Ortadoğu’nun Yeni Gerçekliği – Suat Parlar & Halkın Gündemi Gazetesi


3 Aralık 2004


Irak çıkmazından bir türlü kurtulamayan ABD emperyalizmi, askeri imha politikalarını 8 Kasım’da Felluce’de “Hayalet Öfke” adıyla başlattığı operasyonla uygulamaya başladı. Felluce’de ve genel anlamda Ortadoğu’da yaşanan gelişmelerle ilgili araştırmacı-yazar Suat Parlar’ın görüşlerini aldık.

ORTADOĞU’NUN YENİ GERÇEKLİĞİ CEPHE GERİSİNDE BELİRLENİYOR!

–  ABD’nin Irak’ta başlattığı işgali değerlendirdiğimizde, gelinen aşamada ABD’nin bir çıkmazda olduğunu görüyoruz. Öncelikle ABD’nin bölgeye yönelik politikalarını ve işgalle beraber yönelimini değerlendirebilir misiniz?

Suat Parlar: ABD’nin bölgeye yönelik projelerinin hepsi -buna Büyük Ortadoğu Projesi’ni de dahil etmek mümkün- işlemez durumda. ABD bu bölgede, bölge ülkelerine dayalı tabiri caiz ise organik denilebilecek bir egemenlik tarzını geliştirmeye çalıştı. Bu olmadı. Bölgede ABD ile işbirliği yapmak için hiçbir güç iradesini koyamadı. Çünkü halkların bu konuda ciddi anlamda büyük bir muhalefeti oldu. Buna Türkiye’yi de dâhil etmek mümkün.

Dolayısıyla ABD bölgede tabansız kaldı. Tabansız kalan ABD açısından şiddeti artırmaktan başka bir stratejik açılım mümkün değildi. ABD kendi açısından imkânları dâhilinde politikasını yürürlüğe koydu. Aslında bu politika da değil, politikasızlık. Nedir bu? Talan, yağma, yok etme. Bunu yaparken elinde ciddi anlamda stratejik bir birikim de vardı: Powell doktrini. Buna kabaca “bul ve yok et” de demek mümkün. Yani en küçük bir direnişi bile bu direnişle mukayese edilemeyecek ölçekte askeri imha ile ezme girişimi olarak değerlendirilebilir bu doktrin. Felluce‘de açıkçası bunu uygulamaya koydular. Felluce‘ye baktığımızda aslında Ramallah‘ı, Cenin‘i, Filistin kentlerinde yapılanları görüyoruz. Bu da bize ABD’nin İsrail’in deneyimlerinden yararlandığını gösteriyor. Bu askeri strateji, çıkmaz bir stratejidir. Siz şiddeti tırmandırdığınız ölçüde karşınızdaki cephenin gelişeceği de muhakkaktır. Irak halkının zaten % 90’ı ABD emperyalizminin karşısında saf tutmuştur. Böyle bir ülkede “bul ve yok et kampanyalarınızla terörizmle savaşıyoruz demeniz, Irak halkına yönelik topyekun bir savaş ilan etmeniz anlamına gelir.

Bu topyekun savaşta giderek etnik, dini ve medeniyet anlamındaki ayniyetler düşünüldüğünde bir soykırıma dönüşür. ABD bu bölgede bir soykırımın düzeneğini işletmeye başlıyor. Bu modern çağın en planlı soykırımlarından bir tanesidir. Bu Felluce’de kullandığı nükleer, kimyasal silahlardan açığa çıkmaktadır. Türkiye’de parlamento gündemine bile girmesi bunu kanıtlıyor. Bu da gösteriyor ki ABD sahip olduğu yıkım potansiyelinin hemen hemen hepsini Irak’ta kullanıyor, kullanmaya da devam edecektir. Bu ABD açısından çıkışsızlığı besleyen bir süreç. Yani ABD şiddeti bu ölçüde tırmandırdığı müddetçe açıkçası batağa daha fazla saplanacaktır. Belki de Vietnam’ı aşan ölçeklerde. Bölgedeki direniş potansiyelini ise Irak’la sınırlı kalmayacak biçimde bu şiddet besleyecektir. Bunu net olarak belirlemek lazım. ABD’nin bu stratejisini aslında “çıkış yok stratejisi” olarak değerlendirmek mümkün.

ABD buradan çekip gidemez. Çünkü ciddi anlamda bir hegemonya krizi içinde. Diğer büyük emperyalist güçlerle de kapışma içinde. Onun dışında şu anda dolar-euro savaşının bile kızışması aslında hegemonya krizinin en önemli belirtilerinden bir tanesi. ABD’nin dünya enerji kaynaklarını kontrol ederek, bu fiziki kontrol üzerinden diğer müttefiklerini sindirecek bir veto imkanını elinde tutma çabası da yine ABD’nin “çıkış yok” diye formüle ettiğimiz bölgeye uygun stratejisini besleyen unsurlardan başlıcası. Buna son dönemde Ukrayna’daki krizi ilave edersek tablo daha tamamlanır. Çünkü ABD’nin şu anda Irak’ta bulunması petrolle, suyla veya buradaki direniş odaklarını söndürmekle alakalı değil. Bunun Rusya ve Çin’le ilgili yönleri var. Avrasya stratejisi ile ilgili yönleri var. Rusya ve Çin’in kuşatılmasına dönük bir yaklaşım olduğunu görüyoruz.

Açıkçası ABD, Avrasya üzerinde kontrol kuramadan dünyada egemen olamayacağını biliyor. Böyle olduğunda gelişmeleri bütünlüklü değerlendirmekte fayda var. Örneğin Ukrayna Rusya’nın güvenliği açısından çok önemli. Ukrayna eğer Atlantikçi pakta yer alırsa, NATO’ya yakın durursa ve bu ölçekteki büyük jeo-politik bir egemenlik çerçevesi ile düşünürsek Rusya açısından bu durum sonun başlangıcıdır, Rusya’nın dağılmasını getirir. Buna bir de yine Güney’den Kafkasya’dan kuşatmayı, Ortadoğu’dan, Irak’tan kuşatmayı ilave edersek tablo iyice tamamlanır. Her şey bir yana Çin’in 2020’lerde petrol ihtiyacının %75’ini Körfezden karşılaması söz konusu ve Çin ekonomisi dünyanın en hızlı büyüyen ekonomisi. Bunu da tablonun diğer bir ucuna eklersek ABD’nin bölgedeki askeri varlığı, üslenme biçimi aslında bunun net bir biçimde Avrasya egemenliğiyle bağlantısını da kuruyor. Eğer ABD Avrasya’da egemenliğini kuramazsa dünyada egemen gücünü, konumunu yitirir.

– Burada Türkiye nerede duruyor sorusunu da cevaplamak lazım.

Suat Parlar: NATO toplantısında pek üzerinde durulmadı ama ABD, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin yeniden gözden geçirilmesini istiyor. Türkiye bu konuda Rusya ile savaşı bile göze almıştı. Yani işte meşhur NATO’ya girmemiz, batı kampına eklenme gerekçemiz Boğazların sözde Ruslara karşı ortak savunulmasının talebiyle netleşmişti. Aynısını şimdi ABD de yapıyor ama bu kamuoyu tarafından bilinmiyor. Şunu söylüyorlar, zaten boğazlardaki gemi geçiş trafiğini biz organize ettik, bu yeterli olmadı, askeri açıdan da boğazların statüsü yeniden gözden geçirilmelidir. Bakın şöyle değerlendirelim. Loockhed Martin firması var. ABD’nin en önemli silah tekellerinden birisi. Loockhed Martin markası şu anda Marmara Denizi ve İstanbul Boğazı’nda sinyalizasyonu düzenleyen firma. Aynı zamanda İstinye’de ABD Konsolosluğu’na 700-800 metre uzaklıkta merkezi var. Buna bir de ABD’nin seyri sefer trafiğinde askeri düzenlemesini ilave ederseniz Karadeniz’in bir ABD gölü olduğunu bir müddet sonra algılarsanız. Bir de Bulgaristan’daki, Romanya’daki, Kosova’daki. Bosna-Hersek’teki ABD üslerini eklerseniz hakikaten Karadeniz’in çok fazla bir ısınan yapıya büründüğünü görürsünüz.

Bunu bir de Ortadoğu’daki gelişmelerle birlikte değerlendirirseniz açıkçası müthiş bir ABD askerî birikiminin ortaya çıktığını ve Türkiye’nin de bir bakıma ABD tarafından kuşatıldığını net bir şekilde görürsünüz. Bu kuşatmanın olması doğaldır. Türkiye’de müthiş Anti-Amerikancı bir dalga var. Ve giderek bu anti-emperyalist bir hat almaya başladı. Bundan tedirginler. Dolayısıyla Türkiye’yi merkezde duran bir cephe ülkesi olarak değerlendiriyorlar. Tüm bu gelişmelerin Türkiye açısından bu anlamı var. Türkiye’de çok küçük kompradorlaşmış azınlığın dışında açıkçası ABD emperyalizminin politikalarıyla bütünleşen toplum kesiminden söz etmek mümkün değil. Dolayısıyla Türkiye’yi bu çerçevede büyük fotoğrafta bir yere koymak gerekiyor. Gelişmeler yalnız Irak’la sınırlı değil. Bir müddet sonra Türkiye de açıkçası önce düşük yoğunluklu ama giderek artan yükselen bir şiddet profili ile karşılaşılabilir.

– Genel anlamda böylesi bir gerçeklikten yeniden Irak’a dönersek, Irak’ta oluşturulan geçici hükümetin fonksiyonu hakkında neler söyleyebiliriz?

Suat Parlar: Geçici hükümetin hiçbir değeri yok. Başında olanlar bir dönem BAAS Partisi’nin militanları arasındaydı. Saddam Hüseyin’e yakın bir isimdi. BAAS’ın kirli işlerini yapardı, adam öldürürdü. Doktor olabilir ama diploması sahtedir. Dolayısıyla BAAS’tan koptuktan sonraki dönemi karanlık olmakla birlikte CIA’nın ajanı olduğu biliniyor. Yani geçici hükümetin başında bir CIA ajanı var. Bir cani. Bir cellat, bir gangster var. Böyle bir hükümetin meşruiyetinden söz etmek mümkün değil. Şimdilik hükümet yapılanması içinde Şii kesimden bazı uzlaşmacı önderlerin katkısı önemli. Açıkçası diğer önderlikten çok fazla istekli olmadılar ama bu Şii önderin yer alması önemli. Asıl önemli olan Kürtlerin konumu. Barzani, Talabani işbirlikçilerinin konumu. Bir defa net olarak Talabani ve Barzani’yi Türkiye ve diğer ülke devrimcilerinin düşman olarak değerlendirmeleri lazım. Bunlar siyonizmle, bütün gerici güçlerle işbirliği içerisinde yapılardır. Yani bunlara ilkel aşiretçi demek bile fazladan değer bahşetmek olur. Bunlar gangster, kelle avcısı, bölgede siyonizmin çıkarlarının peşinde yapılardır. Geçici hükümette dışişleri, militer merkezlerin kontrolü, istihbarat gücünün kontrolü bunlardadır. Görünen o ki gelecekte kalıcı bir yapılanmaya geçildiğinde de bunlar hem Irak istihbaratında hem de Irak ordusunun oluşumunda önemli rol oynayacaklar.

Şimdi Peşmergelerin PARİSTİN diye bir istihbarat örgütü var. Doğrudan doğruya MOSSAD tarafından kuruldu. Bakıyoruz Paristin orada Iraklı yurtseverlere, Iraklı ulusal kurtuluşçulara karşı kontr-gerilla mücadelesi veriyor. Daha geçen günlerde ulusal muhafız birlikleri cami bastı. Ulusal muhafızların önemli bir kesimi Barzani ve Talabani’nin adamlarından oluşuyor. Ve bunlar bir iç savaşın hazırlığı içindeler. Çünkü ABD bölgede hâkimiyetini yerleştiremediği müddetçe büyük bir iç savaşı tırmandırabilecek. Dolayısıyla bu geçici hükümetin hiçbir meşruiyeti söz konusu değil. İkincisi Barzani ve Talabani Kürtleri temsil etmiyor. Yani orada bütün Kürtler; CIA ile bağlantılıymış gibi, siyonistlerle, ABD ile bağlantılıymış gibi görülemez. Bu güçlere karşı muhalif olanlar da var. Şu anda etkisiz olabilirler. Askeri güç Barzani, Talabani işbirliğinin elinde olduğu için ağırlıklarını hissettirebiliyorlar. Ama ne yazık ki biz Türkiye’de halen daha uyanık bir tepki göremedik. Yani Barzani ve Talabani Kürtlerin temsilcileriymiş gibi bir destek var. Mütegallibe, ağa, eşraf, aşiret tayfasından olanlar Barzani, Talabani’nin kuyrukçusu. Türkiye’de çok ciddi bir Barzani-Talabani yanlılığı ortaya çıktı. Ben buna dikkat çekmek istiyorum. İşin sadece Irak’la ilgili boyutları da yok. İkincisi de İsrail’in bölgede birlikleri var. MİSTAVRİM adında özel kontr-gerilla birlikleri. Barzani-Talabani gruplarının eğitiminde bunlar ön planda tutuluyor. İsrail’in bölgede toprak kapatma çabası var ve İsrail zaten bölgeyi kendi stratejisi açısından vazgeçilmez olarak görüyor. Bunun İran’la olan yönleri de var.

Yani ABD’nin politikası ayrıdır ama bölgedeki gelişmeler İran’ın işine yarayacaktır. Öyleyse ben Kuzey Irak’ta yer almalıyım diyor. ve bölgede oluşum bir bakıma defacto devlet oluşumu İsrail’le birlikte değerlendirilmeli. Yani deyim yerindeyse burada ikinci bir İsrail oluşturuluyor. İsrail ordunun en iyi birlikleriyle, o bölgedeki komando harekâtıyla, toprak satın almasıyla, mali kurumlarıyla ağırlığını hissettiriyor. Açıkçası İsrail’in desteği olmadan Barzani ve Talabani de orada bir kadavraya dönüşürdü. Yani onların varlık koşullarını sadece ABD’yle de değil, İsrail’le bağlantısıyla da değerlendirmek gerekiyor. Tabi Kürt Yahudilerinden de önemli ölçekte yardım görüyorlar. Kendilerini Kürt olarak değerlendiren önemli bir yahudi kesimi var. İsrail’de de 40-50 bin kişi kadar varlar. İshak Mordehay İsrail’in en parlak generallerinden birisidir. Kendisi Kürt yahudisidir. Bunlar bu bölgede fiili devlet oluşumunda etkililer. Geçici hükümet dediğimiz olguyu da bölgedeki siyonist varlıktan bağımsız ele alamayız.

– “Hala özgürlük yürüyüşünü engellemeye çalışan teröristler var” diyen Bush’un 8 Kasım’da “Hayalet Öfke” operasyonunu Felluce’de başlatması işgalin girdiği yönelim açısından ve ABD’nin amaçları ile ele alındığında nasıl açıklanabilir? Felluce neden hedef oldu sizce?

Suat Parlar: Direnişi kompartımanlara ayırarak parçalamak, ondan sonra büyük güç merkezlerini tek tek yok etmek ABD’nin politikası olarak görülüyor. Yani bütün cephelerde birden saldırıya geçmektense belli direniş merkezlerini belirleyip, buraları büyük bir askeri imha politikası uygulayarak yok etmeyi amaçlıyor. Bu anlamda önce Sadr birliklerini, Mehdi Ordusu’nu vurdular. Arkasından Telafer’de çatışmalar gündeme geldi. Sayısı Türkiye’ye yansıyanın çok çok üzerindeydi. Ve Felluce. Felluce’den sonra da başka yerler gündeme gelecek. Özellikle bir medeniyetin imhasına yönelik ne yapılması gerekiyorsa çok bilinçli bir şekilde yapılıyor. Camilerin içinde infaz görüntüleri yayılıyor. Yani bu anlamda hiçbir kutsal değerin kendileri açısından bir değer taşımadığı vurgulanıyor. Felluce’de direnişin kökleri sağlam. Organize olmuş bir direniş. Yani bunu Şii-Sünni ayrımı çerçevesinde değerlendirmek doğru değil. Burada Irak Direnişi söz konusu. Dışarıdan lojistik desteğe açık bir bölge burası. Felluce’ye başka ülkelerden gönüllülerin katkı sağlaması daha kolaydı geçiş açısından ama abartmamak gerekiyor. Orada aslolan Iraklıların kendi direnişidir.

İkinci bir nokta da bizzat Irak halkının kendisi stratejik askeri bir varlıktır. Çünkü Irak, dünya ülkeleri içinde silah sanayisini en mükemmel düzeyde geliştirmiş bir ülkeydi. Binlerce uzman, ülke dışında eğitim gördü. Çok büyük bilgi ve deneyim birikimi vardı. Bu anlamıyla Felluce geçmişte BAAS’ın merkezlerinden biriydi. Dolayısıyla buradaki direnişçiler son derece profesyonel ölçekler içerisinde mücadele edebilecek bir kapasiteye sahiptir. Dolayısıyla ABD bu varlığın ezilmesini de hedefledi. Yani burada sadece medeniyet düşmanı olarak alma, petrolü kontrol altına alma veya diğer kaynakların kontrolü için değil Irak halkının kendiliğinden stratejik askeri varlık gücünden kaynaklı önemliydi. Şiddeti artırarak bu yüzden saldırıyor. Çünkü bu halk savaşmayı biliyor, müthiş bir askeri disipline sahip ayrıca savaş anlamında muazzam bir teknisyen kadrosuna sahipler. Bu deneyimin yok edilmesi de ABD acısından çok önemliydi. Irak’ta hiçbir direniş olmasa bile ABD bu varlığı yok etmek için çaba sarf edecekti. Kadroları kimyasal, biyolojik savaşta uzmanlaşmış insanlar, konvansiyonel silahları kullanabilen teknisyenler, silah üretiminde çalışmış uzmanlar… Bunları ABD bırakabilir miydi? Bu bölgedeki direnişin parçası haline gelecekti bu insanlar. Yayılacaktı bu uzmanlık, bu birikim.

Bu çerçeve içerisinde Felluce’yi ele alırsak aydınlatıcı olur. Çünkü Felluce’den sonra bu tarz merkezlerde işgal, çeşitli gerekçelerle gündeme gelecek. Örneğin ben tekrar Telafer’e vuracağını düşünüyorum. Çünkü Telafer 1919’da Britanya emperyalizmine karşı çok ciddi bir ayaklanma gerçekleştirdi. Bir müddet sonra oradaki Türkmen varlığı da direnişle daha bir bütünleşecektir. Telafer’deki Türkmen varlığı Şii kökenlidir ve Şii direnişi yükseldiğinde oradan da sesler geldi. Türkiye bunu örtmeye çalıştı ama Türkmenlerden ABD’ye müthiş bir muhalefet yükseldi, silahlı eylemler yapıldı. Dolayısıyla sıradaki hedeflerden birisi Telafer’dir, diğer Kerkük’tür, Musul’u söylemeye gerek yok. Bir müddet sonra Şiilere de tekrar döneceklerdir. Şii-Sünni ayırımı çok yersiz bir ayrımdır. Türkiye’de özellikle bazı basın-yayın organları Iraklılardan ziyade Şii-Sünni ayrımını öne çıkarmaya çalıştı. Bu mezhepsel bir direniş değil. Bu Iraklıların ulusal kurtuluş mücadelesi. Yani bu tür ayrımları reddetmek gerekiyor.

– ABD’nin Irak çıkmazından çıkabilmek ve bölgede hakimiyetini sürdürebilmesi yönünde yine ABD tarafından yapılan açıklamayla yeni hedef olarak İran açıklandı. İran özgülünde Ortadoğu’daki dengeleri ve çıkar çatışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Suat Parlar: İran bölgede açıkçası en avantajlı ülke. Yani İran bu konuda özel bir tutum sergilemese de etkinliği yoğunlaştı. Çünkü Irak’ın devlet varlığının parçalanmasıyla beraber büyük bir potansiyel açığa çıktı. İran bölgede barışçıl politikalar izledi. Komşularıyla sorunu yok. Son dönemde Suudi Arabistan’la OPEC’te ortak hareket etti. Yani petrol yüzünden. Tarihte ilk defa ortak hareket ediyorlar. Saddam Hüseyin devrilmeden önce Irak-İran-Suudi Arabistan OPEC içerisinde blok olarak ortak hareket ediyorlardı. İşgalin nedenlerinden birisi de OPEC içerisinde böylesi bir birliğin ortaya çıkmasıydı. Bu anlamıyla İran’ın siyasi ve stratejik avantajları var. İsrail’in ise bu durumdan rahatsızlığı var.

Dolayısıyla İran’da nükleer reaktörlerin olmasından yola çıkarak İran atom silahlan elde edecek tarzında bir propaganda yürütüyor. Nükleer reaktörlerin olup olmadığını bilemeyiz. Ama bölgede İsrail’le askeri eşitliği sağlayacak birisinin olması hem doğal hem doğrudur. Çünkü şu anda biz, İsrail’in elinde 400-500 nükleer başlık olduğunu biliyoruz. Bu anlamda Ortadoğu’da nükleer silah olmasın demek boş. İsrail’de bunlar mevcutken – görünen o ki bunlar ABD tarafından İsrail’e yerleştirilmektedir- İran’da olması da doğal ve doğrudur. İran nasıl caydırıcı olacak yoksa. İran’a yönelik ABD’nin yanı sıra İsrail’in de geleceğe dönük politikaları var. Bu da İran’ın inşa halindeki nükleer reaktörlerinin vurulmasından, askerî merkezlerinin yok edilmesine kadar pek çok politika içeriyor.

Burada gözden kaçırılan nokta Suudi Arabistan. ABD Suudi Arabistan’da bir Şii ayaklanmasına destek vereceğini deklare etti. Şu anda ABD’de kurulan “Özgürlük Komitesi” adında bir komite var. Baktığımızda Suudi Arabistan’da kraliyet ailesinin ve hükümet kurumlarının batıda, petrol yataklarının doğuda, Şii bölgesinde olduğunu görürüz. ABD’nin Şiileri destekleme yönlü açıklaması önemlidir. Çünkü biz sonsuza kadar kraliyet ailesi ile bu işi götürmek zorunda değiliz, bunlar El-Kaide’nin de destekçisi ve militan güçleri kraliyet ailesi içerisinde besliyor diyerek nihayetinde biz Suudi Arabistan’da bunlarla işbirliği yapmak zorunda değiliz diyorlar. Bu da şunu gösteriyor; en az İran kadar Suudi Arabistan da hedef. Çünkü Suudi Arabistan son dönemlerde ABD’nin askeri üslerine de karşı çıktı. İşte bu anlamıyla ikinci işgalde ABD’ye destek vermedi.

İran açısından özellikle İsrail’in net politikaları var. İran’ı etnik ve dini yönden bölmeye dönük çok uzun zamana yayılan politikalar var. İran Azerbeycan’ının koparılması, buradaki Kürtlerin Irak’a bağlanması gibi. Bunu yapabilmek için doğrusu İran’a çok büyük bir güçle saldırmak gerekiyor. Büyük bir askeri yıkımı yapabilirler mi sorusunun cevabını Felluce’de aldık. Hakikaten gündeme getirebilirler. Bunu test ettiler ve İslam dünyasından da cılız sesler çıktı. Yani bu konuya yönelik tepkiler olmadı. Hepsinde meseleyi diplomatik olarak idare etme, ABD’nin müttefiki olan Avrupa ülkelerini kendi yanlarına çekme arayışı etkili oldu. Emperyalist güçler ortak çıkarları olduğunda birbirleri ile dayanışma halinde olacaklardır. Bazı itirazlar olabilir ama bir müddet sonra Irak’a yapılanın İran’a yapılmaması gibi bir durum yok.

– Son bir soru olarak Ortadoğu’yu önümüzdeki günlerde neler bekliyor?

Suat Parlar: Ortadoğu’nun bir geleceğinin olması açıkçası çok net ve planlı projelere bağlı. Mum yakıp, sağda solda gösteriler yapmak, günü kurtarmak adına basın açıklamaları yapmanın bir anlamı yok. Ortadoğu’da zaten mücadelenin çıtası yükseliyor. Savaşan savaşıyor, savaşmayan da savaşmıyor, savaş taklidi yapıyor. Belirleyici olan cephede olanlardır. Cephe gerisinde olanlar vicdanlarını bir şekilde rahatlatırlar. Deklarasyon yayınlarlar, imza kampanyası düzenlerler. Bunların etkisi olmaz. On milyonların sokağa dökülmesi –ki dünyada ilk defa bir savaş öncesinde on milyonlar sokağa dökülmüştü- sonucu hiçbir şekilde etkilememektedir. Şu anda kim cephedeyse onun iradesi belirleyecektir. Saflar son derece net, mücadele net. Bu durumda da açıkçası dövüş taklidi yapmaya gerek yok.

Yani gölge edilmesin hakikaten başka ihsan istemez. Yani bir araya gelip biz ne yapabiliriz yönlü birtakım sivil toplumcu anlayışlarla, salon toplantıları ile bir yere varılmaz. Sokağa çıkılacağı zaman da çok kitlesel çıkmak gerekiyor. Basın tekellerine baktığınızda Irak haberlerini sık sık yapıyor ama ama bir saniye sonra da deodorant reklamı yapıyorlar. Savaşla gündelik yaşam iç içe. Biri diğerinden önemli değil yani. İnsani, stratejik kopuk, dünya egemenliğine ilişkin bağlamından kopuk yani kötü Amerikalılar tarafından icra edilen bir savaş var havası yayılıyor. Bu da basının hiçbir şey sorgulanmaması yönünde uyguladığı ustaca bir taktiği. Bu tuzaklara düşmemek  lazım. Küresel intifada gibi sloganlar atmanın bir anlamı yok. Kavramları kirletmemek lazım. Hiçbir şey yapamıyorsak da saygı göstermemiz lazım.

Yani cephenin en sıcak noktasında bulunan insanlara ne akıl verebiliriz ne de eğer birlikte savaşmıyorsak da direnişe destek verelim demenin bir anlamı yoktur. Kim savaşıyorsa bu meselede en çok söz hakkı da onundur. Bu Ortadoğu’nun yeni gerçekliğidir. Mücadelenin çıtası yükselmiştir. Artık sözün bittiği yere geliyoruz. Bu bizim açımızdan da sevindiricidir. Tekrar devrimci mistisizm doğuyor, devrimci metafizik yeşeriyor. Ve şunu görüyoruz; Eylem ahlâkı olmadan ve bu ahlâk yükselmeden doğru bir devrimci pratik ortaya çıkmaz. Bu bizim açımızdan önemlidir. Bugüne kadar işin ahlâki boyutu unutulmuştu. Bu konuda şu anda oldukça olumlu bir hava oluşmaya başladı. Dileyelim ki bu çarpıtılmadan devam etsin, sürsün gitsin.


Halkın Gündemi Gazetesi, 3-16 Aralık 2004.


 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın