Bekliyoruz… Çünkü öyle söylendi. “Yer Demir Gök Bakır” adlı romanda bile küçük köylü çocuklar “Adil” adında birini beklerler ve kibritleri saklarlar. Bekliyoruz, toplum olarak, hatta tüm insanlık olarak. Çünkü gidemeyeceğimiz fikrini -nedeni bilinmiyor- iyice benimsemişiz. Bu bekleyişin nedenini soracak olsak, kimse bilemez! Böyle bir durum absürd değil mi? Bir yandan da içimize kadar işlemiş bir belirsizlik var. Bütün bunların yarattığı genel ruh hali ise, aramızdaki uyumu da bozuyor. “Gözünün üstünde kaşın var” misali. Yani ortada neden beklediğimizi bilmediğimiz saçma bir durum var ve bu durumun yarattığı belirsizlik içinde gün geçtikçe de aramızdaki zorluklarla sağladığımız uyum da bozuluyor durmadan.
Bu saçma bekleyiş, belirsizlik ve uyumsuzluk içinde birden şöyle bir soru sorulmuştu: “Günde kaç kez aynaya bakıyorsunuz?”. Bu soruyu İ.B.Ş.T bir kampanya yaparak geçtiğimiz yıllar içinde sormuştu. Kozmetik sanayisinin doğuşunda bu sorunun payı büyüktür. Hatta daha fazla ileri gidilerek estetik cerrahinin altında da bu soruyu bulabiliriz. Yanlış anlamayın! Sözünü ettiğimiz, “sanayi-i nefise”nin konusu değildir. Yani güzel sanatların kapsamı içinde ele alınmamalıdır. Eskiden sanatçı yetiştiren “Güzel Sanatlar Akademisi” kendini güzellik sanayisi diye tanımlamış. Güzellik sanayisinin konusu gerçeği, doğruyu ve iyiyi aramaktır. Gerçek, doğru ve iyi arasında uzlaşmaz bir çelişkiye rastlamak da mümkün değildir. Hatalar, yalanlar, gerçek dışı durumlar ve kötüler karşısındaki müdahale etme iradesi durumları, sanatı ve sanatçıyı heyecanlandıran anlardır. Tam da o anda ateşlenir sanatın fitili. Patlamanın sonucunda yıkılanların harabeleri arasında dolaşırken kırılmış bir çok aynaya rastlayabilirsiniz. Aman dikkat edin de ayağınıza cam parçacıkları batmasın! “Geriye ne” mi kalır? Bu sorunun cevabı gayet açık, sağlam olanlar.
Nerede kalmıştık? Haa evet, “ayna” ve “güzel”. O kadar da abartılacak bir şey olmayan “ayna” ile inanılmaz ölçüde sonsuz bir alanı tanımlayan “güzel” arasında durmaksızın kurulmaya zorlanan ilişkiyi anlamakta hala güçlük çektiğimi ifade etmek istiyorum. İnsanlık tarihine her baktığınızda göreceksiniz, ki insanoğlunun tüm serüveni “güzel”i aramak olmuş. Peki, binlerce yıl boyunca “güzel”i arayan insanoğlunun serüveni, kozmetik ve estetik sanayisini bulmakla bitti mi? Tam da bu noktada “tarihin sonu”nu ilan edebilirsiniz. Çekinmeyin lütfen, sizden önce ilan edenler oldu. Bundan sonra çıkış yok! Aranızdan isteyenler yangın çıkışını kullanabilirler ama, onlar da bilsinler, ki hangi kapıdan çıkarsanız çıkın, içeriye çıkıyorsunuz.
Bizler artık donduk! Akmıyoruz! Bir yere gideceğimiz de yok! Yolun bittiği yeri “ayna”larla kapatmışlar. Bir çıkmaz sokak gibi. Önümüze baktığımızda, yürüdüğümüz yolu ve daha da kötüsü kendimizi yansıtan “ayna”lar vardı. Bazılarımız kendilerini görünce ne kadar çirkin ve kimliksiz olduklarını farkederek, geriye dönüp kimliklerini aramaya gittiler. Bütün insanlık olarak yolun bittiği yer olarak bir kavşak noktasına kadar akıtıldık. Adeta bir ırmak gibi. Doğaya müdahale edebilme iradesini gösteren insanoğlu, bu ırmağa benzeyen insan selini önce anayoldan çıkarıp tali bir yola sokarak, aynalarla kapatılmış bir kavşak noktasına kadar getirdiler. Bu kavşak noktası adeta yolları çatallanan bir bahçe gibi. Hiçbir yere çıkmayan dere yatakları ile çatallanan bir kavşak noktası. Durmadan buraya akıyor ve birikiyoruz. Geçmişimiz ve geriden gelenlerle birikiyor ve bekliyoruz. Kimileri yolun çatallanan patikalarından akmaya devam ediyor. Kimileri ise, yolun açılabileceği beklentisiyle orada oturup kaldılar. Ama kimsenin aklına aynaları kırıp yolu açıp devam etmek gelmedi. Aynaların yansıttığı, arkamızda kalan yolu yürümeye başlayanlar, sanki daha önce o yoldan geçmemişler gibi her kasaba ve köylerde durarak, adeta bir turistik histeriyle folklorik “gerçek”liklerini yaşamaya başladılar. Yolun sonunda, aynaların dibinde kalanlar ise, beklemenin verdiği sıkıntıdan olacak ki, kendi yüzlerine bakarak ya makyajlarını tazelediler ya da sivilcelerini patlattılar. Kimileri de ellerinde cımbızla kıllarını ayıklıyorlardı.
Ayna bizi bize mahkum etti. Sanki olup bitenleri biz değil, olup bitenler bizi baskı altına aldı. Olup bitenlerin kölesi olduk. Ayna da bizi bize yansıttı ve o da böylelikle olup bitenlerin kölesi oldu. Bilirsiniz, elindeki taşı düşüren bir kişi, cisimlerin düşme yasasını, taşın düşüşünü kelimesi kelimesine betimleyen kişiden daha fazla gün ışığına çıkaramaz. Ve içine düşülen bu durum herkes tarafından doğal karşılanıyordu. Yolu kapatan aynanın yansıttıkları, bizim yürüdüğümüz yolu bize aksettiriyordu. Ancak görünen gerçek kadarını tabi. Kızılderililerin tarihin akışına ilişkin taşıdıkları inanç gibi bir inanış sarmaya başladı herkesi. Kızılderililere göre; “yağmur, kar yağıyor sonra güneş tekrar açıyor ve sürekli böyle oluyor ise tarih dairesel akıyor” demektir. Yani bir ileriye gidiş sözkonusu değil ve hep aynı yerde dönüp duruyoruz manasına gelir bu. Woody Allen bir oyununda sanki bu fikre bir gönderme yaparmışcasına bakın ne diyor: “Dünyada herşeyin bir başı, ortası ve sonu vardır, değil mi? Ya dairenin? Evet, dairenin bir başı, ortası ve sonu yoktur ama, ne zevksiz şeydir daire!..”
İlerleyemediğimiz, hareketsiz kaldığımız fikrini öyle benimsemişiz ki, yeni bir şey düşünmekten bile korkuyoruz. Belki de eski olan bilmediklerimizi yeni zannediyoruz. Beckett’in “Godot’yu Beklerken” adlı oyunundaki Estragon ve Vladimir arasındaki diyalog gibi:
ESTRAGON: Eee, gidiyor muyuz?
VLADİMİR : Evet, Hadi gidelim.
(Yerlerinden kımıldamazlar.)
Sanki trafik tıkanmışcasına kahreden bu bekleyiş içinde, yolun açılması ihtimalini bile aklımızdan çıkarmışız. Herkes koyvermiş kendini. Sonun kavşak noktasındaki bu bekleyişin rehavetine kapılmış insanlığın içinde birden gözümüze bir hurdacı görünür. Yüzünde alaycı bir gülümsemeyle insanların arasında gezinerek onları izlemektedir. Kendi aralarında tartışan tiyatrocuların konuşmaları onun ilgisini çeker ve onlara kulak kabartır…
“- FİLOZOF: Sizlerden değişik biri olmadığımdan, sırtımda ürpertiler, önümde yığınla uyuşmazlık, yapabilecek olduğum şeyleri yapamayıp, o uyuşturucu madde satılan yerlere gidiyorum ben de. Biraz da yeryüzü için yarar sağlamak amacıyla gidiyorum oraya. Çünkü akşam çöktü mü, acı bir şekilde, tıpkı içinde yaşadığım kent gibi, allak bullak oluyorum.
– ERKEK OYUNCU: Küçük burjuvanın en kılıksızı, en soysuzlaşmışı bile içtiği zaman bir çeşit sanatçı olup çıkar. İmgelemi uyanır. Odasının ya da alkol aldığı yerin duvarları, özellikle, daha önce sözünü etmiş olduğumuz dördüncü duvar düşer. Seyircileri oradadır ve sahneye çıkar. Hamal, sırtına konmuş olan yükü atar ve ast-memur hiyerarşik üstünün üstüne yükselir, baş kaldırır. “On emir”, ince bir alayla bakar ona; davranış gereği, umurunda bile değildir. Felsefe yapar, ağlar bile. Zamanının büyük bir bölümünde adalet duygusu kabarır içinden, doğrudan doğruya kendisini ilgilendirmeyen şeyler konusunda öfkeye kapılır. Kendisine ters düşen işleyişlerin genellikle gülünç yanlarını görür. Bacakları kendisini taşıdığı sürece bunların üzerinde yer alır. Kısacası, her şeyde daha insancıl olur ve yaratır.
– DRAMATURG: Doğalcı oyunlar, oyuncunun kafasında, gerçek bir yerde geçen bir olayın yanılsamasını ortaya çıkarmaktadır.
– ERKEK OYUNCU: Seyirciler, bir oda gördüklerinde, evin arkasındaki kirazlığın kokusunu duyduklarını, bir geminin içini gördüklerinde de fırtınadan sallanıp durduklarını sanırlar.
– DRAMATURG: Doğalcı oyunlar burada yalnızca bir yanılsamanın söz konusu olduğunu, doğalcı gösterilerden çok daha açık seçik göstermektedir. Tabiî, doğalcı yazarlar da, seyircilere sunulacak olan olayları en az doğalcı olmayan yazarlar kadar özenle kurarlar. Öğeleri bir araya getirirler, bir bölümünü çıkarırlar, inanılmaz yerlerde kişilerini birbirleriyle karşılaştırırlar, bir olayı daha kaba bir biçime sokarken diğerini inceltirler ve bu böyle sürüp gider. Gerçeğin yansılamasının ürküleceği noktanın ötesine geçmezler.
– ERKEK OYUNCU: Bununla, gösterilerde bir derece farkının, az ya da çok, bir gerçekçiliğin söz konusu olduğunu mu söylemek istiyorsun? Ama, derece farkı, kesinliği apaçık ortada olan bir şeydir.
– DRAMATURG: Gerçeğin yanılsamasında bir derece farkının söz konusu olduğunu düşünüyorum ve eğer karşılığında, gerçeğin kendisinden çok daha fazla görülecek şey sağlayan bir gösteri elde ediliyorsa bu yanılsamayı feda etmenin daha yerinde olacağı görüşündeyim.
– FİLOZOF: Bacon şöyle diyor: “Doğa, kendi başına bırakıldığından çok, sanat onu anlattığında açığa vurur kendini.”
– ERKEK OYUNCU: O zaman işin doğaya değil, yazarın doğa üzerindeki düşüncelerine düşeceğini biliyorsunuz yine de?
– DRAMATURG: Doğalcı oyunlarda da iş yalnızca, yazarın düşüncelerine düşer, bunu sen de biliyorsun. (…) Mesela Stanislavski’nin başyapıtları, onun doğalcı dönemindeki yapıtlarıdır. (…) Doğalcı yapıtları toplumun inceden inceye çıkarılmış betimlemelerinden oluşmaktadır. Bunlar, bitkibilimcilerin bir belle yerin derinliklerinden çıkarıp, incelemek için çalışma masalarına götürdükleri topraklarıyla karşılaştırılabilir. Oyunlarda olay en aza indirgenmiş; bütün süreç, ruhsal durumları ayrıntılı betimlemesine ayrılmıştır, bazı kişilerin ruhsal yaşantılarının derinden derine incelenmesi söz konusudur; bununla birlikte, toplumun incelenmesi konusunda uzmanlaşmış bilginler de bu oyunlarda çıkarlarını bulurlar. (…)
– FİLOZOF: Neden toplumun incelenmesi konusunda uzmanlaşmış bilginlerden söz ediyorsun. Bu tiyatroda toplum yapısını değiştirebilecek olanlar, bir tek onlar mı yani? Yani tüm seyirciler bu değerlendirmeyi yapmaktan yoksun mu? (…) Biz daha fazla bir şeyler istiyoruz, en azından ben öyle istiyorum. Tıpkı doğa gibi şöyle demektedir sanki: Bana sorular sorun! Ama, tıpkı doğa gibi, soru soran kişinin yoluna en büyük engelleri koyacaktır. Tabiî, doğanın kendisi kadar değerli de olmayacaktır üstelik. Mekanik bir biçimde gerçekleştirilmiş olan ve çeşitli amaçlara hizmet etmesi gereken yansılama, ancak çok belirsiz olabilir. Herhalde en öğretici bölümlerde kısıtlamalar vardır, herhalde tüm bunlar çok yüzeysel kalmaktadır. Bu yansılamalar, genellikle, arayıcıyı aslından eksiksizce kopya edilmiş çiçeklerle aynı sıkıntıya sokar. Bu tür tablolarla karşı karşıya bulunulduğunda büyütücü camların da tüm araştırma aygıtları kadar az yararı olur. Bu, inceleme konusunun değeri için. Burada da, toplum incelemesinde uzmanlaşmış bilgin, aradığını, durumun kendisinden çok, bu durum konusunda yayılmış düşüncelerde bulacaktır. Ama, tartışmamız için önemli olan, bizi ilgilendiren görünüm içinde, bu çeşit bir sanatın, bilginlerin yardımı olmaksızın sonuçlar çıkaramayacağıdır.
– DRAMATURG: Ve yine de doğalcı yapıtlar bazı toplumsal eğilimlere yol açtı. (…) Halk okullarında yürürlükte olan pedagoji, kadının özgürlüğüne sahip olmasını engelleyen her şey, cinsel sorunlardaki ikiyüzlülük ve daha birçok şey açıkça eleştirildi.
– FİLOZOF: Kulağa hoş geliyor bunlar. Tiyatro, kamuyla ilgili şeylerle bu kadar ilgilenmiş olmaktan, sonunda büyük bir halk kitlesini ilgilendirmeye başladı.
– DRAMATURG: (…) Ve tiyatro çok şey harcamış, kurban etmişti: tüm şiirselliği, çevikliğinin büyük bir bölümünü. Kişilerinin yavanlığı, entrikalarının bayağılığıyla aynı düzeydeydi. Artistik yankılanması, toplumsal yankılanmasından daha büyük değildi. (…) Doğalcılık çok uzun süre dayanamazdı. Politikacılar için fazlasıyla yavan, sanatçılar içinse fazlasıyla sıkıcı olmakla suçlandı ve gerçekçiliğe dönüştü. Doğalcılık, gerçekçilikten daha az gerçekçi olmamakla tanınmaktadır, buna karşılık gerçekçilik doğalcılıktan daha az doğalcıdır. Gerçekçilik, son kesinliğiyle ortaya koymak istemez gerçeği: gerçekte yer almış olan konuşmaların kesintisiz kopyasını vermekten ve her ne pahasına olursa olsun yaşamla karıştırılmaktan kaçınır. Buna karşılık, gerçeği daha derinlemesine kavramak ister.
– ERKEK OYUNCU: Aramızda kalsın: renksiz bir şey o. Yalnızca doğal olmayan bir doğalcılık. Eleştirmenlere gerçekçi baş yapıtlar nelerdir diye sorulduğunda, her zaman doğalcı yapıtları sıralarlar. Eğer bu durum onlara belirtilirse, oyun yazarının belli bir amacına “gerçeği” düzeltme, “yansılamayı” değiştirme gereğine ve daha bir çok şeye yollarlar sizi. Bu, doğalcılığın hiç bir zaman doğru yansılamalar vermediğini, yalnızca doğru yansılamalar verir gibi yaptığını ortaya çıkarmaktadır. Doğalcılarla bu iş şöyle yürüyordu: tiyatroya girdiğinde bir fabrikaya ya da bir bostana girmiş gibi duyumsuyordu insan kendini. Gerçeğin hemen o an görülmüş (ve duyumsanmış) olanından daha fazla bir şey görülmüyordu (ve duyumsanmıyordu), yani pek az bir şey görülüyordu. Katı gerilimler duyumsanıyor, duyguların hemen o anda olagelen patlamaları yaşanıyordu, vb, yani tiyatronun dışında, fazla bir şey elde edilmiyordu.(…)
– DRAMATURG: Buna göre, tiyatroda gerçekçilik tam anlamıyla olanaksızdır.
– FİLOZOF: Ben öyle bir şey demedim. Güçlük şu noktada gösteriyor kendini: tiyatroda gerçekliği tanıtmak, gerçek gerçekçiliğin görevlerinden biridir, ama başka görevlerde vardır. Bu gerçekliğin bir de anlaşılır olması gerekir. Yaşam olaylarının akışını yöneten yasalar algılanabilmeli. Fotoğraflar üzerinde algılanabilir değildir bu yasalar. Sözü edilen olayların içinden çıkamaz duruma düşmüş bir kişinin gözüyle kulağını ödünç almakla yetinen seyirci için de algılanabilir değildir bu yasalar.”*
– HURDACI: Ödünç alınmış ayna gibi mi demek istiyorsunuz!
– FİLOZOF: !!!
– DRAMATURG: !!!!
– ERKEK OYUNCU: !!!
– HURDACI: Yani, sanat diyorum, bir ayna değil, bir çekiç gibi olmalıdır. Yansıtması, biçim vererek olmalı. Ama diyeceksiniz ki günümüzde çekicin nasıl kullanılacağı bile aynanın yardımıyla oluyor. Bir film şeridinin yardımıyla sinema hayatımızın büyük bir çoğunluğunu kapladı bile. Biliyorum, traş olurken bile aynasız yapamıyorsak, nasıl olur da, sanatın aynasında kendimizi görmeden, kişiliğimizi ya da hayatımızı yeniden kurabiliriz? Bu soruları birbirine ekleyerek uzun bir otoban yapabiliriz. Ben tiyatroda bireysel psikolojiyi yadsıyanlardan değilim. Bu yadsıma, Çehov okulunun edilgin gerçekçiliğine ve sembolizmin belirsiz düşselliğine karşı, aydınların sol kanadının gecikmiş ve hatta çoktan eskimiş bir protestosudur. Kapitalizmin insanların maneviyatını öldürdüğü, insanlıktan çıkardığı, mekanikleştirdiğinin bilincinde olan ve buna karşı protestosunu yükselten yazarlar bile aynı manevi yoksullaşmadan paylarını almışlardır. Çünkü onlar da yazılarında insanı yüceltme kaygısı duymadan bir takım olaylar arasına atıp, iç dünyasını umursamayacak bir nicelik olarak ele alırlar. Hatta bunu akla uygun bir hale getirmeye çalışarak, yani fizikteki “ilerleme” ile aynı çizgiye taşımak isterler. Bir bireyin nedensel bir bağlantı olduğunu unutup yalnızca büyük topluluklar üzerinde öneriler getirerek asıl nedensellikten vazgeçmiş, istatistik nedenselliğe dönmüş olurlar. Bunu devlet planlama teşkilatı da yapar. Ancak devlet planlama teşkilatı bir sanat kurumu değildir. Kimileri de belirsizlik ilkesini benimser. Gözlemciyi bütün otorite ve inancından sıyırırlar ve aslında, sadece bunları yapanların kişiliğini yansıtan tamamen öznel önermeleriyle karşı tavır almaya zorlarlar. Biz, her gün bize dikte ettirilen günümüzün populer kültürün havarilerinin tüketime yönelik önermeleri altında psikolojik depresyon geçiriyoruz. Aynalara bakıyoruz ve aynalar bize “burnunuz yamuk” diyor. Aynalara bakıyoruz ve aynalar bize “sivilceleriniz var” diyor. Bütün bunları bize aynalar mı diyor, yoksa aynalara bunları biz mi söylettiriyoruz? Peki bize söylettiren kim? Aynalar vurdumduymazlar. Sanat ne kadar derine inerse ve ne kadar hayatı biçimlendirme isteğiyle dolu olursa, hayatı da o kadar anlamlı ve dinamik “resmetmeyi” başarabilecektir. Bizim aynaya yansıttığımız doğal olmayan şeyleri, aynanın tekrar bize yansıtmasını doğal karşılamamamız gerekli bence. Mesela ben size eski, kırık-dökük ayna parçalarından bir heykel yapabilir ve bu heykele de yansılamanın yanılsaması adını koyabilirim…
– FİLOZOF: !!!
– DRAMATURG: !!!!
– ERKEK OYUNCU: !!!
– HURDACI: Bizim işimiz sonsuzluğu örtmek olmalı. Boşlukları doldurmak. Ama bunları yapabilmek için ilişkisiz gibi gözükenleri ilişkilendirebilmeli ve uçurumların arasındaki mesafeleri dokumacılar gibi köprülerle örebilmeliyiz. Evet, mesela bilimi kastediyorum. Bilim ve sanat arasındaki uçurumun sebebi nedir? Farkındaysanız her ikisi de populer kültürün siyasi kapatması olmuş durumda. Populer kültür iktisadi bir parazittir. Çünkü arkasında onu öne süren kalın bağırsak teknolojisi durmaktadır. Popüler kültürle dost hayatı yaşayan bilim ve sanatın namuslu bir hayatı kurabilmesi için kendi aralarındaki boşluğu örtmeleri gerekmektedir. Bilim ve sanatın, deneyimlerini, hayata yönelik ve bedensel çalışmaya da açık bir iş olan yanını, yalnızca bir bilgi ve bilgi teorisinden ibaret olan yanından çok daha fazla önem taşıyan bir etkinliğe dönüştürebilmelidir. Bilimsel dildeki uçuşan bilgi teorileri ya da moda paradigmalardan çok, populer mekanikten, teknolojiden, evlerdeki basit kimyasal ilaç ve gereçlerden, ıvır-zıvır dediklerimizin bakım ve onarımının bilgisinden oluşan bir bütünlüğe ulaşabilmeliyiz. Bu anlayışın bedensel çalışma ile zihinsel çalışma arasındaki farklılığın ve bundan kaynaklanan uçurumun, en azından “üreten insan” ile “bilen insan” arasındaki uzaklığın ortadan kaldırılmasında bir araç olacağına inanıyorum. Dünyayı bilmek ile dünyayı değiştirmeyi bütünleştiren ve aynı zamanda da praksis idealini üretim kavramı ile birleştiren bir yaşam biçimidir bu. Bu yaşam tarzı, bilim ile, pratiğe yönelik, değiştirmeye yönelik etkinlik arasındaki uçurumları örerken, boşlukları doldururken, dünyayı bilme sürecini de kendi içinde bir mutluluk ve haz kaynağına dönüştürecektir. Bunlardan estetik payına düşeni alacaktır. Gerçekçi olduğunu iddia eden sanata oyun ilkesini ve dünyanın olması gerektiği gibi yansıtılmasını bir görev sayan camcı-çerçeveci teorilerinin edilgin ve bilişsel tavrını da gerçek estetik doyuma yeniden ulaştıracaktır. Haz diyorum, evet, diyalektik haz. Çok ama çok eğlenceli bir şey bu. Adeta, dünya ile aramızdaki bir temaşa.
Dünya ve doğayla bu temaşaya girenler, zaten, “öğretsin mi, mutluluk mu versin”, “sanat toplum için mi, sanat sanat için mi” gibi son derece ilkel tartışmaları da kovmuş olur.
Belki farkındasınızdır, ben şu anda çok eğleniyorum. Sizlere de aynı şeyi öneririm. Son söylediğim size iradi gelmiş olabilir. Ancak elimde değil. Çünkü ben de bu doğanın çocuğu olarak, onunla birlikte şekillenen ve onunla birlikte şekil vermek isteyen bir tabiata sahibim. Bu söylediklerimde özne olma tutkusundan ziyade, nesnelliğin bir parçası olma tutkusunu görebilmek hiç de zor olmasa gerek. Neyse biz konumuza dönelim. “Günde kaç kez aynaya bakıyorsunuz?” Ne kadar eğlenceli değil mi? Bu soruyu ilk gördüğüm andan beri ben çok eğleniyorum. Beni ister istemez temaşager eden bu temaşakârî duruma sizleri de davet ediyorum.
Eskiyi iyi tanıyan bu hurdacının kendinden emin ve eskinin içinden çıkacak bir yeniye bu kadar pratik formüller geliştirebilmesi, bize biraz olsun cesaret vermedi desem yalan olur. En azından bir yeninin yoktan varolmayacağını hatırlattı bize. Bir yeniyi uzaydan indirmeyeceğimize göre, yolun sonunda değildik. “Güzel”e doğru olan yürüyüşümüzün ve arayışımızın bizi akli olarak felce uğratan “her şey bitti artık” inancına saplanmışlığımız kendimizi kaybetmemize neden olmuştu. “Güzel”i düşlemeye, rüyasını görmeye ve hatta bir ütopya bile düşünmeye korkar olmuştuk. Bu yüzden birbirimiz için bir şey yapmaktan bile vazgeçmiştik. Sürekli kötü durumda olduğumuzu tekrarlıyor ve herkesin artık kendi başının çaresine bakması gerektiğini söylüyorduk: “her koyun kendi bacağından asılır” misali. Belirsizlik içinde, uyumsuzluğumuzu bile kanıksamış bir şekilde bu bekleyişe “post”u sermişken, “sonra”mız olan bu yolları çatallanan bahçede solduğumuz hava bile bizde bir afrodizyak etkisi yapıyordu. Biz “sonra” isek eğer, o zaman niye ilerleyemiyor ve bir sona geldiğimize inanıyorduk?
Bütün bunlarla sadece aklen yürümeye başladığımı biliyorum. Ama her şeye rağmen yola çıkmanın sabırsızlığı vardı aklımda. Tali yoldan kurtulup bir an önce anayola çıkmanın heyecanı var içimde. 1989 yılında Mayakovski’nin şiir ve yaşam kesitlerinden sahneye uyarladığım, tek kişilik olarak oynadığım, 7 yıl sahnede kalmış oyunumdan bir bölüm geldi aklıma şimdi. Sonuç yerinedir…
“Bekliyorum, yüzümü bastırarak yağmurun çiçek bozuğu yüzüne.
Bekliyorum, uzun uzun.
alnım eritiyor camları.
Gelecek mi aşk bana, gelmeyecek mi?
Nasıl bir aşk?
Büyük mü, ufacık mı, gerçek mi?
Ve işte yok gibi yürürken ilkin.
Yürür gibi, yürümez gibi,
Koşmaya başlıyor delice.
İki sinir daha ayaklanıp eklenince,
Al sana korkunç bir tepinme, hora!
Sıvalar döküldü alt katta.
Kapılar ansızın gıcırdıyor,
Birbirine vura vura.
Otelin sanki çatırdıyor dişleri.
Girdin içeri:
Al işte der gibi sert, kaba, işkence ederek süetine eldivenlerin.
Dedin ki:
-Biliyor musunuz acaba, evleniyorum ben?
Ya, pek güzel, demek evleniyorsunuz!
Evlenin, n’apalım.
Bakın,
Ne kadar rahatım,
Nabzı gibi ölünün.
Anımsayın bir ara:
“Jack London” demiştiniz.
Para, aşk, tutku.
Bense görüyordum sizin çalmam gereken bir Ciokonda olduğunuzu.
Çalındınız da gerçekten.
Ne o beni kışkırtıyor musunuz?
Daha az bir dilencideki mangırlardan sizin delilik yakutunuz.
Anımsayın!
Nasıl bitti Pompei,
Vezüv kışkırtıldığı zaman.”
NOTLAR
* B.Brecht’in “Hurda Alımı”ndan, çev: Y. İlksavaş, Günebakan Yay.- 1977
SAHNE Dergisi’nin Mart-Nisan 2008 Tarihindeki Sayısında Yayınlanmıştır…
İlk yorum yapan olun