“Şu satırları yazarken makinanın başında hırsımdan ağlamamak için kendimi zor tutuyorum. Günümüzün, çağımızın insanı patlatacak atmosferini romanlarına -hiç olmazsa- konu almayan, almasını beceremeyen, bu beceriksizliği idrak etmeyen, topyekün bir savaşa atılmayan aydının, aydınların suratına sıçayım. İtoğlu itler. Laf ebeliğinden, şekil varyasyonlarından, ucuz ün peşinde koşmaktan öte bir bok yedikleri yok. Yaşar da, Kemal Tahir de yaşadıkları devirden, günlerden kaçıyorlar. Bunu anlamayan, anlamak istemeyen eleştirmenlerinde suratına sıçayım.”
Orhan Kemal, 19 Nisan 59 tarihli bir mektubunda böyle yazıyor. Yaşadığımız yüzyılın yarısına henüz gelinmiş ve daha sıcaklığı süren bir sürü olayın üzerinden çok fazla süre geçmeden kaleme alınmış bu satırlar. Nedir peki bu yaşananlar? Koca bir dünya savaşı, hemen yanıbaşımızda ortaya çıkan bir devrim ve ardından kurulan, şu an içinde yaşadığımız cumhuriyet, tekrar patlak veren bir dünya savaşı daha… Tabi Japonya’ya atılan atom bombalarını da unutmayalım. Bunlar geride kalanlar. Bir de, gelmekte olan 27 Mayıs Darbesi. Adeta bir düdüklü tencerenin içinde pişmek gibi bir şey… Yani dönem üzerinden atlanamayacak kadar büyük olaylarla dolu. Orhan Kemal, yaşadığımız çağın sorunlarından kaçan aydına iki örnek vermiş; Yaşar Kemal ve Kemal Tahir. Kemal Tahir tarihsel romanlara dalıyor. Yani tarih yazıcılığı ile roman yazıcılığını birbiriyle sentezleme çabasına giriyor. Yani Türklerin tarihsel akışı içinde ilkel sosyalist birikimin izini sürüyor. Orhan Kemal bunu çağımızın sorunlarından uzak görüyor. Bir diğeri ise, Yaşar Kemal’in köy hayatına ve kırsal olaylara yönelişi. Bizim üzerinde duracağımız konu ikincisi olacak.
Tüm zamanların vazgeçilmez tavrıdır kır hayatına özlem. Hatta 68 kuşağından, Katmandu yollarına düşmüş bir yığın insan görülmüştü. Neydi peki bu kaçışın nedenleri? Katmandu yollarına düşenler, Avrupa’da sanayileşme ve kapitalizmin getirdiği sorunlardan mı kurtuluyorlardı? Kıra bu fiziksel kaçış, insanın yaşadığı çağa karşı duyduğu korkulardan, şüphelerden ve kaygılardan kaynaklanıyordu. Bir çoğumuz şu soruyu soruyordur; büyük bir çoğunluğunun köylü nüfustan oluşan ülkemizde, köylerde sorunlar olamaz mı? Bu yanlış bir soru değildir. Ama tarihin akışı kente doğrudur. Köyler bu tarıhsel akış içinde mutlaka kentlere evrilecektir. Ya da köylü nüfusun büyük bir bölümü kentlere göç edecektir. Köyler zaten, günümüzde hala daha eşitsiz gelişmenin bir sonucu olarak varlığını sürdürmektedir. Bu işin maddesi. Yani alt yapısı. Bizim burada tartışmak istediğimiz ise, üst yapıdaki, toplumsal psikiyatride oluşan geçmişe saklanma eğilimidir. Geçmişe saklanma mistik hazlar da getiriyor. Hatta bu durum öylesine yaygınlaşıyor ki, giderek popüler oluyor ve hayatımızın her yanını kaplamaya başlıyor. Tümüyle bilincimizde bu imgenin esiri oluyoruz. Bütün sanat eserleri, yaşayışımızda duyulan özlemler böyle bir bilincin ışığında üretiliyor.
Biraz önce vurguladığım “kıra fiziksel kaçış” görüldüğü gibi zamanla kıra düşünsel kaçış halini almıştır. Bu kaçışın nedenlerini sıralamakla bitiremeyiz. Yukarıda “korku, şüphe, kaygı” gibi nedenlerden sözetmiştik. Ancak, “günümüzün, çağımızın insanı patlatacak atmosferini romanlarına -hiç olmazsa- konu almayan, almasını beceremeyen, bu beceriksizliği idrak etmeyen, topyekün bir savaşa atılmayan” bölümüne vurguyu yapmadan geçmek de olmaz tabi. Yaşadığımız çağın tüm sorunlarının biriktiği ve kocaman bir yumak olduğu mekanlar kentlerdir. Bizler, eğer, çağımızın sorunları ile kavgayı göze alıyorsak, başlangıç noktası olarak bu mekanların önümüze koyduğu gerçeklerle hesaplaşmayı gerçekleştirmeliyiz. Ayrıca köylerin tasfiye edilmesi sorunu da bizim üstesinden gelmek zorunda olduğumuz gerçeklerdir. Hatta köy hayatının, kent hayatı ile karşılaşması durumunda ortaya çıkan sorunlar da bunlar arasında sayılır. Orhan Kemal’in “Bekçi Mürtaza” karakteri bunun tipik bir örneğidir. Geçtiğimiz yıllarda bu sorunlara ilişkin bazı sinema deneyimleri oldu; “Züğürt Ağa”, “Eşkiya” gibi sinema çalışmaları bunlara birer örnektir.
Orhan Kemal’in bu mektubu kaleme aldığı dönemlerde, “köy romanı” ve “kent romanı” tartışması vardı. Bu tartışma, aydınlar arasında çok ciddi boyutlara gelmiş ve önemli karşıtlıklar ortaya çıkarmıştır. Bir dönem Köy Enstitütüleri’nde okuyanlar, kendi içinden çıktıkları toplumsal yaşayışın sorunlarına yönelerek, sorunlara çözümler arayan romanlar ve öyküler yazdılar. Bu çalışmalar, son derece samimiyetle, aslında, köylülüğün tasfiyesine yönelik üretimlerdi. O dönemlerde kentli bir çok aydın, Anadolu’daki bu çalışmalara katılarak, kendi halkının gerçekleriyle yüzleşmeye yolculuklar yaptılar. Bu çalışmalar, yadsınamayacak ölçüde bilinç sıçraması yaratmıştı. Günümüze kadar birikmiş olan ne varsa, masaya yatırıldı bu dönem içinde. Aynı zamanda folklorümüze (halk bilimi) ilişkin tüm birikim, akademik çalışmalara konu oldu. Hatta akademide bu konuya ilişkin bir kürsünün oluşması gerçeğini de ortaya çıkardı. Alınacaklar alındı ve savaşılması gereken geri noktalara karşı mücadeleler edildi. Böylelikle bu döneme ilişkin olarak, sanatımızda kır hayatına yüzü dönük bir yığın çalışma yapıldı. Ardından, gerek ekonomik, gerek ise sanayileşmenin getirdiği gerçekler, Avrupa kentlerine kadar uzanan büyük bir göç dalgasına neden oldu. Bu da, aydınların ve sanatçıların köylere kadar gitmesine kadar gerek kalmayan sonuçlar meydana getirdi. Kentlerin her bir köşesinde kır hayatının sanatına ve zanaatına ait olan üretimleri bulabilmek fazlasıyla mümkün oldu. Politikanın sağ kanadı, popularitesini koruyabilmek için kır insanının kültürünü seçim çalışmalarının aracı haline getirdi. Bu bir olumlama meydana getirdi tabi.
Sanatımızda, bir kere daha önümüze gelen bu etnik sanat üretimi, sanatçının iddialarını yitirdiğini ve hiç bir kavgaya girmeye niyeti olmadığını çok açık bir şekilde ortaya koyuyor. Dağa, taşa, kuşa, böceğe ve bütün bunlar etrafında dönen sevda sözlerinin dışında hiç bir dünyevi sorun taşımayan ya da bir öneri getiremeyen söylemler çöplüğü içinde oturmaktayız. Ucuz ün peşinde koşulduğu gibi, bu ortamın yaratılması da aynı zamanda sanatçılığın bu kadar ucuz olduğunu da göstermektedir. Bir de bütün bu söylemleri “gerçek halk sanatçılığı budur” yaklaşımıyla taçlandırmaları da ayrı bir sorun taşıyor. Bir ayağı Taksim’e yakın Elmadağ’da, bir ayağı İsviçre’de olan bu sanatçıların böylesine “halkçı”, pastoral üretimlere yönelmelerinin nedenleri hepimiz tarafından bilinmektedir. Oysa ki, 85’li yıllara dek, ülkemizde sanatın geldiği nokta bu tartışmaları çözüm yoluna sokmuştu bile. Köylülüğün yaşama standartlarını bir eşitsizlik görüntüsü olarak önümüze koyan sanat, geldiği noktadan bu kadar mı geriledi? Köyünden kentlere göçen insanlarımızın yaşadığı çelişkiler, sanatımızın işlediği konular arasındaydı. Bütün bunlar bir yana, kır hayatının geleneksel tüm motifleri, kentli bilincin sanatsal üretimiyle sıçratılarak, özgün bir söylemin ortaya çıkmasına olanak vermiştir.
Orhan Kemal günümüzde yaşıyor olsaydı, belki de bu sinkafları yönelteceği aydınları bulamayacaktı. Çünkü, günümüzde sanatçıların “aydın” olma gibi bir sorunu da yok. Yaşadığımız çağ bizleri, bir şeylerin yarışına soktu. Ya da bir rekabete. Bu bir yarış ve herkes bireysel olarak yarışıyor aslında. Kazancı da bireysel olacak. Ne kazanacak? Bilinmez! “An”lık bir rahatlık. Bir tüccar gözüyle bile baktığınızda iyi bir yatırım sayılmaz. Çünkü tüccarlar da olaylara yön vermek isterler. Olayların oyuncağı olmak tüccarların bile işine gelmez. Phliontes tiranı Leon, Pythagoras’a kim olduğunu sormuş ve Pythagoras da şu yanıtı vermiş: “Ben bir filozofum”. Bu olay, “filozof”luk teriminin ilk ortaya çıkışıdır. Aynı zamanda mitolojik anlayıştan ilerici bir kopuşu da belirlemiştir. Çünkü, “artık kehanetin yerini, her düşünen kişinin kendi bilinci alacaktır”. (Hegel) Bu terimi ilk defa duyan tirana karşı, Pythagoras terimin bir açıklamasını da yapar. “Yaşamı olimpiyat oyunlarıyla karşılaştırır”. “Oyunlara katılan kalabalık arasında üç tip vardır. Kimileri yarışmak için, kimileri ticaret için ve bilge olan kimileri de, gözlem yaparak doyum sağlamak için gelirler. Yaşamda da böyledir. Kimileri şöhretin kölesi, ya da, zenginlerin satın aldığı kişiler olmak için, bilge olan kimileri de yalnızca doğruya ulaşmak için doğarlar”. (Diogen Laerce, Vie, doctrines et sentences des philosophes illustres, Paris, 1965, s. 127.)
İlk yorum yapan olun