Kapitalizm yerel ölçekleri aşan evrensel bir sosyo-ekonomik sistem olmanın meşruiyetini doğal ayrıcalık sayan ideolojik birikime dayanıyor. Oysa yerelliği aşan büyük pazar sistemleri ilk uygarlıkların doğuşundan oldukça önce de varoldu. Ortadoğu’nun ve Avrupa’nın geç Paleolitik ve erken Neolitik dönemlerinde ticaret yaygındı. Yakındoğu’da obsidyen ticareti, kentsel yerleşimlerden birkaç bin yıl önce başlamıştı.
Kent-devletlerinin oluşumu ile birlikte gelişen “yüksek kültür” merkezleri, geniş bölgelerden kaynakların toplanmasına dayanıyordu. Merkez çevreden ithal edilen hammaddelere ve yarı mamul maddelere karşılık mamul maddeler ihraç ediyordu. Kendi dışında bulunan kaynak alanlarına egemen olma kapasitesi merkezin konumunun sürekliliğini sağlıyordu. Bu çerçevede işleyen merkez-çevre dinamikleri özellikle Mezopotamya’da en görkemli örneklerini verdi. Ancak bu tarz merkez-çevre ilişkileri “barışçı” ithalat-ihracat dengesine irca edilemez. Merkez’de zenginliğin birikimi, büyük çapta askerî haraca, yağmaya dayalıdır. İlk birikim sınaî üretim temelinde oluşmaz. Her zaman için haraç, yağma, ticari kârlar biçiminde gelişen süreçler büyük merkezlerin alt yapısını hazırlar. Bu tarz birikim, burjuva ideologlarınca, kapitalizmin oluşum dinamiklerinin dışında sayılır. Diğer tüm birikim etkinlikleri insanlığın ilk çağlarına özgü kabul edilerek kapitalizm sınaî sermaye üretiminin kapalı devre süreçlerine indirgenir. Oysa evrensellik, büyük zenginliklerin askerî fetih, talan, yağmaya dayanması tarihsel süreklilik temelinde kapitalist sistemin oluşum dinamiklerini hazırlar.
Tüccar Avrupa, Roma yayılmacılığına benzer koşullarda ve asıl olarak üretime dayanarak değil, dünyanın önemli bölümünü yağmalayarak, köleleştirerek, talan ederek gelişmiştir. Emperyalist yayılmacılığın genel nitelikleri ilkçağlarda da modern dünyada da ortaktır. Sömürü biçiminin niteliğinden bağımsız olarak, sanayi ve ticari tarımın gelişmesi kapalı devre süreçlerin dışında, akış halindeki emperyalist yapıda gerçekleşir. Sosyo-ekonomik bir sistemin merkezi, geniş bir alanın üretimini sömürerek zenginlik birikimini sağladığı ölçüde, merkez-çevre ilişkisinin genel niteliği emperyalist çevre tarafından belirlenir. Bu tarz merkez-çevre yapısı ilk kez Mezopotamya’da ortaya çıktı. Jemdet Nasr döneminde surlarla çevrili kent merkezleri oluştu. Ahşap, bakır, taş, gümüş, altın ithali bu kent devletlerinin giderek karmaşıklaşan ticari yapısını gösterir. Mezopotamya, batıda Anadolu ve Akdeniz’e, doğuda ise İran ve Hindistan’a bağlı yoğun bir ticaret ağı ile varlığını hissettirdi. Ubaid, Jemdet Nasr, Ur, uruk gibi kent devletleri yiyecek ihracı ile hammadde ve dokuma ithaline dayalı ticaret sisteminin merkezleri oldular. Mezopotamya, ticaret yolları üzerindeki konumu ile rekabet, savaş, politik bölünmüşlüğün dinamizmini taşıdı. Bronz çağının güçlü patlamalarını yaşayan Mezopotamya, soyut-biçimsel yazı, oldukça gelişmiş silahlar ve ticari tekniklere sahip oldu. Sınıfsal ayrımlar Jemdet Nasr döneminden itibaren keskinleşti. Egemen sınıflar devletle bütünleşirken, teokratik olarak biçimlenen ve hiyerarşik temelde örgütlenen aristokratik soylular zenginliğin doruğuna çıktılar. M.Ö. 1500 dolaylarından itibaren benzer dinamiklere sahip olan Mezopotamya ve Mısır kapsayıcı bir devletler sistemi ekseninde “Merkezi Uygarlık” alanını biçimlendirdiler.
Mezopotamya ile Mısır’ın buluşması, bir “dünya sistemi”nin doğuşunu gerçekleştirdi. Ancak bu alanın, “birbirinin içine sızarak birikim” temelinde buluşmasına İndüs Vadisi de dâhil edilmelidir. Mısır, Mezopotamya ve İndüs’ün alüvyon ovaları, zengin su kaynakları, verimli toprakları tarımsal artı ürüne imkân sağladı. Bu artıya dayalı “Neolitik devrim” ve onu izleyen “kentsel devrim” karmaşık bir işbölümünü, politik bir aygıtı ve büyük bir ticari-ekonomik ağın oluşumunu mümkün kıldı. İlk kent uygarlıklarının ortaya çıktığı alanlar, tarımsal potansiyel açısından zengin ancak kereste, taş, bazı metaller gibi çok sayıda girdi bakımından yoksuldu. Sözkonusu doğal girdilerin akışını sağlamak açısından ticaret yollarının güvenli olması zorunluydu. Ustaca tekniklerle yönetilen ticaret ağları ve sunum bölgeleri üzerinde dolaysız politik denetim, kent merkezli devletin varlık koşuluydu. Mısır, Mezopotamya ve İndüs ekseninde eşzamanlı olarak ortaya çıkan merkezler, iç içe etki alanlarının rekabetlerini veya uzlaşmalarını biçimlendirdi. İlk kent uygarlıkları ile devletlerinin şekillendirdiği ticari ağ genişledikçe, stratejik maddelerin denetimi ve bu maddelere ulaşmayı sağlayan yolların kontrolü, çatışmaları ortaya çıkardı. Bazı metallerin denetimi, rakipler karşısında teknolojik ve askerî üstünlük açısından vazgeçilmez değer taşıyordu.
Özellikle silah teknolojisinde geride kalmak bedeli ağır olan bir “stratejik hata” sayılıyordu. Kente dayalı devletlerin ekonomik zorunlulukları günümüze akan dünya sisteminin dayanaklarını oluşturdu. Kapitalizmin “eşsiz”, ” Avrupa merkezli”, “ilerlemeci” niteliklerle donatılmasını sağlayan etiketler, bu olguyu arkeolojik çerçeve dışında algılamayı reddederler. Oysa Mezopotamya, Mısır, İndüs’e yayılan ve kökleri Bronz Çağı’ndan (M.Ö. 3000-1000) daha öncelere uzanan tarihsel sistemlerde, ön-kapitalist unsurlar bulmak mümkündür. Kapitalizmi beşeri gelişmenin motoru sayan ideolojik yaklaşımlar açısından sözkonusu toplumlarda çoğu zaman yaygın mal üretiminin varlığı, kâr peşinde koşan üreticiler ve tacirler, önemli sermaye yatırımları, ücretli emeğin bulunması önem taşımaz. Kapitalizmin tüm “unsurları” (sermaye, para, kâr, tacirler, ücretli emek, girişimcilik, yatırım, teknoloji) kadim dünya sisteminin ekonomik ve politik örgütlenme biçimlerinde de varlığını karakterize ediyordu. Ancak, dünya tarihini açıklarken Amerika’nın keşfi, Ümit Burnu’ndan Doğu Hint Adaları’na giden yolun bulunması, sanayi devrimi gibi olguları Avrupalı bir bakış açısı ile burjuvazinin insanlığa sunduğu yeni bir ufuk olarak tanımlamak, kapitalist kimlikçilik anlayışını tüm insanlık tarihine inkârcı ve batı-merkezci tarzda dayatmaktır. Batı, dünya tarihini kendi suretinde yaratmıştır. Oysa insanlığın tarihi kültürel, ekonomik, teknolojik, ekolojik birikimlerin akışında bütünseldir.
Mısır-Mezopotamya-İndüs alanında ortaya çıkan ilk uygarlık birikiminin akış çizgisinde klâsik, Helenistik, Greko-Romen, Hitit, Arap/Mecusi, Süryani, İran, İslâm, Ortodoks-Hristiyan, Rus, Batı uygarlığının unsurlarının ağ gibi örülmüş sosyal dokusunun oluşumunu görmek mümkündür. Merkezi uygarlığın Yakındoğu temelleri Mısır ve Mezopotamya’nın kesişme alanında ortaya çıktı. Asya ile Afrika’nın buluştuğu noktada yerleşmesi nedeniyle özgün olarak Afro-Asyatik olan bu uygarlık birikimi, batıya doğru akışı ile Avrupa’nın uygarlık sistemini, Batı Afrika’yı ve Amerika kıtalarını, doğu yönünde ilerleyişi sonucunda da Güney ve Doğu Asya’nın uygarlık dinamiklerini içerdi ve böylece tarihsel açıdan kendisini “merkezi” bir hale dönüştürdü. (1)
Mezopotamya’da Sargon öncesi dönemde kurulan Mari, Ebla, Elam, Lagaş, Ur, Nippur, Kish, Uruk ve Akad gibi önemli kent devletleri bölgede gelişen imparatorlukların çekirdeğini oluşturdular. Akad İmparatorluğu bu kent devletlerinin rekabet-hegemonya sürecinin ürünü olarak ortaya çıktı. Akadlar, İndüs Vadisi’nde bulunan Harappalar ile ticari ilişkiler içindeydi. Bronz Çağı boyunca, Mısır, İran ve Anadolu yaylaları, İndüs Vadisi ile Mezopotamya’yı kapsayan “kâr motifli ticaret” devletlerin sınırlarını çoktan aşmıştı. (2) M.Ö. 3000 yılının ortalarında dış ticaret, mamul lüks malları, hammaddeleri ve temel malları içeren aşırı derecede karmaşık bir süreçti. Kaynak alanları üzerinde denetim kurmak amacıyla ticaretin örgütlenmesi ve bu temelde hegemonya mücadelesi Bronz Çağı’nın önemli bir gerçeği durumundaydı. Sargon “Mezopotamya’nın birbirleriyle uğraşan şehirleri üzerinde yönetimini zorla kabul ettirmekle kalmadı. Kendisi aynı zamanda, İskender’den Napolyon’a kadar tanınan tüm fatihlerin ön örneği, geniş bir imparatorluk yaratan ilk kraldı.” (3)
Sargon’un yönetiminde kurulan Akad İmparatorluğu’nun fetihleri konusunda değerli bilgin Gordon Childe şu tespitleri yapıyor, “bizzat Sargon açıkça, ‘Sedir ormanına’ (Lübnan’a) ve ‘Gümüş dağına’ (Toroslara) varmış olmakla övünür. ‘Melukha’ (Arabistan), Magan ‘Bakır yataklarının bulunduğu Oman’ ve ‘Dilmun’ (Bahreyn adaları) gemilerinin Agadenin önünde demir atmalarını sağlamıştır… Akad kralları, fethettikleri yerlerden ülkelerine büyük ganimetlerle döndüler. Yalnızca başkentte değil, egemenlik altına aldıkları Mezopotamya şehirlerinde de tapınaklar yaptırıp, bunları süslediler. Zaferler kazanan askerleri de yağmalardan paylarını aldı. Böylece ele geçirilen hazinelerde bulunan birikmiş servetin zorla dağıtılışı, Mezopotamya’da satın alma gücünün yayılmasına yol açtı. Buysa üretimi kışkırttı. Öte yandan savaş tutsakları hizmet üreten kimselerin sayısını arttırdı. Ganimetlerin ve haraçların elden çıkarılmasından tacirler kârlar sağladılar. Böylece emperyalizm, artık, tacirler kadar zafer kazanmış eski askerlerden oluşan ve eski “tanrı evleri”nden bağımsız olan bir orta sınıfa yaradı. Para ekonomisi, toprakların artık herhangi bir diğer ticaret malı gibi alınıp satılabildiği noktaya kadar yayıldı.”(4) Ayrıca, Akadlar maden ticaretini bir imparatorluk tekeline dönüştürdüler. Durumunu daha da güçlendirmek isteyen Narâm-Sin Mısır firavunlarını taklit ederek kendisini imparatorluğun tanrısı ilân etti. Akad emperyalizminin verdiği örneği Ur, Babil, Hatti kralları ve Roma İmparatorluğu da izledi. (5)
Merkezi bir güç olan Akad İmparatorluğu’nun “ekonomik emperyalizm” uygulayabilmesi, üstün metal silahlar, işbölümü, siyasal, ticari ve dini örgütlenmesi sayesinde mümkün oldu. Child “ekonomik emperyalizm”in yayılma dinamiklerini incelerken “bağımsızlıklarını” savunan insanların madeni silah yapımına yöneldiklerini açıklar. Child’a göre: “Asur’da metalurjinin ve ilkel bir kent yaşamının başlangıcı böyle yorumlanabilir. Yalnız Asur’da değil, Sümer ticaret yollarının yakınına düşen ve Sargon’un saldırılarına açık olan tüm bölgelerde –Kuzey Suriye’de, Luristan’da ve Elam’da- M.Ö. 3000 yıllarında metalurji özeklerinin ortaya çıktığını, Sümer türlerinin benzetiyle uygulandığını ve çoğunlukla yerel yeğlemelerle değiştirilip uyumlandığını görürüz. Sümer ticareti ve bu ticaretin esinlediği emperyalizm, metalurjiyi ve bunun gereği olan ekonomiyi tanıtıp yaygınlaştırmaktaydı.
M.Ö. 300 ile M.Ö. 2000 yılları arasında Girit’te ve Yunan yarımadasında, Çanakkale’de Truva’da, Kafkasların kuzeyinde, Anadolu’da, Filistin ve Suriye’de, İran’da ve Belucistan’da bronz kullanan uygarlıklar kurulmuştu. Bu uygarlıkların tümünün kendine özgü özellikleri vardır ama tümünde de Mısır, Sümer ya da İndüs havzası… ürünlerine benzer ürünler yapıldığı ve uygarlığın çekirdeğinin daha önceki uygarlıklarda yattığı kuşku götürmez.”(6) Bu akış çizgisinde, Mısır’da İ.Ö. 1580 yılında kurulan “Yeni Krallık” döneminde de Sargon’un Sümer ve Akad’da gerçekleştirdiği türden askerî bir monarşi kuruldu. Tıpkı Sargon gibi askeri fatihler olan firavunlar, büyük bir imparatorluk yolunda genişlemelere giriştiler. Mısır, Filistin, Suriye’den Fırat’a ve Amanos dağlarına denizde ise Kıbrıs’a kadar uzanan bir Asya imparatorluğu kurdular. Bu fetihler Akad, Ur, Babil imparatorlukları gibi, Mısır’ın Yeni Krallığı’na da büyük servet imkânları sağladı.
Yeni Krallıkta, Hiksoslar tarafından yıkılan Eski Krallıkta olduğu gibi savaş beylerine dayandı. Tacirler, profesyonel askerler, yazıcılar, rahipler ve usta zanaatçıların ağırlığını duyurduğu imparatorluk düzeninde para ekonomisi yayıldı. Tefecilik, ticaret, yağmanın yanı sıra tarımdan kaynaklanan zenginlikler tıpkı Akadlarda olduğu gibi toprak üzerindeki özel mülkiyet ilişkilerine dayanıyordu. Yeni para ekonomisinin kendisi bir servet biriktirme aracı durumuna geldi. Köle pazarlarına sunulan savaş tutsaklarına, iflâs eden borçlular da eklendi, kol emeği itibardan düştü. Özgür zanaatçılar, hammaddeleri elde etmek ve ürünlerinin satılması için tefeci-tüccar sınıfına bağımlı duruma düştüler. Köylüler ise vergi, toprak kirası yanında büyük faiz yükünün altındaydılar. Büyük toprak mülkleri sadece Mısır’da değil Sümer kentlerinde de kabile topraklarının aleyhine genişlemişti. (7) Özel mülkiyet hukukunun parlak metinlerinden Hammurabi kanunlarına göre, alacaklının borçlu karşısında “kutsanması” söz konusuydu. Borç köleliği yasalarla güvence altına alınmıştı (sınıflı toplumlarda ve emperyalist-kapitalist dünya sisteminde borç köleliği temel unsurlardandır. Bu noktada Hammurabi yasalarından Roma özel borç ilişkilerine akan birikim Avrupa kapitalist mülkiyet rejiminin evrensel hukuk çerçevesini belirlemiş ve uluslararası güç ilişkilerinde IMF, Dünya Bankası türü icra kurumlarının temelini oluşturmuştur.
Tunç çağında, borç köleliğinin güvencesi sayesinde büyük faiz oranları servetin “para yatırımcıları”nın elinde birikmesini getirdi. Bunun sonucunda ise endüstri ürünleri pazarı ve üretim kapasitesinde daralmalar oluştu. Mezopotamya’da başlıca yiyecek maddesi olan arpanın fiyatı Tunç çağı boyunca sürekli olarak yükseldi. Akad, Ur, Hammurabi, Kassitler yönetimlerinde arpa fiyatlarında önemli artışlar oldu. Mezopotamya ve Mısır askerî fetihçilik, yağma, borç köleliği, tefeci sermayenin kıskacında çürüdü. Bu tabloyu yansıtan büyük bilgin Childe şunları yazıyor:
“Emperyalizmin Babil’i ve Mısır’ı zengin ettiği, yeni serveti, gerçekten yağma ile sağlanmış servetten başka bir şey değildi ve insanlığın yararlanabileceği gerçek servet toplamında bir artışı değil bunun tam tersini temsil ediyordu. Evlerin yıkılması, bahçelerin tahrip edilmesi servet üretiminin tersi bir işlemdir. Bir ordu salt tüketicilerden, daha doğrusu olumsuz üreticilerden, yokluk üreticilerinden oluşan bir topluluktur… Aynı zamanda profesyonel askerler üretimin düşmanıdırlar; şu anlamdaki sanatları büyük çapta bir haydutluktur ve haydutluk kişiyi çalışmaktan kurtaran en eski icat olarak tanımlanmıştır. Mısır yasalarından zamanımıza kalan parçaların acıklı bir dille apaçık ortaya koydukları gibi, profesyonel ordular kendi vatandaşlarını bile yağmalama eğilimindeydiler.”(8)
Profesyonel askerî birlikler, bürokratların makama dayalı yetki kullanımı, mülkiyet hukukunun korunması türünden imparatorluk yöntemleri M.Ö. 18. yüzyılın Tunç çağı istilalarından önce eski Mezopotamya’da ortaya konuldu. Akadlı Sargon zamanında (M.Ö. 2350) sürekli bir ordunun bakımını sağlamak amacıyla ele geçirilen ülkeler sürekli yağmalandı. Ancak, çok sayıda birliğe yetecek ölçüde malın belirli bir merkezde toplanması güçtü. Silahlı adamların gerekli malzeme ve yiyeceği temin etmek amacıyla yayılması ise merkezi gücün dağılması tehlikesini doğuruyordu. Hammurabi bu sorunu çözmek için, askerlerini kendilerine verdiği topraklara yerleştirdi ve bunlardan her birinin askeri yükümlülüklerini saptayan dikkatli kayıtlar tutulmasını sağladı. (Bu uygulama Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı İmparatorluklarında da sürdürüldü.) Ancak asıl büyük gelişme Asurlular ve Persler tarafından gerçekleştirildi. İmparatorluk ordusu sürekli silah altında tutulamayacağı için merkezde güçlü bir muhafız birliği oluşturan bu devletler otoritelerini uzak eyaletlerde bile hissettirdiler. “Asur ve Pers siyasal-askerî başarılarının sırrı burada yatar. Dünya tarihinin daha geniş bir çerçevesinden bakıldığında, seferde yarı profesyonel bir milis gücüyle desteklenen sürekli ordu gibi bir kudret aracının gelişmesinin, siyasal evrim alanında da kuşkusuz büyük bir dönüm noktasının işareti olduğu görülür. Hem Roma, hem de çağımızın Avrupa orduları, ilk olarak Asurlular ve Persler tarafından ortaya konan bu yönetim ilkelerine dayandılar.”(9)
Asurlular ve Persler, tacirlerin hak ve ayrıcalıkları ile ilgili bir dizi yasal, geleneksel kural oluşturdular. M.Ö. 2000 yıllarında bile Babil hukuku, tacirlerin ihtiyaçlarını göz önüne alıyordu. Asurlular ve Persler de tacirlere önemli ayrıcalıklar tanıdılar. Örneğin tacirler askerlikten muaf tutuluyordu. Tacirleri ve zanaatçıların yaşadıkları kentler verdikleri haraç karşılığında, “şaşılacak genişlikte” bir kendi kendilerini yönetme hakkından yararlandılar. Daha da önemlisi, imparatorluk hükümeti yollarda kolluk görevini üstlenmişti. Ticari kervanlara yapılan saldırılar yerel garnizonlar tarafından cezalandırılıyordu. Bölgeler arası ticaret ile imparatorluk orduları bilinçli bir ittifakla birbirlerini desteklediler. Ordular ve tüccarlar M.Ö. 1700-1500 yılları arasında eski Ortadoğu toplumunun başlıca gelişme dinamiklerini oluşturdular.
Siyasal-ekonomik yayılmanın temel unsurları şunlardır:
Birikim sürecinin insani (emek), maddi (toprak, su, hammaddeler, değerli metaller) ve teknolojik girdi kaynakları. Üretim fazlasının, daha fazla girdi karşılığında ve biriken değeri elde etmek amacıyla satıldığı pazarlar. Bölgeler arası ticaretin lojistik koridorları ve bağlantı yolları. Hammaddelerin, özellikle metaller ve stratejik değere sahip kaynakların denetimi bu alanlara güç yığılmasının gerekçesidir. İmparatorlukların yayılma dinamikleri bu temelde izlenmelidir. Politik-askerî rekabet, kültürel, dinsel, ideolojik egemenlik araçlarının kullanımı, kendi birikim kapasitesini arttırma doğrultusunda başka bölgelerin birikim ve sömürü sistemlerinde söz sahibi olmayı imparatorluk devletlerinin menziline sokar. Stratejik alanlar ve kaynak koridorları yayılmacı imparatorlukların, askerî güçlerin ve istilacıların hedefi oldular. Dinler, felsefi akımlar, dünya görüşleri bu alanlardan beslendi ve yayıldılar. Üç önemli bağlantı koridoru lojistik açıdan anahtar ve merkezi bir rol oynamıştır:
1) Nil-Kızıldeniz koridoru (kendi aralarında ve Akdeniz’le kanal veya karayolu bağlantılarını içeriyordu ve Hint Okyanusu’nun ötesine açılım imkânı sağlıyordu.)
2) Suriye-Mezopotamya-Basra Körfezi Koridoru (Suriye’den geçerek Orontes, Fırat ve Dicle nehirleri aracılığıyla Akdeniz sahilini Basra Körfezi’ne bağlayan karayollarını içeriyordu ayrıca Hint Okyanusu’na ve ötesine açılım imkânı sağlıyordu). Bu koridorun ayrıca Orta Asya’ya giden karayollarıyla da bağlantıları bulunuyordu.
3) Ege-Karadeniz-Orta Asya koridoru (Akdeniz’i Çanakkale ve İstanbul Boğazları kanalıyla Orta Asya gidiş geliş kara ipek yoluna bağlayan koridor; karayolu bağlantıları Orta Asya’dan Hindistan’a ve Çin’e uzanmaktaydı). Bu üç bağlantı koridoru, sadece ticari yollar olma işlevini üstlenmiş değildi. Ayrıca, bu koridorlar, ekonomik-politik-gelişimin içiçe bölgeleri ve üzerlerinde imparatorluk sistemlerinin kurulduğu alanlardı. Bu geçiş noktalarının bir kaçı üzerinde denetim imkânına sahip olmadan imparatorlukların varlığını sürdürmesi mümkün değildi. (10)
Stratejik kaynaklar, ticaret yolları üzerinde anahtar niteliği taşıyan bu denetim açısından dikkate değer örnekler vardır. Asur İmparatorluğu Suriye-Mezopotamya koridorunun yanı sıra Nil-Kızıldeniz koridorunu da denetleyebildiği kısa dönemde gücünün zirvesine çıktı. Pers İmparatorluğu ise Ege-Karadeniz-Orta Asya koridorunda kısmi bir denetim kurdu. İskender’in stratejik programı ise üç koridorun tümü ile İndüs alanının ve Batı Akdeniz’in egemenlik altına alınması hedefini içeriyordu. Helenistik dönem boyunca Ptoleme ve Selevkos hanedanları arasındaki çekişmenin temelinde bu koridorların ele geçirilmesi yatıyordu. Roma İmparatorluğu’nun Mezopotamya’ya girişi, önce Partlar daha sonra Sasani Persleri tarafından engellendiği için Roma imparatorluk gücü bile bu üç koridorda denetim kuramadı. Partlar ve Sasani Persleri ise Roma, Hindistan ve Çin arasındaki ticaretten kâr sağlamaya devam ettiler. Bu üç ana koridorun dışında da yollar bulunuyordu. Ancak bu üç geçiş noktası kara ve deniz yolları ile iki bin yıl boyunca Avrupa ile Asya arasındaki bağlantıydı. XV. ve XVI. yüzyıllarda okyanus aşırı yeni ticari ağların kurulmasına kadar Afro-Avrasyatik ağ önemini korudu. (Günümüzde de emperyalist-kapitalist dünya sisteminin temel birikim, mücadele ve egemenlik stratejilerinde bu alanın rolü yeniden önem kazanmıştır.)
Deniz ticaretinin genişlemesiyle eski Yunan’da kölelik kurumlaştı. Mezopotamya’da ve Mısır’da kölelik, borçlarını ödeyemeyen küçük üreticiler ve savaş esirleri ile sınırlıydı. Yunanistan’da ise meta üretiminin yoğunlaşması ölçeğinde ve tüm Doğu Akdeniz’i kapsayan bir ticaret ağının ortaya çıkmasıyla, kölelerin kendileri bir metaya dönüştüler. Korsan-Tüccarlar tarafından Akdeniz’in geri bölgelerinde esir edilen veya satın alınan insanlar Yunanistan’a getirilip köle pazarlarında satılıyordu. Bu köle ticareti, tüccar sınıfının yükselişinde XV. ve XVIII. yüzyıllarda Batı Avrupa’da burjuvazinin yükselişinde, kapitalist birikimin mayalanmasında oynadığı role benzer bir dinamizme yol açtı. Büyük sayıda kölenin pazar için üretime sokulması tüccar sınıfının önemli ölçüde güçlenmesini sağladı. Yunanistan’da yaşanan toplumsal değişim neticesinde meta üretimi ve mübadelesine dayanan özel mülkiyetçi tüccar sınıfı toprak sahibi aristokrasiye karşı giriştiği mücadeleyi kazandı. Para ekonomisi, gelişerek, doğal ekonomi üzerine dayalı tarımsal toplulukların geleneksel varlık biçimi içine “eritici bir asit gibi” işte buradan girdi.
Deniz ticareti ve korsanlık Atina’ya aktı, mali servet yoğunlaşması büyük boyutlardaydı. Yönetici sınıfın “mali egemenliği, alacaklıyı borçluya karşı korumak, para sahibi tarafından küçük köylünün sömürülmesini onaylamak için yeni bir de töre hazırladı. Attika’daki bütün tarlalar, üzerinde bu mülkün, şu kadar para için, falanca kişiye rehin edilmiş olduğu yazılı ipotek taşlarıyla dolmuştu. Bu türlü işaret taşımayan tarlalar ise, çoğunlukla ipotek ya da faizin ödenmemesi nedeniyle satılmış ve tefeci soyluların mülkiyetine geçmiş bulunuyordu; köylü eğer eski tarlasında yarıcı olarak kalmasına ve emeğinin ürününün 6/5’ini yeni efendisine kesenek olarak verirken, bunun 6/1’iyle yaşamasına izin verilmişse, kendini mutlu saymalıydı. Dahası da var: eğer tarlanın satış bedeli, borcu ödemeye yetmez, ya da bu borç bir güvenceyle sağlama bağlanmamış bulunursa, borçlu alacaklıya borcunu ödemek için, çocuklarını köle olarak yabancılara satmak zorundaydı. Çocukların, babaları tarafından satılışı – babalık hukuku ve monogamie’nin ilk meyvesi işte bu oldu! Ve vampir hâlâ kana doymamışsa, bizzat borçlusunu köle olarak satabilirdi. İşte Atina halkı içinde tatlı uygarlık güneşinin doğuşu böyle oldu.”(11)
M.Ö. VI. yüzyıl Atinası’na “serbest piyasa özgürlüğü” damgasını vuruyordu. Bu serbest piyasada bir kısım insanların payına köle olarak satılmak düşüyordu. Köleci üretim alabildiğine yaygınlaşıyordu. Eski Yunan kabile toplumunda henüz kent-devletlerinin ilk kurulma aşamasında tam anlamıyla temlik edilebilir olmayan, yani kan bağı dışındaki insanlara devri çeşitli biçimlerde kısıtlanmış bulunan toprak da, tamamen temlik edilebilir duruma geliyordu. Böylece toprak sahipleri ile vatandaşlık arasında eskiden varolan zorunlu bağ kopuyor, Atina devletinin yurttaşları topraklarını kaybederek yoksullaşıyordu.
“Eski toprak sahipleri ile tüccarlar ve faiz karşılığı borç veren tefeciler, bu andan itibaren giderek bütünleşip tek bir köle sahipleri sınıfına dönüştüler. Bu aşamada artık temel çıkar zıtlığı topraklı aristokrasi ile hür köylüler arasında değil, köle sahipleriyle köleler arasındaydı. Yoksul vatandaşlara gelince, onlar da zenginler tarafından ekonomik baskı altında tutulmakla ve hatta giderek yıkıma uğratılmakla beraber, kölelerle birleşemiyorlardı; tersine kölelerin sırtına basarak yükselmeye, köle sahibi durumuna gelmeye ve köle emeğinden artan bir pay almaya çalışmaktaydılar.”(12)
Atina Devleti, köle ve toprak sahiplerinin demokrasisi olarak sınıfsal ayrımların doğallığı prensibine dayanıyordu. Köle sahiplerinin ideolojisine göre köleler doğuştan aşağılık yaratıklardı. Bu köleci demokrasinin anlamını, M.Ö. 1. yüzyılda yaşayan Yunan tarihçisi Sicilyalı Diodorus şöyle açıklıyordu: “Mülkiyet eşitliği olmadığı sürece, kanun önünde eşitlik anlamsız bir şeydir.” Yunan uygarlığı köle emeğine dayanıyordu. Yunan kentleri de köleleştirmeden payına düşeni alıyordu. Atinalılar Trakya’da Eion’u ele geçirdiler ve halkını köle olarak sattılar. Sonra Skyros’a yelken açtılar, halkını köleleştirdiler. M.Ö. 430’da Peloponez savaşı sırasında Atinalılar Argos Amphilochikon’u ele geçirip halkını köle olarak sattılar. İ.Ö. 427’de Thebai’liler komşu kent Plataiai’ye saldırdılar, 200 erkeği öldürdüler, karılarını ve çocuklarını köleleştirdiler.
M.Ö. 421’de Atinalılar Torone ve Skione’yi ele geçirdiler. Torone’de erkekleri Atina’ya yolladılar kadınları ve çocukları köle ettiler. M.Ö. 416’da Melos’u alan Atinalılar buranın erkeklerini öldürüp kadın ve çocukları köleleştirdiler. Atina halkını katledip, köleleştirdiği bölgelere kolonizasyon sistemi çerçevesinde kendi yurttaşlarını yerleştiriyordu. Ayrıca Atina’ya Ilyria, Trakya, Seyhtia, Kafkasya, Kappadokia, Phrygia, Lydia, Karia, Suriye, Mısır ve Arabistan’dan köle akıyordu. Çok sayıda köle ev hizmetlerinde ve genelevde çalıştırılıyordu. Sıradan bir Atinalının evinde 3 ile 12 arası köle bulunuyordu. Yunan uygarlığının üzerine kurulu olduğu yoğun insan sefaletinin üzerine çekilen cilâ, M.Ö. yedinci yüzyılda geçerli olan “insan paradır” atasözüyle dökülüyor. Yunan toplumu para ekonomisini temel alan ilk toplum oluyordu. (13)
Doğu Akdeniz ticaretine ve özellikle köleciliğe dayanan tüccar sınıfın yükselişi bir bakıma Batı Avrupa tarihinin “provası” niteliğindeydi. Atina’nın zor aygıtları daha sonraki devlet kurumlarının çekirdeğini oluşturuyordu. “Atinalılar, devletleriyle aynı zamanda, piyade ve atlı okçulardan kurulu gerçek bir jandarmadan… başka bir şey olmayan bir polis kurdular. Ama, bu jandarmayı meydana getirenler kölelerdi. Bu aynasızlık mesleği, özgür Atinalı’ya öylesine alçaltıcı görünüyordu ki, kendisini böyle bir alçaklığa vermektense, silahlı bir köle tarafından tutuklanıp götürülmeyi yeğ tutuyordu.”(14) Servet, ticaret, sanayinin hızlı gelişmesi sınıf çelişkilerini keskinleştirirken düşenler çoğaldı. En parlak çağında Atina’da 365 bin köle, 90 bin özgür yurttaş 45 bin metek (yabancı veya azatlı köle) bulunuyordu.
NOTLAR
1) Dünya Sistemi, Derleyenler: Andre Gunder Frank – Barry K. Gills, Yayına Hazırlayanlar: Alâeddin Şenel-Yavuz Alogan, çeviren: Esin Soğancılar, İmge Kitabevi, Ankara, 2003
2) a.g.e., s. 300.
3) Tarihte Neler Oldu, Gordon Childe, çev: Mete Tunçay-Alâeddin Şenel, Alan Yayıncılık, 1982, İst., s. 100.
4) Childe, a.g.e., s. 100.
5) Childe, a.g.e., s. 100.
6) Kendini Yaratan İnsan, V. Gordon Childe, çev: Filiz Karabey Ofluoğlu, Varlık Yay., İst., 1978, s. 178-179.
7) Childe, (1982) a.g.e., s. 109.
8) Childe, (1982) a.g.e., s. 110.
9) Dünya Tarihi, William H. Mc Neill, Çev: Alâeddin Şenel, İmge Kitabevi, Ankara, 2. Baskı, 1989, s. 58.
10) Frank-Gills, a.g.e., s. 188-189.
11) Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Friederich Engels, çev: Kenan Somer, Sol Yayınları, Ankara, 6. Baskı, 1977, s. 130.
12) Kabileden Feodalizme, Halil Berktay, Kaynak Yay., İst., 1983, s. 193.
13) İlk Filozoflar, Eski Yunan Toplumu Üzerine İncelemeler, George Thomson, çev: Mehmet H. Doğan, Payel Yay., 1988, İst., s. 234.
14) Seçme Yapıtlar, III. Cilt, Marks-Engels, Sol Yayınlar, Ankara, 1979, s. 346.
TÜM HAKLARI SİTEMİZE AİTTİR…
İlk yorum yapan olun