“Kadının anası tarafından bile zarar verilebileceğinden korktuğu güzelliğine çoğu kez aşın ölçüde de olsa sürekli titizlik göstermesi”nin temel nedeni diyor M. Klein, kadının daha bebekken, anasının karnı içindeki çocuklara yönelttiği yıkıcı eğilimlere karşılık, anasının girişebileceği MİSİLLEME (yani çocuğun ana-olma yeteneğinin yıkıma uğratılması) beklentisidir. (M. Klein, Ödipal çatışmanın erken evreleri, 1927, s.17).
Hatta bu Misilleme Beklentisi konusunda M. Klein başka bir psikiyatriste, Harnik’e, onun Innsbruck Psikoanaliz Kongresi’nde sunduğu “Suçluluk Duygusu ve Kadındaki Narsizm Arasındaki Ekonomik (Kestirme yoldan) İlişkiler” adlı bildirisine gönderme yapar.
Burada “ekonomik” sözcüğünün ekonomi teorisinde yer ettiği tarzda bir anlam taşımadığını tahmin edebiliriz! Ne var ki bunu, bizi dış dünyadaki o nesnel ekonomik ilişkilere yönelten eğilimleri, ama daha derindeki, iç dünyamızdaki eğilimleri aslında kavram diliyle ifade eden bir sözcük olarak kabul edebiliriz.
Ama şunu sorabiliriz: (NEDEN SORUNU)
Bize nesnel nedenlere dayalı dış dünyaya özgü imiş gibi görünen bu ekonomik (kestirme) ilişkilere bizi iten veya yönelten eğilimlerimizin (yani iç dünyamızdaki eğilimlerin) ardında hangi nedenler var? Elbette belli bazı nedenler var!
Peki, ama neden “elbette var” diyoruz? Bir Neden’in var olması gerektiğini nereden anlıyoruz ya da nasıl sezinliyor veya duyumsuyoruz? Öyle ya, insanlığın oluşturduğu tüm bilgilerin ardında hep insanın düşünen ve duyan iç dünyası var.
Bırakın dış dünyayı, daha iç dünyamızdaki eğilimlerin ardında bile bir Neden olması gerektiğini yoksa bebek yaşında mı duyumsuyoruz? Kim veya ne bizi bu duyumsamaya zorluyor veya bir NEDEN’E İLLE İHTİYACIMIZ OLMASI nereden geliyor?
Dikkat ederseniz bu soruları bilinç dünyamıza sormuyorum, tam tersine bilinç öncesi veya bilinç-dışı dünyamıza soruyorum. O bakımdan öğrenip şartlandığımız, bilerek davrandığımız bir dünyada dolaşmıyoruz!
Öğrenmeye bile bile başladığımız aşamalardan çok önce (yani doğumdan hemen sonraki sıfır ile iki yaşına kadarki evrede), duyumsama ve duygularla davrandığımız, insan yavrusu olmaya aday olduğumuz, sadece duyguların esiri olduğumuz evrelerde dolaşıyoruz. Şimdi John Riviere’den (İçimizdeki Kavga, Belge Yayın. S. 16-18) biraz alıntı yapalım:
“Psikoanaliz, insanın bağımlılık karşısındaki korkularını, hepimizin emzirme çağında yaşadığı durumlara varıncaya kadar sayısız pek çok durum boyunca izlemiş bulunmaktadır. Emzirilen bir bebek başka bir insana baştan sona bağımlıdır, ama bundan bir korku duymaz, bağımlılığının farkında olmadığı için en azından ilk başta duymaz korkuyu. Emzik çocuğu, pratik olarak kendi varlığından başka hiç kimsenin varlığını tanımaz (anasının göğsü, onun için sadece kendisinin bir parçasıdır, edindiği duyumdan ötede hiç bir şey değildir). Çocuk bütün isteklerinin yerine getirilmesini bekler, bir bakıma memeye olan sevgisinden arzular memeyi, elbette memeyi emerken duyduğu haz nedeniyle ve açlığını gidermek için arzular.” Burada, U.Lessing’in bir ifadesini vurgulamak isterim.
Lessing şöyle diyor:
“Emzik çocuğu sanki baştan aşağı ‘ağız’dır. Çocuğun çevresinde yaptığı keşiflerde ağız büyük bir rol oynar. Nesneleri yalnız elleriyle tutmaz ya da yakalamaz aynı zamanda ağzına da sokar, onları sanki vücudunun içine götürmek, fiili olarak mülk edinmek istemektedir!”.
Şimdi yeniden Joan Riviere’e dönersek o şöyle diyor: “Peki bebeğin bu ‘beklenti ve arzuları yerine getirilmeyince’ ne olur? O zaman bebek bağımlılığının farkına kısmen de olsa varır, ağlamaya ve bağırmaya başlar, saldırganlaşır, öfkeyle ve saldırganca arzularıyla bir bakıma durup dururken patlar… Boşluk ve çaresizlik (yalnız bırakılmışlık) duygusuna kapılır, karşı konulmaz biçimde ve otomatik olarak reaksiyon gösterir. Bu saldırgan öfke, bebeğe bedensel olarak azap çektirir, köpürüp boğulma duyumunu yaşar bebek, ki bunlar da “eksiklik (yetmezlik), ıstırap, panik duyguları”na yol açar. “Ben” ve “Bensizlik” arasında ayırım yapamaz duruma gelir bebek. Onun dünyası edindiği duyumlardır. O, sütsüz, keyifsiz ve yalnız bırakıldığını fark ederse yaşamdaki bütün değerli şeyler kaybolmuş demektir. İsteklerinden ve öfkesinden kıvranarak yanıp tutuşmakta, ağlamaktan boğulmaktadır. Hıçkırıklarla kıvranıyorsa bebeğin dünyasında artık çektiği acıdan başka bir şey yoktur. O ruhsal olarak artık örselenmiş, hatta örselenip incitilmekten de öte kahredilmiştir. Bu, emzik çocuğu iken hemen hepimizin yaşadığı ve ruhsal sonuçlarına çok sonraları pek acı bir şekilde katlandığımız bir durumdur. Bu, ölüme benzeyen bir şeyden edindiğimiz ilk deneyim, var olmayan bir şeyden, insanı dili tutulmuş bir duruma sokan bir kayıptan edindiğimiz bilgidir. Bu olaylar, görünüşe göre, birimizin başına geliyorsa bir ötekisinin de başına geliyor ve bizde (arzulama biçiminde) bir sevgi bilinci (daha doğrusu güvence bilinci –Y.Ö.) duygusu yaratıyor ve (ihtiyaç biçiminde) bir bağımlılık (daha doğrusu Tehlike, Tehdit, Riziko –Y.Ö.) Bilgisi…
Aynı zamanda bunlarla kopmaz biçimde bağıntılı olarak, kontrol edilmesi olanaksız bir takım duygular, Acı ve Yıkıcı Tehdit duygusu gibi duygular baş gösteriyor. Emzik çocuğunun dünyası çığırından çıkmış, “grevler ve depremler” onu, sırf sevdiği ve arzuladığı için darmadağın etmiştir, böyle bir sevgi beraberinde zaruret ve yıkım da getirebildiği için yerle bir etmiştir. Çocuk arzularına ya da nefretine hakim olacak durumda veya bir şeyi yakalayıp alma-bırakma çabasını yüreğinden koparıp atacak durumda değildir, beceremez bunları. Düştüğü bu bunalım onun keyfini kaçırmakta, rahatını hepten bozmaktadır.
Yaşadığı bu işkence verici duruma karşı emzik çocuğu hemen reaksiyon gösterir. Kendine huzur veren, yani “uğranan kaybı yaşamak”tan ve yıkıcı dürtülerin belirmesinden önce sahip olduğu güvenliğini biraz olsun yeniden kazanmak için gösterir bu reaksiyonu (veya Telafi içgüdüsünü – Y.Ö.).
İşte içeriden ve dışarıdan beliren güvensizlik ve saldırganlıkların yarattığı korkunç rizikolara ve başa çıkılması olanaksız tehlikelere karşı derinden duyduğumuz GÜVENCE VE KORUNMA İHTİYACI böyle oluşuyor! Bu ilk aşamalardan yola çıkıp hepimiz, canlılığımızın korunmasını ve haz veren yaşantının sağlanmasını hayatımızın görevi haline getiriyoruz ve bu arada içimizde yıkıcı kuvvetlerin hareketlenme, hatta belki de başkalarını da yıkıma sürükleme tehlikesini elverdiğince etkisiz kılmaya çabalıyoruz.
Besbelli ki ne bu ilk duygusal deneyimleri ne de onlara eşlik eden ve onlardan ortaya çıkan uyum çabalarını bellekte saklıyor ve bilinçte tutuyoruz. Bu gibi duygu ve deneyimlerin barındığı yer aklımızdaki ruhun (Geist) ‘bilinçaltı’ bölgesidir.”
Buradaki duygular, düştükleri açmaz, gerilim ve çatışmalar yüzünden bizi bir eğilimden ötekine veya karşıt duygulara yöneltiyor. Duygular arası çalkantı denizinde tutunacak bir şey arıyoruz, dengelenmeye ihtiyacımız var. Bir yanda ana sütüyle
(1) DOYMA’nın duygusu, öte yanda ana sütünden yoksun bırakılıp
(2) DOYUMU, bir şeyleri yitirme (kayıp veya eksiklik, yoksunluk) duygusu,
(3) ama aynı paralelde yitirilenin yerine onu TELAFİ edecek, geriye-kazandıracak ALTERNATİF DOYUM duygusu. İşte DOYMAK ve YİTİRMEK… bu iki kutupsal karşıt arasında çalkalanıp duruyoruz, ama dengeyi bulmalıyız, kendimiz bulmalıyız! Yoksa hiç mi bulamayacağız? Ya organik ya da ruhsal açıdan erken çağda çöküp gidecek miyiz?
İMKANSIZLIK OLARAK “NEDEN DUYGUSU”
Çocuk, meme emerken doyumu kendisine sunulan doğal bir İMKAN olarak yaşıyorsa, sütten kesilince DOYUMSUZLUĞU da doğal bir imkan olarak değil, kendisi için bir YASAK, yapay bir İMKANSIZLIK şeklinde yaşıyor. Ve bunlar henüz ve hala bilinç-öncesinde, bilinç-dışı dünyada oluyor.
Ne var ki çocuk, doyum imkanından yoksun bırakılmasını (doyum imkansızlığını) duyumsadığında bu kez Doyma imkanının (doyabilmesinin) nereden kaynaklandığını birdenbire fark ediyor, yani doyabilmenin, bu imkanının NEDEN’ini, KAYNAĞINI da duyumsuyor! Ama bu nedeni kuşkusuz, Düşüncedeki bir nesne, bilincin nesnesi olarak, yani BİLEREK duyumsuyor veya fark ediyor değildir, tam tersine DUYGULARIN NESNESİ olarak, yani sadece duyumsayarak fark ediyor doyurucu imkanın kaynağını…
Sonuç olarak Neden, eksikliği bilinç veya kavram dünyasında fark edilen (nesnel) bir faaliyet olarak değil, bilinç- öncesi duygu dünyasında (yani henüz sadece duyumsanan veya duyumlanan) bir (nesnel) faaliyet olarak bilinç-dışı veya bilinç-öncesi duygusal bir düzeyde algılanıyor. O halde diyoruz, Neden’in kaynağı, İmkansızlığın, ama Kavrama’nın değil Duygunun Nesnesi rolündeki İmkansızlığın, kendisi olmalı!
Ne var ki bebeğin, doyma imkanını veya doyma imkansızlığını duyumsaması (bu imkan ve imkansızlığın nereden kaynaklandığını söz konusu duygusal nesnenin faaliyetine bakarak duyumsaması veya algılaması) bu imkan veya imkansızlığın bir NEDEN rolü oynaması için yetmiyor! Niçin yetmiyor, çünkü hiçbir nitelik, örneğin imkan ya da imkansızlık, karşıt kutbu olmadan tek başına hiçbir şey ifade etmiyor!
1.2. NEDEN-SONUÇ İLİŞKİSİ GİBİ BİR İLİŞKİ GEREKLİ
Bir şeye Neden rolünü kazandırmak için, onu bu rol için gereken veya ihtiyaç duyduğu ilişkiye, şu Neden-Sonuç ilişkisine kavuşturmak gerekir!
Ama her neden-sonuç ilişkisi o şeye bu rolü, Neden rolünü kazandırmaz!!
1-3. Peki, Neden rolünü kazandırmak için nasıl bir neden-sonuç ilişkisi olmalıdır bu?
Bu ilişkinin bir Anlam kazanması (yani neden-sonuç ilişkisinin iki karşıt ucunu oluşturması) için, aralarında birbirlerine TERS DÜŞME (birbirlerini dışlama) ve BİRİ OLMADAN ÖBÜRÜNÜN OLAMAMASI (birbirlerini tamamlama) ilişkisi de gerek, böyle bir diyalektik ilişki gerek.
O halde özne-çocuk, bir NEDEN’in var olması gerektiğini
(1) ilkin (kendi bilinç-öncesi dünyasında) içine itildiği imkansızlığı (sütün eksikliğini) duyumsayıp yaşadıktan sonra
(2) Bu imkansızlık koşulunun daha önceki imkan (sütle doyuma ulaşma) koşuluna taban tabana TERS düştüğünü doyumsuzluğun fizyolojik işlevi sonucunda duyumsuyor, öğreniyor.
(3) Ve yine imkan ile imkansızlığın birbirini TAMAMladığını -bunlardan birinin, kendini KENDİLEŞME (yani Benlik) dokusuna, ötekisi sayesinde TAMAMLADIĞINI- hissediyor, seziyor; ama KENDİLEŞME (Bağımsız ve eksiksiz bir birim olarak davranma) SÜRECİ İÇİNDE TAM VE EKSİKSİZ HALE GELDİĞİNİ geliştikçe hissediyor. Öyleyse
1.4. DİYALEKTİK BİR NEDEN-SONUÇ İLİŞKİSİ İÇİN KENDİLEŞME GEREKLİ
Görüyoruz ki NEDEN-SONUÇ ilişkisinin doğması için [daha beriden yola çıkarsak, bir faaliyetin çocuğa bir NEDEN rolünde gözükebilmesi için] çocukta KENDİLEŞME (Bağımsız Birimleşme Duygusunu Edinme) SÜRECİNİN BAŞLAMIŞ OLMASI GEREKİYOR ve bizce gerçekten de bu süreç, çocuğun ana sütünden kesildiği dönemden başlıyor, yani bebeğin BAĞIMSIZLAŞMA BELİRTİLERİ GÖSTERDİĞİ dönemden beri!!!
Çünkü bebeğin BAĞIMSIZLAŞMA BELİRTİLERİ ile KENDİLEŞME (Birimleşme Duygusunun Oluşması) SÜRECİ hemen hemen aynı döneme rastlıyor. Neden mi? Çünkü KENDİLEŞME derken M. Klein’a göre önce şunu anlıyoruz (bak: Bilinçaltından Aklın Ruhuna Ulaşmak. Anahtar Yayın 1992 s.49) “Yaşamımızın ilk günlerinden beri, içinden geçtiğimiz tüm iyiyi ya da kötüyü, dış dünyadan algıladığımız ne varsa ve de iç dünyamızda duyumsadığımız (hissettiğimiz) ne varsa hepsini, mutluluk veren ve de vermeyen deneyimleri, sahiplendiğimiz ilgi ve düşünceleri, insanlarla ilişkilerimiz ve gösterdiğimiz etkinlikleri, bunların hepsini birden anlıyoruz.”
Daha açık bir deyişle söylersek KENDİLEŞME şu ilişkiye bağlı:
“Ana-babanın içselleştirilmiş olan görüntüsüyle (yani Üst-Ben’le) olan ilişkiye ve dolayısıyla ana-babayla somut ilişkilere ve giderek çevresindeki insanlarla doyurucu nitelikteki ilişkilere bağımlıdır.”
Ne var ki çocuğun ana-babasından öteye, başka insanlarla ilişki kurabilmesi -kısacası KENDİLEŞME (bağımsızlaşarak farklılaşma duygusu kazanma) SÜRECİ’ni giderek başlatabilmesi- için ÖNCE ANASINDAN BAĞIMSIZLAŞABİLMESİ LAZIM! (bkz. Bilinçaltından Aklın Ruhuna Ulaşmak, s.37)
Öyle ya, bebeğin en başta o çıldırtıcı açlığını giderdiği ve kendisine, gitgide daha da çok sevdiği meme tarafından sunulan ana sütü, çocuk için yeterince paha biçilemeyen, yani alternatifi olmayan bir coşku, telaş ve duyarlılık dolu bir değer taşıyor. Emzik çocuğunun canlılığını koruma-sürdürme dürtüsüne ve cinsel arzularına ilk defa doyum sağlayan meme ve onun ürünü olan ana sütü, bebeğin imgeleminde sevgi, haz ve güvence ile aynı anlama geliyor. Bu yüzden çocuk sütten yoksun bırakılışını içine sindiremiyor… Annesine öyle bağlı ki!!! Ama işte gereğinden kuvvetli gibi gözüken bu bağdır ki çocuğu anasından itiyor, çünkü aradaki bu bağdan, ananın o her şeye egemen ve koruyucu kişiliğini YİTİRME korkusu doğuyor ve dolayısıyla BAĞIMLI KALMA KORKUSU..
İşte buradan bilinçaltında hem anadan vazgeçme hem de, buna karşıt olarak, anayı daima yanında tutma eğilimi beliriyor! Birbirini diyalektik anlamda tamamlayan bu karşıt duygular, ananın (yani sevdiği ilk insanın) yerine başka nesneleri, alternatif nesne veya şeyleri koyabilme yeteneğini yaratıyor çocukta. İşte BAĞIMSIZLAŞABİLMENİN İLK TOHUMLARI BÖYLE ATILIYOR! Bu aşamadır ki sütten yoksun kalıp veya bırakılıp, bağımsızlaştığı oranda bir güvenceye ihtiyaç duyma zorunluğuyla karşı karşıya bırakıyor çocuğu. İşte bu aşamada, çocuğun ana-babayı ideal diye kabullenip, kendisine onların örneğine göre, bir GÜVENCE sağlama eğilimi baş gösteriyor.
Ama ana-baba idealinin bilinç-öncesinde sağladığı GÜVENCE, çocuğun yine bilinç-öncesi duygusal yaşamından etkilenmiyor değildir! Öyle ki ana sütünden YOKSUN BIRAKILMAKLA BAŞLAYAN “Sütü, yani organik güvenceyi yitirme korkusu”, sonra “ana denen koruyucu nesneyi yitirme korkusu” çocukta giderek TEHLİKE (Risk) veya TEHDİT altında kalma duygusu uyandırmaktadır.
Daha doğrusu YİTİRME KORKUSU çocuğun bilinç-öncesinde giderek RİSK duygusu biçiminde ifadesini buluyor. Ve bu RİSK VEYA TEHDİT, çocuğun KENDİLEŞME veya GÜVENCEYE KAVUŞMA SÜRECİNDE hep depreşen bir yara veya geride unutulmuş bir kalıntı veya bir çukur, bir BOŞLUK GİBİ YER EDİYOR.
II. KENDİLEŞME SÜRECİNDEKİ KALINTILAR DEPREŞTİKÇE KENDİMİZ DE BELLİ OLUYORUZ.
Şimdi önemli bir noktaya geliyoruz:
Demek ki bebek, Bağımsızlaşmaya çalışırken ve bunun Duygusunu (Kentlileşme Duygusunu) kazanmaya yönelirken, bütün bu yönelim süreci bir takım PÜRÜZLERİ de yaratıyor, birlikte getiriyor gelecekteki ruhsal yaşamın içine!
Sonuç olarak, çocuğun Kendileşme Duygusu, daha bebeklik çağından başlayıp bütün ömrü boyunca bu pürüzlerden, derinde yatan bu çukur ve boşluklardan kurtulamıyor.
Örneğin ileriki yaşlarda bu pürüzlerden biri, yani bebekken yaşanan şu anayı veya memesini YİTİRME KORKUSU veya YİTİRMEKTEN KAYNAKLANAN TEHDİT EDİLME DUYGUSU, kendileşme veya Güvenceye Kavuşma süreci içinde hep RİSK DUYGUSU olarak karşısına çıkıyor yavru insanın.
Ama Üst-Ben’in veya Ben-idealinin çizgisinde yürüyen bu artık bilinçli dönemdeki Kendileşme (güvenceye ulaşma) Sürecinde RİSK, artık söz konusu ilk dönemlerde duyulan tehdidin bu kez karşılığına veya bedeline ulaşma kaygısına dönüşüyor, kısaca insan CEREME veya KEFARET duygusuna ulaşıyor. Neden?
Çünkü sadistik bir ben-idealinin.çizgisine kapılan çocuk duyduğu KAYBIN ACISIYLA veya YİTİRME KORKUSU’nun etkisiyle, iyi şeylere layık olmamak ve böylece derinlerde tehdit edici bir takım kaygılara kapılmak şeklinde bilinçaltında bazı eğilimler edinir. Üst-Ben’in yarattığı Ben- ideali bu kaygılarla başedemeyebiliyor.
Çünkü insan, çocukken yaşadığı tehdit edilme veya Risk duygusunun etkisiyle, ama bilinçaltı veya bilinçdışında Üst-Ben’in tasarladığı imgelerin doğrultusunda CEREME veya KEFARET denen bir tasarım yaratıyor. Nedir CEREME?
CEREME şudur: Bir başkasının (bu arada ananın çocuğu sütten keserek) yol açtığı zararı ya da başkası tarafından itildiği yoksunluğu veya kaybı insanın ödemesi veya ödetmesidir, kısacası telafi etmektir; bir başka deyişle, bu zarar veya kayıp duygusuna ve imgesine, kendi Üst-Ben’ine has bir sadizmle DOYURUCULUK (gerçeklik) kazandırmak-sağlamaktır.
Tıpkı
(1) yakındaki bir toprak parçasının başkasınca kullanımını, insanın, kendine verilmiş bir ZARAR ya da içine itildiği bir YOKSUNLUK veya uğratıldığı bir KAYIP olarak tasarlaması ve
(2) tasarladığı bu imgeye, kendi Üst-Ben’ine has bir sadizmle DOYURUCULUK veya objektif gerçeklik kazandırmak -sağlamak için (yani onu TELAFİ etmek için) imgenin objektif şeklini sahiplenmek veya ELKOYMAK eğilimi gibi, MÜLK EDİNMEK gibi!..
KEFARET şudur: işlenen bir günahı veya suçu ya da verilen bir zararı ya da yaratılan yoksunluğu veya kaybı ödemek veya ödetmektir, kısacası Telafi etmektir; bir başka deyişle, bu zarar veya kayıp imgesine, kendi Üst-Ben’ine has bir sadizmle DOYURUCULUK kazandırmak-sağlamaktır.
Tıpkı
(1) Yakındaki bir toprağın kullanımını, bir ÇALMA veya SALDIRGANLIK sayıp
(2) kendine verilmiş bir zarar ya da içine itildiği bir yoksunluk veya uğratıldığı bir kayıp olarak tasarlaması ve
(3) tasarladığı bu imgeye, kendi Üst-Ben’ine has bir karşı-saldırganlık veya sadizmle gerçeklik veya DOYURUCULUK kazandırmak -yani kayıp imgesini telafi etmek- için imgenin objektif şeklini sahiplenme ya da ona ELKOYMA eğilimi gibi, yani MÜLK EDİNMEK GİBİ!
II.I HIRS
Ayrıca insan, “yitirme korkusu” veya “içinde boşluk veya çaresizlik duyma” korkusu ile başa çıkabilen bir kalkan (yani Özlem) oluşturamayabilir! Oluştursa bile bu özlem kolayca bir DÜRTÜ’ye dönüşüyor, HIRS denen bir dürtüye… insan o zaman özlediği nesneyi de YİTİRİLMİŞ BİR NESNE olarak görüyor ve yitirmenin doğurduğu TEHDİT EDİLME VE DE RİSKİ de göze alınması gereken ve KAYGI’larını giderecek bir doyum olarak görüyor?!
Çünkü insan KENDİLEŞMEK, yani duyumsadığı Riskler karşısında kendi ruhsal güvencesini yaratmak eğilimindedir.
Evet, ama YİTİRME (kayıp) RİSKİNİ hangi insan böyle duyumsuyor, yani kendine güvence yaratma eğilimi duyuyor? Hangi insan yitirmenin (kaybın) veya Yitirme Riskinin, bir karşılığı olması gerektiğini (DOYUM denen bir bedel ile yerine konması gerektiğini) duyumsuyor?
(1) Çocukluk çağında tanıştığı o YİTİRME veya YOKSUNLUK ya da zarara uğrama korkusundan (doyumsuzluk, sütten kesilme korkusundan) gelen SUÇLULUK (kendini suçlu hissetme) DUYGUSUNU unutmuş mudur insan? HAYIR!
Kendileşme (kendine ruhsal güvence yaratma) Sürecinde çocuk bu suçluluk duygusundan kurtulmak istemektedir.
(2) Nasıl kurtulabilir çocuk bu duygudan? Ancak Üst- Ben’iyle ve bir ölçüye kadar kurtulabiliyor: Şöyle ki Üst-Ben tepeden inmeci (sadistik) bir baskı uyguluyor ve bu baskı, YİTİRMEKTEN GELEN TEHDİT EDİLME VE RİSK HİSSETME DUYGULARINA, Üst-Ben’in (Ben idealinin) tasarladığı imgeler yoluyla bir DOYUM (çözüm) sağlıyor. Böylece ne oluyor?
(3) Üst-Ben (çocuk) o önceki YİTİRME (yoksunluk) KORKUSU yerine bu korkuyu gideren Doyum olarak, artık İMGELEŞTlRDİĞl O TASARIMI koyuyor ki bu imgesel TASARIM, çocuğun [yitirme (yoksunluk) döneminde] yitirdiği nesnenin (ana sütünün) BEDELİDİR; kısacası çocuğun ruhsal güvenceye ulaşması için karşılanması, (yitirilmiş nesne rolündeki ana sütünün) yerine konması, hatta saldırganlıkla da olsa tazmin edilmesi gereken DOYURUCU BEDELİDİR.
(4) Bunlar, hep Ödipal (yani çocuk ile ana-baba arasındaki Doyuma yönelik) ilişkilerin sadistik izlerini, herkeste olduğu gibi, bilinç-dışında hala taşıyan yetişkin bir insandaki iç dünyanın görüntüleri…
İşte bu yüzdendir ki yetişkin insan “İKAME DOYURUCULUK” İMGESİ’ni yaratıyor. Bir başka deyişle, insan, daha çocukluğunun başlarında yitirdiği nesnenin (yani ana sütünün) yerine konmasını -ikame edilmesini- beklediği DOYURUCU BEDELİNİ, doyurucu karşılığını imgeleştiriyor. Başka bir deyişle insan, çocukken doyum açısından uğratıldığı KAYBI TELAFİ ETMEK ve böylece güvenceye ulaşmak için “yerine konacak DOYUM”un imgesini, ödenecek KEFARET imgesi ve kavramıyla ifade ediyor.
II.2) HIRS’IN İDEOLOJİKLEŞMESİ: Güvence arayışının dışarıya taşan saldırganlığı!
Mülk Edinme imge Ve Kavramı
Mülk edinme imgesinin temelinde yatan, ama insanın pek haklı bir korkusuna… ana sütünden yoksun bırakılmaktan doğan korkusuna… dayanan KEFARET ÖDEME VE EL-KOYMA EĞİLİMİ’ni Hegel ve Marks’ın da, kendi çağlarının (ve bugün de pek değişmemiş olan emzik çağı) koşulları sonucu, bilinç altında (veya dışında) yaşamış olduklarını tahmin ediyoruz.
Öyle ki bu eğilimlerde beş aşama söz konusudur:
1. (a) Hırs veya özlem konusu bir nesnenin kullanılması,
(b) Ben ideali sadistik birinin, çocukken ana sütü gibi doyuran, ama sütten kesilince yitirdiği, ancak hırsla özlediği sütün izlerini şimdi kullandığı ve özlem konusu ettiği nesneye düşürmesi veya yüklemesi (yani projeksiyon).
2. (a) Bu projeksiyon sonucu, kişinin bilinç-altında YOKSUNLUK-KAYIP (dolayısıyla sanki bu nesneyi kendisi kullanıyor veya yararlanıyormuş gibi, kendisine verilen bir ZARAR veya TEHDİT) DUYGUSUNUN UYANMASI
(b) Ve bu tehdit duygusunun, Üst-benleştirilip RİSK (tehlike beklentisi) DUYGUSU VE İMGESİ’ne dönüşmesi.
(3) Bu dönüşüm sonunda, yine Üst-Ben’in etkisindeki ve saldırgan, sadistik eğilimli kişinin, yaşadığı KENDİLEŞME (güvence arama) SÜRECİNDE güvenceye ulaşmak üzere,
RİSKİN (yine Üst-Benleştirilmiş olan) KARŞILIĞINI, CEREME gibi kendine bir güvence sağlayıcısı, bir TELAFİ olarak benimsemesi ve böylece DOYUM’A (bilvesile güvenceye) ulaşması!
Demek ki MÜLK EDÎNME DUYGUSU nesneyle ilişkiden doğan bir duygu olarak özel tipten bir duygudur ve (belirli tarihsel dönemlerde çocukların özellikle yaşadığı) ana- sütünden yoksun kalma veya yitirme korkusundan dolayı KENDİLEŞME SÜRECİNDE doğan belli eğilimleri yaşamış olan insanlarda giderek KARAKTER YAPISI olarak ortaya çıkmaktadır.
Bakın Melanie KLEIN ne diyor:
“Çocuktaki depressif duyguların çekirdeği, yani çocuğun sevdiği bir nesneyi nefret ve saldırganlığının sonucunda yitirmekten duyduğu korku, daha baştan beri onun nesne ilişkilerinin içine işlemektedir.”
Şimdi yine kendileşme sürecine dönersek, bu süreçte, özlenen nesneyi yitirme korkusundan dolayı, bu nesnenin (elbette sübjektif durumundan öteye) objektif şekline ELKOYMA eğilimini AYNI ŞİDDETTE YAŞAMAMIŞ OLAN İNSANLAR bu duygunun, mülk edinme duygusunun o denli farkında olamazlar, bu duygunun içlerinde o çocukluktan kalma YİTİRME korkusunun sonucu oluştuğunu bilemezler; çünkü içlerindeki BEN-İDEALİ… ki genelde ana-babanın (yaşadığı tarihsel koşulların) etkisiyle oluşuyor… onları başka duygulara sürüklemiş veya “KAYIP duygusunu gideren TELAFİ” edici dürtüler onları bambaşka yönlere iteleyebilmiştir! İyi ki Telafi (onarım, güvence sağlama) mekanizmaları vardır, yoksa yeryüzü hep “karşısındakini cereme ödemeye zorlayan” insanlarla dolup taşardı!
“Çocukken Başlar İsyan – Çocuk Psikolojisi Ya da Geleceği Görmek!” Melanie Klein – Yılmaz Öner, Era Yayıncılık, 1993, İstanbul.
İlk yorum yapan olun