Demokrasi ve Şiddet – Yiğit Tuncay & Suat Parlar

Demokrasi ve Şiddet – Yiğit Tuncay & Suat Parlar


Söyleşi Tarihi : 24. 07. 2006


Yiğit Tuncay: Merhaba Suat.

Suat Parlar: Merhaba.

Yiğit Tuncay: Bugün söyleşimizi dinlemeye gelen konuklarımız ve arkadaşlarımız var onlara da merhaba diyelim. Söyleşimize zaman zaman onlarında katılmasını bekliyoruz tabi.

Dinleyiciler: Merhaba…

Yiğit Tuncay: “Kontrgerilla İşgal Kuvvetleri – 16 Mart” adlı bir kitabın daha çıktı. Daha önce kontrgerilla üzerine çok fazlasıyla yazdın, ama, özellikle bu kitapta 16 Mart’ı lokalize edip bunun üstünden dünyanın genelinden kontrgerillaya bakmayı tercih ettin. Bu kitaptan biraz bize bahseder misin?

Suat Parlar: Aslında ertelenmiş bir çalışma. Bu çalışmanın belki daha önce yapılması gerekiyordu. Ama bu zamana denk geldi. Bu zamana denk gelmesinin iyi de olduğu düşüncesindeyim. Türkiye’de içi boş bir “ulusalcı” dalga yükselirken, “ulusalcılık”, “millilik” gibi benzeri kavramlar ortada uçuşurken, bu konulara ilişkin çözümlemeleri özellikle bizim kendi tarihimizden bazı olgulara ve kanlı şifrelere dayandırmanın doğru olduğu inancındayım. Dolayısıyla, bu çalışma aynı zamanda böyle bir düşüncenin de sistematize edilmesine dayanıyor. Çünkü, bu kitabı okuyanlar da farketmişlerdir; Türkiye’deki gayri-milli oluşumların aslında bir başlık altında toplanması ve bu başlığın da “kontrgerilla” olması daha doğrudur. Ama şunu yapmak da doğru değildir; bir genelleme çerçevesi içerisinde, “nedensiz”, “merkezsiz” bir oluşumdan veya politik irade yoksunu yapılanmadan söz edemeyiz.

Yiğit Tuncay: Peki, “kontrgerilla” dendiğinde, sen nasıl bir yapılanmayı anlıyorsun?

Suat Parlar: Kontrgerilla denildiği zaman, hem teknik yanlarıyla, hem siyasi yanlarıyla, merkezinde politik iradeye oturan, emperyalizmle bağlantılı, ağırlıklı olarak NATO planlama odaklarına dayalı bir şebekeden söz ediyoruz. Bu şebekenin Türkiye’deki işleyişinde müthiş ölçekte bir kurumsal birikmeden söz etmek mümkündür. Bu şebekeleşme, Türkiye’de dinden, siyasete, siyasetten, militer alana, çeşitli devlet kurumlarına kadar son derece kapsamlı bir alana yayılıyor.

Ama Türkiye’de belki bu alanın daha özgün bir yanı vardır. O özgünlük de, Türkiye’de sermaye birikim süreci içerisindeki bazı tıkanıklıklar giderilirken, bu kurumlar bileşkesine ya da bizim adına “kontrgerilla” dediğimiz kurumlar ve eylemler demetine çok fazla sorumluluk yüklenmesiyle bunların çok fazla ön plana çıkarılması akla geliyor. Bir başka nokta ise, dünyanın belki diğer ülkelerinde faaliyet gösteren benzeri yapılanmaların çok ötesinde, Türkiye’deki tarihin ağırlığını da yükümlenecek tarzda, o renkleri de içerecek tarzda bir kontrgerilla yapılanması vardır. Bu yapılanmayı bu kadar önemli hale getiren, bu yapılanmanın içerisindeki sermaye iradesidir.

Yiğit Tuncay: Milli olma özelliği taşımayan sermayenin, küreselleşme yanılgısı yaratma politikalarının sonuçlarına baktığımızda, adına “yeni sol” denilen akımın “kontrgerilla”nın tasfiye edilmesi isteğine sermayenin içinden ittifaklar araması çok ciddi şüpheler içermektedir. AB eksenli politikalar temelinde girişilen ittifaklar, sanki sermayenin “kontrgerilla” operasyonlarından memnun olmadığı izlenimini veriyor. Bu izlenimin ortaya çıkmasında da “yeni sol” denilen akımın büyük hizmeti vardır. Sermaye ve halk arasındaki mesafeleri kaldırma illüzyonu yaratan bu politikalar, sermayenin geçmişten günümüze kadar gelen görünümünü etkileyecektir. “Sütten çıkmış ak kaşık” misali, sermayenin vitrinini yeniden düzenleme çabaları, sence Türkiye’de sermaye ve “kontrgerilla arasında bir mesafe yaratabilir mi?

Suat Parlar: Daha da net konuşalım. Türkiye’de, özellikle TÜSİAD’ın başını çektiği büyük sermaye kuruluşlarının, sermaye birikim sürecindeki tıkanıklıkları aşma istenci, bu anlamda, emperyal merkezlerle 1970’li yıllarda geliştirdikleri bir takım anlaşmalar, Türkiye’de açıkçası hem adına kontrgerilla eylemleri denilen sürecin çok kanlı yaşanmasını beraberinde getirmiş, hem de siyasette büyük sermayenin çok fazla müdahale kapasitesine sahip, büyük araçlara sahip konumlanışını getirmiştir.

Örneğin; tekelci basındaki el değiştirme operasyonları, ki bu büyük sermayenin üzerinde özellikle yoğunlaştığı bir alandır -sonuçlarını da günümüzde hep beraber yaşıyoruz- ve bu tekelleşme 1970’lerde başlatılmıştır. Abdi İpekçi suikastı son derece önemlidir ve bir sermaye operasyonudur. Yani “kontrgerilla operasyonu”, aynı zamanda “sermaye operasyonu”yla özdeştir. Buna benzer başka bir takım kanlı eylemler üzerinde durmak da mümkün ve hepsinin bir mantığı vardır.

Bir başka örnek daha verelim; kamu bürokrasisi içinde, yargı alanında, eğitim alanında veya dışişleri alanında, çok yetkin, sermayenin hem birikim sürecindeki tıkanıklıkları aşması noktasındaki politikalara engel çıkaran, hem de sermaye iradesine bir biçimde boyun eğmeyen kadroların tasfiyesinde de kontrgerillanın kullanıldığını görüyoruz. Bunlardan anlaşılan şudur, ki ortada net bir sermaye planı vardır. Ben, burada, acımasız bir katiller topluluğunun Türkiye’yi belli kışkırtmalarla askeri darbeye taşımak amacıyla gerçekleştirdiği eylemleri nitelendirmiyorum. Benim anlatmak istediğimin bunların ötesinde bir anlamı vardır.

Yiğit Tuncay: Türkiye’yi AB eksenli politikalarla “demokratik”leştirme planı içinde olanların, ABD’yi düşman gösterip, AB’yi ise bir “kurtuluş” reçetesi olarak halkın önüne koymaları, sanki, bu oluşumların bir tasfiye süreci içinde olduğu izlenimini yarattı. İçerideki sermaye ile bu anlamda ittifaklar geliştiren “yeni sol” akımı, emperyalist ülkelerin “demokrasi” misyonerleri ile olan bağlantılarında da, adeta bir taşeronluk göreviyle Türkiye’ye “bu sorunu halledeceğiz” iddiasıyla ödenekler bile sağladı. Bu ödenekler, yurtdışı kaynaklı vakıflardan Türkiye’ye giriş yaptılar. Bütün bu süreci inceledeğimizde ise, karşımıza yine aynı soru çıkıyor; bu oluşumların sermayenin de isteği ile tasfiyesi mümkün müdür?

Suat Parlar: Hayır. Son derece kalıcı bir yapılanmayla karşı karşıyayız. Bu kalıcı yapılanma 1970’lerden sonra şekillenen süreçlerde de varlığını hissettirmiştir. Örneğin, Türkiye’de sermaye yapılanması içerisinde yer alan bazı vakıfların, özellikle, cezaevi ve işkence politikası konusunda çalışmalar yaptığını gördük. Bu alanlarda öneriler geliştirdiğini gördük. Veya 90’lı yıllara gelindiği zaman, “düşük yoğunluklu çatışma stratejisi”ne geçildiğinde, büyük sermayenin bu süreçten en fazla yararlanan kesim olduğunu da gördük.

Türkiye’nin militer bir birikim süreci çerçevesi içerisinde bir askeri endüstriyel kompleks yapıya geçiş yaptığını da görüyoruz. Türkiye’de 90’lı yıllara yayılan o kanlı iç savaş sürecinin yönlendiricisi, merkezi anlamda planlayıcısı, emperyalizmle ortak hareket iradesine sahip ve giderek hızla kompradorlaşan büyük sermayedir. Dolayısıyla, bu noktada büyük sermayenin operasyonel faaliyetlerini çok iyi izlemek gerekiyor. 16 Mart’ı da bu çerçeve içerisinde değerlendirmeliyiz.

Yiğit Tuncay: Bütün bu konuştuklarımız ekseninde baktığımızda, 16 Mart lokal ve sıradan bir bombalama olayının dışında değerlendirilmesi gereken bir tarihsel olgu olarak çıkıyor karşımıza.

Suat Parlar: “16 Mart”, erken “12 Eylül” olarak tanımlanabilir. Bu erken “12 Eylül” tarifi içerisinde değerlendirilecek başka eylemler de var. Ama bu değerlendirmenin arka planına baktığımız zaman, 1978 yılı itibarıyla müthiş bir devalüasyonu (%88’e varan), Türkiye’de iç talebin kısılması doğrultusunda Dünya Bankası’nın, Amerikan hazinesinin önerisini ve bu süreçte krizini aşma çabası içerisinde büyük sermayeyi görüyoruz. Bu süreçte büyük sermaye krizden yararlanarak, özellikle, kendine biat etmeyen kesimleri toparlamak açısından, sadece darbeden değil bu süreçten de yaralanmıştır.

Çünkü bu anlamda alarm verilmiştir. Bu alarm çerçevesi içerisinde de, aslında, çıkarları tekelci büyük sermaye yapılarıyla çok da fazla örtüşmeyen odalar, borsalar birlikleri ve esnaf kooperatifleri bile TÜSİAD’ın arkasında sıraya girmişlerdir. Dolayısıyla, 12 Eylül’den sonra yürürlüğe konulan bütün sermaye güçlerinin bloklaşması konusundaki politika, 1970’lerde başlamış bir politikadır.

Yiğit Tuncay: Bu analizden çıkan sonuca baktığımızda, ortada olan bir politik irade değil, daha doğru tabiriyle ekonomi-politik irade.

Suat Parlar: Ben bu özdeşliği keyfi ölçekler içerisinde kurmuyorum. “Kontrgerilla büyük sermayeyle doğrudan bütünlük içindedir” derken, aslında, şunu söylemek istiyorum: Sermayenin önde gelen isimlerinin hepsi kadrodur. Bunlar doğrudan doğruya hem o dönemin kanlı iç savaş örgütlenmelerini desteklemişlerdir, hem de “para-militer bozkurtlar”ı finanse etmişlerdir.

Bunun yanında, Türkiye’deki kanlı silah ticaretinden paylarına düşeni almakla beraber, bunu son derece merkezi bir tarzda ve açıkçası devletin bütün imkânlarını da seferber ederek yönlendirmişlerdir. Uyuşturucu-silah takasında köşe başını tutmuşlar ve sahip oldukları büyük finans kurumlarını bu para trafiğinde bir biçimde değerlendirmişlerdir. Dolayısıyla sorumlulukları belirleyicidir. Türkiye’nin büyük sermayesinin eli kanlıdır. Türkiye’nin büyük sermayesi kontrgerillanın içerisindedir ve kontrgerillanın yönlendiricisidir. Hatta kontrgerilla içinde kadrodur.

Yiğit Tuncay: Kontrgerilla dediğimiz tanımlama, aslında, savaşın çok daha fazla kapsamlı bir biçimde yürüyüşünün ifadesi oluyor. Bu tanımlama, senin anlattıklarından sonra son derece yetersiz bile gözüküyor. AB eksenli bir demokratikleşme programı, emperyalizm, gittiği geri kalmış ülkeleri geliştirir anlayışıyla bütünleşiyor. Bütün bu faaliyetler “yeni sol” üzerinden yapılmaya çalışılıyor. Bu da yeni bir operasyonel faaliyetin göstergesi oluyor. Küreselleşme adı altında, bu dünyada birarada yaşamanın koşullarının serbest piyasa ekonomisinin yörüngesinde olduğu inancı yayılıyor. Serbest piyasa ekonomisinin, hem devlet totalitarizmine son vereceği, böylelikle bu totalitarizmin halkın yönetime katılma özgürlüğüne engel olmasının önünün açılacağı inancı yayılmaya çalışılıyor, hem de daha önce azınlıkları düşman ilan eden politikaların üreticisi olanların günümüzde dış odaklı sermayenin iç pazarda rahat dolaşımının önünü açmaya çalışan yasal çalışmaları halka kabul ettirmeye çalışılıyor. “Azınlık” diye anılan bu toprakların insanlarının, bütün bu operasyonel faaliyetleri kendi özgürlüklerinin mücadelesi olarak algılaması ise ayrı bir konu. Bir “demokrasi” çılgınlığı almış başını gidiyor.

Suat Parlar: “Demokrasi” pazarlaması içerisinde olmalarının hiç bir anlamı yoktur. Bu kitabın yazılış gerekçelerinden biri aynı zamanda büyük sermayenin ipliğinin pazara çıkarılmasıdır. Çünkü, Türkiye’de büyük sermaye bir süredir “demokrat”ı oynuyor. En azından bu kitap bunun mümkün olamayacağını, bunun tarihsel açıdan imkânsız olduğunu gösteriyor. Dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de büyük sermaye yaşanan kanlı bilmecelerin, savaş süreçlerinin doğrudan tarihsel faili ve sorumlusudur. Bu kitap bunu saptamak için yazıldı aynı zamanda.

Yiğit Tuncay: Peki, bütün bu gerçekliğin sözünü ettiğimiz başka bir operasyonel faaliyete dönüştüğü Susurluk olgusuda var. “Kontrgerillaya kamyon çarptı” denilen süreç. Türkiye’de “12 Eylül”den sonraki adına “demokratikleşme” istasyonlarından en önemlisi denilen tarihsel dönemeç. Büyük sermayenin de “temiz toplum” dediği an. Sen ne bu süreçi, ne de Susurluk denilen kavramlaştırmayı tercih etmedin. Sen “16 Mart” dedin. Neden?

Suat Parlar: Coğrafi bir mekânın adıyla sosyal-siyasal ve militer olguların çözümlenmesi doğru değil. Dolayısıyla da, Susurluk kavramını hemen hemen hiç kullanmadım. Bunu doğru da bulmuyorum. Burada sınıfsal ölçekler çerçevesinde analiz yapmak gerekiyor. Bu analizi yaptığımız zaman ve tarihsel boyuta oturttuğumuz zaman şunu görüyoruz: 19. yüzyıla gidersek, dünyanın en büyük afyon ticareti Britanya ve A.B.D. idi. Hatta bunun için Çin’i 2 kere istila etmeye kalktılar. Çin’e yönelik 2 kere afyon savaşı ilân edildi. Bu afyon ticaretini yürütenlerden Jardine Matthasson firmasının sahibi ve bu işin piri -ki bugün Türkiye’de çok önemli bir bankanın da kökeni oralara dayanır- İngiltere’ye geldi, muazzam bir servetle İngiltere’de aynen Türkiye’dekine benzer bir biçimde temiz toplum kampanyası açtı. Serbest pazarı savundu, serbest ticareti savundu, parlamentoya girdi. Serbest ticaretin yanısıra, rüşvetten, yolsuzluktan hoşnutsuzluğunu belirten kampanyaları da finanse etti. Dünyada “temiz toplum kampanyası”nın ilk örneğini afyon tüccarları verdiler.

Ne ilginçtir, ki tarihsel akış çizgisinde Türkiye’de bu kampanyaları yürütenler, bu kampanyalara önderlik edenler, egemenlik sisteminin köşe taşlarında söz sahibi olan, özellikle de basın içersinde mevzilenmiş, daha doğrusu basın içerisinde köşelenmiş isimlerdir. Bu köşelenmişler, bu kampanyayı alıp götürdüler ve “temiz toplum” dediler. Ama, her ne hikmetse, o “temiz toplum”, Türkiye’de başyazarları öldürülerek ele geçirilen gazetelerin patronlarının sorgulanması üzerinden yürütülmedi. Türkiye’de kontrgerillanın can damarını oluşturan parasal ilişkilerle ve büyük sermayenin konumu üzerinden değerlendirilmedi. Türkiye’de inanılmaz boyutlara varan uyuşturucu trafiğinin finans sistemiyle bağlantısı çerçevesinde ele alınmadı. Ne oldu? Bize bir iki tane isim gösterildi, bu birkaç ismin bize tüm süreçten sorumlu oldukları anlatıldı ve bununla yetinmemiz istendi.

En sonunda da bir kampanya atıldı ortaya. Bu kampanya, yani “ışık” kampanyası, daha önce Amerika Birleşik Devletleri tarafından Guatemala’yı istikrarsızlaştırmada kullanılmıştı. 1954’te Guatemala’da istemedikleri bir yönetim vardı. O yönetimi devirmek amacıyla bir ışık kampanyası örgütlemişlerdi. Bu aç-kapa şeklinde değil, gündüz ışıkların açılması tarzındaydı. Bunun fikir babası CIA’dir. Burada ışıklar açılıp, kapatılıyordu. Eylem daha yaratıcıydı. Başlangıçta sadece karanlık üzerindendi. Daha sonra “halk”ımızın çok büyük yaratıcılığıyla ışıkların açılıp, kapatılması gündeme getirildi. Ama bunun esin kaynağı bellidir. 1954 Guatemala. Elektrik üzerinden protestonun mucidinin kim olduğu bellidir.

“Temiz toplum” kampanyalarıyla muhalefetin hizaya sokulmasının ve o hizanın da gene büyük sermayeye bağlanmasının ağırlıklı olarak da yine dış bağlantılarını, emperyalizmle ilişkilerini, dünya finans-oligarşisiyle bağlantılarını hiç unutmadan, bu işte TÜSİAD’ın merkez olduğunu ön planda değerlendiriyorum. Bu bir egemenlik sistemi kampanyası oldu. Egemenlik sistemi kampanyası çerçevesinde de ağırlıklı olarak Türkiye’de toplumsal muhalefetin içi boşaltıldı. Türkiye’de toplumsal muhalefetin içinin boşaltılmasında en önemli kampanyadır, en önemli tarihtir. Çünkü o tarihten bu yana Türkiye’de TÜSİAD fonu oluşturulmuş durumda.

Türkiye’de “insan hakları” koordinatına sıkıştırılmış, dünya sömürgeciliğiyle bütünleşmiş, dünya sömürgeciliğine ve dünya kapitalizmine karşı o toplumsal muhalefetin iradesini felç haline getiren bir anlayışın zerk edilmesi söz konusu. Tarihsel açıdan da inanılmaz bir izah ortaya çıkartıyor: Türkiye’nin sol bir partiye ihtiyacı var, giderek sol partinin kurulmasını herhalde bir imza kampanyası yaparak TÜSİAD’dan rica edeceğiz. Çünkü, şu anda Türkiye’de, TÜSİAD raporlarını incelediğiniz zaman, o raporlarda belirlenen “demokrasi”, “insan hakları” koordinatları çerçevesi içerisinde kendine program belirleyen bir “yeni sol”la karşı karşıyayız.

İstenildiği kadar bir takım radikal çıkışlar yapılsın veya söyleme bir takım yükler bindirilsin, temelde siz “demokrasi” istediğinizde, “insan hakları” dediğinizde bu programla bütünleşiyorsunuz. Bu programın senaryosu da ağırlıklı olarak adına “temiz toplum” kampanyası denilen süreçte şekillendirildi. Bu bir büyük sermaye kampanyasıdır. Büyük sermayenin trenine çok açık bir biçimde Türkiye’nin “sol”larının önemli bir kesimi binmiştir, ne yazık ki o trenden inmek de o kadar kolay değildir. Çünkü siz tarihsel açıdan inandırıcılığınızı kaybettiğinizde, başkalarının kampanyasının payandası haline geldiğinizde, daha sonra yürüteceğiniz hiç bir kampanyanın anlamlı bir destek görmesi mümkün olmaz.

O halde şunu söylemek mümkün: Bizim tam bağımsızlık anlayışımız, öncelikle, kampanyalarda bağımsızlık biçiminde kendini ortaya koymalı, işe oradan başlamalıyız. Bağımsız kampanyası olmayanın, bağımsız siyaseti olmaz. Bağımsız siyaseti olmayanın halk nezdinde inandırıcılığı olmaz. Dolayısıyla, adına “Susurluk” denilen ve ne yazık ki kendi hafızasını kaybetmiş, kendi kavram belleğini yitirmiş “sol” tarafından da benimsenen kampanyanın üstesinden gelmek gerekiyor. “Susurluk devleti” diye bir kavram, acaba, devrimci sözlükte veya sosyalist sözlükte veya marksist sözlükte veya demokrat sözlükte, nerede yer alıyor?

Bunu bir yana bırakalım, klasik burjuva siyaset bilimi açısından bile böyle bir saçmalık olmaz. Bu saçmalığa nasıl ortak olunmuştur, bir soru işareti olarak duruyor. Ortak olunma soru işareti bir yana, sonuçları artık yavaş yavaş belirmeye başladı. Açıkçası hiç bir bağımsız kampanyası olmayan yükselen dalgalara çok fazla itibar eden “temiz toplum” kampanyası döneminde hem büyük sermayenin, hem de büyük sermayenin kontrolü altında olan diğer sermaye gruplarının denetimi altına giren ve o denetim çerçevesi içerisinde bugün yükselen dalga her neyse o dalgaya tutunmaya çalışan, yani Avrupa Birlikçi olan, yani içi boş kof bir ulusalcı olan toplumsal muhalif yapı ortaya çıkıyor. Hızla bir “temiz sol” kampanyasına ihtiyacımız var. Bunun yolu da ayrışmadan geçiyor.

Umarım bu “16 Mart” kitabı “temiz sol” kampanyasına bu anlamda katkıda bulunmuştur. Çünkü bu kitapta Ecevit’in “mavi karanlık” dalgası içerisinde solun mevzilerinin nasıl boşaltıldığını da anlattım. Dünyanın her yerinde emperyalizme karşı direniş meşrudur, haktır ve dünyanın her yerinde bu tip kontrgerilla eylemlerinin neticesinde emperyalist merkezlere karşı net vuruşlar gerçekleştirilmiştir. Eğer siz halkınızı rehine olmaktan kurtarmayı istiyorsanız, eğer solu rehine olmaktan kurtarmayı istiyorsanız bütün bunları doğru değerlendirmek zorundasınız. Türkiye’de bu yapılmamıştır. Türkiye’de “sol”, sözde anti-faşist bir cepheleşme içerisinde sisteme ve Ecevit’e rehine verilmiştir. Bu kitapta aynı zamanda bu süreci de anlattım. Dolayısıyla kitabın böyle bir çağrıyı da içerdiğini düşünüyorum. Bu anlamıyla “temiz sol” çağrısını içerdiğini de düşünüyorum. Tabi oradaki ses, tarihten yankılanan bir ses.

Yiğit Tuncay: Geçtiğimiz süreç içinde AKP’yle bütünleşmiş Türkiye’nin Avrupa Birliği serüveni yaşandı. Bu serüvenin içinde sözünü ettiğin medya kuruluşlarının bir kısmı AB sürecinde AKP’ye destek de verdiler. Fakat ne olduysa, -iktisatçıların diliyle söyleyelim- son dönemde bir devalüasyon gerçekleşti. Ondan sonra bütün bu şifreler değişti, birdenbire AKP “kötü çocuk” ilan edildi ve hatta söylentilere göre TÜSİAD yeni bir rejim arayışı içinde. Sen devalüasyondan başlayan ve sonrasında rejim değişikliğine gideceği söylenilen süreci nasıl değerlendiriyorsun?

Suat Parlar: Yanlışı düzelterek başlamak gerekiyor. Yönetimde olan hiçbir parti egemenlik anlamında bir iktidarı temsil etmez. Egemenlik sisteminin iktidarını birebir temsil etmez. Burada öncelik devlettedir. Devlet politikasıyla hükümet politikası her zaman örtüşmeyebilir. Bunu biz 1 Mart tezkeresinde de yaşadık. Yüksek bir anti-Amerikancı dalga, herşeye rağmen kırılamayan toplumsal muhalefet mecliste yansımasını buldu. O tezkere meclisten bir teknik meseleden dolayı çıkmadı. Ondan sonraki süreçte, 2003 yılında Türkiye dışişlerinden üst düzey bir bürokratı, dışişleri bakanlığı müsteşarını Washington’a gönderdi. 2003 yılı Temmuz ayından itibaren varılan mutabakat bundan sonra devletten devlete ilişkilerin yürütülmesi doğrultusundaydı.

Şimdi George Bush Amerikan devletini ne kadar temsil ediyorsa, AKP’de veya AKP’nin başında bulunan genel başkan da buradaki egemenlik sistemini, devleti o kadar temsil ediyor. Bundan öte bir temsili değeri yok. Dolayısıyla devletten devlete yürütülen ilişkiler çerçevesinde bakıldığında, aslında biz işaretin bu anlamda dışarıdan geldiğini görüyoruz. AKP’nin özelleştirme felsefesinin ne olduğu biliniyor, kapitalizme yaklaşımı biliniyor, bunlar ayrı konular. Ama AKP’nin oya dayalı her partide olduğu gibi, tabanından gelen bir baskıyla karşı karşıya olduğu gerçek. AKP’nin doğrudan doğruya 28 Şubat’ın ürünü olduğu kuşkusuz. Ayrıca da o dönemde Necmettin Erbakan’ın, özellikle, köşkteki o iftar görüntüsüyle, o görüntünün televizyonlarda tekrar tekrar gösterilmesiyle, hükümetten alaşağı edilme sürecinin başladığını biliyoruz. O süreci başlatan da bugün AKP içerisindeki en önemli isimlerden biri. Oraya basını çağıran ismin kim olduğu belli. Erbakan da biliyor, Erbakan’ın yardımcıları da biliyor. Orada bir oldu-bitti yaşandı.

Yiğit Tuncay: Tanzimat Fermanı gibi önümüze koyulan 28 Şubat gerçeğini, Türkiye henüz daha atlatabilmiş değil. Bu tarih yörüngeyi tekrardan düzenleme çabasıydı. Ama hala daha taşları yerine oturtabilmiş değiller. Dipten gelen dalgaya bir gözdağı verildi ama, bu dalga yutacaklarını yutacaktır. Bu dalga büyük bir ihtimallede AKP’yi yutacaktır. 28 Şubat kendi çocuğunu yiyecektir. Anadolu sermayesi ile İstanbul sermayesinin kavgası da bu gelişmelerin sonuçları üzerinden gidecektir. Şu anda görünen bir laiklik ve şeriat kavgası olsa da, ekonominin gerçekleri sonucu belirleyecektir. Sen bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsun?

Suat Parlar: Öncelikle, bana göre 28 Şubat yarım kalmış bir süreçtir. 28 Şubat’ın içerideki ekonomik sisteme yönelik düzenlemelerinden en fazla memnun olan da, açıkçası kendine dindar diyen büyük burjuvazi olmuştur. Burjuvazinin din veya etnik köken üzerinden değerlendirilmesine çok taraftar değilim. Ama Türkiye’de böyle bir dinamik var. Bu dinamik değerlendirildiğinde, son yıllarda büyük kentlere göçlerle yığılmış, yoksul, çok büyük sorunlarla karşı karşıya, aç ve işsiz kitlelerin, o yukarıdan sözü edilen militer-burjuvazi tarafından çok fazla pompalanan “hayırsever kapitalizm”e olduğundan daha büyük önem bahşetmesi ve bunu inandırıcı bulması neticesinde yukarıyı tehdit edeceği gayet açık. 28 Şubat’tan bu yana adına “dindar” diyen o büyük burjuvazi de, açıkçası, bu çöp sorununun halledilmesini istiyorlar. Bunu bir çöp sorunu olarak görüyorlar.

Hakikaten de militer bir irade gelse, bu çöp sorununu çözse, yani sınıfsal anlamda aşağıda biriken dalgayı tasfiye etse, bundan en büyük memnuniyet duyacak olan kendine o “dindar” etiketini yakıştıran burjuvazi olacaktır. Çünkü orada doğrudan bir tehdit durumu var. Dolayısıyla, AKP’yi de bu zemin içerisinde, bu ilişkiler ve karmaşalar içerisinde değerlendirmek gerekiyor. AKP’de hem bu büyük burjuvazi temsil ediliyor, hem de çok büyük beklentileri olan o kitleler temsil ediliyor. O kitlelerin yarattığı ciddi bir basınç var. O basınç dış politikada, zaman zaman, bir takım sapmalara yol açıyor. Filistin sorununa duyarlılık, İsrail’e düşmanlık -tam anlamıyla anti-siyonist bir nitelik kazanmış olmamakla birlikte- Müslüman İran’a yönelik Amerikan veya İsrail askeri müdahalesine karşıtlık gibi temel politikalar bir takım problemler getiriyor. Yani AKP, o kitlesel desteğinin duyarlılıkları temelinde baskı görüyor. Aslında, bu baskıyı başkaları sırtlansa ve bu sistem açısından kökleşmiş meseleyi çözse, hiç katılmadığım moda tabiriyle “varoş”un sesini sustursa, bunu en fazla alkışlayacak olan kendine “dindar” etiketini yakıştıran büyük burjuvazi olacaktır. Ama bu olmuyor tabi.

Yiğit Tuncay: Bu AKP’nin kendi tabanıyla arasındaki çok ciddi bir ikilem. Bir de madalyonun diğer yüzü var. Yani İstanbul sermayesinin baskısı. Mesela TÜSİAD’ın yeni bir hükümet arayışı içinde olduğu söylentileri var. TÜSİAD açısından, senin sözünü ettiğin “çöp sorunu” ve ekonomiye ilişkin çok ciddi sıkıntıları var.

Suat Parlar: Tekelci-sermaye rekabet halindedir. Aralarında büyük problemler yaşanır. Böyle bakıldığında, orta-sermaye katmanından yukarıya tırmanan ve bu tırmanışta da Türkiye’deki tarihsel birikimin ve yeni birikimin avantajlarından yararlanan bazı sermaye gruplarına yönelik müthiş bir TÜSİAD rekabeti görebiliyoruz. Ağırlıklı olarak TÜSİAD bu rekabeti de farklı ölçeklerde dillendiriyor. Bunu çok açık dillendirmiyor. Türkiye’de bir ekonomi-politik milâdı saydığım bir örneği vermek istiyorum: Türkiye’de kendini dini çerçevede sunan iki önemli finans kurumu birleşti. Bu birleşme 2005 yılında gerçekleşti. 2005 yılında bunun gerçekleştiği günlerde, neredeyse aynı gün TÜSİAD büyük bir kampanya başlattı. Bu kampanyada Aydın Doğan’ın denetimindeki basının “laiklik cihadı”nı başlattığını görüyoruz. Bunlar bir tesadüf değildir.

Yiğit Tuncay: Yani TÜSİAD orta ölçekteki bu sermaye gruplarını çok ciddi bir tehlike olarak görüyor.

Suat Parlar: Özellikle Türkiye’de çok karmaşık ilişkiler ağına sahip ve karmaşık ilişkiler ağını kendi cemaat dinamiğiyle bütünleştirmiş olan, orta-sermayeye kredi verecek kredi kurumlarının oluşması problem yaratıyor. Türkiye’de perakende ticaret açıkçası tâcın incisi. Çünkü yapılan hesaplara göre, Anadolu şu anda perakende ticaret anlamında 60-70 milyar dolarlık bir potansiyeli barındırıyor. Buraya kimin gireceği çok önemli. Bu perakende ticarette -ki toptancı olanları da dahil etmek mümkün- kendini o İslâmi çerçeve içerisinde yorumlayan orta seviyede sermayenin ağırlığını görmemiz mümkün. Dolayısıyla bunların tasfiye edilmesi lazım. Bu tasfiye süreci politik bir içerik taşıyacak ve hatta askeri bir içerik taşıyacak. İşin böyle bir yanı da var.

Yiğit Tuncay: Sözünü ettiğin bu pazarı emperyalizm de istiyor. Ve tüm girişimler bu kapanmayı açma çabalarına dayanıyor anlaşılan. Bu da 28 Şubat’ın ekonomi politiği oluyor galiba.

Suat Parlar: Türkiye’de laiklik tehdit altında olduğu için tanklar yürümedi Sincan’da. Türkiye’de büyük sermaye tehdit altında olduğu için Sincan’da tanklar yürüdü. Çünkü, burada bir oluşum söz konusu. Tekelci-sermayenin hizipleri arasında, egemenlik partileri arasında bir kavga söz konusu. Şu anda MÜSİAD’ın aşağı-yukarı 200 milyar doları bulan cirosu TÜSİAD’la yarışıyor. Bu çok önemli bir veri taşıyor. Kaldı ki, bu kendine özgü cemaat temelli ve giderek dini temelli ticari şebekeleşmenin uluslararası ölçeği de var. Burada herhangi bir iş yapan MÜSİAD üyesi Malezya’da, Endonezya’da ve Arap ülkelerinde kolaylık görüyor. Bunlar önemlidir. Dolayısıyla Türkiye’deki kavgayı iyi okumak lazım. Türkiye’deki kavga laiklik üzerinden yürüyen bir kavga değildir. Sermaye düzeni içerisinde hizipleşmiş ve Türkiye’de sermaye birikim süreci dünyayla bağlantılı olarak tıkandıkça, sorun yaşayan egemenlik düzeniyle bağlantılıdır. Bu bir ekonomi-politik mücadeledir. Bunun politik isimlendirmelerinin arkasındaki o sınıfsal hizipleşmeyi, kapışmayı çok iyi değerlendirmek gerekiyor.

Yiğit Tuncay: Önemli bir sermaye grubu da sayılan ordunun bu durumda konumu ne olacaktır sence?

Suat Parlar: Ordu bu konuda artık hakem olabilecek güce bile sahip değil. Çünkü birbiriyle kıyasıya mücadele eden ve kendi dış bağlantılarını da aynı zamanda yaratmış iki devasa sermaye egemenlik partisi arasında çatışma var. Eğer ordu bu çatışmada taraf olur ise bundan çok büyük zarar göreceğinin bilincinde. Çünkü 28 Şubat’ı tamamlayamadılar. 28 Şubatçıların hepsi daha sonra inanılmaz ölçüde kenara itildi. Darbelerin bir özelliği vardır; darbelerin önde gelen şef kadroları sistem tarafından onurlandırılır. Ya ekonomik anlamda ya da başka anlamlarda. İlk kez darbenin neticesinde neredeyse oybirliği etmişçesine bu insanlar kenara atıldı. Bu o darbenin tamamlanmamış olduğunu gösteriyor.

Buradaki temel mesele de, egemenlik hizipleri arasındaki kavgada henüz galibiyet alacak bir gücün ortaya çıkmaması. Buradaki temel noktalardan biri de, açıkçası, ABD’nin temsil ettiği küresel ideolojiye bağlı sermayeyle, finans oligarşisiyle ilişkili olan grupların sıkıntıya düşmesi. Çünkü, Amerika da şu anda dünyada güç kaybediyor. Amerika emperyalist bir ülke olarak, neredeyse, yavaş yavaş Britanya’nın o güç kaybettiği konumunun gerisine düşmüş vaziyette. Sadece dünyadaki imalatta ABD’nin payına bakmak bile bu konuda yeterlidir. ABD şu anda %9’lara gerilemiş vaziyette. Siz, %9’luk imalatla dünyada küresel imparatorluk olamazsınız. Size bel bağlayan, sizinle ittifak halinde olan dünyanın dört bir yanındaki egemenlik partileri veya sizin ticari, finansal ortaklarınız da bu çözülüşten, bu düşüşten etkilenirler. Dolayısıyla, Türkiye’de artık senaryosunu ABD’nin yazacağı bir darbe beklemek de abesle iştigal olur.

Yiğit Tuncay: Eskiden böyle bir düğümü çözümlemek daha kolaydı. Ama şimdi dengeler çok farklı ve düğüm daha da bir karışık.

Suat Parlar: Evet, bu durum ortaya çok karmaşık bir süreci çıkarıyor. Söz konusu karmaşık süreçte de; bir taraftan ABD’nin başını çektiği ama, ABD içerisinde de henüz tam bir mutabakata oturmayan, bir takım dış politika açılımlarına yönelik olarak Türkiye’de itirazını yükselten hükümet; diğer tarafta da devletle geleneksel ilişkilerine dayanarak, birebir ABD’nin ve müttefiklerinin siyasi çizgisinden yürünmesinin bir güvence oluşturduğunu savunan grup var. Bu ikinci grup, açıkçası, laiklik çerçevesi içerisinde ve giderek içi boşaltılmış “ulusalcılar”ı da peşinden sürükleyerek, sözde bir AKP düşmanlığı üzerinden, tersinden sosyal “Washingtonizm” yapıyor. Ama, kendini din çerçevesi içerisinde etiketleyen büyük sermaye gruplarının da, “Amerika’yla veya diğerleriyle hiçbir bağlantısı yok” demiyorum. Elbette bağlantıları var.

Örneğin; Cüneyt Zapsu’nun, Amerikalı ortakları var. Fakat, Amerikan egemenlik sistemini veya Amerikan kapitalist sistemini bir bütünlük içerisinde yekpare değerlendirmek de çok yanlış olur. Orayı da çelişkileriyle, çatışmalarıyla, karmaşık dengeleriyle birlikte ele almak lazım. Böyle bakıldığında, tek bir program etrafında cepheleşmiş güçlerden söz edemiyoruz. 12 Eylül’de böyle bir sermaye cepheleşmesi vardı. Sermaye o anlamda cepheleşmişti. Ama şimdi böyle bir cepheleşme de yok. Net politik bir program etrafında birleşme yok.

Dolayısıyla kavga kıyasıya bir kavga oluyor. Bu kavga çerçevesi içerisinde sokakta veyahut da kanlı senaryolar içerisinde gündeme gelen şiddet yoğunlaşıyor ve birikiyor. Ekonomi-politik ve dış politika anlamındaki birikim, zembereği geriyor. Gerilen zemberek, Şemdinli’de boşalıyor ve 65 ev havaya uçuyor. Şemdinli toz duman oluyor. Şemdinli’de, görülmemiş ölçekte resmi kurumların bir devlet krizi yaşanıyor. Ankara’da Danıştay’a saldırı düzenleniyor. Son derece önemli. Yani bu saldırının görünen veya görünmeyen yüzü gibi konulara girmeye gerek yok. Burada müthiş bir şiddet görüyoruz. O şiddet sadece saldırının kendisinden kaynaklanmıyor tabi.

Bu olayın sonrasında zihin bombardımanı yapılıyor. Türkiye’de küresel finans oligarşisiyle bağlantılı medya tekellerinin, büyük bir zihin yorgunluğu yaratmak amacıyla ve kendi politik doğrularını kabul ettirme, meşrulaştırma adına inanılmaz bir zihin bombardımanına yöneldiklerini görüyoruz. Bu anlamda Ertuğrul Özkök’ün çıkıp da, “bu Türkiye’nin 11 Eylül’üdür” demesi boşuna değil. 11 Eylül Amerikan halkında zihin yorgunluğu yaratmak ve zihinlerini teslim almak üzere yürütülen medya kampanyalarının adıdır aynı zamanda. Tüm dünyaya da bu yayılmıştır. Bunu, aynı zamanda, bu yönüyle değerlendirmek lazım. Türkiye’deki Danıştay saldırısında en vahim olan noktalardan biri bu muazzam ideolojik taarruzdur. Bütün izlerin birbirine karıştırılması, ortalama insan beyninin bilme, tetkik etme, analiz etme yeteneklerinin silinmesi söz konusudur. Bu açıkçası bütün örtülü ve açık emperyalist egemenlik araçlarının tezahürlerinden biridir.

Yani, böyle değerlendirildiğinde, bu egemenlik tezahürünü, zihin sömürgeciliğini, Türkiye’de başarıyla uyguladıklarını söyleyebiliriz. Eğer bir 11 Eylül saptaması yapılacak ise bu anlamda, ben buna katılıyorum. Türkiye’de zihin sömürgeciliğinde bir aşamadır Danıştay baskını. Çünkü, ne sorulması gereken sorular sorulmuştur, ne doğru hukuki temeller üzerinde bir yargılama süreci başlatılmış ve geliştirilmiştir. En kolay senaryolar, en kolay halkalar, her zamanki gibi tutulmuştur ve içi boşaltılmış bir senaryolar demeti halkın beynindeki karmaşayı daha da fazla arttırmıştır. Bu anlamda da yönetilme kolaylığında bir aşama daha katedilmiştir. Bir cemaatin mensubu, aslında, “şeyh”lik makamının da bulunmadığı bir cemaatin mensubu, 85 yaşında, Türkiye’de herhangi bir tapu işlemi yapıldığında tanıklığı kabul edilmeyecek yaşa gelmiş bir insan, camiden tutulup götürülerek tutuklanmıştır. Üstelik de, bu insan, anayasal nizamı ortadan kaldırmak için faaliyette bulunmaktan, yani, eskiden olsa, idam cezasıyla yargılanacağı bir suçtan dolayı hapse konmuştur. “Türkiye’de yıllarca elverişli vasıta yoktu ve Türkiye’de solcu gençler düzeni değiştiremezlerdi” deyip ortada gezen demokratlardan hiç ses yükselmemiştir. Bundan bir gizli memnuniyet de duyulduğu inancındayım ben.

Yiğit Tuncay: Ortalık karmakarışık ama, oynatılan senaryolar çok basit. Yaşadıklarımızda hiç bir derinlik yok. Sığlıkta boğulmayı başarabiliyoruz. Bu da ayrı bir yetenek ister.

Suat Parlar: Burada sistem açıktadır. Sistem 85 yaşında bir insanı tutuklamıştır. Sistem açısından inanılmaz bir çözülüş noktasıdır bu. Hukuki açıdan da, ahlaki açıdan da bir çözülüş noktasıdır bu. 85 yaşında iki özürlü çocuğa sahip bir cami imamından söz ediyoruz. Ve diyoruz ki; “Cumhuriyet’i ortadan kaldıracak insan budur”. “Türkiye’de devrimci gençlerin zaten elinde elverişli vasıtalar yoktu, bunlar isteseler de anayasal nizamı ilga edemezlerdi” diye yıllardır bunun savunusunu demokratlık adına yapan hiç kimseden ses yükselmiyor. Vahim olan bu.

Yiğit Tuncay: Ama böyle bir maduriyeti sahiplenmek, “ilericilik” kıstaslarına uygun düşmüyor demekki Suat. “İlericilik” ve “gericilik” kurgusu senaryonun en can alıcı bölümlerinden biri.

Suat Parlar: “Onlar” ve “biz” ayrımı değil mi? “Onlar” ve “biz” ayrımı cami avlusunda da kendini gösterdi.

Yiğit Tuncay: Eskiden “komünistler Moskova’ya” sloganı vardı.

Suat Parlar: Şimdi de “mollalar İran’a” sloganı. Bu işin ruhudur. İran’da molla bulamazsınız. İran’da devlet bulursunuz. İran devleti mollalardan önce gelir. İran’da devletin önceliği vardır ve şu anda, İran’da “Velayeti Fakih”in başında bulunan Ali Hamaney, Ayetullahlığını din adamlarından almamış, devletten almıştır. Sanıldığı kadar da etkili değildir. İran, herkesin muhayyilesinde yarattığı gibi teokratik değildir. Eğer mollaları bir yere davet etmek gerekirse, mollaların davet edileceği teokratik bir yapıya en uygun olan yer şu anda Amerikan Birleşik Devletleri’dir. “mollalar Washington’a” demek çok daha doğru olur. Dolayısıyla, “mollalar İran’a” sloganı kendiliğinden ortaya çıkmış bir slogan değildir bence.

Yiğit Tuncay: Evet. Nedense, ABD’nin Ortadoğuya yönelik her eyleminde ortaya çıkar bu slogan. Bir de Nazileri aratmayacak boyutta vahşet üreten İsrail’in de örtüsüdür. Diğer bir yönüyle de, bir süredir iç politikayı düzenlemekte de kullanılıyor.

Suat Parlar: Eylemin kimin işine yaradığı, ne olduğu, ne bittiği konularına girmiyorum ama, bu tip eylemlerin, açıkçası, Türkiye’de anti-siyonist dalgayı kırmada belli bir işlevi olduğu inancındayım. Çünkü, bu eylemden kısa bir süre sonra, Cumhurbaşkanı’nın İsrail ziyareti, bir hafta sonra da İsrail Dışişleri Bakanlığı’nın Türkiye’yi ziyaretinin protestosuz geçiştirilmiş olması, Türkiye’de kabaran dalgayla bağlantılıdır. Kaldı ki, Türkiye’de finans oligarşisinin televizyonlarında yorum yapan, Türkiye’nin vicdanı ilan edilen bir takım aylıklı muhaliflerin de Anıtkabir’e akan o topluluktan ne kadar mutluluk duyduklarını açıklamasını da önemli buluyorum. Siz, muhalefetinin inandırıcı olmasını istediğiniz kişileri arada sırada hapse atarsınız, farklı anlamlarda da onurlandırırsınız, o inandırıcı muhaliftir artık. Eğer, bütün hepsi birden cepheye sürülüyor ise, orada durup düşünmek lazımdır.

Burada merkezi bir irade vardır. Cepheye sürülenler kendilerini iyi bilirler. O sözleri iyi bilirler… O sözlerin anlamını, o sözleri etmenin gerekliliğini iyi bilirler… O sözleri ettikleri için, o yorumları kendilerine yaptırdıklarını iyi bilirler. Bunun için ayrıca direktiflere de gerek yoktur. Danıştay saldırısını da bu bütünlük içinde değerlendirmek lazım.

Yiğit Tuncay: ABD ve İsrail’in şiddete dayalı politikaları üzerinden bir karakteristik yapı ortaya çıkarmaya çalışıyorlar. Zaten tümüyle Batı dünyasının laiklik, demokrasi ihraç ettiği gerçeğini yaymaya çalışıyorlar. Bir kez daha karşımıza “emperyalizm gittiği yeri ilerletir” tezi çıkıyor. Bu tez de zaten her zaman tutuyor. Bu tez, aslında, vahşetin, yoksulluğun, sömürgeciliğin üzerini örten bir örtü olmuş.

Suat Parlar: Bir hafta sonra İsrail Dışişleri Bakanı’nın Türkiye’de protestosuz karşılanması, çok büyük bir kazanımdır. Türkiye’de gözüken iki cephe var; şeriatçılar ve laikler. Şeriatçılar yüzlerini Irak’a ve Ortadoğu’ya döndüler. Bunlar, aslında, tek medeniyet olan Batı’nın karşısında yer alan “barbar”lar. Eğer biz, bölgede demokrasinin tek vahası olan İsrail’e, laik İsrail’e, herşeye rağmen Taliban’a vuran, herşeye rağmen Türkiye’de üç darbe borçlu olduğumuz, laikliğin bekçisi olan güçlerin en büyük destekçisi olan Amerika’ya güvenmezsek, bu şeriatçılar bizi bozguna uğratırlar, cumhuriyetimiz yıkılır. Tam da böyle bir saflaşma yaşanıyor. Şu anda, kendini bu çerçeve içerisinde sunanların ulusalcılık iddiası da boştur. Böyle bir ulusalcılık olmaz.

Yiğit Tuncay: Ulusalcıların hikayesi, Türklerin modernleşme tarihinin karikatürize edilmiş hali gibi. Mesela Danıştay çok popüler bir senaryo üzerinden oynanıyor. Sözünü ettiğimiz popüler cephelerimizde yansımaları da farklı farklı oluyor. Şeriatçılar siniyor, laikçiler ön plana çıkıyor.

Suat Parlar: Danıştay soruşturmasının nasıl yürütüldüğü de meçhul. Örneğin, şu tip soruların sorulduğu inancında değilim. Danıştay saldırısından üç-dört gün sonra, Danıştay’ın ilgili dairesi, Ofer kararını açıkladı. Ofer kararı neticesinde, Ofer’in Tüpraş’taki hisseleri iptal edildi. Herkes çeşitli senaryolar üretti. Bence en büyük soru işaretlerinden biri burada duruyor. Ofer’in kararının neredeyse eş zamanlı olarak, belki de aynı gün çıkmasını çok önemli buluyorum. Çok hayati buluyorum.

Danıştay’da bu konuda kararı veren insanların da mesajı çok doğru algıladıkları inancındayım. Çünkü Danıştay aynı zamanda, politik hukukun yorumunu da çok doğru yapabilecek kadrolara sahip. Aynı hafta içerisinde, bu Tüpraş kararının iptal edilmesini son derece anlamlı buluyorum. Çok görünür olmasının insanlarda veya soruşturmayı yürütenlerde soru işareti yaratmaması da düşündürücü. Aynen Sivas’ta olduğu gibi. “Madımak’ta insanlar yakıldı”. Fakat o kadar görünür bir tablo vardı ki, faillerin görünür olması için her türlü tedbir alınmıştı. O yangından kısa bir süre sonra kabaran dalgayı da arkasına alan egemenlik sistemi Türkiye’de strateji değişikliğine gitti. O strateji değişikliğinin en doğru sonucu da Türkiye-İsrail Birleşik Devletleri’nin yapılanmasının ortaya çıkmasıdır. Geldiğimiz noktada da çok açık, Türkiye’de şu anda, Ortadoğu’ya yönelik olarak, dış politika anlamında ve Ortadoğu’yu kapsayacak tarzda bir dalganın kabarmaması sorunu yaşanıyor.

Yiğit Tuncay: Çünkü Türkiye’de herkesin kendi saplantıları var. Demokrasi ithalatçısı AB’ciler, sinmiş şeriatçılar, türbanımdan başka bir şey tanımamcılar, eyvah ben çarşaf mı giyicemciler, laiklik elden gidiyorcular, din dersi kaldırılsıncılar v.s… Türkiye’de durum bu. Hangi dalga Suat. Ama şu bir gerçek, ki ABD ve İsrail bölgede bir tsunami etkisi yaratıyor.

Suat Parlar: Ortadoğu’da çok ciddi bir direniş var. Ortadoğu’da ortak slogan “Allahu Ekber”. “Allahu Ekber” sloganını bu ülkede attığınız zaman size İran’ı gösteriyorlar. Ama unutuluyor, ki bu slogan Lübnan’da marksistler tarafından da, Iraklı laikler tarafından da, komünist partiler tarafından da atılıyor. Bu bir parola. Türkiye’de, iradeyi felç hale getirmek için; bloke etme, korkutma, ürkütme, saldırgan bir üslupla ulusalcılık kisvesi altında kitleleri açıkçası kuşatma stratejisi gündemde. Anıtkabir’e yürüyüşün anlamlarını doğru okumak lazım. Anıtkabir’e yürüyüş, Türkiye’de bir türlü kök bulamayan, bir türlü kendi politikasına destek anlamında kitle bulamayan emperyalist siyaset açısından da sevindirici bir durum. Zaten hepsi de desteklediler. Yabancı basın büyük destek sundu.

Şu slogan Washington’da bile atılmıyor; “Mollalar İran’a”. Orada milyonlarca Müslüman yaşıyor. “Mollalar İran’a”. İran neyi simgeliyor? Halen daha İran’ın bu bölgede neyi simgelediği anlaşılmadı mı? Güney Avrasya’ya küreselleşmenin girmesinin en büyük engel olduğu halen anlaşılmadı mı? ABD’nin, İsrail’in bu bölgedeki düşmanının İran olduğu anlaşılmadı mı? Nasıl bir ulusalcılık? İran parçalandığı zaman, Türkiye’nin topraklarının bütünlüğü koruyamayacağı anlaşılmadı mı? Hepsi değerlendirildiğinde bu ulusalcılık açıkçası belirli merkezlerden yönlendirilen bir ulusalcılık. Kaldı ki bunları son dönemde gerçekleştirdikleri bazı işlerin finansmanının da kimler tarafından yapıldığına bakmak lazım. Özellikle banka problemleri olan iş adamlarının nerelere fon akıttıklarını incelemek lazım. Bu iş adamlarının kendi ortaklarına bakmak lazım, borsa işlemlerine bakmak lazım. Bu iş adamlarının Türkiye’nin en büyük tefecileri olduğunu bilmek lazım. Bu iş adamlarının çok büyük dershanelere, okul zincirlerine sahip olduğunu bilmek lazım. Bunları çok iyi değerlendirmek lazım.

Yani çok masumane bir şekilde dalga kabarmıyor. Bunun yanı sıra para-militer bozkurtlar içerisinde en kanlı görevleri yapmış olanların bir anda böyle gelip ulusalcılığın merkezine oturması da ne demektir? Ulusalcılık sahipsiz mi? Ulusalcılık, dünyanın her yerinde devrimci sosyalistlerin programıdır. Başka bir ulusalcılık programı olamaz. Bunun dışındaki bütün ulusalcılık programları emperyalizmle uzlaşır. Emperyalizmle uzlaşmayı baştan hedefler.. Bunlar kim ki ulusalcı olacaklar. Finans oligarşisinin basın tekellerinden maaşlı ulusalcılık olur mu? Bu olsa olsa devşirmeliktir.

Yiğit Tuncay: Türkiye’de milliyetçilik veya ulusalcılığın arkasında Türklerin dışında herkesi bulabilmek mümkündür. Zaten sözünü ettiğimiz akımlar Avrupa’da ortaya çıkmış akımlardır. Bu akımları birileri belli amaçlarla başka yerlere taşıyarak, o bölgelerdeki siyaseti ve halkı kendi istekleri doğrultusunda manuple etmek amaçlı kullanmışlardır.

Suat Parlar: Evet. Türkiye’de çok açık biçimde Türkçülük, Selanik koordinatlarına oturmuştur. Yahudi koordinatına oturmuştur. Koordinatı iyi değerlendirmek, tetkik etmek lazım. Türkçülüğün asıl damarının sosyalist devrimcilik olması gerekiyor. Asıl damarının bu olması gerekiyor. İçi boşaltılmış, Yahudi finans kapitalinin koordinatlarına oturtulmuş bir Türkçülük, siyonizmin amaçlarına hizmet eder.

Şu anda Türkiye’de, İsrail’in altın çağını yaşadığı inancındayım. Türkiye, İsrail çağındadır. Türkiye’nin yüzyılı, İsrail yüzyılı olmuştur. Türkiye, açıkçası İsrail’in bölgedeki o korkunç katliamlarına, o soykırımcı psikopatlar çetesinin askeri fetih girişimine, en büyük desteği sunan bir ülke konumundadır. O desteğin sunulmasında da, kitlelerin korkutulmasının, ürkütülmesinin, iç savaş ve darbeyle tehdit edilmesinin önemi çok büyüktür. Sahte ulusalcılar hergün yatıp kalkıp insanları darbeyle, ezilmekle, baskıyla tehdit ediyorlar. “28 Şubat’tan daha beter yaparız sizi” diyorlar. Burada sorulması gereken, bu işin senaryosunu kim yazacak? Böyle hazırlıklarda var. Ordunun birliğini bozmaya yönelik olarak, yer yer “gençler” denilen, “jönler” denilen ama, “jön” olmayan, ne yaptığını çok iyi bilen soğukkanlı orta kademe silahlı bürokratlardan oluşan bir takım yapıların, İsrail destekli bir biçimde bir maceraya girişmesi de Türkiye’de söz konusu olabilir.

Yiğit Tuncay: İsrail, Ortadoğu’da kendi istediği düzenin sağlanabilmesi için bütün koşulları sağlamaya çalışıyor. İran düşmanlığını bile Filistin direnişine destek verdiği için olduğunu söylüyor. Mesele tek başına bu değil tabi. İran’ın bu şekliyle Ortadoğu’daki varlığı, ABD, AB ve İsrail’in ortak projeleri açısından sakıncalı duruyor. Bunun hem ideolojik, hem de çok ciddi ekonomik sebepleri var.

Suat Parlar: İsrail kendi varoluş probleminden dolayı emperyalist diplomasiyi de peşinden sürüklemeyi göze alarak ve Amerika’daki belli kurumların desteğini de arkasına alarak -şu anda çünkü Amerika’da İran’a yönelik bir askeri vuruş için irade oluşmuş değil-, İran’a yönelik bir askeri girişimde bulunabilir. Zaten, şu anda, Filistin’de soykırımcı psikopatlar çetesinin, siyonist varlığın, bu ölçüde saldırganlaşmasının gerekçesi askeri açıdan elinin boşalmasını sağlamak. O bölgedeki istihbarat ve askeri kapasiteyi, Filistin’in politik askeri omurgasını çatlattıktan sonra Kuzey Irak’a çekip, Kuzey Irak’ta sürekli hale getirmek çabası içinde görmek gerekiyor. Türkiye’de şimdi bu dönemde başında emekli generallerin bulunduğu bir takım Amerikan şirketlerinin Silopi’de üslenmesi de bunun bir parçası. Böyle değerlendirmek lazım.

Yiğit Tuncay: İran’ı adım adım planlayarak boğmaya çalışıyorlar. Bu planında en önemli ayaklarından biri, çevredeki müslüman ülkelerde ve dünya nezdinde bunu meşru hale getirecek politikaları üretmek.

Suat Parlar: İran’ı örtülü muhabere taktikleriyle kuşatma çabasıdır bu. Bu bir mevzilenmedir. Bu mevzilenme tutar ya da tutmaz, o ayrı. Şu anda böyle bir mevzilenme konusunda henüz daha emperyalistler ortak bir politik askeri iradeyi tam olarak oluşturabilmiş değiller. Ama nereye kadar gider bu, bilemeyiz! Dolayısıyla, İsrail, o bölgede kendisinin küresel politikalara hazır olduğunu ilan ediyor dünyaya. Diyor ki; “ben Filistinlileri ezeceğim, askeri kapasitem açığa çıkacak, elimdeki müdahale araçları çoğalacak, bu benim bu bölgede bir takım görevleri yerine getirmemi sağlayabilir”. Burada İsrail’in en büyük desteği kim? Türkiye tabi. Bu anlamda, artık, Türkiye’de iç politika-dış politika ayırımı yok.

“Türkiye-İsrail Birleşik Devletleri” kavramlaştırması, aslında, meseleleri aydınlatıyor da. Türkiye’deki siyasetçiler sadece Türkiye’nin siyasetçisi değil, aynı zamanda İsrail’in siyasetçisi. Yani, burada sadece genel oya dayalı bir onay mekanizması yok. Politikalarımızın, İsrail tarafından da onaylanması gerekiyor. Gerekçesi nedir diye sorarsak eğer, tek başına şu cevap bile yeterlidir: Türkiye şu anda Yahudi finans-oligarşisinin rehinesi durumundadır. Türkiye’de Yahudi finans oligarşisi, istediği anda finansal kriz çıkarabilecek durumdadır. Türkiye’nin en değerli sanayi kuruluşları, Yahudi finans kapitaliyle bağlantılı şirketlerin denetimindedir.

Bütün bunlar değerlendirildiğinde, rehine haline gelmiş Türkiye’de, artık tek başına Türkiye politikası olamaz. Aynı zamanda, sizin siyasetçiliğiniz, İsrail onayını almak mecburiyetindedir. Zaman zaman kendi kitleniz gözündeki meşruiyetinizi yitirmemek adına çıkışlar yapabilirsiniz. Örneğin; Hamas’la ilgili olumlayıcı açıklamalar yapabilirsiniz. Ama bunların hiçbir kıymeti olmaz. Kaldı ki, Hamas’ın müslümanlığı Türkiye müslümanlığından farklıdır. Filistin devrimciliği, Filistin müslümanlığı ne zaman NATO’nun kirli işlerini yaptı ki? Ne zaman soğuk savaş İslamcılığı yaptı ki? Ne zaman kontrgerillayla bütünleşti ki? Böyle bir durum olmamıştır.

Hamas’ın İslamcılığı, tipik bir 3. Dünya ulusal kurtuluşçuluğu ve devrimciliğidir. Devrimci İslam’dır. Devrimci İslam’la, Filistin’de Arap devriminin parçası, odağı haline gelmiş olan Hamas İslamı’yla, Türkiye’deki soğuk savaş yapılanması çerçevesinde oluşmuş İslamcı iradeyi birbirinden ayırmak lazım. Türkiye’de, müslüman, inanmış insanları ayırarak söylüyorum bunları. Bu işin üst düzeyde siyasetini güdenler, kendi varlıklarını meşrulaştırmak, ticaretlerini yapmak, siyasetlerini geliştirmek adına, hiçbir zaman anti-siyonist olmayan İsrail düşmanlığından yola çıktılar. İsrail düşmanı olmakla, anti-siyonist olmak her zaman birbiriyle örtüşmez. Bunları iyi anlamak gerekiyor.

Siz, partinizi organize ederken, Simon Perez’in baldızı olan İsrail Genel Kurmayı”na bağlı istihbarat birimlerinin en önde gelen isimlerinden ve dünyanın en etkili yüz kadını arasında sayılan bir kadını danışman yapacaksınız, o kadın sizi Davos forumlarına taşıyacak, başka noktalara taşıyacak, dışarıdaki işlerinizi yürütecek, ondan sonra anti-siyonistim diyeceksiniz. “Byford” denilen bira fabrikatörü -ki kendisi Hazar konusunda uzmandır ve AKP’liler kendisini iyi tanırlar- O zatı muhteremin eşidir. Bilderberg toplantılarının gediklisidir.

Dolayısıyla, bir yanıyla buralara tutunacaksınız, güvenceleri buralardan alacaksınız ve Jinsa’lar da konferans vereceksiniz, bütün Yahudi kuruluşlarında, Washington’da boy göstereceksiniz, ondan sonra çıkıp diyeceksiniz ki; “ben anti-siyonistim”. Richard Perle diplomasi yürüteceksiniz ve “ben anti-siyonistim” diyeceksiniz. Anti-siyonist olmak; imbiklenmiş kapitalizmin ruhunu temsil eden Yahudi finans kapitalinin bütün müdahale kapasitesini engellemek ve finansal araçlarını ona armağan eden ABD’ye karşı olmaktan geçer. Anti-kapitalist olmayan anti-siyonist de olamaz. İsrail karşıtlığı birebir her zaman anti-siyonizm anlamına gelmez. Anti-siyonist olacaksanız eğer, şu anda, kapitalist-emperyalist dünyanın en önemli enerji kaynaklarını kontrol etmek üzere Ortadoğu’da üslendirdiği o soykırımcı psikopatlar çetesinin temsil ettiği küresel egemenlik ilişkilerine karşıt olmak zorundasınız. Anti-kapitalizm, anti-siyonizmle bütünlüklüdür. Biri olmadan diğeri de olmaz.

Yiğit Tuncay: Sözünü ettiğin ilişkiler içinde olan bir sürü cemaat liderleri var Türkiye’de.

Suat Parlar: Türkiye’deki müslüman kitlelerin kabaran duygusallıkları, hassasiyetleri buz üzerine yazılan yazı gibidir. Yani bir yerde sözde gözyaşı dökenler, diğer tarafa giderler ve Yahudi finans kapitaliyle işbirliği yaparlar. Yahudi finans kapitaliyle bütünleşmiş cemaat liderlerini desteklerler. Bir tanesi Washington’da oturuyor. “Dinler arası diyalog” dediğiniz zaman, o dinler arası diyalog, bugün, artık neredeyse Yahudilikle özdeş hale gelmiş Siyonizmle diyalogdur. Siyonizmi büyük bir kutsallık halesi içerisinde ele alan Evanjelizmle diyalogdur.

Yani ahlaklı temellere oturan, çıkışındaki kurtuluş ilahiyatına bağlı bir Hristiyanlıkla diyalog yok ki burada. Egemenlik sisteminin odağında bulunan, o ideolojiyle bütünleşmiş Hristiyanlık ve Yahudilikle nitelik değiştirmiş Hristiyanlık, Evanjelik Hristiyanlık ve nitelik değiştirmiş siyonistleşmiş Yahudilikle diyalogdur. Şimdi, bunlara karşı çıkmayacaksınız ve sonra da “elhamdülillah müslümanım ve İsrail’e karşıyım” diyeceksiniz. Bu bir anlam ifade etmez. Siz sadece oradaki insanların, çığlıklarını belki vicdanınızla duyarsınız, fakat aklınız İsrail terörünü veya vahşetini durdurmak için harekete geçmez. Akıl karşı çıkmadığı zaman, vicdan çabuk soğur, aynen Türkiye’de olduğu gibi.

Dolayısıyla Türkiye’deki Müslümanların vicdanı, ne yazık ki akıllarıyla iç içe değil. Çağımızda mümin olmanın temel ölçütü sadece vicdanlı olmak değil, kapitalizme, emperyalizme, siyonizme karşı olmak ve bunları tetkik ederek, analiz ederek akıla yerleştirmekten geçer. Çünkü, Müslümanlar çıkış yaptıkları zaman, Mekke’de o devrimci çıkışı gerçekleştirdikleri zaman, varolan egemenlik sistemine vurarak çıkış yaptılar. Kendi çağının firavunlarıyla, kendi çağının baskıcı, sömürücü, asalak güçleriyle mücadele etmeyen mümin olamaz. Bu müminliğin doğasına aykırıdır. Bence Türkiye müslümanları, bu anlamda problemlidir ve bunların kendilerini temsil ettikleri siyasi örgütlere yansıyan iradeleri de hep çarpıtılarak değerlendirilir.

Yiğit Tuncay: Halkın bütün bu olan bitenlere karşı kayıtsızlığı Türkiye’yi dış politikada da kişiliksizleştiriyor. Yani imam ve cemaat ilişkisini bir de tersinden düşünmek lazım. Cemaat böyle olursa, imam da böyle olur. Bunlar hep birbirilerine belirleyen şeylerdir. Türkiye’nin bölgedeki önemini artık kimsenin çok fazla önemsediği yok.

Suat Parlar: Türkiye bu bölgenin posta güvercinidir. Türkiye gider, Şam’ı, Amerika adına tehdit eder. Türkiye gider, İran’ı tehdit eder. Tehditleri taşıyan bir posta güvercini gibidir. Böyle bakıldığında da, zaman zaman bazı görüşmelerin yürütülmesini farklı değerlendirmek gerekiyor. Hamas’la yapılan görüşmeler tek bir anlam ifade eder hale geliyor, o da ticaret. “Biz güçlüyüz, bunlar üzerinde sözümüz var, eğer siz belli çıkarlarda bizle ortak hareket edip dediğimizi yaparsanız biz Hamas’ı susturur ve durdururuz” da anlamına geliyor bütün bunlar. Durduramazsınız kardeşim. Hamas seni dinlemez. Hamas müslümanı senin gibi değil ki. Ama sen dışarıya önemini pazarlayacaksın. Dış politika, önem pazarlaması, stratejik pazarlama üzerinden yürür. Eskiden Türkiye, Rusya’ya karşı konumunu pazarlardı. Şimdi pazarlık o kadar küçüldü, ki ikna edici değil artık. Neyini satacaksın? Dışarıya stratejik önemini de satamıyorsun. Satabileceklerinden elinde kalan bu bölgedeki radikal devrimci İslâmcı örgütler üzerindeki etkinliğin. Kimse de yutmuyor, yutmaz da. Dolayısıyla, emperyalizmle yürütülen bu gizli diplomasi bir anlam ifade etmez, kitlelerin de zaten buna kanmaması gerekir.

Yiğit Tuncay: Doğru söylüyorsun Suat. Türkiye koğuş ağası değil, koğuş meydancısı gibi.

Suat Parlar: Aslolan devletten devlete ilişkilerdir. Devletten devlete ilişkileri de zaten gördük zaten. Orada, Türkiye en üst düzey ziyareti gerçekleştirdi ama, Hamas’la bir görüşme olmadı. Aynı Hamas, Rusya’da en üst düzeyde kabul gördü. Eğer, Hamas, bunların dediği gibi terörizmi destekliyor ise, Hamas bunların dediği gibi bir terörist ise, eli sıkılmayacak bir Hamas yönetimi söz konusu ise, Putin’in Hamas’a verdiği destek, Putin’in teröre verdiği destek anlamına gelir. Yeni terörle mücadele yasasına göre, Putin, yardım ve yataklıktan Türkiye’de gayet rahat yargılanabilir. Bu anlama gelir. O zaman terörün destekçisi olan Putin’le de ilişkilerini gözden geçirsinler.

Yiğit Tuncay: Bu söylediklerin, aynı zamanda İsrail’in de terör tanımlamaları içindedir.

Suat Parlar: Demek ki buradaki temel mesele başka. O terörizm saptamalarını da iyi değerlendirmek lazım. Türkiye’nin egemenlik sistemi bu konuda iki yüzlüdür. Yani, İsrail onlar açısından terörizmi temsil etmez. Halbuki İsrail bir devlet bile değil, sınırları belirsiz. Halen daha yayılıyor ve genişliyor. Irkçılığı benimsemiş bir hukuku var. Birleşmiş Milletler tarafından, zamanında mahkum edildi. Soykırımcı psikopatlar çetesinin yönetiminde. Ama, işte görüyoruz, Türkiye’nin desteğiyle bu operasyonlar yürütülüyor. İsrail’deki askeri endüstriyel kompleksin endüstriyel tabanını genişletmesini sağlayan Türkiye’dir. Sadece bu bile, Türkiye’nin, Ortadoğu’da İsrail’e verdiği desteğin boyutlarını gösterir.

Türkiye’nin verdiği o büyük ihaleler olmasaydı, finansal açıdan daralan Amerika’nın yardımlarıyla bütün bunlar gerçekleşebilir miydi? Türkiye orayı ayakta tutuyor. Türkiye, dünyada sadece onu da değil, silah endüstrisinin belli başlı merkezlerini siparişleriyle ayakta tutan bir konumdadır artık. Orada yürütülen tanklar, teknoloji harikası Merkava tankları ve diğerleri, buradan akan fonlarla Filistinlileri katlediyor.

Yiğit Tuncay: Peki Türkiye’de varolan İsrail karşıtlığı nerede?

Suat Parlar: Miting meydanlarını doldurmak, yürüyüşler yapmak, camilerde gıyabi namaz kılmak, bunların anlamı yok. Net bir biçimde çıkacaksın ortaya ve “İsrail’e ambargo koyuyorum” diyeceksin. “Türkiye, İsrail’e askeri ambargo koymalıdır ve bütün iktisadi ilişkilerini kesmelidir” diye her gün gösteri yapacaksın. Ta ki sonuç alıncaya kadar. Türkiye’nin, bu anlamda koyacağı ambargo bile İsrail’i kendine getirir. Sadece Türkiye bile, dünyanın karmaşık çelişkili ve emperyalist merkezlerin zayıfladığı döneminde böyle bağımsız iradeyle iş yapar. Nerede böyle müslüman, nerede böyle devrimci? Sadece gündelik bir takım eylemlerle kendi kurumsal finansmanını sağlamaya çalışan, siyasi prestijini sağlamaya çalışan yapılar söz konusu. Bunun da hiç bir kıymeti yoktur.

Yiğit Tuncay: Şu anda Hamas ile görüşmeler yapıldığı ve olumlu bazı sonuçların çıkabileceği izlenimini veriyorlar ama…

Suat Parlar: Hamas diplomasisi veya Hamas’a yönelik mesajlar verilmesi, Hamas heyetinin buraya gelmesi, bunların hiç bir anlamı yok. Anlamının olmadığını Hamas herkesten iyi bilir. Şu anda, İsrail’in su sorunu var. İsrail Manavgat suyunu pahalı buldu ve Ceyhan, Seyhan nehirlerinin suyu akıtılacak. İsrail’in enerji sorunu Türkiye tarafından çözülecek. Bakü-Ceyhan hattı Hayfa’ya aktarılacak. Sezer, Rusya’ya gitmeden bir hafta önce İsrail heyeti Rusya’daydı. Bu konuda Rusya ile görüştüler ve ikna da ettiler. Yani, Bakü-Ceyhan onlar için yapıldı. Bu kadar net söylüyorum. Onun dışında başka hatlar da gündemde. O hatlar, doğalgaz ihtiyaçlarını da karşılayacak. Fetişçi, yayılmacı ve soykırımcı psikopatlar çetesinin rehin aldığı bir Ortadoğu’nun sorumlusu Türkiye’dir. Onun için bu diplomatik bir takım atakları çok fazla ciddiye almamak gerekiyor. Ortadoğu’da genel olarak son durum budur.

Yiğit Tuncay: Evet Suat. Ortadoğu ve Türkiye’nin şu anda bulunduğu durum üzerine genel olarak konuştuk. Benim sormak istediğim bir soru daha var sana. Türkiye’de Sabataycıların izini sürmek gibi bir moda başladı ve bu yazarlar Sabataycıların tespiti üzerinden Türkiye’nin bulunduğu durumu analiz etmeye çalışıyorlar. Sence, bu Sabatay avcılığının sonuçları üzerinden nasıl bir politik açılım ortaya çıkar?

Suat Parlar: Türkiye’de keşif yapmak isteyen, Türkiye’de iz sürmek isteyen, militer kurumların izini sürecek. Türkiye’deki finans oligarşisinin izini sürecek. Medya patronlarının ve kontrgerilla ilişkilerinin izini sürecek. Öldürülen başyazarların medya patronlarının sorumluluğunda hangi yapılar tarafından katledildiğini araştıracak. Türkiye’deki uyuşturucu trafiğinin hangi okul zincirlerine aktığını keşfedecek. Türkiye’de etnik veya dini kökene göre insan araştırmak, kimin haddine! Ayrıca bu tip çalışmalardan şu anlam çıkar: Zaten güvenlik kırılmış, zaten üzerine uzun uzun konuştuğumuz çerçeveye hapsedilmiş, kıstırılmış Müslüman kitlelere en son olarak; “sizin dininiz de Yahudilerin kontrolü altında” mesajının verilmesi. “Bütün cemaatlar bunların kontrolü altında ve Türkiye’de Yahudi kontrolü dışında hiçbir gelişme olamaz”. “İslâmiyet de bunların kontrolü altında” mesajının verilmesi. En sonunda varacağı nokta budur ve bu noktadan sonra neler olur kestirebilmek çok güç doğrusu. Bunu örtmeye çalışıyorlar.

Her ne hikmetse, bu zihin bombardımanı da aynı medya tekelinden geliyor ve bu medya tekelinin araştırılması lazım. Bu medya tekelinin bütün faaliyetlerinin araştırılması lazım. Aldığı teşviklerin araştırılması lazım. Militer kişilerin araştırılması lazım. Finans oligarşisiyle ilişkilerin araştırılması lazım. Türkiye’nin en ciddi cürüm örgütleri, holdinglerdir. Holdinglerin araştırılması lazım. Bunları bir yana bırakıp Sabataist avcılığına mı çıkacağız? Var mıdır, holdingler üzerine büyük namlı iktisatçıların çalışmaları?

Türkiye’de holdingler birer cürüm odağı haline gelmiş. Dünyanın her yerinde olduğundan daha büyük ölçeklerde cürüm odağı haline gelmiş. Türkiye’deki pek çok kanlı bilmecede payı olan cürüm odakları. Bu niye araştırılmıyor. İsmail Cem’in sabataist olup olmadığını bilmek ne sonuca yol açar, neyi değiştirir, ne olur? Öte yandan bu cürüm odağı haline gelmiş holdinglerden bir tekinin bile üzerine gidilmesi, bu konuda çalışmalar yürütülmesi önemlidir.

Militer kurumların niteliği üzerine -senin tabirinle, keşifler yapılması- önemlidir. Bu militer kurumlar nasıl işliyor. Askeri endüstriyel kompleksten bahsediyorum ben artık. Türkiye’de kimse beni ciddiye almadığı için zaten cevap da vermiyor. Önemli bir kavram olduğu inancındayım. Kanıtlanıyor ve gerçeğe dönüşüyor. Türkiye’de emekli generallerin Amerikalılarla birlikte çok büyük güvenlik şirketlerinin içerisinde olduğunu görüyoruz. Şu anda Türkiye’de güvenlik şirketlerinin 300 bine yakın elemanı var. Bu güvenlik şirketleri, sadece Türkiye’de belli yerleri korumakla kalmayacak, bir müddet sonra Türkiye dışarıya güvenlik ihraç edecek. Şimdi Irak’ta sadece Amerikan ordusu mu savaşıyor? CIA, MI6, MI5, hatta Türkiye’de istihbarat örgütlerinde görev yapmış isimler oradalar. Özellikle de emekli olanlar.

Artık güvenlik küreselleşiyor ve özelleşiyor onların tabiriyle. Türkiye’de o usulde askeri endüstriyel bir kompleks var ve tabanını çok hızlı bir biçimde yaydı. Çok hızlı bir biçimde kendini meşrulaştırdı bile. Bunların hepsini bir kenara bırakacağız, belli kişiler üzerinde odaklanacağız. Üzerinde odaklanacağımız kişiler de, genellikle bize cevap veremeyecek, ölmüş gitmiş ya da vereceği cevapların çok da değer taşamayacağı insanlar olacak. Dokunulmazlara dokunulması gerekiyor. Dokunulmaz olana dokunacaksın. Bilim adamı veya aydın olmanın gereği de budur. Şerefli olmanın gereği de budur.

Yiğit Tuncay: Sabataycılar üzerine zaten Türkiye’de bir çok şey yazılmış ve çizilmişti. Ama bu birden bire magazinel hale getirildi.

Suat Parlar: Sabataistlere dokunan dokundu. Sabataistlerle ilgili olarak Türkiye’de İslâmcı kesimler binlerce sayfa yazdı. Mesele burada değil. Mesele, Türkiye’de anti-kapitalist bir mücadelenin çok büyük, güçlü, soluklu ve kavramlaştırılmış tarzda kampanya halinde birden fışkırmasını sağlamak. Yoksa Türkiye sol magazinciden geçilmiyor. Kürsü sosyalistlerinden sonra bir de Türkiye’de magazin sosyalistleri türedi. Magazin sosyalizmi var. Burada sosyalizm sözcüğüne değer yüklemiyorum.

Çünkü, o sosyalizm kavramı Bolşevik devrimi sırasında, çok kirli bir takım kişiliklerin kendi nitelendirmesinde de kullanılmıştı. Ama Türkiye’de bir sosyalist magazinin fışkırdığını da görüyoruz. Bu sosyalist magazinden son derece de memnunlar. Majestelerinin sadık muhalefeti çünkü. Muhalefetin bu noktalarda tutulması çok önemli. Köklü anti-kapitalist, anti-siyonist, anti-amerikancı, anti-emperyalist, anti-avrupacı, anti-batıcı bir muhalefet damarının oluşması engelleniyor. Magazin en rahat tutulabilecek halkadır. Magazin üzerinden çok fazla kafa yormadan her tür fikir üretilebilir.

Türkiye spekülasyon çağını yaşıyor. Bu düşünce düşünce alanında da yaygınlştı. Türkiye’de spekülasyon patladı. Türkiye’de spekülasyon, televizyon yorumculuğunda patladı. Köşelenmiş gazetecilerde, borsada ve en sonunda da sosyalist eskilerinde patladı. Türkiye spekülasyon cenneti. Spekülasyon bazen durgun olan suyu dalgalandırmak açısından iyidir ama, durgun olan su tekrar durulduğunda, o spekülasyon, hele de altı boş bir spekülasyonsa pislik biriktirir, çamur biriktirir. Türkiye’de çamur birikiyor. Dolayısıyla, bu sabataizm tartışmaları bizim dışımızdadır.

Yiğit Tuncay: Sözünü ettiğin medya tekellerinde son dönemde hem AKP ile ters düşme, hem de aynı zamanda Türk halkında AB’ye karşı inancın azaldığı tezi de ortaya atıldı. Gazetelerden hergün bu pompalanıyor. “%17 bir gerileme var geçen seneye göre AB’yi destekleme konusunda” diyorlar. Ne yapmak istiyorlar bunlar?

Suat Parlar: Amerika’nın zayıfladığını görmüyorlar. Amerika’nın ve İsrail’in kendilerine destek vereceğini, bu desteğe, Britanya’nın o malum desteğinin ekleneceğini düşünüyorlar. Çok yanılıyorlar. Amerika, şu anda, açıkçası, büyük bir sıkışma içerisinde. Bu henüz çözülmeye dönüşmedi. Bunu tespit etmek gerekiyor. Dolayısıyla, Türkiye’ye Amerika’nın vereceği destek, çok sınırlı bir destek. İşte, Avrupa Birliği alternatifi karşısında bu var. Emperyalistlerden emperyalist beğenme politikasının sonucunda böyle bir yönü var işin.

Yiğit Tuncay: Medya, AB üzerine olan gerçekleri yansıtmıyorlar. Şu anda AB’nin durumu nedir?

Suat Parlar: Bir varsayım bile değil. Avrupa Birliği yok. Bunu Türk egemenleri herkesten erken farkettiler. Çünkü, Türk egemenleri açısından önemli olan, buraya akacak kredilerdi. O kredilerin akmayacağı da anlaşıldı. Dolayısıyla, bu konuda çalışmalar devam eder ama, bu Tanzimat düzeninin yerleşmesi gibi olur. Tanzimat, Türkiye’ye 200 senedir yerleşmeye çalışıyor ve bir türlü yerleşemedi. Onun için sürekli yeni Tanzimatlar ilan ediliyor. Ben Avrupa Birliği sürecini zaten hiç bir zaman ciddiye almadım. Bunun ciddiye alınacak bir tarafı görünmüyor.

Türkiye’ye gelince, Türkiye egemenlerinin, özellikle de, silahlı bürokrasinin veya dışişleri bürokrasisinin seçkinlerinin -ki sistem adına çalışırlar- dünyaya halen daha 19. yüzyıl çerçevesi içerisinde algılamalarını doğrusu yadırgıyorum. Türkiye’nin en büyük talihsizliği, Türkiye’nin en önemli medya yorumcularının Milli İstihbarat Teşkilatı’nın eskilerinden edinilmesi. “Eskiye rağbet olsa, bit pazarına nur yağardı”. Bu eskilerin en önemli özelliği, milli olmaları. Milli eskiler, devamlı olarak, 19. yüzyıl jeopolitiğinde yapay eksenler yaratıyorlar. Yarattıkları yapay eksenler kendi kafalarında kalsa sorun yok da, bu çabucak yayılıyor.

İnsanlar da böyle düşünmeye başlıyor ve şunu görüyoruz; örtülü olarak dış politikada alternatif arayışları, Washington Times’e buradan yazılar ve haberler gönderme -sanki oradaki gazeteciler yazıyormuş-, “bakın AKP’ye yönelik de eleştiriler var havasının yaratılması. Durum bu. Ama şunu da söylemek mümkün, sistem AKP’den vazgeçmeyecek. Zayıflatacak, koalisyonlar içerisinde kullanacak ama, vazgeçmeyecek. Çünkü, bu bir siyasi omurgadır onlar açısından. Bu sistemin egemenlik yapılanmasında, siyasi yapılanmasında bir İslâmi kanat hep olacak. Bunu tutacaklar. Şunu da net olarak söylemek gerekiyor, açıkçası, AKP şu anda, “ben işbaşından uzaklaşıyorum, hükümeti bırakıyorum” dese bile, bıraktırmazlar. Bunu da net olarak görmek gerekiyor.

Bir Dinleyici: AB sürecinin TÜSİAD ve emperyalist şirketler için laik müşteri portföyünü genişletmekte bir katkısı yok mu?

Suat Parlar: Türkiye’nin ihracatının zaten önemli bir bölümü Avrupa Birliği’nde. İş ilişkilerinde de Avrupalı şirketlerin ağırlığı var. Amerikalı şirketler de son zamanlarda atak yapıyor ama, ağırlık Avrupalı şirketlerde. Laik bir müşteri portföyüne Avrupa tekelleri öncelik vermez. İçerdekiler ise, rekabet koşulları, pazara giriş veya sermaye edinim sürecinde ilkeler lehlerine olsun istiyorlar. Eğer bu problemler çözülürse, Türkiye’de başörtüsü meselesi bir günde halledilecektir. Hiç kimsenin bundan kuşkusu olmasın.

Yiğit Tuncay: Anadolu sermayesi ve İstanbul sermayesinin rekabetinin, iç politikada bu denklemleri ortaya çıkarması, aynı zamanda emperyalizmin Ortadoğu politikalarına da olumlu yansıyor. Ama, senin söylediğine göre bu sermaye gruplarının cepheleşmesini Laiklik ve şeriatçılık denkleminde aramamak lazım.

Suat Parlar: MÜSİAD-TÜSİAD arasındaki rekabeti pazara giriş koşullarında aramak gerekiyor. Pazara giriş koşullarını, TÜSİAD ve diğer büyük sermaye adaletsiz buluyor. TÜSİAD diyor ki; “kapalı cemaat ilişkileri ve dayanışma ağlarını harekete geçiriyorsunuz, dış ilişkileriniz de buna elverişli, biz pazara giremiyoruz, payımızı alamıyoruz”.

Bir de, Türkiye’de hizmetlerin serbestleştirilmesi dönemine girdik. Türkiye bu anlamda bazı anlaşmaları ilk imzalayanlardan oldu ve çok hevesliydi. Anlaşmalardan önce fiilen bu gerçekleşti. Hizmetlerin serbestleşmesi muazzam bir pastayı sunacak. D

olayısıyla, ihalelere girişlerde, TÜSİAD açısından hukuka uygun, adaletli, küresel mülkiyet hukukuna uygun ve kapitalist hukuka uygun adaletli bir ilkeler formülasyonu gerekiyor. Buna yönelik olarak, karşı tarafı her ikna etme kampanyası da laiklik olarak patlıyor. Halbuki her iki egemenlik tarafı da alabildiğine serbest piyasacı, alabildiğine küreselleşme ideolojisine bağlı, alabildiğine kapitalizm yanlısı. Mülkiyet rejimi konusunda aralarında bir fark yok. Ama biri oyunu kuralına göre oynamıyor. MÜSİAD’da bunu TÜSİAD’dan öğrendi. TÜSİAD da yıllarca bütün iç savaş süreçlerini, bütün kontrgerilla gücünü, bütün militer yapıyı, bütün emperyalist ilişkilerden kaynaklanan istihbarat kapasitesini bu haksız rekabette seferber etti, karşı tarafı ezdi geçti.

Şimdi karşı tarafta bu ölçekte olmasa bile, bir takım avantajları kullanıyor. Bu avantajlar D-8 olabiliyor, dışarıyla ilişkili körfez sermayesi, çeşitli kılıklara bürünebiliyor. Ve ne oluyor? Manşetlere bir anda TÜSİAD üyesi, Amerikalılarla ortak, gizli diplomasisinin yürütücüsü Cüneyt Zapsu’nun El Kadı ile ilişkisi taşınıyor. Niye taşınıyor? Bunu işte o çekiçler çerçevesinde okumak, değerlendirmek gerekir.

Yiğit Tuncay: Bir de Cumhurbaşkanlığı seçimi var bu gerilim içinde.

Suat Parlar: Yani bu iki sermaye hizbi arasında köprüdür. Ama son zamanlarda görevini yerine getirmiyor. Yani bunu yumuşatması gerekirken, yumuşatamıyor. Çünkü, pasta üzerindeki kavga çok büyüdü. Müthiş bir kavga cereyan ediyor. Ama şunu söylemek mümkün, eğer Türkiye’deki bu zemberek gerilirse ve beklenmedik bir biçimde boşalırsa, derhal bir egemenlik oluşur. Egemenlik oluştuğu zaman da başörtüsü ve diğer meselelerin çok kısa süre içerisinde çözüldüğüne tanık oluruz. Tabi o çözüm hangi politikacıya rastlatılır bilemeyiz. Mehmet Ağar’a mı rastlatılır, başkasına mı rastlatılır ya da kimi on sene iktidar yapmak isterler, bunu doğrusu bilemiyorum.

Bir Dinleyici: Batılı gibi alışveriş yapan ve tüketen türbanlı biri sorun değildir değil mi?

Suat Parlar: Asla sorun değildir. Katiyen sorun değildir. Sorun, Fethullah Gülen’in bile kola içmemesidir, kot pantolon giymemesidir. Asıl sorun budur. Yani tefeci sermayeyi kabul ettikten sonra, dabbetül arz gibi ciplere bindikten sonra, başınızda örtüyle, o örtünün onurunu koruyamayarak 3. sınıf pavyon programlarını aratmayan televizyon programlarında göbek attıktan sonra sizin örtünüz önemli değil. Buna kimse sesini çıkarmaz. Bu kitlelerin ehlileştirilmesidir. Ama bu kitleler de ehlileşemiyorlar, çünkü, bu kitlelere kaynak aktarılamıyor. Kaynak aktarılmadığı ölçüde bu kitlelerin yüzlerini öncelikle kendi dayanışma ağları çerçevesi içerisinde baronlarına dönüyorlar. Din baronlarına dönüyorlar. Kendi başlarındaki firavunlara dönüyorlar. Önce sistemi kendi başlarının üzerinde temsil edenlere dönüyorlar. Onların da aslında talebi, bir an önce bu atık sorunun, çöp sorununun sistem açısından çöpleşen bu insan güruhunun bir kenara atılması. Ama tabi bu nasıl gerçekleşecek? Gerçekleşme yöntemleri üzerinde problem var. Çok sert bir biçimde mi olacak bu, yoksa yumuşak bir geçiş tarzında mı? Onu hep beraber göreceğiz.

Yiğit Tuncay: Cumhurbaşkanlığı seçimlerini erkenden gündeme getirerek bu sorunlar konusunda gerilimi yükseltmeye çalıştılar.

Suat Parlar: Diyarbakır’da yaşanan olaylar sırasında ben kimin Cumhurbaşkanı olamayacağını net olarak gördüm. Kimin Cumhurbaşkanı olmayacağı net olarak bellidir. Ayrıca da, Cumhurbaşkanı olduğunuzu düşünelim, yani gerekli oyu sağladığımızı düşünelim ve bu yeterli midir diye bir daha düşünelim. Türkiye’de Cumhurbaşkanı başkomutandır. Ordunun başkomutanıdır.

Dolayısıyla, bu sadece seçimle ilgili bir husus değildir. Anayasa her zaman yazılı olanlardan oluşmaz. Yazılı kuralların dışında anayasal teamüller vardır. Örneğin, İngiltere’nin bir yazılı anayasası yoktur ve teamüllere dayalıdır. Türkiye’de teamül önemlidir. Başkomutan olduğu için Cumhurbaşkanlığı, seçimde de en az parlamento kadar, ordunun da yetkisi ve söz hakkı vardır. Cumhurbaşkanı olursunuz, ertesi gün Çankaya Köşkü’nün kapısında bekleyen Cumhurbaşkanlığı muhafız alayı çekilebilir. Bir saat sonra görevi geri iade etmek zorunda kalırsınız. Nereye iade edeceksiniz görevi? Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ihdasına. Bunu yaparsınız, istifa ettirirler sizi. Bundan daha büyük kriz olur mu? Cumhurbaşkanlığı muhafız alayının çekildiğini düşünün. Kendi başkomutanını tanımadığını düşünün. Bu bir oylamadır işte. Benim düşündüğümü herhalde başkaları da düşünüyordur. Dolayısıyla, böyle bir düşünme de yoksa, o zaman biz daha çok Diyarbakır yaşayacağız demektir. Çünkü, Diyarbakır’a hakim olamayanı, yakın Doğu’nun ve Ortadoğu’nun en önemli merkezlerinden olan Ankara’da, o en önemli olan makama oturtturmazlar.

Bir Dinleyici: Peki bu çerçevede, bu bir iç siyaset sorunu mudur?

Suat Parlar: Türkiye’de artık bir iç siyaset sorunu yoktur. Türkiye’nin militer kurumlarının uluslararası ilişkileri açısından düşünüldüğünde, Türkiye’nin Cumhurbaşkanlığı seçimi, tüm bu kurumsal ilişkiler ağında aynı zamanda dışarının seçimi anlamına gelir. Yani, burada ulusal bir iradeden ziyade dünyanın belli başlı bütün militer, ekonomik, finansal güçlerinin, daha doğrusu dünyayı yöneten Sezarların bu konuda bir karar vermesi gerekir. Dünya bir cumhuriyetler topluluğu değil, Sezarlar topluluğudur.

Yiğit Tuncay: Her söyleşimizde konuşuyoruz ama, bir kere daha değerlendirmek lazım. Türkiye’ye eğitim alanına, kültürümüze yönelik AB fonları akmakta. Bununla ilgili tekrar neler söyleyebilirsin?

Suat Parlar: Akan fonların hiçbiri Türkiye’ye akmıyor. Özel sermayeye akıyor. Özel sermayenin Türkiye’de hizmetler alanına girişini kolaylaştırmak açısından bu fonlar akıyor. Çünkü, bu koçbaşını takiben Avrupa burada büyük yatırımlar yapıp yapmamaya karar verecek. Daha önceden de buna benzer dönemler yaşandı. Örneğin, Çukurova’da büyük barajlar kurulurken Türkiye’ye kredi veren Amerikan Kalkınma örgütü -ki CIA ile içiçedir-, “herhangi bir öz varlığı olsun olmasın, bunun %51’ini özel sermayeye vereceksiniz” dedi.

Çünkü, Türkiye’de kapitalizmin bu köşe taşlarını tutmasını istiyorlardı. Eğitim, sağlık gibi şeyler büyük kâr alanlarıdır. Çünkü, kâr artık, doğrudan doğruya beşerin yağmalanması üzerinden, beşerin tüketilmesi üzerinden elde ediliyor. Kârda böyle bir kapı açıldı. Bu da çok yadırganacak bir nokta değil. Yani, artı değer sömürüsünü çok fazla şematize ederek işin içinden çıkamayan kafası bulanık dogmatikleri bir kenara bırakırsak, aslında, sermayenin ilksel birikim sürecinde insan ticareti, insan hırsızlığı, yağma, talan, çalma, çırpma, bunların hepsi vardı. Beşerin tüketilmesi üzerinden çok ciddi karlar sağlamak bu sistemin doğasına aykırı değildir. Ama, onlar büyük bir iyimserlikle kapitalizmi değerlendirdiklerinden bunu görmezler. “Yaratıcı yıkıcılık” derler.

Kapitalizm sadece yıkar ve hiçbir şey yaratmaz. Çağımızda da bu özelliğini, bu niteliğini yeni bir alana taşıdı, o da hizmetler alanıdır. Özellikle kamunun kontrolünde olması gereken alanlar müthiş bir talana açılıyor. Burada da eğitim ve sağlık başta yer almaktadır. Avrupa Birliği’nden gelen bu fonlar, bu alanda koçbaşı işlevi görecektir. Bunu yapacaklar. Ama unutmayalım, ki eğitim ideolojisiyle birlikte gelir.

Yiğit Tuncay: İşgal açık olsun veya gizli olsun bu değişmez bir kuraldır zaten.

Suat Parlar: Avrupa Birliği fonları buraya akarken, o Avrupa Birliği fonlarına hem bir ideolojik güvenlik sağlayacak, hem o fonların propagandasını yapacak, hem de o fonlara bir meşruiyet sağlayacak ve bu meşruiyeti Avrupa emperyalizminin meşruiyetiyle bütünlükle ele alacak yapılara ihtiyaç vardır. Peki Kim bu yapılar? Avrupa solcuları tabi. Türkiye’de böyle bir Avrupa solculuğu hep gündemde olacak. Bunlar raporlar düzenleyecekler ve Avrupa’nın hizmetler alanına girmesinin önünü açacaklar. Her zaman şu propagandayı yapacaklar; “Avrupa nitelikli insan yetiştirir, medeniyeti orası temsil eder”. Ve diyecekler ki; “biz size”, -tabiri caiz ise- “nurlu ufuklar vadediyoruz”. “Hizmetler alanı açılıyor”, bunun propagandasını yapacaklar.

Propagandanın yapılmasına ihtiyaç var, başka bir alana benzemez. Bu endüstriye benzemez. Sürekli olarak bunun propagandasının yapılması lazım. ABD, Türkiye’yle ilk savunma anlaşmalarını yaptığında, -1947’den sonra resmi gazetelere bakmakta yarar var, herkes de bulabilir-, anlaşmalara bir şart koymuştu, -o şartı ben kitaplarıma da aldım- “bu anlaşmalar neticesinde, Türkiye’nin bundan ne kadar yararlanacağının propagandası sürekli yapılacaktır”. Emperyalistler bu propagandayı temel şart olarak koyarlar. O zaman bu propagandayı kim yapacaktı? Türkiye’de Amerikancıların olması gerekiyordu. Bu propagandayı yapmak üzere kadrolar yetiştirdiler. İslamcılar da vardı bunların içinde Türkçüler de var, hatta Amerikan solcuları da vardır. Bu işi o kadrolarla götüremeyeceklerine göre, bu işten çöplenecek yeni kadrolar bulunması lazım, burada da en iyisi eski solculardır. Tabi burada özellikle paramiliter bozkurtların veya diğerlerinin de kabarmasını iyi değerlendirmek lazım.

Düşünün, ki düne kadar batıyla ilişkileri onlar götürüyordu, burada hür dünyanın temsilcisi olarak komünizme karşı mücadele veriyorlardı, ki batının en önemli ayağı Türk-İslam sentezcileriydi, bir anda işlevsiz kaldılar. Bu işlevsizlik beraberinde parasızlığı da getiriyor, çöplenecek alanlar da azalıyor. İşin böyle bir ekonomik boyutu da var. Çöplenecek alanlar azaldığı zaman, kavga çok büyür. Ve o kavga kendine ideolojik biçimler de yaratır. Bir taraftan milyonlarca euro, özellikle de, kendilerinin bir dönem kavga ettirildiği solculara akarsa bundan alınmaları da son derece doğaldır. Çünkü, o hür dünya, o Avrupa merkezi, o Brüksel, o Washington yıllarca paramiliter bozkurtları, soğuk savaş İslamcılarını besledi, hür liberalleri besledi. Şimdi durum değişti.

Bunun için diyorum ya ben, Türkiye’de TÜSİAD yakında bir sol parti kuracak. Ama TÜSİAD tabi bu sol partiyi kurarken kendisi açıkça kurmayacak. Bu konuda sendikalar ne güne duruyor? TÜSİAD’ın bütün tezlerini savunan, kalite kontrol çemberlerini savunan, verimliliği savunan, TÜSİAD’dan daha fazla verimliliği savunan sendikalar var. TÜSİAD’ın ayrıca parti kurmasına gerek yok. TÜSİAD adına büyük sendikalar sol partiyi kuracaklar. Ve bu Türkiye’de Avrupa solunun yerleşmesi de mevzi olacak. Avrupa Birliği olsa da olmasa da, Avrupa, Türkiye’de politikasını yönlendirirken yayılmacı diplomasiye dayanacak. Bu böyledir.

Bir Dinleyici: Eğitim alanına ilişkin bir soru sormak istiyorum. 25-26-27 Kasım tarihleri arasında 2005’te, Darphane’de, “Alternatif Eğitim Sempozyumu” diye bir sempozyum yapıldı. Bu alternatif eğitim sempozyumu içerisinde alternatifler olarak anlattıkları eğitim modelinden bir tanesi, Brezilya’daki topraksızlar hareketi, işgallerle toprakları büyük beylerden alan MST’nin kendisinin yarattığı eğitim sistemini, alternatifler arasında anlatıldı. Bu konuda uzman olduğu düşünülen bir belgeselci şahıs konuşturuldu. Alternatifler içerisinde söylendi ve topraksız köylüler gibi bir yandan da kapitalist merkezleri ve oranın bakış açısına uyan bir hareket olarak da anlatılıyor. Böyle ifade edilen bir hareket alternatif sempozyum içerisinde anlatıldı. İlk başta bir sorun yok gibi gözüküyor bu anlamıyla, alternatif olduğu için böylesi bir şey anlatılması lazım. Fakat daha sonra yapılan bu etkinliğin destekçi kuruluşlarına bakıldığında, sizin de vurguladığınız bazı o kurumların yanı sıra “Açık Toplum Enstitüsü” de var. Bu Latin Amerika meselesi bu anlamıyla başka bir ajan olarak gelmeye başladı Türkiye’ye…

Suat Parlar: Bize söylenen şu; kamusal kaynaklar üzerindeki toplumsal baskının, sınıfsal baskının kalkması lazım. Bu nasıl olacak? Özerk, yarı-özerk, kendi gücüne dayanan, öz yönetime dayanan toplulukların kendi eğitimini, sağlığını organize etmesi. Bu baskı kalktığı zaman, ticarileşen sağlık ve eğitim alanındaki fonlar ne olacak? Özel sermayenin kanallarına akacak. Şöyle bir eğilim de dünyada gelişiyor; “küreselleşmeye hayır”. Zinhar, “bunu her kimse söylüyorsa, eksik söylüyor” demiyorum, “bilinçli olarak çarpıtıyor” diyorum. Kapitalizme hayır. Küreselleşme -ki bir ideolojik formülasyonlar topluluğudur, bir kurumlar şebekesi bile olduğu kuşkulu, çünkü halen daha ulusal emperyalizm üzerinden yürüyor- böyle değerlendirildiğinde yerini başka bir tarza bıraktığında problem bitecek mi?

Küreselleşmeye karşı olmak demek kapitalizme, emperyalizme karşı olmak demektir. Bunları bir kenara bırakıp küreselleşmeyi ön plana çıkaran kampanyalar ve moda Latin Amerika solculuğu açıkçası bu anlamda iyi incelenmelidir. Çünkü, Latin Amerika solculuğunun özyönetimciliği, sözde toplumun kendini idare etme dinamiklerine dayanması, çok kuşku uyandırıcıdır. İstenen tam da budur. Bir bütün olarak egemenlik sisteminin parçalanması ve o parçalanmadan sonra ele geçirilen gücün, tümüyle emekçi halkın çıkarlarına seferber edilmesi başkadır, O gücün bir yerlerinden kemirmek, kısa vadeli sözde mücadelelerle çok radikal görünerek, aslında, o güce kan vermek başkadır.

“Açık Toplum Enstitüsü”nün desteğini hiç yadırgamamak lazım. “Açık Toplum Enstitüsü”nün fikri önderi George Soros’un küresel kapitalizmi eleştiren bir kitap yazdığını da hiç unutmamak gerekir. Kapitalizme yönelik en ciddi eleştirilerden biri gibi görünmekle beraber, özünde kapitalizmi uzun vadede gediklerinin tıkanmasıyla ilgili alarm veren nitelikler taşır. Böyle değerlendirmek lazım.

Yiğit Tuncay: Yapmaya çalıştıkları şeyler, eğitimi ve sosyal devlete bağlı olan sağlık alanını devlet ekseninden çıkarıp, alternatif başlıkları altında sermayenin güdümüne verip o parayı doğrudan kendi kasalarına akıtmak. Yani vatandaşı bu alanlar temelinde müşteri haline getirmek. Ama tabi bunu hemen yapabilmek mümkün değil. Onun için önce devleti yıpratmak gerekli. Devletin bu işleri yapamadığını, beceremediğini, kaliteyi düşürdüğünü söyleyip, bağımsız ve alternatif gibi kavramlarla olumlu hale getirip muhalefeti de kendi yanlarına çekerek yavaş yavaş sosyal devlet olgusunu ortadan kaldırmak istiyorlar. Bunun tabi ideolojik sonuçları da var. Bir de bu alternatif kesimlerin açtığı kampanyalar var. “Kız çocukları okutulsun, töre cinayetleri son bulsun” gibi.

Suat Parlar: Evet. “Açık Toplum Enstitüsü”nün verdiği destekler, kamusal fonların büyük tekellere aktarılmasını güvence altına alacak ve bu konudaki muhalefeti eğitecek, rehabilite edecektir. Türkiye’de pıtrak gibi bu anlamda kuruluşlar bitiyor ve hepsine de fon veriliyor. Sadece bu alanda kalınmıyor. İnsanların eğitimsizliğinden sistemi değil de, ailelerini sorumlu tutan yaklaşımlar var. Her gün bir babayı televizyonlara çıkartıyorlar, suçlu gibi gösteriyorlar, “kızını okula götürmüyor” diye. Bu insanın aldığı veya alamadığı asgari ücret, hayat koşulları, evsizliği bunlar üzerinde durulmuyor. Aksine “suçlu bu” diyorlar. Burada sisteme yönelik en küçük bir dokundurma yok. Yapay gündemler yaratılıyor.

Mesela “töre cinayetleri” diyorlar. Bu cinayetlerin hiç birinin töreyle ilgisi yoktur. Kaldı ki hukukun temel kaynaklarından biri töredir. Töre, hukuktur. Şu anda Türkiye’de de anayasaya göre; anayasa baştadır, ondan sonra yasalar gelir, ondan sonra da örf ve adet. Örf ve adet, hukuktur. Örf ve adet olmasın demek, töreyi bu anlamda sinsice kemirmek demek, toplum hukuksuz olsun demektir. Törenin en önemli özellikleri; tefeciliği bağışlamaması, dayanışmacılığı, namusa bakışı, ve onur anlayışıdır. Namus denildiği zaman, sistemden, özellikle, kadına yönelecek ve o kadını çözecek, o kadını bir meta yapacak olan tehlikenin bertaraf edilmesi anlamına da gelir.

Ne yapalım? Kadınlarımızı, hergün televizyonlarda bize gösterdikleri o anlayışa teslim mi edelim? Bunu mu istiyorlar? Yani, bu anlamda erkek egemen kavramı gibi garip kavramlar havada uçuşuyor. Egemenliği cinsler temsil etmez, egemenliği sınıflar temsil eder. Türkiye’de kadınların egemen olduğu noktalar da var. Mesela Türkiye’de bir kadın başbakan oldu. Kimse kadın egemen bir toplumdan söz etmedi, doğru da olmazdı. Çünkü, Tansu Çiller nihayetinde orada büyük sermayenin temsilcisi olarak bulunuyordu. Böyle değerlendirildiğinde, özellikle, Türkiye’de kapitalizmin istediği insanları atomize edip, -ki bunun adına bireyselleşme deniliyor- kendi yalnızlığı içerisinde kuşatıp teslim almaktır. Tüketim toplumunun kölesine dönüştürüp, kapitalizmin kölesi yapmak istiyorlar insanları. Ve bütün bunları özgürlük olarak sunuyorlar.

Yiğit Tuncay: Bu kampanyaların belli başlı kentleri var bir de. Bu kentler bir AB parlementerleri ziyaret ediliyor, bir de bu kampanyaları yürüten taşeronlar tarafından.

Suat Parlar: Bu kampanyaların Diyarbakır üzerinden yürütülmesi çok hazin. Kadın derneklerinin en fazla yoğunlaştığı yer orası. İnanılmaz derecede vahşi bir kapitalist saldırıyla karşı karşıya bu insanlar. Emperyalist, militer, istihbarat aygıtlarının hepsi orada savaştılar ve orada sadece Türkiye bulunmadı. Oradaki diğer güçleri de iyi algılamak lazım. Bakıyoruz, ki bunların hepsi bir kenara bırakılıyor, erkek egemenliği, töre cinayeti, bunlar üzerinden mesele yürütülmeye çalışılıyor.

Eğer bir istatistiksel çalışma yapılır ise, böyle çok büyük bir patlama gibi gösterilen töre cinayetlerinin, 1950’li yıllarda şimdikinden çok daha fazla olduğunu söyleyebiliriz. İsteyenler Kemal Tahir romanlarına müracaat edebilirler. O romanlarda anlatılır cinayet koğuşları. Bu Türkiye’de yeni bir olgu değil ki. Bu meselenin çözümü de, erkek egemenliğinin üzerine gitmek, töreyi reddetmekten geçmiyor. Tersine insanların örf ve âdetlerini hatırlamalarından, değerlerini hatırlamalarından, değerler konusunda bellek tazelenmesinden geçiyor. Eğer bellek bu anlamda tazelenirse, kapalı bir bölgede yaşayıp, porno yayınları seyredip, ondan sonra da en yakınında bulunan ailesinden birisine tecavüz eden insanların da tecavüzü engellenir. Onların duygularını kışkırtacaksın, hergün televizyonlarda inanılmaz ölçüde cinsel şiddeti insanlara pompalayacaksın, kapalı toplumlarda en yakınında bulunana tasalluta yeltenecek bu insanlar, ondan sonra da bunu töreye bağlayacaksın.

Töre de ensest yoktur. Ensest ağırlıklı olarak Türkiye’de bunu bir araştırmaya dayanarak söylemiyorum ama, kapitalizmin yerleşme süreciyle birlikte insanların duygularından kâr elde etmeye çalışan, cinsel yayınların patlamasından sonra ortaya çıkmıştır. Onun için, ensestin önüne geçilecekse, insanların önce örf-âdet hukukunu pekiştirecekler. Yoksa, basit değerlendirmeler ve yorumlarla, özellikle akademik alanda veya medyada köşelenerek bunu yapıp, köşelenmeyi daha sonra nemalanmaya dönüştürmek bu cinayetleri engellemez. Tersine bu cinayetleri arttırır, yoğunlaştırır. Daha da artacağı inancındayım. Çünkü bu cinayetlerin temelinde kapitalist kitle kültürü, kapitalist kitle kültürüyle bütünleşmiş olan müthiş cinsel şiddetin insanlara zerkedilmesi, insanların ruhsal bütünlüklerinin bozulması olgusu yatıyor.

Zihinler sömürgeleştirilmeden kapitalizm hükmedemez. Zihinleri sömürgeleştirilmenin en doğru yolu da insanları cinsel açıdan esir almaktır, teslim almaktır. Sistemin yaptığı tam da budur. Dolayısıyla bunu iyi değerlendirmek lazım ve Güneydoğu’daki çanak antenlerin sırrını iyi çözmek lazım. O çanak antenler sadece politik yayınları izlemek için değil. Çanak antenleri oraya kimin soktuğuna bakmak lazım, o medya kampanyalarını araştırmak lazım.

Yiğit Tuncay: Bütün bu konuştuklarımız dışında, Türkiye’de solculuğun, genel olarak hangi eğilimleri taşıdığını söyleyebilirsin?

Suat Parlar: Türkiye’de, özellikle sol açısından, son dönemde iki tarz-ı siyaset gündemde. Üçüncü tarz-ı siyasetin bunlardan farklı olduğu inancındayım. Birinci tarz-ı siyaset; Latin Amerika solculuğu ve ikinci tarz-ı siyaset; Ortadoğu solculuğu. Aslında, Ortadoğu solculuğuyla bütünleşmiş, anti-batıcı, moda solculuk anlayışlarının hepsini reddeden bir sol anlayışın Türkiye’nin kendi renklerinden ve tarihinden de beslenerek üçüncü tarz-ı siyaset olarak gündeme gelmesi gerektiği inancındayım. Ama bu olmasa bile, şu anda, Ortadoğu solculuğunun, Latin Amerika solculuğundan daha önde olması gerekliliğine dair inancım var.

Çünkü, Latin Amerika solculuğu, uyuşmacı, sistem tarafından onaylanan, dünyanın dört bir tarafındaki medya tekellerince örnek gösterilen bir solculuk anlayışı. Müziğiyle, modalarıyla, açıkçası; 1968’deki hippi kabarmasının bazı ölçülerini de motifleştiren, en azından Batı’da ve Türkiye’de bu tarz yansımalar yaratan, kendine özgü modalar yaratan bir solculuk anlayışı. Latin Amerika merkezinde bu işin ne olduğunu söylemek istemiyorum. Pek çok yerde kıyasıya mücadeleler veriliyor, bu doğrudur.

Ama o kıyasıya mücadelelerin silahlı olanları zaten ön plana çıkarılmıyor. Ağırlıklı olarak barışçıl, sisteme vurmayan, sistemin komuta-kontrol merkezleriyle çatışmaya girmeyen, sözde toplumsal meşruiyet adına ve kitlesellik adına sulandırılmış programlardan yola çıkan ve o sulandırılmışlık adına da çok radikal görünen, çevreci değerlendirmelerini, feminizm değerlendirmelerini, benzerlerini ön plana çıkaran bir yaklaşım var.

Bu yaklaşım çerçevesinde de ana bağlantı zaten alabildiğine koparılıyor. Çok net bir biçimde bu solculuk türünün marksizmle beslense de, devrimci olduğu inancında değilim. Çünkü, her marksizmin her zaman devrimciliği temsil ettiğine de inanmıyorum. Çünkü ileri sürülen “başka dünyalar mümkün” anlayışının içi boş. Çünkü, o imkânın nasıl olacağına dair bir yol çizilmiyor. Ama diğer tarz-ı siyasette Ortadoğu solculuğunda, sistemin istemediği tarz-ı siyaseti görüyoruz.

Yiğit Tuncay: Sistemin istemedeği tarz siyasetten neyi kastediyorsun?

Suat Parlar: Sistemin istemediği tarz-ı siyaset şudur; insan hakları koordinatlarından çıkmış, sistemi, komuta-kontrol merkezlerinden vuran, gözüpek, kitleselleşme konusunda saplantıları olmayan, ama kitle çizgisini yitirmeyen, Lübnan-Irak-Filistin veya benzerlerinde görüldüğü üzere, Amerika’yla İsrail’le çok kanlı çatışmalara girebilen, bu konuda silahlı mücadele programı olan, anti-batıcı bir sol anlayışı. Bu sol anlayışı, marksistlerin de temsil ettiğini söylemek istemiyorum.

Çünkü, dediğim gibi, ben bu devrimciliği veya bu sol anlayışı marksizm gündeminde hiç görmüyorum. Böyle değerlendirildiğinde, bu tarz-ı siyasetten şiddetli bir kaçış var. Ve o kaçışın yolunu da, Türkiye’de özellikle, medya tekelleri açıyorlar. Basında köşelenmişler, gidip Latin Amerika solunu inceleyip, yazabiliyorlar. Kimse de sormuyor, “nasıl oluyor, ne kadar düşünce özgürlüğü var Türkiye’de” diye? Bu ülkede insanlar düşüncelerinden dolayı halen hapishanede ama, birileri Latin Amerika solunu alabildiğine propagandasını yapabiliyor, bu konuda belgeseller hazırlanabiliyor ve televizyonlarda bunlar gösterilebiliyor. Orada bir ağıl var ve o ağıla herkesi birden yönlendirme var. Çünkü, Ortadoğu’da mücadele çıtası yüksek ve emperyalizm burada mevzi kaybediyor.

Yiğit Tuncay: Bir de gündemde Chavez gerçeği var. Enteresan bir model getirdi ve bu model çok fazla ilgi görmeye başladı.

Suat Parlar: Chavez’i söylemek hepimizin hoşuna gidiyor ama, Chavez büyük kamulaştırmalara girişmedi henüz. Daha mülkiyet rejiminin dayanaklarını sarsacak bir yaklaşım içerisinde değil. Çok hoşumuza gidiyor bunlar, uzaktan baktığımız zaman bu çıkışları çok beğeniyoruz. Beğenebiliriz, Chavez’i olumlu da buluyorum. Ama bunun bir tarz-ı siyaset olarak Türkiye’de temel çizgi haline gelmesi de düşündürücüdür. Kaldı, ki bu Türkiye’nin kendi geleneğinden kopması anlamına gelir.

Çünkü, Türkiye devrimciliği El Fetih’te mayalanmıştır. Türkiye devrimciliği Filistin devrimiyle birlikte el ele yürümüştür. Türkiye devrimciliğinin özünde anti-siyonizm vardır ve Türkiye devrimciliği Ortadoğu devrimciliğidir. Ortadoğu tarz-ı siyasetini iten, giderek de Avrupa’ya köşelenmiş, insan hakları koordinatlarına bulanmış bir devrimcilik tarzı, bir müddet sonra içinden çürüme getirir. Siz buraya yeni insan da alamazsınız, buraya kimse de gelmez. Irak’ta yaşananlar ortada. Hergün, o emperyalist çetelere karşı canını sakınmadan veren, beraberinde de beş-on tanesini götüren insanlar söz konusu. Bu bir çizgidir, bu çok önemli bir politik kitle çizgisidir. İnsanların uzaktan, Ortadoğu’da verilen mücadeleye kusur aramasının gereği yoktur. Bu zaten ahlaksızlık olur.

Yiğit Tuncay: Söyleşimize son olarak şöyle bitirelim Suat. Şu an bir kitap çalışman var, biliyorum. Üzerinde çalıştığın bu kitap hakkında bize biraz bilgi verebilir misin, insanlar nasıl bir kitapla karşılaşacaklar?

Suat Parlar: Bu yeni çalışma, merkezinde paşaların durduğu bir ordu çalışması. Dolayısıyla tarihsel çerçeve içerisinde yürütülen bir çalışma. Bu kadarını söyleyebilirim şimdilik. Gerisini kitap çıktığında hep beraber göreceğiz.

Yiğit Tuncay: Öncelikle sana bu söyleşi için teşekkür ederiz. Bizimle burada olan ve zaman zaman da söyleşimize katılan arkadaşlarımıza, konuklarımıza da çok teşekkür ederiz. En kısa süre içinde tekrar görüşmek dileğiyle. Hoşçakalın…


 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın