlar: Ben şu kadarını söyleyeyim, prodüksiyonun detaylarına girmek istemiyorum ama, ilişkilere, ticari ilişkilere bakmak lazım. Yani, kim ne yapar, kime ihale alır, nerede ne şirketleri var, hangi hizmet ilişkileri içerisinde? Medya tekellerini de, bu tip prodüksiyonları da böyle bir çerçeve içerisinde değerlendirirsek bazı şeyler daha da aydınlığa kavuşur. Bakın, bir dönem de “Memoli” tiplemesi vardı.
Yiğit Tuncay: Evet
Suat Parlar: Yani, bunlar böyle gelişigüzel reyting kaygılarıyla tesadüfi gerçekleştirilen şeyler değil. Memoli tiplemesi bir dönüşümün işaretiydi. Yani, senin biraz önce sözünü ettiğin gibi Avrupa Birliği’ne dönük vitrin düzenlemenin Türkiye’deki yansımalarından biriydi. Memoli Türkiye’de her kesim içerisinde de el üstünde tutuldu. Hatta benim bildiğim kadarıyla, o tipleme bırakın bir eleştiri konusu olmayı, birlikte hareket edilmeye hatta belli yerlere davet edilmeye layık bile görüldü. Yani, bu her yerde söz konusu. Çünkü medyanın insanlar üzerinde inanılmaz bir gücü var, oradan gelen baskıyı hergün büyük bir bilinçle, özgürlük anlayışıyla, kendine sahip olma anlayışıyla göğüsleyemedikten sonra siz o etkilere açık hale gelirsiniz. Bir müddet sonra hangi dünya görüşünün insanıysanız o dünya görüşü sizin elinizde boş bir kalıp olarak kalır ve içini de başkaları doldurur.
Küreselleşme karşıtlarının gösterileri televizyonlarda son birkaç senedir yankılanıyor, en son Türkiye’de bir barış gösterisi oldu. Herkes oradaydı. 140 kuruluş, ancak 5 bin kişi toplayabildi ve gelenler de inanılmaz ölçüde şenlik havası içerisinde, bir festival havası içerisinde barışçılıklarını simgelediler, savaşa karşıtlıklarını deklare ettiler, çektiler gittiler. Burada cinsel tercihlerinden yola çıkarak bazı şeyleri meşrulaştırmaya çalışanlar da oldu, onlara o meşrulaştırma fırsatını verenler de oldu. Herkes karşılıklı olarak birbirini meşrulaştırdı. Barış politikasında birleştiler, biraraya geldiler, toplandılar, ayrımlarını sildiler ve son yıllarda her zamankinden fazla ihtiyacımız olduğu söylenen hoşgörü ve diyalog ortamını simgeleyerek aralarındaki bütün o çelişkileri de bir yana bırakarak sloganlarını attılar, içlerini boşalttılar, çekip gittiler.
Peki onların karşı olmaları gereken Amerikan emperyalizmi ne yapıyor? CIA heyetler halinde geliyor ve gidiyor. Türkiye’den asker isteniyor. Türkiye toprakları işgal ediliyor. Türkiye’ye 150 bin Amerikan askerinin gelmesi söz konusu ve bu anlamda İstanbul cephe gerisi, Konya cephe gerisi, Ankara cephe gerisi, Malatya cephe gerisi. Bu ülkeye savaş ilan edilmiş durumda. Bu ülkeye savaş ilan edilmişken, bu insanlar barışın propagandasını yapıyorlar. Bu mütareke döneminin ihtilaf devletleriyle uzlaşmaya hazır tutuşunun yeni bir perdesi. Bu anlamda da insanların kendini kalıplarla tarif etmesinin anlamı yok.
Burada çünkü artık kılıç kınından çıkmış vaziyette. Ya Irak halkından, ya İran halkından, Filistin halkından yanasınız ya da değilsiniz. Eğer onlardan yanaysanız yapılacak şeyler bellidir. Değilseniz de gelirsiniz burada festival havası içerisinde bir pazar gününü değerlendirirsiniz. Çünkü burası Floransa, çünkü burası Venedik, ondan sonra gider barlarda aşklarınızı yaşarsınız. Başka şeylerde yapabilirsiniz, mesela gidersiniz bir yerde ibadet edersiniz veya cinsel tercihinizi böyle bir imkandan yararlanarak ne güzel gündeme getirip, politikleştirdiğiniz için şükran duyarsınız Türkiye demokrasisine. Devlet ne yapar? Devlet de halinden memnundur ve bütün televizyonlar “gösterinin olaysız bir biçimde sona erdi” haberini verirler. Bir de olay mı çıkacaktı! Neyin olayı çıkacak? Bu ülkede birşeyin olayının çıkması söz konusu mu ki olay çıksın? Nasıl olay çıkar?
Yiğit Tuncay: Aslında olay çıkmalı değil mi? Ortadoğu işgal edilecekken senin kalkıp barış demen olay çıkartmalı bence. Niye? Çünkü Amerika’nın Irak’a yapacağı müdahaleyi gerekçelendirmesinin altında ne var? Bir sürü kimyasal silah biriktiriyor Irak diyor. Yani, savaştan yana odur, biz barıştan yanayız tavrı….
Suat Parlar: Dünyanın her yerinde her dönem için emperyalizme savaş ilanı bir erdemdir, insani bir gerekliliktir, politik bir zorunluluktur. Emperyalizme savaş ilan edeceksiniz. Emperyalizm barışa davet edilmez. Emperyalizmi barışa davet eden kördür. Emperyalizmi barışa davet eden emperyalizmin işbirlikçisidir. Çünkü emperyalizmin varoluşu ancak savaşla mümkündür, savaş dışında başka birşeyle mümkün değildir. Emperyalizm Ortadoğu halklarına savaş ilan etmiştir. Bir müddet sonra Avrupa emperyalizmini de payandası yapacaktır. Bir biçimde pazarlıkta anlaşacaklardır. Birlikte bu siyasi coğrafyayı kan gölüne çevireceklerdir. Piknik havasıyla buna karşılık verilemez.. Festival havasıyla karşılık verilemez.. Bu soysuzluktur. Politik soysuzlaşmanın göstergesidir. Yani, Türkiye’de bütün ayrımlar silindiyse , Türkiye’de amerikancı politika yürütenler, Avrupa Birliği çerçevesi içerisinde politika yürütenler çeşitli iddialarda bulunanlarla bir festival havası içerisinde biraraya gelip davullarla, zillerle barış ilan edeceklerse, bu ülkede emperyalizme karşı ciddi, programatik, net bir çıkış yok demektir. Sözde bunun olması önemli değil. Derginizde gazetenizde hergün emperyalizme küfür edebilirsiniz. Bu emperyalizmin kurumları, düzenekleri açısından bir anlam ifade etmez. Sizden kimse korkmaz.
Bu karanlıkta ıslık çalmaya benzer. Sadece kendi korkunu bastırırsın ya da varlığını ıslıkla çoğaltırsın. Türkiye varlığını ıslıkla çoğaltanların memleketi olmamalı. Bu barış gösterileri de varlığını ıslıkla çoğaltmadır. Önümüzdeki dönemde medya tekelleri savaş yanlısı olacaklar. Göreceğiz bunu ve o ekranlardan pislik akacak. Irak halkını bombalayacaklar. Irak’ta binlerce çocuğu öldürecekler. Tarihin en büyük bombardımanlarından birine hazırlanıyorlar.
Yiğit Tuncay: Zaten Filistin sürüyor, Ortadoğu’da…..
Suat Parlar: Filistin artık ekranlara yansımıyor. Sadece ekrana yansıyanı güncel kabul eden, sadece ekranı problem sayan bir anlayış var. Bir dönem de Fuad Yasin’i, yani Filistin büyükelçisini ziyaret modası vardı. Sonucunda bir takım gene ışık açma-söndürme kampanyaları yapıldı. Ama şu bilince sahip değiller, burası artık cephe gerisi. Hatta cephenin kendisi, cephe gerisi de değil. Yani, bu ülkeye Amerikan askerlerinin yerleşmesi söz konusu. Bundan daha büyük bir mesele olur mu? Amerikan askeri gelecek buraya ve bizim insanlarımızın Irak’ta çarpıştırılması için talepler söz konusu olacak. Biz bunu festival havasında mı göğüsleyeceğiz, hiç etkimiz olmayacak mı bizim? Medya programlamışsa onun peşine düşeceğiz, ama, medya bunu ekranlara taşımıyorsa uzağında kalacağız. Filistin’de mesele bitti mi? Filistin’de az mı şiddet var? Gazze bölgesine girdiler. Evleri yıkıyorlar. Ne oldu? Birinci haberdi, onuncu sıraya düştü. Kendiliğinden ateş soğudu. Cuma günleri gidip camileri dolduranlara sormak lazım, “ne oldu” diye. Filistin meselesi çözüldü mü? Filistin’deki şiddet mi azaldı? Kendileri iktidar oldular, iktidar oldukları noktadan itibaren de İsrail’le ilişkileri bozmamak adına kendi televizyonlarında bunu göstermezler. Çünkü o ilişkiler kendilerine gerekecek. Türkiye, Amerika-İsrail hattına oturuyor. Daha önce de biz bunu konuştuk. Böyle bir stratejik mevzilenme söz konusu. Bunu kimse gündeme getiremez. Televizyonlara bu yansımaz. O anlamda televizyonların haber programlarına da bakmak lazım. Hele hele tarafsızlık ve objektiflik iddiasında olanları iyi izlemek lazım. Tarafsızlık ve objektiflik adına neler yapılıyor? Sözde karşı tarafı da verme adına nasıl kirli bir dil kullanılıyor. Çünkü en büyük taraf olma, tarafsızlık örtüsü altında gerçekleşendir. İşin böyle bir yanı var.
Yiğit Tuncay: Bu “tarafsızlık iddiasıyla aslında çok kirli bir dil kullanılıyor” dedin. Herhalde ülkemizin medyasındaki haber programlarını kastediyorsun. Haber programları hakkında ne düşünüyorsun?
Suat Parlar: Haber programları Türkiye’de kendi filtrelerini kendileri yaratmış vaziyetteler. O filtreler, Türkiye’de egemenler koalisyonunun olmasını istediği süzmeyi yapıyorlar. Giderek de çok uluslu sermayenin çıkarlarını temsil eden veya belli bir takım şeyleri tartışmaya açıyor görüntüsü temelinde, aslında, kapatan yaklaşımlar. Böyle bakıldığında Türkiye’de haber programlarında bir nesnellik aramak beyhude. Sermayeye uyarı görevini yapma adına da yoksulluk, aşevi, sefalet görüntüleri veriliyor. Yoksulluk da münferit bir olay gibi veriliyor. Yani istatistiki, münferit, acınası bir olay olarak veriliyor. Sistemden kopuk ele alınıyor. Sistemsel bir olgu olarak değerlendirilmemesi için herşey yapılıyor. Sadece sonuçlar veriliyor ama, asla nedenlerle ilgili bir tartışmaya izin verilmiyor. Verildiği noktalarda da kısıtlı süreler çerçevesinde.
Yani bu konuda görüşünü söyleyecek insana 3 dakika ayrılıyor ise, kalan 3 bin dakika, ya Tüsiad’ın oluyor ya da kapitalizmi savunanların oluyor. Dolayısıyla, o anlamda da bir objektiviteden söz etmek mümkün değil. Daha doğrusu tarafsızlık adına inanılmaz bir taraftarlık sergileniyor. Yazılı basın da çok farklı değil. Zaten yazılı basının sermaye yapısı ortada, oradan beklenecek bir şey yok. Gazeteler, şu anda Türkiye’nin en kirli sermaye gruplarının kontrolü altında.
Bu anlamda, oradan da, bırakınız bir nesnelliği, kırıntı düzeyinde olsa bile gazeteciliğe uygun, gazeteciliğin ruhuna uygun yaklaşımı beklemek beyhude. Tablo karanlık. Bu karanlık tablo içerisinde en karanlık olan da muhalif olanın durumu. Muhalifler de benzemeye başladılar karşı tarafa. Zaten o benzerlik kalıpları bir yem gibi sunuluyor. Türkiye’deki muhalefet oltadaki balıktır artık. Türkiye’deki tablonun karanlığı da buradan kaynaklanıyor zaten. Yoksa egemenlik sisteminin ne olduğu, nasıl işlediği, nelerle yüklendiği belirgindir. Fakat muhalif olanın oltadaki balık olması, bu tabloyu daha da ağır bir hale getiriyor. Esas üzerinde durulması gereken nokta bu. Ondan biz burada “Deli Yürek”i konuşmak mecburiyetinde kalıyoruz. Yoksa bizim sorunumuz değil bu. Yani; doğru yerde doğru tiyatro, doğru yerde doğru sinema, doğru yerde doğru edebiyat, doğru yerde doğru bilim, doğru yerde doğru gazetecilik olsa, biz şu anda, bunları konuşuyor olmazdık.
Yiğit Tuncay: Muhalefet, medyanın tüm argümanlarına karşı tavrında, köylülüğün ön plana çıkarıldığı tepkiselliği değerleri olarak kabul ediyor. Muhalefet böyle bir savunma mekanizması geliştirmiş. Bu tepkiselliği anti-emperyalist bir tavır zannediyorlar. Köylülüğün değerlerini emperyalizme karşı bir olguymuş gibi algılıyorlar.
Suat Parlar: “Köylüyü sevme, emeği sevme” anlamında güzeldir. Ama köylü Tolstoy gibi sevilir. Köylüyü Tolstoy’un aydınlığıyla seversen bir sıçrama yaparsın. Tolstoy için Lenin’in söylediği; “Rus Devrimi’nin aynasıdır” tanımlaması çok güzeldir. Köylü olduğu için değil. Bu anlamda köylünün kuyruğuna takıldığı için de değil. Yetkin bir sanat anlayışının muhteşem bir estetikle ve büyük bir bilgi birikimiyle ortaya konulması çerçevesinde Tolstoy’un köylüye yaklaşımı güzeldir. Bunun için köylüyü güzel yansıtabilmiştir. Eğer köylüden yana olunacaksa, bu yetkinlikle köylüden yana olunur. Köylüyü, köylü olarak bırakarak değil. Eğer bir gelenek vurgusu yapılacak ise, o gelenek vurgusu içerisinde ben İslam’ı da oldukça önemsiyorum. İslam toplumları kentli toplumlardır. Ancak kentli toplumlar hukuk, ahlak, edebiyat ve müzik anlamında değerler yaratabilir. Kendi halinde köylü işbirlikçidir. Kendi halinde köylü kaypaktır, uzlaşmacıdır. Ben, bunu çok rahat kanıtlarım size.
Yunan ordusu Anadolu’ya girdiği zaman kendi köylerine veya kendi kasabalarına davet içeren dilekçelerden yüzlerce örnek bulurum. Onun için kendi halinde köylülük bir zavallılığa denk düşer. Köylü ancak örgütlü ise, köylü ancak çok büyük bir birikimi taşıyan merkezi bir yapı tarafından yönlendiriliyor ise ve büyük bir eğitim sürecinin içerisinde ise, insanlığın önemli değerlerini temsil eder. Kendi halinde köylüden taraftar olmak, kendi halinde köylüyü bir değer olarak benimsemek, dar bir politika anlayışının kalıplarını aşamaz. Dünyada bu tarz bir köylü devrimcisi de hiç olmadı. Ne Zapata, ne Bolivar, ne Mao, ne de Bulgaristan’ın ünlü köylü lideri İstanbuluski; bunların hiçbiri böyle bir köylü kuyrukçuluğu içerisinde olmadılar.
Yiğit Tuncay: Kendileri de köylü değildi ki zaten.
Suat Parlar: Hepsinde temel mesele köylüyü aydınlatma, daha ileriye götürme, eğitme, doğru bir önderlikle köylüyü harekete geçirme iradesi hakimdi.
Yiğit Tuncay: Mao’nun ömrü köylülükle mücadeleyle geçti. Çünkü devrimini yaptığı ülke ağırlıkla köylü nüfustan oluşuyordu ve en büyük mücadeleyi onlara karşı yaptı. Yüzyıllar boyunca oturdukları, çayhaneleri kapattı. Bu ne demek biliyor musun? Çin köylüsünün değeridir çayhanesi. Mao köylünün düşmanı değil, köylülüğün düşmanıdır.
Suat Parlar: Evet. Ben bir karşıt olarak kenti koymuyorum. Başka bir şey söylüyorum. Köy-kent çelişkisi içinde, kent, köyden daha ileridedir gibi yaklaşımlarda da bulunmuyorum. Böyle bir yaklaşımın sonucu değil bu değerlendirmeler. Köylüyü çok önemsediğim için, ona dayanmadan ulusal bir politika izlenemeyeceğini bildiğim için, çok büyük bir birikimle yaklaşılması gerektiği vurgusunu ön plana çıkarmaya çalışıyorum. En kolaycı bir yöntem olarak, gecekondusunu yapalım, cenazesini kaldıralım gibi yaklaşımların kimseyi bir yere götürmeyeceğini söylemeye çalışıyorum. Bunlarla, sadece, kendinizden hoşnut bir küçük burjuva erdemini yaşamış olursunuz. Ne kendinizi dönüştürmek zahmetine katlanmanız gerekir, ne de o insanları. Ama bir konuda da çok kıskanç olmak gerek, o da, tarih boyunca birikmiş tüm estetik değerleri kirli ellere bırakmamak lazım. Bu kirli eller, kirli düşünceleriyle yenilenme adına, aranje etme adına, modernleştirme adına bu ciddi birikimi yozlaştırıyorlar. Oralarda kıskanç olmak lazım.
Yiğit Tuncay: “Deli Yürek” meselesinde olduğu gibi müzik piyasasında da fazlasıyla var bu sözünü ettiklerin. Bu konuyu da ayrıca değerlendirmek lazım. Zaten geçen akşam televizyonda Unkapanı tartışması vardı. Müzik piyasasında pazarın büyük bir bölümünü bu birikime dayanarak rant elde ediyor. İbrahim Tatlıses, Michael Jackson’dan daha fazla kaset satıyor. Yabancı şirketler bu oluşumada el atmış durumdalar.
Suat Parlar: Amerikalı çok uluslu müzik tekelleri, Türkiye’ye yerleştiler. Türkiye’de artık onların kadrolu adamları var. Bu kadrolu adamlar, Unkapanı piyasasını ellerinde tutuyorlar. Unkapanı, eskiden un ticaretinin yapıldığı yerdi. Eski un ticaretinin yapıldığı yer, şimdi, müzik ticaretinin yapıldığı yer oldu. O manifaturacılık anlayışı, yerini çok uluslu tekel anlayışına bırakıyor. Onlar da bu sürecin bir parçası. Giderek bazıları da halk düşmanı. Bu süreç içerisinde kirli ilişkileriyle, halka sundukları rezillikleriyle, pislikleriyle, onlar da halk düşmanı oldular artık. Dolayısıyla, bunların hepsi bir sürecin ayrılmaz parçaları durumunda.
Yiğit Tuncay: İstersen burada keselim Suat. Çünkü bu konuyu ben tek başına bir başlık altında ele almak istiyorum. Yani, müzik piyasasının psikolojik savaştaki önemine ayrıca değinmek gerekiyor. Öncelikle şu ana kadar bizi izleyen ve okuyan tüm insanlara teşekkür etmek istiyorum. Pet tabi sana da bol bol teşekkür ediyoruz Suat.
Suat Parlar: Ben teşekkür ederim.
Yiğit Tuncay: Önümüzdeki ay yeni bir konuyla tekrar birlikte olmak dileğiyle hoşçakalın.
İlk yorum yapan olun