Ortadoğu’da İşgal – Yiğit Tuncay & Suat Parlar

Ortadoğu’da İşgal – Yiğit Tuncay & Suat Parlar


Söyleşi Tarihi : 10. 08. 2003


Yiğit Tuncay: Hoşgeldin Suat.

Suat Parlar: Hoşbulduk.

Y. Tuncay: Konular fazlasıyla birikti. Bu arada hemen belirtelim, yeni yazdığın “Barbarlığın Kaynağı Petrol” adlı kitabın da çıktı. Hayırlı olsun.

S. Parlar: Sağol.

Y. Tuncay: Bayağı geniş kapsamlı bir kitap. Türkiye’de herhalde bu kadar geniş kapsamlı petrol kitabı ilk defa yazılıyor. Zaten bugün ele alacağımız konular mutlaka o konuya da değinecektir. Son süreçte olanları hepimiz biliyoruz. Irak işgal edildi. Saddam devrildi. Şu anda Amerikan ordusu hâlâ Irak’ta. Fakat Irak’ta işgalini sürdüren Amerikan ordusu, özellikle Süleymaniye’de Türkiye’ye bir işaret verdi. Süleymaniye’deki baskında gözaltına alınan Türk subayları hakkında ne düşünüyorsun?

Bence, biz konuya buradan bir giriş gerçekleştirelim. Çünkü diğer bölüm aşıldı ve bu noktadan sonraki gelişmeler ortadoğu politikasını ve stratejisini belirleyecektir.

S. Parlar: Öncelikle bir yanlışı düzelterek başlamak gerekiyor. Amerika Birleşik Devletleri ile Türkiye arasında stratejik bir ittifaktan söz edilemez. İttifak eşitler arasında olur, burada bir eşitlikten söz etmek mümkün değildir. Amerika Birleşik Devletleri şu anda süper hegemonyayı temsil eden bir güç konumunda. “Süper hegemonya” dediğimiz zaman, kastettiğimiz de, dünya emperyalist sisteminin basamaklı yapısı ve bu basamağın en üstünde kendi yıkılış ve çürüyüşünü hızlandıran, – çelişkileri de içinde barındırmakla beraber – ABD’nin hegemonyası söz konusu. Yani hegemonyayı kâdiri mutlak bir emperyalizm, dünyada her şeye gücü yeten bir sistem çerçevesi içerisinde değerlendirmemek gerekiyor. Hegemonya tarifinin içerisinde dünya sisteminin hiyerarşik ve basamaklı olmasının yanı sıra aynı zamanda süper hegemonya anlamında kendini yıkacak çelişkileri de içinde taşımayı da kastediyorum.

Meseleye böyle bakıldığında, Türkiye ile ABD’nin problemlerinin, hem güç kaynaklarının, hem de dünyaya, bölgeye yaklaşımlarının çok farklı olması ve bu hiyerarşik çerçeve içerisinde dizilişleri ile değerlendirilmelidir. Bu temelde Süleymaniye’de olanlara gelirsek; ABD bölgeyi işgal ettikten sonra, emperyalist bir yaklaşım çerçevesinde enerji kaynakları, bölge jeopolitiği, siyasi ve iktisadi coğrafya üzerinde bir imtiyazlar silsilesine sahip olduğunu ve bu imtiyazlarını da gerekirse çok büyük bir askeri güç kullanma pahasına koruyacağını ilan etti. Bu aynı zamanda şu anlama geliyordu, bölge ülkelerinin bölge sorunları üzerine, kendi programları, politik yaklaşımları, stratejik yaklaşımları olamaz. ABD’ye tabiiyet esastır. Bu eksende olmayanları bekleyen akibet ise askeri güç gösterisi, askeri müdahale ve savaştır.

İran ve Suriye’ye ile ilgili açıklamalar malum, bunlara yönelik olarak askeri müdahale dahil çok çeşitli seçenekler gündemde. Türkiye’ye gelince, o sözünü ettiğimiz basamaklı, hiyerarşik sistem içerisinde süper hegemonyayı temsil eden ve emperyal ayrıcalıklarını dayatan ABD açısından Türkiye’nin kendi programını uygulaması söz konusu değil. Türkiye’nin bölgede uygulamaya çalıştığı askeri ve siyasi programın Kürt sorunu ile ilgili yanları var. ABD’nin bölgeye yönelik Kürt yaklaşımı ile çelişkiye düştüğünde bu tabi ki o bölgedeki askeri varlığın tasfiyesi gündeme gelecektir. Kaldı ki, Süleymaniye’de gerçekleştirilen de, Türkiye’ye verilen bir işarettir. Kuzey Irak’ta, Türkiye’nin stratejik askeri varlığına son verecek bir tasfiye sürecinin de başlangıcıdır.

ABD’nin, Türkiye’den asker istemesi bu anlamda çok fazla önem taşımaz. ABD’den gelen bu talep – ki bu talebin diğer tarafında da Türkiye duruyor -, sadece, ABD ordusunun oradaki işgal gücünün çizdiği çerçeve içerisinde bir önem taşıyor. Yoksa bu Türkiye’nin stratejik ağırlığından dolayı, bölgede bir güç olmasından dolayı asker talebiyle ilgili değildir. Doğrudan doğruya ABD’nin komutası altında ve ABD’nin çizdiği çerçeve içerisinde sözde bir istikrar gücü. İşgalin istikrarı olmaz. İşgal, işgale karşı direnen güçleri gündeme getirir. Kaldı ki, ABD’nin bir gerilla savaşı tespiti yapmış olması Irak’la ilgili olarak, ondan sonra orada yer alacak gücün bir istikrar ve barış gücü olamayacağını, bu direnişi bastırmaya dönük bir kontr-gerilla gücü olacağını da ortaya koyuyor.

Meseleye böyle yaklaşıldığında bu stratejik ortaklar arasında tartışılmış, programlanmış, prensipleri olan bir ittifak ilişkisinden ziyade, ABD’nin komutası altında bir kont-gerilla operasyonuna dönüşecektir. Bu kontr-gerilla operasyonunun da son derece kanlı süreçlerin yaşandığı Irak’ta yeni düşmanlıkları ve yeni katliamları ortaya çıkartacağı muhakkaktır.

Dolayısıyla, Türkiye’nin buraya asker göndermesi, biraz önce çizdiğimiz çerçeve içerisinde kendi stratejik yararlarından ziyade, ABD’nin stratejik yararlarıyla ilgili ve ABD’nin o bölgedeki işgal programıyla ilgilidir. Süleymaniye açık bir işarettir. Kuzey Irak’taki askeri varlığın, Türkiye’nin askeri varlığının önümüzdeki süreçte tasfiye edileceğinin en önemli göstergelerinden biri. Çünkü orada zaten bir vekil ordu kurulmuş durumda. Barzani ve Talabani güçleri ABD açısından bir vekil ordu durumundadır. Bunların Lübnan’daki falanjistlerden hiç farkı yoktur. Orada da zamanında böyle bir vekil ordu oluşturmuşlardı. Bu vekil ordu şimdilik bölgede silahlı olan Arap güçleriyle belki çok fazla çatışma içine girmiyor ama, önümüzdeki dönemde orada halklar arasında da ciddi katliamların, kıyımların yaşanacağının işareti gelmektedir.

Çünkü bir yanıyla bölgedeki Arap güçler silahsızlandırılırken, hızla Barzani ve Talabani kuvvetlerinin ABD tarafından ağır silahlarla donatıldığını görüyoruz. Kuzey Irak’ta böyle bir gelişme yaşanırken; özellikle de Barzani ve Talabani yönetimlerinin, Türkiye’nin askeri varlığına dönük çekinceleriyle birlikte değerlendirildiğinde; Kuzey Irak’ta önümüzdeki dönemde o askeri varlığın çekileceğine dair belirtiler, 11 askerin esir alınmasıyla iyice netleşmiştir.

Y. Tuncay: Yani bu işgal uzun vadeli bir işgal mi olacak?

S. Parlar: ABD bir işgal gücü olarak Irak’ta kalıcı olduğunu açıkladı. Tabi direnişin şiddetiyle bağlantılı olarak. Çünkü, orada artık bir gerilla mücadelesini ABD tespit etmiş durumda. ABD’nin kullanacağı şiddetin sınırları olacaktır tabi. ABD artık açık bombardımanlara girişemiyor. Ama şunu görüyoruz; ABD o bölgede bir kontr-gerilla savaşı uygulamaya koyacak. Bu temelde de kanlı süreçler yaşanacak. Belki de neredeyse bir konvansiyonel savaş boyutuna dönüşecek. Ama, ABD ne kadar süre kalır? Bu süre uzar mı, uzamaz mı, bunu şimdiden kestirmek zor! Oradaki direnişin, şiddetin gelişimiyle doğrudan bağlantılı.

Bu noktada da ABD’ye çok fazla irade yüklememek lazım. Orada belirleyici olan hem bölge halklarının iradesi, hem de Irak halkının direniş potansiyeli. O direniş potansiyeli son derece güçlü temellere dayanıyor. Çünkü kuvvetli vuruşlar oldu Amerikan ordusuna. Sürekli konvoylara pusu atıldı. İşbirlikçilere yönelik çok ciddi saldırılar gündeme geldi. Klasik anlamıyla ve çok doğru planlanmış bir gerilla mücadelesinin Irak’ta başladığını görüyoruz. Bu mücadelenin güçlü bir halk desteği olduğu da ortada. Birinci planda oradaki güçleri bölme esası üzerinden hareket edecektir ABD. Oluşturulan geçici yönetim konseyleri veya o bölgede Barzani, Talabani güçlerinin silahlandırılması; Türkiye’den asker talep edilmesi; o bölgede güçleri bölmek; bir müddet sonra şiddeti bölgenin yerel güçleri temelinde tırmandırmanın gündemde olduğunu gösteriyor. Çünkü Türkiye müslüman bir ülke.

Barzani ve Talabani’de Müslüman bir potansiyeli temsil ediyor. Bu giderek bölgede bu yapının parçalanmasına dönük, yani bu dini bütünlüğün de parçalanmasına dönük bir ABD planının olduğunu gösteriyor. Örneğin Lübnan’da tam da böyle değildi. Falanjistler hıristiyandı. Bu anlamda İsrail’in pratiklerine bakarsak farklı bir uygulamayı görürüz. Ama son dönemde hem Filistin hem de Irak söz konusu olduğunda, aynı dine bağlı ve giderek ulusal etnik temele dayalı olan güçlerin birbirine kırdırılması söz konusu. Bugüne kadar Ortadoğu’da benzeri durumlar yaşandı ama, hiç bu kadar açıkça dile getirilmemişti ve bu kadar açıkça planlanmamıştı. Ama şimdi böyle bir yapıyla da karşı karşıyayız. Durumun en vahim yanı da aslında budur.

Dolayısıyla bu güçlerin birbirine karşı kışkırtılması ve kırdırılması ABD’nin bölgede kalmak gerekçesini de temellendirir. Yani bir müddet sonra ortaya çıkacak vahşet tabloları skalasıdır. ABD’yi sanki o bölgede istikrarın garantaröymüş noktasına getirir ve kabul de görür. Giderek bunu bölge insanları talep etmeye de başlayabilir. O zaman ABD’nin kalışı açısından, belki uluslararası hukuka ilişkin bir gerekçe de ortaya çıkmış olur. Şimdi bu gerekçe yok, boşlukta. Ama bir müddet sonra o gerekçenin oluşturulması doğrultusunda bir savaş muhtemelen gündeme gelecektir. Yani klasik böl-yönet-imha et siyasetini ABD gündemine alacaktır.

Türkiye açısından bakıldığında da bu bir bataklık tablosudur, bir şiddet bataklığıdır. Giderek Türkiye’nin kendi varlığını mümkün kılan temel, kültürel, dini ve bölgesel geleneklerin, tarihsel birikimin uzağına düşmek demektir. Yani daha da açık söylersek bu aynı zaman da Türkiye’nin sahip olduğu birikimin paramparça olması demektir. Türkiye’nin parçalanması, Türkiye’den büyük toprak talepleri veya Türkiye’den önemli sınır düzeltmeleriyle toprak alınması anlamına gelmez. Türkiye’nin kendi varlığını mümkün kılan unsurların parçalanması anlamına gelir. Bunlardan bir tanesi de Türkiye’nin Irak’ta askeri pozisyon alması, herhangi bir biçimde işgalci güçle ortak davranması, bu Türkiye’nin sonu olur.

Y. Tuncay: Peki, ortak davranıyor ama yine de şu gerçek var; Amerika’nın Irak’ı işgali ve oraya yerleşmesi, Türkiye’nin Ortadoğu’daki rolünü aslında biraz sıkıntıya soktu. Türkiye şu anda kendini Ortadoğu’da tanımlayamıyor ve özellikle de Kuzey Irak’ta. Eskiden, biliyorsun ki, Türkiye Kuzey Irak’ta istediği operasyonu yapabiliyor, istediği şekilde davranabiliyordu. Fakat Amerika’nın oraya yerleşmesi Türkiye’nin artık Kuzey Irak’ta istediği gibi hareket edemeyeceğinin bir göstergesi oldu.

S. Parlar: Türkiye her zaman için izin alarak girdi Kuzey Irak’a. Yani bunu bir tarihsel çerçeve içerisinde izlemek lazım. Amerika’nın Irak politikasını değerlendirmek lazım. En önemlisi de şu; Türkiye sınır ötesinde bazı girişimlerde bulunurken, bunu Çekiç Güç’ün gölgesi altında yaptı. Yani pazarlık şuydu: 36. paralel, orada Irak’ın uçuşları yasak, Irak fiilen bölünmüş durumda ve bu bölünmüşlüğü teyid edecek tarzda bir takım fiili otoritelerin, daha doğrusu Barzani ve Talabani otoritelerinin kontrolü altında olan bölgeler. Bu bölgelere zaman zaman sızan PKK unsurları ve Türkiye’nin çekiç-örs tekniğiyle, hatta yer yer Barzani ve Talabani güçleriyle de işbirliği yaparak gidip bunları imha edip çıkması.

Burada da gene bir ABD onayı söz konusuydu ve bu onay da sürekli olarak Çekiç Güç’ün Türkiye’deki varlığıyla bağlantılı olarak değerlendirildi. Hep şu söylendi; “Biz, Çekiç Güç’e evet demek zorundayız.” Çünkü Çekiç Güç’ün buradaki varlığı Türkiye’nin bölgedeki operasyonlarına Amerikan onayını sağlıyor. Bu işbirliği anlayışı aslında bölgede İsrail ve ABD’nin gündeme aldığı ve altyapısını hazırladığı fiili devlet oluşumunun da önünü açtı. Yani şunu çok net ortaya koymak lazım, orada, eğer, şimdiden sonra bir fiili devlet oluşumu var ise, -ki buna devlet demeyebiliriz de, başka bir yakıştırma da yapabiliriz- bu Türkiye’nin desteği ile olur. Yani buna yanlış politika demek de belki çok mümkün değil. Bunun yanlış politika olması için sistemin Amerikancı olmaması lazım. Ama Türkiye’deki sistem, egemenlik sistemi Amerikancı temeller üzerinde şekillenen bir sistem.

Bu anlamda Avrupa Birliği ile ABD arasında çelişkiler keşfetmek, çelişkiler aramak veya Türkiye’de egemenlik sisteminin bazı kanatlarının bu temelde Avrupa Birlikçi olduğunu savunmak çok da fazla anlam ifade etmez. Bu noktada fiili uygulamalara bakmak lazım, bu politikaları değerlendirmek lazım. Orada da şunu görüyoruz; Türkiye’nin askeri, siyasi yaklaşımlarında, bölgeye yönelik yaklaşımlarında ABD ve İsrail’le olan işbirliği ve daha doğrusu ABD eksenindeki politikası belirleyicidir.

Şimdi bu şunu gösteriyor; Türkiye bölgeye ABD’nin onayıyla müdahalelerde bulundu, dolayısıyla oraya dönük operasyonlar da,Türkiye’nin kendi ulusal iradesiyle bağlantılı operasyonlar olmanın ötesindeydi. Bu da ABD politikalarına uygundu aslında. Nitekim o operasyonlar aslında PKK ile ilgili olan sorunu da çözmedi. Bugün neredeyse başa dönülmüş vaziyette. Türkiye’nin şu anda çok fazla sıcak çatışma içerisinde olmaması istikrar göstergesi değil. Yarın başlayabilir. Bu potansiyel mevcut.

Bunun yanı sıra Abdullah Öcalan’ın Şam’dan çıkarılması meseleyi zaten o noktadan itibaren uluslararası hale getirdi. Müdahaleye açık hale getirdi. Abdullah Öcalan Şam’da olduğu sürece bu mesele ağırlıklı olarak bir bölge meselesi düzeneği içerisinde ele alınabiliyordu. Ama zaten İsrail ve ABD’yle işbirliği mantığı ve Ortadoğu politikalarında ortak hareket etme mantığı Suriye’den Abdullah Öcalan’ın çıkarılmasını zorunlu kılacaktı. Yani Türkiye zaten bölgesel bir temelde politika geliştirebilecek araçları kendi eliyle yitirmiş vaziyetteydi. Bu noktadan itibaren de yapılacak şey Suriye’yi tehdit ederek, Suriye’den Abdullah Öcalan’ın çıkarılmasını sağlamaktı. Çıktı, ne oldu? Sorun çözüldü mü? Hayır, sorun daha da katmerli, daha da yoğunlaşmış bir hale geldi ve şimdi bu problemin çözümü eskisinden çok daha karmaşık.

Türkiye her şeye rağmen bölgesel düzeyde bu meseleyi çözebilecek araçlara Amerika, Irak’ı işgal ettiği noktaya kadar bir nebze sahipti. Şimdi hiç yok ve bu sürecin hazırlanmasında da Türkiye’nin egemenlik sisteminin katkısı çok büyük. Irak’ın parçalanmasından bu bölgede en fazla yarar uman İsrail’dir. İsrail’le, Türkiye arasında malum stratejik ittifak var. Birleşik devlet düzeyinde neredeyse.

Mesele böyle temellendirildiğinde o zaman şunu görüyoruz, Irak’ın parçalanmasını hazırlayan askeri, siyasi oluşumlarda Türkiye’nin rolü var. Dolayısıyla Türkiye’nin bu noktada artık şikayet hakkı da yok. Oradaki fiili oluşumdan, Barzani ve Talabani oluşumundan nasıl şikayet edecek? Bunun altyapısının hazırlanmasında, Türkiye’nin siyasi, askeri, ekonomik katkıları var. Bu katkılar da az önce dediğim gibi, İsrail, ABD politikalarının doğal bir sonucu. O politikalar içerisinde Türkiye’ye verilen rolün doğal bir sonucu. Türkiye’de bu rolü pasif bir biçimde kabullendi. Türkiye asla bir bölge politikası izleyemedi.

Y. Tuncay: Türkiye’nin hep harlandırılan bir tartışması vardır; “Kuzey Irak’ta bir Kürt Devleti” meselesi. Şimdi Türkiye, Kuzey Irak’ta yaptığı operasyonlarda, Amerika’yı bilgilendiriyordu. Ama, Türkiye bir güç olarak, Kuzey Irak’taki Kürtlere kendini hissettiriyordu. Hatta kitleler halinde Türkmenleri yerleştirmeye başlamışlardı o bölgeye. Ki bugün hâlâ Türkiye Kuzey Irak’taki hassasiyetini, o varolan Türkmenlerden yola çıkarak şekillendirmeye çalışıyor. Onların oradaki yaşamının garanti altına alınması gerçeğini ortaya sürüyor. Bu bir bahane belki de. Ama Amerikan ordusunun doğrudan doğruya oraya yerleşmesi yine de bana kalırsa; Türkiye’nin, Kuzey Irak’ta rahat hareket etmesini engelleyecek. Çünkü Türkiye’ye gerek kalmayacak orada. ABD, doğrudan doğruya “ben varım burada” diyecek.

S. Parlar: Tabi, Türkiye’nin varlığı önümüzdeki süreçte Kuzey Irak’tan çekilecek. Türkiye, Türkmenlerle ilgili doğru temellere ve uluslararası hukuka dayalı bir politika izleyemiyor. Yani bir Türkmen davası yok Türkiye’nin. Türkiye kırmızı çizgiler ilan etti ve bunlardan caydı. Türkmenler orada asli unsurdur, önemli bir varlığa sahiptir ama, bu görmezden geliniyor. Daha da görmezden gelecekler. Çünkü Türkmenlerle, Türkiye arasındaki bağlar, oradaki stratejik varlığının gerekçesi olarak sunulur ise, Türkmenler üzerindeki baskı daha da yoğunlaşır. Türkiye bölgeye kendi ihtiyaçları doğrultusunda stratejik ihtiyaçları doğrultusunda asker sokamadı, şimdiden sonra yapması da mümkün değil.

Bu temelde Türkmenlerin oradaki varlığını koruyacak bir askeri dayanak şu anda mevcut değil. Bu anlamda uluslararası hukukun harekete geçirilmesi de çok mümkün görünmüyor. Kaldı ki geçirilse bile çok önemi yok. Çünkü uluslararası hukuk artık güçlünün yanında. O belki sosyalizmin varolduğu bir dünyada işe yarayabilirdi belli ölçüler içerisinde. Şimdi mümkün değil. Böyle değerlendirildiğinde ortaya zorlu bir dönemeç çıkıyor, Türkmen politikası açısından.

Türkiye, Türkmenlerin oradaki varlığının askeri güvencesini sağlayamadığı müddetçe, ne uluslararası hukuku -biçimsel bile olsa- harekete geçirebilir, ne de bunun yanı sıra Türkmenlerle siyasi ve iktisadi bir dayanışma içerisinde olabilir. Oradaki Türkmen varlığının da önümüzdeki dönemde göçlerle, başka bir takım tahribatlarla eridiğini hep beraber göreceğiz. Bırakalım oradan asker çekilmesini, Türkmenler belki de o bölgede gelecekte daha da azınlığa düşecekler.

Çünkü ABD o bölgedeki halklarla ilgili olarak bir programı hazırlamış görünüyor. Dolayısıyla Türkmen varlığının da eritilmesi, Türkiye’nin o bölgede iyice işlevsizleşmesini beraberinde getirecek. Bu da Türkiye’nin kendi tarihsel birikimine, kültürel doğasına veya bunun dışında meşru temeldeki hak iddialarına dayanarak bir bölge ülkesi olma imkânını ortadan kaldırır. Ben şu iddiayı gündeme getirmiyorum; Türkiye çeşitli diyasporalara dayanarak, Türkiye dışında birçok yerde hak iddia etsin, hatta diyaspora ötesinde bölgeye yayılmış olan Türk varlığına dayanarak bir takım hak iddialarında bulunsun. Bunu kastetmiyorum.

Ama bu toplulukların insani açıdan ağır krizlere uğratıldığı dönemlerde de bazı müdahalelerde bulunulması insani açıdan da gerek, doğrudur da. Fakat şöyle bir yapı ortaya çıkıyor, artık bunun gerçekleştirilmesi bile ABD emperyalizmine meydan okumakla mümkün. Türkiye’nin, bir Türkmen politikasının olması, Türkiye’nin, Türkmenlerle ilgili olarak bir insani krizi engelleyecek tedbirler istemesi ve alması için bile, ABD emperyalizmine meydan okuması gerekiyor. Çünkü şu anda Türkmenler, ABD açısından orada bir sorun, bir engel, bu engeli de bertaraf edecekler. Orada, ABD’ye iç savaş içerisinde işlev görecek, savaşçı vekil ordu lazım. Türkmenler buna elverişli değil. Barzani ve Talabani güçleri elverişli.

Dolayısıyla korkarım ki oradaki program içerisinde Türkmen varlığı da eritilecek ve ortaya ciddi bir insani kriz çıkacak. Yalnız, ne ilginçtir ki, Türkiye’de bunu belli kesimler dışında kimse kendine sorun da etmiyor. Yani sanki Türkmenler veya dünyanın başka yerlerinde bulunan Türk toplulukları, ülkücülerin veya diğer milliyetçi grupların sorumluluk alanındaymış gibi değerlendiriliyor. Aborjinlerle bile ilgileniliyor. Fakat burada ciddi biçimde katliam tehdidi olmasına rağmen, Türkmenlere dönük herhangi bir ilgiyi görmüyoruz. Yani yok sayıyoruz. İnanılmaz derecede mahcup ve utangaç bir sol anlayış, Türkmenleri kendinden saymıyor veya başka bölgelerde bulunan Türkleri kendinden saymıyor. Emperyalizmin katliam tehdidiyle karşı karşıya bulunmalarına rağmen bunlara sahip çıkma doğrultusunda bir iradeyi ortaya koymuyor.

Y. Tuncay: Türkiye Sol’u bu konuda kısır, her zaman olduğu gibi… Irak’ı işgal eden Amerikan ordusu, sadece Irak’ı işgal edip Irak’ta yerleşip kalmakla mı yetinecek? Ortadoğu’da yürütülecek bir planın, stratejinin devamı söz konusu olacak mı? Bu strateji içinde, İran nereye oturuyor? Filistin meselesi nereye oturuyor? Hatta Kıbrıs nereye oturuyor? Bunların hepsi iç içe değerlendirilmeli

S. Parlar: ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik bütünlüklü bir politikası var. ABD, Ortadoğu’yu av alanı ilan etti. Kendi egemenlik sahası ilan etti. Monro doktrini ile birlekte ABD, Amerika kıtasını, Avrupa’ya kapattığını ilan etmişti. Şimdi Ortadoğu için de yeni bir Monro planı yürürlükte. Ortadoğu’yu, Ortadoğu’nun enerji kaynaklarını, Ortadoğu’nun potansiyelini tümüyle denetimi altına almayı istiyor. Ama mesele bu kadar basit değil. Ortadoğu enerji kaynaklarının denetiminin Almanya ve Japonya gibi müttefikleri, onların petrol ihtiyaçları, doğalgaz ihtiyaçlarıyla ilgili yönleri var. Dünya para sistemiyle ilgili yönleri var.

Ama bunun dışında askeri stratejik çıkarlar açısından da önemli. Bunun, Rusya’nın karadan kuşatılmasıyla bağlantısından tutalım da, ABD’nin, Avrasya planlarında merkezi jeopolitik konumuna kadar pek çok değerlendirmeye konu olması gerekiyor. Basra Körfezi halen daha önemli. Mezopotamya halen daha önemli. Doğu Akdeniz önemli. İstediğiniz kadar çok büyük elektronik silah sistemlerine sahip olun, halen daha denetim ağları konvansiyonel.

Dolayısıyla, ABD neredeyse sömürgecilik dönemini aratmayacak bir işgal uygulamasını yürürlüğe soktu. Bu da son derece öğretici. Şunu görüyoruz; saf bir emperyalizm yok. Sömürgecilik deneyiminden de yararlanıyor. 1000 sene önce hangi uygulamalar yapılmışsa, Roma neyi uyguladıysa onu da uygulayabiliyor. Bu konuda müthiş bir esnekliğe sahipler.

Meseleyi olanca zenginliği içerisinde değerlendirmek gerekiyor. ABD’nin, bölgedeki askeri stratejik ihtiyaçları, jeopolitik ihtiyaçları, para sistemiyle ilgili yönü, enerji kaynaklarının denetimi, enerji terminallerinin denetimi önemli. Onun ötesinde başka bir nokta var; dünyada emperyalizmi yenilgiye uğratabilecek kaynaklar neredeyse sadece Ortadoğu’da. Enerji kaynakları Ortadoğu’da. Müthiş bir insani birikim var. Tarihsel birikim var. Burada ideolojilerin sonunun işlemediği görülüyor. Bütün semavi dinlerin çıkış noktası. Şu anda dünyada en büyük direnişlerden biri Filistin’de. Irak’ta ülkeye yayılan bir gerilla mücadelesini izliyoruz. Latin Amerika’da önemlidir ama, Latin Amerika bu kadar büyük kaynaklara sahip değil. İnsanlık açısından önem taşıyan petrol gibi bir kaynağa sahip değil. Büyük su kaynaklarına sahip değil. Buradaki su kaynakları, neredeyse Asya’nın en önemli su kaynakları. Onun yanı sıra 400 milyonluk muazzam bir Arap pazarından söz etmek mümkün. Bu ülkelerde hem önemli bir direniş geleneği var, -milliyetçi anlamıyla da, dini anlamıyla da- hem de hâlâ o direniş kırılabilmiş değil, teslim alınamıyor. Hepsi bir araya geldiği zaman, ABD buraya yönelik bir yol haritası çiziyor. İlk üzerine gidilme kararı alınan problem de onlar açısından Filistin problemi.

Filistin problemini en önemli problemlerden biri olarak değerlendiriyorlar ve ne yapıyorlar? Bir işbirlikçi güruh yaratmaya çalışıyorlar Filistin’de. Filistin yönetimini bölmeye çalışıyorlar. Oradaki radikal, devrimci islami unsurların bir iç savaşla eritilmesini programlarına almış görünüyorlar. Onun yanı sıra dünyanın en pahalı gettolaşma politikasını izliyor İsrail. Birbirinden yalıtılmış Filistin birimleri, Filistin yerleşim merkezleri oluşturuluyor. Batı Şeria’yla Gazze arasında neredeyse kız alışverişi bitti. Çünkü çocuğunu bir daha görememe ihtimali var.

Filistin ekonomisi sömürgeleştiriliyor, bu sömürgeleştirilme süreci uzun zamandan beri işletiliyor ama son dönemde yol haritasıyla birlikte, daha doğrusu Oslo süreciyle birlikte Filistin ekonomisi tümden sömürgeleştirilmiş vaziyette. Dış desteğe bağlı bir Filistin bürokrasisi yaratılıyor, dünyanın en pahalı ve en savruk bürokrasilerinden biri özellikle oluşturuluyor. Filistin yönetiminin önde gelen unsurlarına VIP imkânlar sağlanıyor İsrail’de. Bir işbirlikçi yapı meydana getirilirken, az önce dediğim gibi bir iç savaşın da temelleri atılmaya çalışılıyor.

Şimdi Filistinliler buna direniyorlar ama, ekonomik kıskaç Filistin’in direniş potansiyellerini de olumsuz biçimde etkiliyor. Bunun yanı sıra İsrail’in bölgede ekonomik şiddeti içerecek tarzda bir güç merkezine dönüştürülmesi söz konusu. Sadece askeri şiddetle İsrail’in yaşayamayacağını biliyorlar. Bölgedeki Arap ekonomilerinin sömürgeleştirilmesi planı çerçevesinde zayıflatılmış ve sonsuza kadar bölge kaynaklarından, özellikle petrol nimetlerinden uzak tutulmuş bir Arap dünyasının yaratılmasında İsrail’e yeni roller veriyor. Bu roller, finansal ölçeklerden, teknolojik kapasiteye kadar değişik anlamlar içeriyor.

Bir Ortadoğu yeni düzeninden söz ediliyor. Bu Ortadoğu yeni düzeni çerçevesi içerisinde, bölgede sorunlarını çözmüş ve ekonomik şiddeti ön plana almış bir İsrail planlanıyor. Çünkü askeri şiddetin sınırlarına varılmış vaziyette. Ama bu süreç sanıldığı kadar kısa süre içerisinde yürürlüğe konulacak bir süreç değil. Belki, düşük ve orta yoğunlukta bir çok savaştan sonra gerçekleşebilecek bir süreç.

İran’a gelince; İran şu anda küreselleşmenin dinamiğine -ki küreselleşmeyi bir Amerikan programı olarak okursak daha da net algılarız-, en fazla direnen ülkelerden biri. İran’ın çok yönlü ilişkileri var. Rusya ile ilişkileri var. Kuzey Kore ve Çin’le ilişkileri var. Avrupa ülkeleriyle ilişkileri var. İran’ın izlediği bu bağımsız tavır, küreselleşmenin dinamikleriyle askeri, siyasal, diplomatik ve ekonomik gelişme tarzıyla uyumsuz. İran örneğini başkaları izleyebilir. İran’ın sahip olduğu çok yönlü diplomatik yeteneklerin, İran’ın bütünlüğünü halen koruyor olması, İran’ın 20. yüzyılın en önemli sosyal devrimlerinden birini gerçekleştirdikten sonra bir büyük savaştan da yaralanmasına rağmen çökmeden çıkması, ABD açısından kariyer kaybı. Kaldı ki haritada İran’ın yerine baktığımız zaman İran’ın Orta Asya’daki, Hazar Denizi’ndeki, Kafkasya’daki ağırlığını görüyoruz.

Giderek bölgedeki Şii nüfuslar anlamındaki Irak’ta ve Körfez ülkelerindeki ağırlığını görüyoruz. Irak’ın çözülüşünden sonra ister istemez İran’ın bölgede dini temelde politik nüfuzunun artması kaçınılmazdır. Çünkü Irak’taki çok ciddi bir Şii nüfusu var ve o arada oluşturulan sınırlar da yapay sınırlardır. Irak’taki Şii nüfusun da yüzü İran’a dönük olan bir nüfustur. Bölgede İran’ın ağırlığı artmıştır ve şu anda Irak’ın, İran’ın üzerine saldırtıldığı 1981 yılındaki konjektöre neredeyse geri dönülmüştür.

Böyle değerlendirildiğinde, ABD açısından, İran’a yönelik bir takım askeri girişimler kaçınılmazdır. Fakat bunlar kademe kademe geliştirilecektir. Azerbaycan seçimleri bu doğrultuda önem taşıyor. Azerbaycan seçimlerini, ABD’nin etkilediğini görüyoruz. Azerbaycan’da işbirlikçi bir güruhu işbaşına getirmek için, ABD’nin gayretleri olacak. Aliyev her ne kadar ABD’yle işbirliği de yapsa, Rusya’yı hiçbir zaman gözden uzak tutmadı. Eski bir polit-büro üyesi olarak, Rusya’nın bölgedeki konumunu önemsedi, çok yönlü ilişkiler geliştirmeye çalıştı ama, bu ABD politikası açısından artık yeterli değil. Türkiye’de dahil olmak üzere Azerbaycan’ın da içinde yer alacağı bir kuşatmanın, bir çevirmenin İran’a yönelik olarak gündemde olduğunu görüyoruz. Bu güçlü bir ablukaya varır mı, varmaz mı şimdiden kestirmek zor!

Ama abluka, ekonomik çökertme ve en önemlisi de Azeri nüfusun kışkırtılmasıyla gündemde. Yalnız İran’daki Azeriler bugüne kadar çok büyük bir isyan hareketinin içerisinde olmadılar. Ülkenin birliğini sarsacak davranışlar içerisinde olmadılar. Bundan sonra olurlar mı, bunu gündem gösterecek. Kademe kademe bir tırmanıştır gündemde olan. Ama Irak’taki meselesini çözmeden bir İran macerasına ABD’nin gireceğini düşünemiyorum. Kaldı ki İran, Irak değil. İran’ın çok daha büyük bir direniş potansiyeli var. Devrimden itibaren bunun örneklerini gördük. Askeri açıdan Irak’taki kadar kolay bir zafer söz konusu olmayacaktır. Eğer olur ise o da bir koşulla, nükleer silahların kullanılmasıyla.

Hiç kimse dünyada ABD’nin zorda kaldığında nükleer silah kullanmayacağını garanti edemez. Bir tehdidin ötesine geçebilir. 1992 yılında ilan ettikleri acil savunma yönetmeliklerinde, diğer planlarında bunu ortaya da koydular. ABD nükleer silah kullanabilir, çıkarları gerektirdiğinde. İran örneğini başkalarının takip etmesi ABD açısından ürkütücüdür. Küreselleşme dinamiklerini zedeleyen bir unsurdur. İran’ın anti-kapitalist olmadığını söylemiyoruz ama kamusal bir ekonominin, büyük bir kamusal ekonominin halen yürürlükte olması, kaynaklarını kendi programları çerçevesinde kullanıyor olması, bu anlamda küreselleşmeye kaynak aktarmaması, finanssal araçların yerleşik olmaması, bağımsız bir diplomasiyi uyguluyor olması, kabul edilebilir değil ABD açısından. İran örneğini başkalarının takip etmesi ürkütücüdür, kaldı ki, ABD’nin şeytanlar listesinde yer alan diğer ülkelerin de İran’la çok iyi ilişkileri var. Bunu kabullenemez ABD.

Suriye’ye gelince; Suriye, ABD açısından kolay bir askeri hasımdır. Suriye’nin çok fazla askeri bir gücü yok. İsrail karşısında bile tutunması mümkün değil. Kaldı ki Suriye ekonomisinde son dönemde, Irak’ın verdiği ucuz petrolün rolü çok büyüktü. Suriye ekonomisi ticarete dayalı bir ekonomidir ağırlıklı olarak. Bu anlamda dışarıdan da destek almak mecburiyeti var. ABD Suriye’nin bu ihtiyacını kullanacaktır. Dolayısıyla, Suriye’ye askeri bir operasyondan da ziyade, Suriye’yi sıkıştırmaya yönelik ekonomik bir takım önlemler yürürlüğe konabilir. Gerçi Suriye bunu aşmaya çalışıyor. Özellikle de Türkiye üzerinden.

Türkiye ile iyi ilişkiler geliştiriyor. En önemlisi de şu; Filistinliler’in, bir Amerikan barışına zorlanmasında Suriye devreye sokulabilir. Bu anlamda Suriye, ABD açısından neredeyse rehin konumuna getirilebilir. Önümüzdeki dönemde Filistin meselesiyle Suriye’nin, ABD ve İsrail tarafından baskı altına alınması doğrultusundaki çabalar da bir ortak eğilim göreceğiz. Bir de Ürdün’e bakmak lazım; dünya ekonomik forumu toplantısının Ürdün’de yapılması ve hain kralın da bu anlamda uluslararası meşruiyet kazanması için gayret sarfedilmesi önemlidir. Burada tabi İsrail’in yıllardır iddia ettiği bir başka noktaya da bakmak lazım. İsrail, Ürdün’ü, Filistin devleti sayıyor. Filistinliler’in gerçek devleti Ürdün’dür diyor.

Dolayısıyla oraya bir nüfus kaydırılması da mümkün olabilir. Ürdün bu konuda ne kadar istekli olur, şimdiden kestirmek zor. Ürdün’ün dış destekle, dış krediyle yaşıyor olması, ekonomisinin bu dış desteğe bağlı olması, aslında, Ürdün’ü emperyalizmin politikalarıyla oldukça uyumlu hale getiriyor. Ürdün, şu anda bölgede, ABD’nin en önemli müttefiklerinden biri ve Ürdün’ün konumunu Filistin meselesindeki bu rolüyle birlikte değerlendirmek lazım. Ayrıca da orada dünya ölçeğinde önemli bir ekonomik toplantının yapılmış olması, gelecekte İsrail-Ürdün kapsamı çerçevesinde değerlendirilen yeni bir Ortadoğu ekonomik düzeninin de köşe taşlarının nasıl oluşturulacağını ortaya koyuyor. Finans ağırlıklı, Arap dünyasının kaynaklarını sömürmeye ve ortaya çıkan muazzam artığa el koymaya dayalı ölçekler içerisinde geliştirilen mali düzenekler ile İsrail ve Ürdün’e bazı roller verilecek. Ama Ürdün’ün rolü asla İsrail gibi olamaz.

Çünkü İsrail bu noktada, temel bir rol oynuyor. İsrail sahip olduğu finansal, kurumsal düzenekle buna son derece elverişli. Teknolojik kapasitesi de elverişli. Ürdün veya diğer ekonomiler açısından, Arap ekonomileri açısından, ancak, pazar ve ucuz işgücü deposu olmanın dışında, ham madde sağlamanın dışında çok da fazla bir gelecekten -emperyalizm klanları anlamında- söz etmek mümkün görünmüyor. Ürdün’ün de böyle bir rolü var.

Y. Tuncay: Ya Kıbrıs?

S. Parlar: Kıbrıs gelecekte yüzen bir off-shore’a dönüştürülmek isteniyor. Kıbrıs’ta, aslında, hep kıyı bankaları oldu. Kıbrıs, ağırlıklı olarak Virgine adaları gibi, Cayman adaları gibi, off-shore hesapların açıldığı, kumar faaliyetlerinin yürütüldüğü bir ada olarak değerlendirildi. Doğu Akdeniz’de bulunması, Süveyş Kanalı’na, İsrail’e, diğer kilit mevkideki bölgelere yakınlığı, askeri bir önem atfedilmesini de meydana getirdi. Bir yanıyla da, neredeyse kara parçası şeklinde örgütlenmiş bir uçak gemisidir.

Ama diğer yanıyla da dünya ölçeğinde ışık hızıyla dolaşan ve günlük cirosu trilyonlarca doları bulan finansal ağın ihtiyaç duyduğu yapılardan da biridir. Problemlerini çözmüş, Türkiye ile Yunanistan gibi Nato içerisinde müttefik ve giderek Avrupa Birliği’nde de bir biçimde ortak sayılan iki ülkenin istikrarını tehdit eden sorunların kaynağı bir ada görünümünden çıkarılarak hızla off-shore hesapların yoğunlaştığı, dünya finansal şebekesinin vergi cenneti olarak değerlendireceği, turizm potansiyelinden yararlanılacak, giderek uygun kongre turizminin gelişeceği, bölge ülkelerindeki zenginlerin pisliklerini boşaltacağı, kumardan fuhuşa kadar birçok alanda belki yeni yapılanmalara gidilecek uygun bir üs olarak, bir yeryüzü cenneti olarak değerlendiriliyor, Kıbrıs’ın böyle bir yönü var.

Gelecekte Kıbrıs kıyı bankacılığı, çok uluslu şirketlere sağladığı vergi kolaylıkları ve Ortadoğu, Doğu Akdeniz eksenli askeri stratejik yapılanmasıyla bölgede çok uluslu sermayenin de, kirli para trafiğinin de gözde merkezlerinden biri haline gelecek. Kıbrıs’la ilgili olarak planlanan rol bu. İsrail’in, Beyrut’un ve giderek Türkiye içerisinde İstanbul, İzmir gibi, Antalya gibi bazı kentlerin eşliğinde değerlendirildiğinde, finansal kıyı bankacılığı anlamında kirli para trafiğiyle bütünleşmiş, turizmin özellikle kumarhane sektörüyle kesiştiği bir yeni yapılanma gündemde. Bu ağı iyi takip etmek lazım.

Kıbrıs da bu ağ içerisinde önemli merkezlerden biridir. İstanbul, İzmir, Antalya, Tel Aviv, Hayfa, Kıbrıs ve Ürdün, hem kentler, hem de neredeyse bir kentin verdiği ülkeler, böyle bir bütünlüğü taşıyacak merkezler olacaklar. Bu dönemi kavramak için de 19. yüzyılın Sanghay’ına bakmak lazım. Sanghay’da oluşturulan o batakhane ekonomisine bakmak lazım. Aynı zamanda, böyle bir ağın, bir şebekenin oluşturulması gündemde.

Y. Tuncay: Bir Küçük New York gibi… Şimdi bu genel portreye baktığımız da; Ortadoğu’da, Amerika’nın da yapmak istedikleri belli zaten. Şimdi buradan ben senin son yazdığın “Barbarlığın Kaynağı Petrol” adlı kitabına dönmek istiyorum. Bilimsel olarak tespit edilen bir rakam var, petrol rezervlerinin dünyada 80 yıllık bir ömrü olduğuna dair. Bu 80 yıllık ömrü olan petrol rezervlerini, ABD bundan sonra nasıl yönlendirmeyi düşünüyor? Muhtemelen elde edilen bu veriler ışığında Amerika Birleşik Devletleri 80 yıllık petrol rezervini tamamıyla kontrol altına almak istiyor. Bu bir gerçek. Çünkü petrol, giydiğimiz gömlekten, giydiğiniz çoraba ve hatta pazarda taşıdığımız naylon torbaya kadar hayatımızın her alanında var. 80 yıllık rezervin olduğu söylenen petrolü, Amerika bundan sonra nasıl yönlendirmek istiyor sence?

S. Parlar: Amerika’nın bir petro-stratejisi var, yalnız sürelerle ilgili olarak kesinlemeye gitmemek lazım. Tahmini rezervlerin yanı sıra bizim bilmediğimiz rezervler de var. İnorganik doğanın ilginç bir yapısı var. Petso başkanı geçenlerde bir açıklama yaptı: “İnsanlar petrolün bitmesi konusunda kaygı duymasınlar 250 senelik kaynak var” dedi. Muhtelif rakamlar, tahmini rezervler var. Denizlerde halen devam eden faaliyetler var. Hepsi bir araya geldiğinde petrol veya doğalgaz kısa vadede tükenmeyecek.

Kaldı ki bütün tasarruf çabalarına rağmen halen daha petrol en önemli hem enerji kaynağı, hem de ham madde. Yani birçok üründe petrolün ham madde olarak kullanıldığını biliyoruz. Onun ötesinde zaten otomotiv sanayiinde malum. Amerika, petrol kaynaklarını denetim altında tutamazsa ne olur? Dünya para sistemini kontrol edemez. Çünkü şu anda Almanya, Japonya gibi rakiplerine baktığımız zaman, ABD’nin ve bunların aynı zamanda büyük petrol kullanıcıları olduğunu görüyoruz. Tasarrufa gidiyorlar. Giderek bu tasarruf çerçevesinde başka türev maddelerden yararlanıyorlar ama, petrolden sistem vazgeçemiyor. Sistemin kan dolaşımını petrol sağlıyor.

Dolayısıyla bunlar üzerinde ABD’nin sahip olduğu merkantilist sopa petrol. Çünkü dünya para sistemiyle dünya enerji kaynaklarının kontrolleri arasında da bir ilişki var. Nasıl anlatabiliriz şunu? Amerika Birleşik Devletleri dünyanın en borçlu ülkesi, trilyonlarca dolar borcu var, 7 trilyonun üzerinde olması lazım. Amerika Birleşik Devletleri’nin sürekli borçlu konumunu koruyabilmesi, Almanya ve Japonya’nın, ABD’ye borç vermesiyle, diğerlerinin borç vermesiyle bağlantılı. Eğer Amerika’ya alacaklıları borç vermekten vazgeçerlerse ne olur? Amerika silahlanmasını sürdüremez. Dünya üzerinde askeri hegemon güç konumunu kaybeder. Bunu ne Japonya ne de Almanya şu anda arzu etmez. ABD ekonomisinin sağlığı, aynı zamanda onların ekonomisinin sağlığı demek. Çünkü dünyada en büyük ihracat pazarı, Amerikan pazarı. Herkes de o pazara girmeye can atıyor. Demek ki, ABD gücünün önemli unsurları var.

Birincisi; ABD’nin banknot matbaasını çalıştırabilmesi, borç alabilir durumunu koruması, bu borcun arkasına askeri gücünü yerleştirmesi, askeri harcamalarını bu muazzam borçlu konumuyla finanse etmesi, bu askeri güçle de çok ilginç bir hegemonya paradoksu yaratması, yani Japonya ve Almanya’yı sürekli tehdit altında tutacak tarzda enerji kaynaklarını denetlemesi. Bu süreç ikilemlerle işleyen bir süreç. Düz bir süreç değil. Yani Japonya ve Almanya, ABD ile rekabet ediyor ama, ABD’nin ekonomik anlamda krize girmemesiyle de ilgileniyor. Askeri açıdan ABD, gücünün bu kadar yaygınlaşmasından hoşnutsuz ama, o askeri gücün boşluğunu dolduramayacağı için, yer yer o askeri gücün operasyonlarını da destekliyor.

Özellikle de Japonya. Dünya hammadde kaynaklarının ve giderek petrolün, doğalgazın, ABD’nin kontrolü altında olmasından Japon ve Alman egemenlik sistemleri rahatsız ama, bu anlamda ABD’ye bir direniş de gösteremiyorlar. Ortadoğu’daki sorunları çözecek kapasiteye sahip değiller. Başka bölgelerdeki problemleri çözebilecek kapasiteye askeri kapasiteye sahip değiller. İkilemlerle işleyen bir süreç var. Son derece çelişkili bir süreç. Bu, ABD’nin göreli olarak gücü, hem de güçsüzlüğü. Hâlâ daha borçlanabiliyor olması, hâlen daha Japonya ve Almanya’nın kendisiyle rekabet etmekle birlikte politikalarına nihai açıdan destek veriyor olması, ABD’nin gücü ama, aynı zamanda varolan güçsüzlüğü içinde. Sonsuza kadar bir ekonomi bu ölçeklerde bir borçla varlığını sürdüremez.

Çünkü ABD çapında bir ekonomiye borç vermenin koşulu o ülke içerisindeki varlıkların halen daha o borcu karşılayabilecek değerde olması. Şimdilik o değer henüz aşılmış değil ama sonsuza kadar da gitmez. Dolayısıyla, ABD krizini de yaymış oluyor. Yani, ABD’nin şu anda dünya petrol ve doğalgaz kaynakları üzerinde sağladığı denetim, borcunun garantisidir. Çünkü bu düz mantıkla bakarsak, bir eve gelen haciz memurunun evdeki eşyaların satıldığında borcun tamamının karşılayıp karşılamamasıyla ilgilenmesi gibi. Şu anda ABD’nin varlığı bu borcu karşılayabilir. Denizaşırı yatırımlarına bakıldığı zaman, ABD daha borçlanabilir ama, ABD ileriye yönelik olarak krizini yayıyor. Dolayısıyla petrol bu noktada kilit. ABD’nin borçlanabilmesinin temel güvencesi petrol.

Y. Tuncay: Bu tarif ettiğin ekonomi biçimi, aslında, ABD’yi anında çökertebilecek ama, ABD’yi de her zaman güçlü kılabilecek iki yönlü bir ekonomi.

S. Parlar: Her büyük devlet gibi, ABD’de de kendini yıkacak, tahrip edecek iç çelişkileri barındırıyor. ABD’nin güç kaynakları aynı zamanda güçsüzlük kaynaklarıdır. Çok basit bir örnek vereceğim; şu anda dünyada sadece petrol değil, önemli hammaddelerin birçoğu üzerinde ABD’nin tekeli söz konusu ve bu hammaddeler olmaksızın üretim yapamıyorsunuz. Bu hammaddelere ABD’nin sahip olması, Almanya ve Japonya açısından son derece tedirgin edici. Üretim için o kaynaklara ihtiyacınız var. O kaynakların önemli bölümü ABD’nin kontrolü altında. ABD fiyatlarla ilgili düzenlemeler yapabiliyor ve sizin rekabet avantajlarınızın kısıtlayıcı bazı işlevleri olabiliyor. Öncelik Amerikan çok uluslu tekellerinde olduğundan, elbette ki problemler büyüyecek. Bu bile ABD’nin görece güçsüzlüğünün ve gücünün göstergelerinden biri.

Yani, siz dünyadaki önemli kaynakların çoğunu kontrol altına alacaksınız, diğerleri sizinle rekabet edemeyecek bu kaynaklar için. Bu mümkün değil. Bir defa güç kaynakları üzerinde, ham madde kaynakları üzerinde rekabet var, o rekabet sizin açınızdan o gücü aynı zamanda törpüleyen bir unsur. ABD sahip olduğu avantajları yitirmeye başladı. Uzun zamandan beridir böyle. 1950’lerden beridir ABD gücünde büyük bir kayma yaşanıyor ama, halen daha görece bir güce sahip ve o gücü de inanılmaz derecede askeri vahşetine borçlu. ABD çok uluslu sermayesi, ABD’nin askeri gücü olmadan varlığını sürdüremez, dünya üzerindeki yayılmasını sürdüremez, kaynaklar üzerindeki kontrolünü sürdüremez.

Bu da şunu gösteriyor; bazılarının iddia ettiği gibi, dünyada devletleri kontrolü altına almış, her şeye hakim, sonsuz derecede barışçı emelleri olan yayılmacı bir sermaye dinamiği yok. Sonsuz derecede bölücü, parçalayıcı, sonsuz derecede militarist, devlet gücünü yanına almadan hiçbir yere güvenli bir biçimde gidemeyen bir çok uluslu sermaye yapısı söz konusu. ABD çok uluslu tekellerinin garantörü, ABD devletinin şiddetidir. Biri olmadan diğeri olmaz. Dolayısıyla çok uluslu sermaye dünyaya barış getiremez, savaştan başka hiçbir şey getiremez. Bu da ABD’nin güçsüzlüğüdür.

Çünkü, ABD, sahip olduğu kaynaklarla sonsuza kadar bütün dünya halklarına bir savaşı dayatamaz. O kaynaklar hep başka ülkelerde, başka ulusal topraklarda, dolayısıyla buna sahip çıkıldığı, buna yönelik devrimci programlar geliştirildiği ölçüde ABD kaybedecektir. Kendi kıtasında da kaybedecek, başka kıtalarda da kaybedecektir. Bu noktada da sermayenin barışçı dinamiği, sermayenin barışçı yayılması, sermayenin devlet gücüyle çatışma içine girmesi gibi sahte değerlendirmeleri bir kenara bırakıp, ABD çok uluslu sermayesi başta olmak üzere tüm çok ulusluların alanını daraltmak lazım.

Bu sermaye gruplarıyla mücadele etmek, savaşmak lazım. Başka çaresi yok bu işin. Bunlara yönelik çok ciddi kampanyalar yürütmek lazım. Bu konuda bilinçlenmek lazım. Yoksa “sermayenin barışçı yayılma dinamiği” der isek, devletle sermaye arasına çok büyük mesafeler koyar isek, yanlış yapmış oluruz. Büyük bir teorik yanlışlık, aynı zamanda pratikte de problemler doğurur.

Meseleye böyle bakınca net olarak şunu görüyoruz; Amerikan çok uluslu tekelleri, Amerikan devletinin şiddeti olmadan varlığını sürdüremez, dünya üzerinde hakimiyetini sürdüremez. O zaman sadece Amerikan emperyalizmiyle mücadele de değil, Amerikan çok uluslu tekelleriyle, Avrupa çok uluslu tekelleriyle de mücadele kapasiteyi geliştirmek lazım. Çünkü bu mücadele tırmandığı ölçüde alanları daralacaktır. Hammadde kaynakları üzerindeki kontrollerini, denetimlerini devamlı kırmak lazım. Hatta bölgede petrolün arzını durduracak tarzda mücadele etmek lazım. Batıya petrolün akışını kesecek tarzda askeri taktikler geliştirmek lazım.

Y. Tuncay: Güzel şeyler söyledin Suat. Ben burada bazı konulara değinmek istiyorum. Dedin ki, “Amerika bugünkü varlığını büyük ölçüde şiddete dayalı ayakta tutuyor”. Bu zaten kaç bin yıllık dünya tarihinin değişmez kuralı. Büyük imparatorluklar her zaman askeri olarak kendilerini varettiler, böyle yayıldılar, yayıldıkları yerler de de her şeyi kontrol altında tutmaya çalıştılar. Askeri açıdan bütün kaynaklarını askeri alana akıtan bir Amerika, sürekli borçlanan bir Amerika ve bunun yanı sıra sanayi açısından güçlenmiş, fakat askeri alana fazla para aktarmayan, korkunç bir ekonomik güç haline gelmiş Almanya ve Japonya örneği. Herhangi bir durumda, Kendi iç çelişkilerini barındıran Amerika, her an yıkılmaya hazır. Gücü oranında zayıf aynı zamanda.

S. Parlar: Çözülür, yıkılmaz.

Y. Tuncay: Bir çözülme de yaşayabilir…

S. Parlar: İkinci sınıf bir güce dönüşmek ayrıdır, çökmek ayrıdır. Son zamanlarda yapılan yanlışlıklardan biri şu; Amerikan yüzyılı olmayacak deniliyor bu yüzyıl. Doğru olabilir ama, şunu da belirtmek lazım; ikinci sınıfa dönüşmek çökmek anlamına gelmez.

Y. Tuncay: O güce dönüşmeden bugünkü haliyle baktığımızda Almanya ve Japonya böyle roller üstlenmiyorlar ama, işin geri planında her zaman varlar. Bugün ise sürekli sözü edilen bir kavramlaştırılma söz konusu Amerika için. O da imparatorluk kavramlaştırılması. Bu konuda ne diyeceksin, Amerika imparatorluk mudur?

S. Parlar: Hayır, Amerika imparatorluk değildir. İmparatorluk dediğimiz zaman, kendi vasallerini, o hiyerarşiyi onayladığı, kabul ettiği, askeri şiddeti çok fazla kullanmayan ideolojik bir onay üzerinde varlığını sürdüren, ağırlıklı olarak da bir uygarlık birikimini temsil eden yapı söz konusudur. Amerika vahşeti temsil ediyor, uygarlığı değil. Amerika şu anda bir imparatorluğun kaynaklarına sahip değildir. İmparatorluk özlemi vardır ama, Amerika imparatorluk değil, olamaz da. Çünkü buna uygun bir ideolojik meşrulaştırıcı olanağa sahip değil. Bunu haklı kılacak bir misyona sahip değil, açık cebirden, militarist şiddetten, ırkçı önyargılardan oluşmuş bir imparatorluk olamaz. Bir imparatorluk bu ölçekler içerisinde ırkçılığı içeremez.

Bir imparatorluk bu ölçekler içerisinde ve ideolojik hiçbir onaya dayanmayan vasallerinin hiç bir onayına dayanmayan bir yapıyı taşıyamaz. Amerika emperyalist bir güçtür, tıpkı diğerleri gibi. Hiyerarşik bir sistem içerisinde süper bir hegemonyayı temsil eder ama, bu süper hegemonyaya olumlu değer yüklemek de gerekmez. Süper hegemonya en zayıf hegemonya biçimidir. Askeri şiddete dayanır, askeri şiddet gittiği zaman çöker. Dolayısıyla Amerika’nın sahip olduğu temel güç kaynağı askeri gücüdür.

Onun dışında şu anda dünya üzerinde ABD’nin konumunu meşru kabul eden herhangi bir halktan, ülkeden, devletten söz etmek çok zor. Kendisiyle ittifak ilişkisi içerisinde olan ülkeler bile bu anlamda Amerika’yı onaylamıyor. Bu bir imparatorluk açısından kabul edilebilecek bir durum değil. Roma’nın hukuku var, Pers İmparatorluğu’nun müthiş bir diplomasisi ve inanılmaz ölçüde büyük bir felsefi temeli vardır. Britanya İmparatorluğu çok az sayıda insanla dünyanın birçok yerini idare etme becerisini gösterebilecek kapasiteye ve teknolojik birikime sahipti. Kendi vasallerinin itaatini sağlayabilecek bir konumdaydı Britanya İmparatorluğu. Sadece çıplak zora dayanarak yönetmiyordu. Elbette zoru kullanıyordu ama, bunun yanı sıra daha farklı özelliklere de sahipti.

Her şeyden önemlisi de sanayi devriminin getirdiği avantajlardan yararlandı. İstedikleri kadar iddia etsinler, “enformasyon devrimi” desinler, yalandır, yanlıştır. Halen daha demiryollarının yerini tutabilecek ölçeklerde bile bir teknolojik devrimi ABD gerçekleştirememiştir. Ağırlıklı olarak da, ABD, Avrupa’nın bilimsel birikimine dayanmıştır. Bu bakımdan özgün bir imparatorluk düşüncesini haklı kılabilecek ne bilimsel, ne ideolojik, ne sosyal hiçbir zemin yoktur. Ne vardır? Çıplak askeri güç vardır. Bununla imparatorluk olamazsanız. Siz bununla olsa olsa emperyalist odağın, vahşetin odağı olursunuz. Ayrıca da bazı kavramları net kullanmak lazım, ABD’ye biz vahşeti simgeleyen kapitalist, emperyalist bir güç olarak bakacağız, böyle değerlendireceğiz. Hep ABD emperyalizmi diyeceğiz. ABD imparatorluğu demeyeceğiz.

Y. Tuncay: İmparatorluk kavramlaştırması, çok fazla misyon yüklemek olur ABD için. Aslında bu sözünü ettiğin vahşi askeri gücün arkasında yine bir Avrupa durmakta tabi.

S. Parlar: Avrupa merkezciliğini, Avrupa’dan ziyade Amerika temsil ediyor. Batının merkezinde şu anda Amerika duruyor. Biz Batıya reddiyeden söz ettiğimiz zaman zaten ağırlıklı olarak Amerika’yı reddediyoruz, bu Avrupa’yı kabul ediyoruz anlamına da gelmiyor. Buradan gelebilecek bize hiçbir doğruluk, hiçbir insani krizi çözebilecek program yok, söz konusu bile değil. Bu yapay doğu-batı ayırımına da dayanmıyor, bu zaten doğru da olmaz. Doğuyu batı yarattığı için ve halen doğuda, doğu kavramında ısrarlı olduğu için biz “doğucu”yuz. Yoksa dünyayı biz doğu-batı olarak ikiye ayırmıyoruz, bu aptallık olur.

Yani bizden yağmalanmış, bizden çalınmış olan değerlerin onlara atfedilmesi olur. Biz doğu olarak zaten şu anda batıdan alacaklıyız. Dolayısıyla mantık olarak doğu-batı ayırımına girmiyoruz. Bütün o kutuplaşmada sefaleti kendimize çekip, bütün nimetleri de batıya armağan etmek düşünülecek şey değil doğrusu. Bu anlamda doğu-batı karşıtlığının tarafı biz değiliz ama, batı, doğu dediği müddetçe de batıcı değil, “doğucu”yuz.

Amerika şu anda batının merkezinde duruyor ve o batının merkezinde de şiddetten, militarizmden, ırkçılıktan, tahribattan başka bir şey yok. O yapının en önemli özelliği de haklıdan yana olan şiddetin hukuklaştırılması. Kendi bilim adamlarının bileğini kestiler İngiltere’de, medeniyet beşiğinde. Gerekli olduğu zaman, saldırmayacakları insani hiçbir değerleri yok. Meseleye böyle yaklaşırsak, batının artık insanlığın gelişiminin önündeki en büyük engel olduğunu görürsünüz. Temsil ettikleriyle birlikte, kapitalizmle birlikte. Soysuz militarizm, kaba ırkçılık, dünyaya dayattıkları tek kültürlülükle, bunları şiddetle reddetmek zorundayız.

Y. Tuncay: Yani batı şu andaki konumuyla zaten insanlık tarihinin en yozlaşmış halini sembolize ediyor. Ki Engels’in bir lafı vardır bilirsin, Antik Yunan için, “İnsanlığın ilk yozlaşmasıdır”, der. Doğru da bir tespittir ki, oradan itibaren şekillenmiş, birer piramit gibi yükselmiş batı var karşımızda. Biraz önce imparatorluk kavramına değindin ve oradan İngiltere’ye gelelim biraz. Bir imparatorluğun bakiyesi olarak İngiltere, Irak işgalinde çok fazla rol oynamak istedi. Bu rolü neden oynamak istedi, niye bu konuma geldi ve hatta kendi içinde büyük sansasyonlara varacak bir noktaya getirdi kendini. Peki İngiltere buradan ne umuyor, bu işgalden?

S. Parlar: İngiltere’nin şu andaki durumu ABD’nin gelecekteki durumu. İngiltere bir dönem dünya üzerine yayılmış, üzerinde güneş batmayan bir imparatorluktu. Şimdi, ikinci sınıf, hatta üçüncü sınıf emperyalist bir güç. Bu anlamda da ABD’ye hafızasını devretti. Ortadoğu’da da hafızasını devretti. Bu hep böyle olur. Çökmekte olan bir imparatorluk, çözülmekte olan bir hegemonya diğerine akar, boşa gitmez. İngiltere, Ortadoğu’da çok geniş bir siyasi coğrafyada yüzyıllarca at oynattı. Kaynaklar üzerinde, bölge halkları üzerinde çalışmaları oldu, tecrübeleri oldu, bu birikimi ABD’ye pazarladı.

Şu anda İngiliz ekonomisini, daha doğrusu city adı altında değerlendirilen İngiliz finansal merkezini ayakta tutan ABD’dir. ABD’nin mali desteği olmadan İngiliz ekonomisi varlığını devam ettiremez. Askeri açıdan da İngiltere Amerika’nın bekçi köpeğidir, askeri açıdan da varlığını ona borçludur, birbirleriyle iç içe geçmişlerdir ve Anglo-sakson kapitalizminin ve Anglo-sakson emperyalizminin bütünlüklü çelik çekirdeğini görmek mümkün. Britanya bu anlamda ABD’nin hizmetindedir. Sahip olduğu büyük emperyal bilgi birikimini, deneyim birikimini ABD’ye aktarıyor. Bunun karşılığında da kendisine bazı paylar elbette düşüyor. Bu paylar muhtelif. Bunun ABD’den aldığı siyasi destekle ilgili yanı var, mali destekle ilgili yanı var.

Eğer bugün bir sterlin var ise, bir sterlinden söz ediyorsak, bunda ABD’nin verdiği desteğin rolü çok büyük. Bunu şu şekilde de formüle etmek mümkün. ABD, İngiltere’ye bir kere gücü tattırdı. Süveyş krizi sırasında İngiliz birliklerinin Süveyş’ten çekilmesini sağlamak için, ABD, sterline yönelik muazzam bir spekülatif taarruza geçti. Sterlin az daha çöküyordu. İngiliz ekonomisi az daha çöküyordu ve gücü o zaman tattı. Dolayısıyla, o tarihten itibaren İngiliz ekonomisi, varlığını ABD’ye borçlu olduğunun bilinciyle bugüne kadar geldi. Bu askeri açıdan da, siyasi açıdan da böyledir. Dolayısıyla İngiltere yazgısını ABD’ye bağlamış durumda. İngiltere’nin çöküş ve çözülüş dinamiğiyle, ABD’ninki artık ortak. Bunu önümüzdeki dönemde daha net göreceğiz.

Politikacı tiplerinde bile artık neredeyse bir ortaklaşmadan söz ediyoruz. Tony Blair olanca azgın militarizmiyle, ırkçılığıyla, bölge halklarına düşmanlığıyla, finansal sermayeye verdiği öncelikle, mali oligarşiye sunduğu destekle, neo-liberalizme bağlanan sarsak sosyal demokrat tavrıyla, aslında, tam bir Amerikan politikacısı gibi. Clinton’un ikizi gibi. Ama o kadar esnek ki, Clinton’un ikizi olan Blair, Bush’un da ikizi olabilir. Yarın başkasının da ikizi olabilir. Ama, bunların hepsini okumak için, ortak noktalarını tespit etmek için tarihten ünlü karakter Hitler’e bakmakta yarar var.

Y. Tuncay: Evet Suat. Bugünkü sohbetimizi burada keselim ve önümüzdeki ay kaldığımız yerden devam edelim.

S. Parlar: Evet bence de.

Y. Tuncay: Sohbet için sana teşekkür ederim.

S. Parlar: Esas ben teşekkür ederim.

Y. Tuncay: Tekrar görüşmek üzere.

S. Parlar: Hoşçakalın….


 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın