Devrimci sanat nitelemesine katılmıyorum. Nedeni şu: Devrimci sözcüğü, benzer birçok nitelemeler gibi kapsamı kolaylıkla belirlenemeyen, bu yüzden de her yana çekilebilen bir etiket oldu. Ayrıca bu sözcük, devrimci eylemin gerçek içeriğini, bu eylemin kaçınılmaz tabanı sınıfsallıktan uzaklaştırıyor gibime geliyor. Devrimci sözcüğünün, sanat tartışmalarını, salt ideolojik bir alana sürüklediğini, giderek sanatın kendisinin unutulmasına yol açtığını ileri sürüyorum. Ayrıca, devrimci adıyla piyasaya sürülen sanat ve edebiyat ürünleri de, bu ayrımsız etiketin gizleyici etkisiyle, sanatsal hiç bir işçilik ve emek içermedikleri halde, sanat gibi yutturulmak isteniyor. Bu nedenle, daha köklü bir ayrımdan yola çıkarak, devrimci sözcüğünü başka bir nitelemeyle değiştirmenin zorunluluğuna inanıyorum. Böyle bir değiştirme, hem sanatın özgüllüğüne, hem de sınıfsallığına daha uygun düşecek.
İki karşıt sanat gösterisinden başka bir ayırıma izin vermiyor kafa yapım. Kalıplaşmış nitelemeler gibi gözükseler de, yaşadığımız sınıflı toplumlarda ancak şu iki sanatsal ayırımı yapabiliriz:
1- Kentsoylu kökenli sanat veya daha iyi bir deyişle, kentsoylu gerçekçi sanat görüşü,
2- Emekçi kitle kökenli sanat veya daha iyi bir deyişle toplumcu gerçekçi sanat görüşü. Bu iki ayırımın tanımını ilkin ekonomik tabanda yapmak zorunludur: 1- Üretim araçlarına sahip kapitalist azınlığın ideolojisini şu veya bu yolla yansıtan sanat, 2- Üretim araçlarının emekçi kitlesi yararına ve çalışanların mutluluğu için kullanılmasını yine şu veya bu yolla sezindiren toplumcu ideolojinin sanatı.
Bu kesin ayrımları başlangıçta belirtmemin iki temel nedeni var:
1- Sanatı, hangi türünde olursa olsun, sınıfsallığın bu kesin belirlemesinden koparmak olanaksızdır,
2- Hiç bir sanat ürünü, en açık-seçik, en çizgisel olanı bile, hiç bir zaman basit bir alt yapı-üst yapı kolaycılığıyla, belirtisi olduğu sınıfsal ideolojiye dolaysızca indirgenemez. Çünkü sanatsal gösteriyle, sanatın yansıttığı dünya görüşü arasında, akıl almaz giriftlikte bir karşıt ilişkiler alanı uzanır. Bu bakımdan, Engels’in, doğru sonuçlara varmak için gerekli gördüğü uzun dönem yasası, sanatla sınıfsallık arasındaki bağımlılığı ve ilişkiyi saptamakta, öncelikle göz önünde tutulması gereken bir yöntem olması gerekir.
Sanat yapıtlarıyla sahici ilişkiye girebilmiş herkes şunu kabul etmek zorundadır: Sanatçılık, bilgi ve bilinçten önce, bir yetenek sorunudur. Yetenek sözcüğünü metafizik bir havaya sokmamak için buna işçilik demek belki daha doğru olacak.
Her ozan, ilkin işçiliğiyle ozandır, üslup yaratabilmesiyle, biçimsel yapılar kurabilmesiyle ozandır. Buradaki işçilik sözü hem kuyumculuk, hem de kuyumculuğu içeren yaratıcılık olarak anlaşılmalıdır. Her ozan, eğer şiir üretiyorsa mutlaka kuyumcudur, mutlaka her bir sözcüğün en gizli, en bilinmedik kıyı bucağını duyup işleyen kimsedir.
İşçilik görüldüğü gibi çok zor bir nitelik. Ama sanat yapmanın en ilkel, en başlangıçsal koşulu Bu noktanın çok iyi kavranması gerekir. Ancak bu çok ilkel, ama çok çetin başlangıç yetisinden sonradır ki sanatın şu veya bu niteliği söz konusu edilebilir. Ancak kişinin işçilik olarak sanatçılığı varsa, o kişinin sanatının toplumcu gerçekçi ya da kentsoylu gerçekçi olup olmadığı araştırılabilir. İşte bu nedenle Ahmet Haşim de, Nazım Hikmet de ozandır. Bu nedenle Rimbaud da, Mallarmé de, Mayakovski de, Neruda da, Villon da ozandır. Bu noktaya dek, yukarda belirttiğimiz iki dünya görüşünün ayırıcılığı değil, işçiliğin, sanatsal yaratıcılığın ortaklığı söz konusudur.
Şimdi bireyci sanat-toplumcu sanat karşıtlamasına geçebiliriz. Toplumculuk, toplumsal nitelikli sorunların yapıta sokulması değildir; ne de bireysel sorunların işlenmemesi. Gerçek toplumcu sanat, insanı, birey-toplum bütünlüğü içinde görüp yansıtabilen sanattır. Toplumculuğu; toplumu dolaysız yoldan ilgilendiren konuların tekelinde sanmak, ilkel olduğu kadar kaba bir yanılgıdır. Böyle bir yanılgı, sanat denilen o ince, o damıtılmış ürünün güzelliğini bulandırır. Toplumculuk bir konu, içerik sorunu değil, yöntem sorunudur, bakış açısıdır, dünya görüşü biçimidir. Toplumcu sanat, insanı, onun hiçbir sorunundan kaçmadan ele alıp yansıtan ileriye dönük, geliştirici, sanatça bilinçlendirici bir etkinliktir. Baştan sona toplumsal içeriği olan bir ürün en bireyci bir yapıt sayılabileceği gibi, baştan sona bireysel sorunlarla örülü bir ürün de en toplumcu bir yapıt sayılabilir. Demiştim: Toplumculuğun özü içerik değil, yöntemdir. Bu yöntemin, çağdaş dünyanın her alandaki sayısız verilerinden, toplumda ekonomik bir varlık olarak yaşayan insanın mutluluğu için yararlanması ve bu mutluluğu sağlayacak temel yapının kurulması yolunda, bir birey-toplum bileşkesi olan insanın çözümünü getirmesi şarttır.
İster kapitalin sıkıdüzenci dünya görüşünü, isterse emekçi sınıfın ilerici, toplumcu görüşünü yansıtsın, bütün sanat ürünleri aynı zamanda hem toplumsal hem bireyseldir. Nedeni çok açık: Her sanat yapıtı, toplumdaki her eylemin kaçınılmaz sınıfsallığı nedeniyle toplumsaldır, çünkü belirli bir dönemde, belirli koşullarda, belirli etkenlerin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Her sanat yapıtı aynı zamanda bireyseldir, çünkü bireysel olmayan sanat yapıtı yoktur, çünkü her sanat yapıtı, sınıfsallığın, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, bir birey tarafından, bir kişi tarafından, bir özne, yani eşi olmayan bir tek tarafından yansıtılması, eleştirilmesi, süzülmesi, yorumlanmasıdır. Ancak bu ikili ve iç içe özellikten sonra bir sanat yapıtı toplumcu gerçekçi veya kentsoylu gerçekçi diye nitelenebilir. Şimdiye dek imece yoluyla sanat ürünü yaratıldığı görülmemiştir. Bireyin damgasını taşımayan, yani başka yapıtlardan şu veya bu nedenle ayrılmayan, kendi çapında da olsa, sanatsal beğeninin gelişim sürecinde kendine özgü bir yeri bulunmayan bir sanat yapıtı görülmemiştir henüz. Bu yüzden derim ki, bireyselliği (dikkat edin bireyciliği demiyorum Hem niye olmasın, hatta bireyciliği de!) gözü kapalı yadsıyıp, ondan öcü gibi kaçacak yerde, onu irdeleyip çözümlemek en akıllıca bir iş gibi görünüyor.
Şuraya gelmek istiyorum: Kentsoylu gerçekçi veya toplumcu gerçekçi sanat ayrımlarından önce, bunların öncesine dikkati çekmek istiyorum Ahmet Haşim ozandır, Yahya Kemal ozandır, Nâzım Hikmet ozandır, Attilâ İlhan, Hasan Hüseyin, Mayakovski, Brecht, Baudelaire, Eliot, Dante, Homeros, Eluard ozandır. Peki ya, Ahmet Haşim’le Nâzım Hikmet’e ozan dedirten ortak özellik nedir? Ama öte yandan, Ahmet Haşim’le Nâzım Hikmet’i birbirinden ayıran sınıfsal özelliğin sanat düzlemindeki yansıması nasıl kendini gösteriyor?
Oysa bireyci sanat, insanı bir birey-toplum bileşkesi olarak kavramaz, yalnızca bireyin dar ve bencil sınırlarının içinde görür; daha iyi bir deyişle, özneyi işlemez, öznelcidir. Geleceğin kapılarını güvenle, bilinçle, coşkuyla dövüp, insana bir gün mutlaka gelecek olan güzel günleri muştulamak yerine, bireyin karanlığını sürer öne; insanı bu dünyadan soğutmak için ne gerekirse yapar, böylece de egemen kapitalin ideolojisine, yarına güvendirmeyen, yarını öte dünyada aratan dünya dışı yaşam anlayışına iter okuru.
Buna karşılık toplumcu gerçekçi sanat ilericidir, iyimserdir, iç açıcıdır, umutlandırıcıdır, savaşımcıdır, atılgandır, araştırıcıdır. Ama her şeyden önce kolay değildir. İşte bu yüzden, yazımın başlığını Sanatta Yanlış Devrimcilik koydum.
Milliyet Sanat, 2 Nisan 1976, Sayı 178