7 Aralık 2010
Tekelci “Demokratörizm”
Tekelci terörizm çağında yaşıyoruz. Özellikle, Türkiye gibi komprador rejimlerin hakimiyetinde bulunan ülkelerde tekelci terörizm, her yerde çirkin yüzünü gösteriyor. Şiddetiyle, terörüyle ve bu konuda sürekli geliştirdiği araçlarıyla, özellikle, son döneme damgasını vuran bizim türümüzde ülkelerde, yeni bir devlet inşa etme süreci tarzında gelişen, temeline “karşı ayaklanma doktrini”nin oturduğu, yeni şiddet biçimleriyle. İşin ilginç yanı, bunlar “demokrasi” adına yapılıyor. Şiddet ve terörle demokrasi içiçe geçiyor. Tekelci sistemin şiddeti, saldırgan yüzünü “demokrasi” maskesiyle örtüyor. Bir “demokratör”ler ordusundan ve bir “demokratörizm”den söz etmek mümkün hale geliyor. Neo-muhafazakârlar, neo-liberaller, post-marksistler elele veriyorlar ve sistemin şiddetinin üzerini örtüyorlar. Ön plana soyut bir insanlık çıkarılıyor, insan hakları doktrinine vurgu yapılıyor. Ki bu giderek dünya sisteminin bu konuda çalışan merkezlerinden üretilen teorilerle ve özellikle askerî teorilerle bütünleştiriliyor. Temelinde askerî bir teorinin olduğunu, net olarak söyleyebiliyoruz. Çünkü bu bir “karşı ayaklanma doktrini”dir. Uygulanan da kent savaşıdır.
Bunun en son kurbanlarının öğrenciler olduğunu görüyoruz ve temel bağlamlarından kopartılıyor mesele. Tekelci medya müthiş bir tarafsızlık görüntüsü altında, aslında, öğrencilerin savunduğu tüm değerlere karşı mevzilenmesine rağmen, sanki onların hakkını koruyor görüntüsünü veriyor. Öyle ki, özelleştirmeden, eğitimin bir kâr alanına dönüştürülmesinden, öğrencilerin bu kâr değirmeninde öğütülmesinden müthiş ölçekte yararlanan patronların, onların örgütü olan TÜSİAD’ın ve onların sözcüsü olan medyanın, bu meseleyi “insan hakları” koordinatına sıkıştırmada elele verdiğini görüyoruz. Bu konudaki kınamalar TÜSİAD’dan geliyor. Sanki bu uygulamalar, bu büyük şiddet ve giderek Türkiye’de işçilere, öğrencilere karşı uygulanan kent savaşıyla hiç ilgisi yokmuş görüntüsünü veriyor. 1 Mayıs’ta tekel işçilerine karşı, gecekondu mahallelerinde de halka karşı kent savaşını görüyoruz.
Hukukun Üstünlüğü ve Karşı Ayaklanma Doktrini
Kent savaşının en gelişmiş biçimini, geçenlerde Brezilya’da izledik. “Uyuşturucuyla mücadele” adı altında, polis Favelalar’a saldırdı. Askerî doktrini, askerî araçlarla uyguladı. Ezdi geçti, o yoksul mahallelerini. Türkiye’de de durum bu anlamda iç açıcı değil. Açıkçası, bir kent savaşının ve bu çerçeve içerisinde polisin “önleyici savaş doktrini” uygulamasının bir takım örnekleriyle, uygulamalarıyla karşı karşıyayız. Bu bir askerî doktrindir ve “karşı ayaklanma”, bu anlamda çok ciddi bir stratejik kapasiteyi, Türkiye’de silahlı bürokrasinin yeniden örgütlenmesi sürecine sokmuş durumdadır. Bu önemlidir ve kullandıkları kavram da “hukukun üstünlüğü” kavramıdır. Bütün “karşı ayaklanma doktrini” belgelerinin özünde “hukukun üstünlüğü”ne vurgu vardır. İlk kez “hukukun üstünlüğü” ve “demokrasi” kavramı “karşı ayaklanma doktrinleri”nde yerini alıyor.
Eskiden iş basitti. David Galula denilen kontrgerilla uzmanı, sayfalarca insanların sakat bırakılmasını, ortadan kaldırılmasını yazardı. Şimdi onu zenginleştirdiler. Tabi Galula’nın da katkılarıyla. David Galula, Henry Kissinger’in ta kendisidir. Bu doktrin zenginleştirildi. Fakat zenginleştirilen doktrinden, yazık ki hukukçularımız haberdar değiller. Her yerde “hukukun üstünlüğü” diyorlar. Öyle bir hâle geldi ki bu iş, “hukukun üstünlüğü” kavramı, “insanî müdahale” çerçevesi içerisinde, emperyalizmin ideolojisini savunmaya kadar vardı. “İnsanî müdahale hukuku”, emperyalist ideolojinin son dönem kullandığı en önemli müdahale araçlarından başlıcasıdır.
Adaletin Yeni Merkezi Medya
Örneğin bunun temel öğelerinden biri, insanlık suçları içerisinde değerlendirilen suçlara, zaman aşımının uygulanamayacağı görüşüdür. Bu anlayışa dayanarak, Yugoslavya’yı parçalamışlardır. NATO, bu anlayış temelinde operasyonlarını yapıp, gizli cezaevleri inşa etmiştir. Böyle bir farkındalığı Türkiye’de ne yazık ki, görmüyoruz. Hukuk içerisinde öyle bir yapıyla karşı karşıyayız ki, bir bakıma büyük bölümü orta sınıfı temsil eden avukatlar camiasının, hâkim güçlerin imge ve kavramlar bankasından ödünç aldıklarıyla, neredeyse bir değer parazitliği durumuna düştüğünü, bu değer parazitliğinin onları olmadık bir takım kanallara akıttığını, hiç farkında olmadan o kanallarda akıp gittiklerini, müşahade ediyoruz. Bu, aynı zamanda feci bir insanlık tablosu ortaya çıkarıyor. Öyle bir hâle geliyor ki, bu önemli meslek yıpranıyor ve giderek çok uluslu şirketlerin Türkiye’deki icra işlerini gören, büyük bir avukat kadrosunun -ki bunlara artık plebler demek mümkündür- ortaya çıkmasına yol açıyor. Böyle koşullarda, böyle toplumsal ilişkiler anlamında elbette ki avukatlar, hiç bir hak mücadelesinde doğru yerde duramıyorlar. Büyük çoğunluğu bunu yapmıyor. Arada çıkan tek tük avukatları bir kenara ayırıyorum.
İşin en dramatik yanlarından biri budur ve giderek hukuk mesleği bir medya kuşatması altına giriyor. Medyalarda mahkemeler kuruluyor, o mahkemeler “yüce hâkim” rolü ile adalet dağıtılıyor ve birilerinin suçsuzluğunu ilân ediyorlar. Bugün birilerinin suçsuzluğunu ilân edenler, yarın büyük toplumsal hareketler ortaya çıktığında, işçi, öğrenci hareketleri Türkiye’de sokaklara yayıldığında, medya bu sefer savcı rolünü oynayacak. Onların istikrar isteyen, istikrar adı altında devlet terörünü davet eden yaklaşımlarına da tanık olacağız. Eskiden tanık olmadık mı? Bunlar tekrar olacak.
Kutsallaştırılan “İnsan Hakları – Serbest Piyasa – Demokrasi” Üçlemesi
Dolayısıyla avukatların, hukukçuların medyalara taşınması yanlıştır. Onların yeri gecekondu mücadelesi veren insanların yanı, öğrencilerin, işçilerin yanı olmalıdır. Burada saf tutmalıdırlar. Çünkü kendi gelecekleri de ağırlıklı olarak buradadır. Avukatlar “karşı ayaklanma doktrini” ve “kent savaşı”nı çözümlemek mecburiyetindedirler. Bu dalganın kendilerini vuracağını, kuşatacağını bilmelidirler. Ama ne yazık ki, bunu görmüyoruz. Meslek içerisinde bir lümpenleşme ve giderek küfürü, teorinin yerine koyan bir takım anlayışlarla karşılaşıyoruz. Örneğin; Kemal Türkler davasında beklenen bir zaman aşımı olgusuyla karşı karşıya kaldık. Neden beklenen bir olguydu? Aslında, Kemal Türkler Davası, 16 Mart Davası başta olmak üzere hiç bir kontrgerilla katliamı davası, zaman aşımına uğramamıştır. Çünkü bu örgütlenme ve bu örgütlenmenin üyeleri açığa çıkmamıştır. Bu çerçeve içerisinde, açıkçası, hukuk camiası da üzerine düşenleri yapmamıştır. Kontrgerilla davalarını araştırma, inceleme ve yargılama konusunda bir merkezden takibe şiddetle ihtiyaç vardır. Aileler bunun içerisinde olmalıdır. Yine bu organizasyonun içinde davaların avukatları olmalıdır. Artık herkesin zaman aşımının henüz daha bu davalarda işlemediğini görmesi gerekmektedir.
“Evrensel hukuk tekniği”ni “ezilenler” kullanırlar. “Evrensel hukuk tekniği”ni kullanmak başkadır, “evrensel hukuk” adı altında burjuva çürümüşlüğüne teslim olma, sözde “evrensel değerler” adı altında, emperyalizmin “insan hakları – serbest piyasa – demokrasi” üçlemesine takılmak başka şeydir. Onun şiddetle reddedilmesi gerekiyor. Kendi mücadele birikimimize dayanarak, öncelikle, burada sonuna kadar sahip olduğumuz imkânları kullanmamız gerekiyor. Başka türlüsü olamaz.
“ileri demokrasi” ve “Ulusalcılık” İkilemi
Avukatlar “ileri demokrasi” adı altında, Fransız Komünist Partisi’nin 1970’lerde formüle ettiği, bugün post-marksistler, neo-muhufazakârlar, neo-liberallerin elele kullandıkları cephe ideolojisini de şiddetle reddetmelidirler. Burada açıkçası bir hak mücadelesinin mevzisini kazanmak mümkün değildir. Çünkü “ileri demokrasi” toplumdaki sınıflar mücadelesini reddeden, bunu eritmeye ve bunu tekelci sermayeyle uzlaşma kanallarına akıtmaya çalışan bir ilkelliğin adıdır. Bu ilkelliğin hiç bir biçimde tuzağına düşmemek gerekiyor. Tıpkı soyut bir “radikalizm” çerçevesinde tutup da sahte bir “ulusalcılığa” bağlanmamak gibi. Niye sahte diyorum? Anti-kapitalist olmayan, bağımsızlıkçı, gerçek ulusalcı ve anti-emperyalist olamayacağı için. Avukatların şu dönemeçte sosyalizmin değerleriyle buluşmasının zamanıdır. Tabi ki bu çağrı herkese yönelik değildir. Çünkü avukatın devrimcisi olmaz, devrimciden avukat olur. Gayet tabi ki net. Ancak bu genel çerçeve içerisinde bir doğru mücadele hattı kurulabilir. O durumda öğrenciler herhalde bu kadar yalnız olmazlar, bu kadar büyük bir saldırıyla ve şiddetle karşı karşıya kalmazlar. Üstelik bu kadar haklı olmalarına rağmen.
“Hukukun Üstünlüğü” ve Ordulaşan Polis
Temelinde “neo-Gladio”nun (bknz) bulunduğu, onun yeni baskı aygıtlarının, ideolojik savaşta kullandığı araçların yer aldığı bir devlet dönüşümüyle karşı karşıyayız. Bu, aynı zamanda yeni “kent-devlet” anlamına da geliyor. Bu noktada, tabi ki, sokaklarda kimyasal savaş kullanılırken, insan hakları koordinatına sıkıştırılan ve tüm özelliklerinden soyutlanan hareketler, “insan yüzlü burjuvazi”nin temsilcisi olan medya tekelleri tarafından farklı sunulacaklardır. Ama “karşı ayaklanma” belgeleri işin özünü ortaya koyuyor. “İsyan bastırmada emniyet güçleri, polis” diye başlık açıyor. Amerika Kara Kuvvetlerinin “karşı ayaklanma doktrini” Petraeus imzalıdır. Ki bizim türümüzdeki tüm ülkelerde uygulamaya geçmiştir.
Cephenin en önünde yer alan isyan bastırmada, emniyet güçleri çoğunlukla askerî değil, polis kuvvetleridir. Başlıca isyan bastırma amacı, yerel kurumların işlerliğini tesis etmektir. Bu nedenle, polisi desteklemek büyük önem taşır. Ancak polis kuvvetleri, “hukukun üstünlüğü”nü sağlamanın yalnızca bir parçasıdır. Polis, yasa, yargı mahkemeleri ve bir ceza sistemi desteğine ihtiyaç duyar.
Artık “hukukun üstünlüğü” kavramı üzerine, başta hukukçular olmak üzere herkesin çok fazla düşünmesi gerekiyor. Bir ideolojik savaş var ve bu ideolojik savaşın bayrağı “hukuk devleti”, “hukukun üstünlüğü”, “demokrasi”dir. Bunun arka plânını net bir biçimde çözümlemek ve ona uygun tutumlar almak, temeline de bu yeni devlet düzeninin ideolojisini, yani hakkını arayan emekçiyi, işçiyi, öğrenciyi, köylüyü “küresel püskürtme” çerçevesi içerisinde düşman ilân eden yeni doktrinin özelliklerini tespit etmek gerekiyor.
Eski Gladio, “milli güvenlik devleti”yle birlikte gömülmüştür. Fakat yenisi ortaya çıkmıştır. Eskinin pek çok birikimlerine ve mekanizmalarına yeni bir takım içerikler, biçimler kazandırarak gerçekleştirilmektedir. Ama burada en yeni olan, hukuk üzerinden geliştirilen ideolojik savaştır. Bunun net olarak görülmesi ve burada bir hat tutulması zorunluluğu vardır. Aksi takdirde sokakta kimyasal savaş artarak devam edecektir. Her seferinde de, hakikaten bu anlamda çok ciddi kayıplar ortaya çıkacaktır. Sadece fiziki anlamda değil, başka anlamlarda da kayıplar çıkacaktır. Çünkü, hak arayan insanlar geriletilirlerse, bu önümüzdeki süreçte tekelci burjuvazinin otoritarizm biçimlerine kaymasına bir teşvik unsuru haline gelecektir.
Deşifrasyon: Hazal Kelleci
İlk yorum yapan olun