“Kader” kelimesi, “bütün olayların önceden ve değişmeyecek biçimde düzenlendiğine inanılan doğaüstü güç, ezeli takdir” anlamına geliyor. Bu anlam olarak başka bir iradeye işaret ediyor. İradenin belirleyicisi ise “güç” kelimesi oluyor. Başına “kendi” kelimesi gelince, kavram dünyevileşiyor. Dünyevileşme ile birlikte artık irade insanın kendi ellerine geçmiş oluyor. Kendi dışındaki bir iradenin ortadan kaldırılabilmesi güç ile doğru orantılıdır. Peki halklar kendi iradelerini ellerine alabilecekleri gücü nereden alırlar? Bu gücün dinamikleri nelerdir? TÜSİAD’ın “yeni” bir anayasa tartışmalarına getirdiği vesayeti olan raporunu konuştuğumuz Suat Parlar ile 3. Bölümde bu konuyu irdeledik. Halkların kendine ait olmayan iradelerinin, kendi iradeleriymiş gibi gösterilmesinin metafiziğinin analizi, “sorun”ların gerçekliğine daha fazla yaklaşmamıza yardımcı olacaktır. (Yiğit Tuncay – www.halkasahnesi.org)
3. Bölüm
Antropolojik Halay
“Demokrasi-serbest piyasa-insan hakları” denilen neo-liberal “yeni din”, bölgeye bu parlak sözlerle sokulmaya çalışılıyor. Bu “yeni din”in bölgeye ikame edilmesi için devrede olan ve bunu mümkün kılmaya çalışan uzlaşmacı, çıkarcı bir küçük burjuvazinin politik işlevleri istekle yerine getirmesi de son derece önemlidir. Hep birlikte küresel şirketlerin, uluslararası sermayenin üçlü ideolojisi olan “demokrasi-insan hakları-serbest piyasa” üzerinden bir alışverişe giriliyor. Diyorlar ki; “alın demokrasiyi, insan haklarını, serbest piyasayı, karşılığında kromu, bakırı, petrolü bize verin”. Bu yeni bir pazar tek tanrıcılığıdır.
TÜSİAD son dönemde Diyarbakır’a bir çıkarma yaptı. Bu çıkarma neredeyse bir antropolojik hazırlık üzerinden yürütüldü. O bölge incelendi. İncelenmesi neticesinde, nasıl bir “halkla ilişkiler” kampanyası yürütüleceğine karar verildi. TÜSİAD bundan sonra; “Kürtler’in kendi kaderini tayin hakkı benden sorulur” dedi. Bir “antropolojik halay” ile mesaj verilmiş oldu. Ne yazık ki, orada bulunan insanlar buna tepki göstermediler. Bu bir antropoloğun incelemek için gittiği bölgede, tepki görmemek adına, o bölgenin adetlerini değerlendirerek, bunun üzerinden yaklaşımını kurgulamasına benziyor. Böylece TÜSİAD bir “antropolojik halay” biçimini de, Türkiye folklor tarihine armağan etmiş oldu. Bu son derece önemlidir.
Ne yazık ki, TÜSİAD üyelerinin hangilerinin silah şirketlerine sahip olduğunun, bu silah şirketleri üzerinden Türkiye’de komprador rejimin bütün şiddetini Kürtlerin üzerine boca ederek nasıl bir iç savaşı yürüttüklerinin üzerinde durmuyorlar. Bu noktayı incelemiyor ve değerlendirmiyorlar. 1982 Anayasası’nın rehabilitasyonu bu bölgede Kürtlere, Türklere ve daha doğrusu topyekün emeğiyle yaşayan insanlara ne getirecektir? Bu soru sorulmuyor. Bu anayasaya Kürtlerin hoşuna gidecek tarzda bazı soyut ifadelerin yerleştirilmesi, nedense büyük bir heyecan yaratıyor. Ayrıca ulus-devletin tanımları da son derece gereksiz. Bu konuda bir problem yok. Ama küresel kapitalizme eklemlenmiş ve onun iş göreni vaziyetinde meşruiyetini Wall Street bankerlerinin çıkarlarını korumaktan alan bir ulus-devlete, birlik adına Kürtlerin davet edilmesini savunmanın da bir anlamı yok.
Misak-ı Beynelmilel: Varlığım Piyasa Milliyetçiliğinin Varlığına Armağan Olsun
Bu anlamda, Türkiye’de küçük burjuva radikalizmi de çok açık bir biçimde sistemi meşrulaştırıyor. Çünkü o küçük burjuva radikalizmi statükocu bir anti-kapitalizmi içeriyor. Statükocu anti-kapitalizm, kapitalizmin sonuçlarıyla, gelir eşitsizliğiyle, yoksulluğuyla, tekelci şirketlerle ilgilenir. Ama onları vareden temel mekanizmalar üzerinde durmaz. Küçük burjuva iktidar fetişizmine saplanmıştır. Devlet ve iktidar fetişistidir. Sınıflar üstü bir devlet metafiziği içerisinde hareket eder. Ona göre adı ulus olan bir devlet, sınıflar üstü nitelik taşır. Bu devletin bağımsızlığı için mücadele eden güçlerin derûnî bir şekilde içinde yer aldığı veya yer alması gerektiği bir devlettir. Bu statükocu anti-kapitalizm, sosyalist çerçeve içerisinde bir anti-kapitalizm olmadığı için hızlı bir şekilde faşizme sürüklenir. Sistemin payandası olmaya ve sistemin işleyişini meşrulaştırmaya sürüklenir. Küçük burjuva radikalizminin varacağı son nokta piyasa milliyetçiliğidir.
Elbette ki, kardeşlik edebiyatı üzerinde Kürtlerin böyle bir yapıya davet edilmesinin de anlamı yoktur. Bu tip çıkışlar da, şimdiden sonra çok fazla bir anlam taşımıyor. Bu kadar çok Kürtler üzerine konuşmamızın gerekçesi nedir? TÜSİAD anayasasının, Türkiye’deki çözümsüzlüklere “sorun” başlığı adı altında Kürtleri dahil etmiş olmasıdır. Halbuki sorun, TÜSİAD’ın varlık koşullarıdır. İşlettiği sömürü mekanizmaları ve taraf olduğu askerî endüstriyel komplekstir. Finansal malî oligarşinin kompradorluktan öte işgalci bir güç haline gelmesi ve bunun Türkiye toplumuna müthiş ölçekte bir ayrılıkçılığı ekmesidir. Bunların sorun olarak görülmesi gerekirken, toplumu başka rehabilitasyon raporlarıyla oyalıyorlar. Dünyada neo-liberalizmin işletildiği ülkelerde iki strateji vardır. Bunlar bilimsel olarak da, ekonomik terimlerle değerlendirilir:
- “Neo-liberal politikaların meşrulaştırılması” adı altında kurumsal işlevleri de yerine getirelim ve halka bir takım olanaklar sağlayalım.
- Halkı parçalayalım ve iki ulus stratejisi üzerinden gidelim.
“Bunlardan biri alabildiğine ezilsin ve diğerine bir takım kaynaklar verelim; daha fazla kaynaklar verebilme olanağımız yoktur” biçiminde bir strateji işletirler. Ezilenin, ezilmesi kararı alınanın, çarpık bir bilinç üzerinden sisteme bağlanması, açıkçası, ezilenin tekelci burjuvazinin payandasına dönüşmesini getirecektir.
İki Ulus Stratejisi
Türkiye’de “iki ulus stratejisi” işletiliyor. Özellikle tüketim üzerinden bir takım kaynaklar belli kesimlere aktarılıyor. Fakat halkın büyük bir çoğunluğu müthiş sefalet koşullarına mahkum ediliyor. Bu sefalet stratejisi bir şekilde sürekli hale getiriliyor. En önemlisi de, bu koşulların sınıfsal arka plânının üzeri etnik ve dinî söylem üzerinden örtülüyor. Türkiye’de tam anlamıyla bir Amerikan cemaatçiliğinin, tıpkı hukukun Amerikanlaşması gibi genel kabul gördüğünü gözlemliyoruz. İşte bu “iki ulus stratejisi” aynı zamanda politik sözcülerini de buluyor. Ne yazık ki, en fazla ezilenler, sömürülenler, komprador tekelci burjuvazinin birikim stratejisine kurban edilenler, cellatlarıyla ortak hareket ediyorlar. Neden? Çünkü kimlikçi bir siyaset uygulanıyor. Onların kültürü ve dili üzerinden bir söylem geliştiriliyor. Bu aldatıcı söylem sayesinde bir problem yaşanmıyor. Türkiye’de tekelci komprador burjuvazinin öncülüğünü yaptığı egemen blok, açıkçası, bir ülkesel çerçeve içerisinde değil de, bir arazi çerçevesi içerisinde Türkiye’yi değerlendiriyor. Bu anlamda Kuzey Irak’ı da bir arazi olarak görüyor.
Artık Türkiye’de alt emperyalistleşme noktasına gelmiş ve bunu bölgeye taşıyacak olan komprador burjuvazinin, Kuzey Irak’a yönelik de çok ciddi hazırlıklar yaptığını görüyoruz. Komprador burjuvazi, buraları piyasa sömürgeciliğinin denetimine alma çabası içerisindedir. Bunlarla en fazla işbirliği yapanlar da, önde gelen feodal Kürt komprador burjuvazisidir. Bu noktada devlet gücünü kullanırlar mı, kullanmazlar mı? Bu devlet gücü sert Pinoşeci (Augusto Pinochet) bir devlet gücü mü olur, yoksa TÜSİAD anayasası tarzında yumuşak Pinoşeci mi olur? Bunu zaman gösterecektir. Eğer bu kapitalist genişleme sürecinde bu yatırımların değeri artarsa, o yatırımlar tehdit altına girdiğinde, yani Kürt insanı örgütlenip bilinçlenip kendi burjuvazisi ve komprador Türkiye burjuvazisine karşı mücadele kararı aldığında, en sert metodlarla bunun bastırılmasını savunacak olanlar bugün Kürtleri sevgili ilan eden burjuvalar olacaktır.
“Kader”in Piyasalaşması
Neo-liberalizmin buradaki ideolojik meşruiyetini geliştirmesi, giderek de bunu Kürtler üzerinden bir hegemonyaya dönüştürmesi ve bunu yaparken de etnik kimlik vurgularını ön plana çıkaran bir “insan hakları” söylemini kullanması son derece aldatıcıdır. Bu aslında savaşın bittiği anlamına da gelmez. Bu olsa olsa dönemsel “düşük yoğunluklu demokrasi” anlamına gelir. Bu yapısal bir gelişme de değildir. Aslolan neo-liberal birikim sürecinin burada problemsiz işletilmesidir. Bu çerçevede “şiddet gerekiyorsa şiddet, uyuşma gerekiyorsa uyuşma, mezarlık barışı gerekiyorsa mezarlık barışı” izleyecekleri yol olacaktır. Bunların hepsi içiçe de olabilir. Dolayısıyla, özü itibariyle TÜSİAD anayasasını “Kürt sorunu”nun çözümünde bir araç olarak değerlendirenler, bir müddet sonra dünya sermayesinin Türkiye’deki vurucu gücü olan komprador burjuvazinin aracı haline geldiğini göreceklerdir.
Orada antropolojik halay boşuna çekilmedi. Dünyanın en önde gelen krom, bakır yatakları orada ve iddia edildiğine göre; uranyum, doğalgaz, petrol de orada. Pek keşfedilmemiş bir bölge olarak Ergani-Pirinçlik hattı da son derece ön plana çıkıyor. Artık hazırlığını yapmışlar ve bir an önce küresel şirketlerle bunun pazarlığını yerellik üzerinden gerçekleştirmeye kararlılar. Bunu da Kürt politikasıyla kamufle eden yerli komprador burjuvazi, bölgede şekillenmiş durumda.
Türkiye’de kendine Türk diyen , kurduğu devletin koordinatlarını da ağırlıklı olarak “Aşkenaz Türkçülük”ten çıkaran burjuvazi ne kadar “milli” ise, oradaki burjuvazi de o kadar “milli”dir. Dünya kapitalizmi organiktir. Dolayısıyla, kendisini ulusal olarak tanımlayan devletler ve burjuvaziler, dünya ölçeğinde organik sermaye bileşiminin köşe taşlarıdır. Bu anlamda bir ulusun “milli” ölçekler içerisinde “kaderini tayin etmesi” bu çağda mümkün değildir. Bu çağda, ancak milliyetsiz uluslar kaderlerini emek üzerinden tayin etme olanağını bulabilirler. Çünkü onlar sistemden kopuş üzerinden güçlü bir programa, bir mücadele diyalektiğine sahip olabilirler. Aksi takdirde neo-liberal reçetenin kendilerine yeni bir metafizik ile yutturulduğu Afrikalılaşma örneğini yaşarlar. Afrika’nın önde gelen liderlerinden Jomo Kenyatta’nın bir sözü var: “Buraya misyonerler geldiler. Ellerinde İncil, ağızlarında Tanrı sözü vardı. Bize İncil’i verdiler ve bir süre sonra elimizde İncil kaldı. Bir süre sonra bütün kaynaklarımızın bizden çalındığını gördük”.
Kürtler seçimlerini istedikleri gibi yapabilirler. “Demokrasi – serbest piyasa – insan haklarını” alıp bütün kaynakları verebilirler. Buna Kuzey Irak da dahil. Ya da Ortadoğu’da Türk, Kürt, Arap, Fars halklarıyla emekçileriyle bir bütünleşmeyi önlerine hedef olarak koyabilirler. Böylelikle bu bölgede neo-liberal küreselleşmenin, piyasa sömürgeciliğinin arzu ettiği tarzda bir atomize olmayı, parçalarına ayırmayı önlerler. Bu kendilerine hem bağımsızlıkları anlamında alan açar, hem de bu noktada “kendi kaderlerini tayin hakkı”nın hiç bir itiraz görmeksizin bu halklar tarafından kabulünü sağlayabilir.
Bu hakkın kabul edilmesi, mutlak olarak ayrılma övgüsünün kabul edilmesi, ayrılmanın bir değer olarak kabul edilmesi anlamına gelmez. Kim açısından gelmez? Diğer halklardaki devrimciler açısından gelmez. Arap, Türk ve diğer devrimciler açısından önemli olan bu hakkın kabul edilmesiyle birlikte, eğer bu hak mutlak bir ayrılma politikasına dönüşecekse, bu dönüşüm neo-liberal piyasa sömürgeciliğinin buraya çok daha keskin cephe hatlarıyla oturmasını getirecekse, buna karşı çıkmayı zorunlu kılar. Ancak bu noktadan itibaren yeni bir programın esasları oluşturulabilir. Yani çıkış noktası budur. Yoksa Wilsonyen tarzda bir “kendi kaderini tayin hakkı”nın mutlak surette neo-liberal etnik parselasyonu bu bölgedeki bütün halkları zayıflatacak, onların devrimci iradelerini köreltecek, bütün umutlarını ortadan kaldıracak tarzda oluşturulması, en başta Kürtlere zarar verir. Ki TÜSİAD’ın öne sürdüğü anayasal formülasyonlar böyle bir öneriyi içeriyor.
Temsilin Lübnanlaşması
Bireyin özerkliğinden bahsediyorlar. O birey kim? Tabi ki ulus ötesi şirketler. En önemli bireyler o şirketlerdir. Çünkü “hukukun üstünlüğü” denildiği zaman, küresel şirketlerin üstünlüğü anlaşılmalıdır. Küresel şirket ise, çağımızda bireyin ta kendisidir. Birey denildiği zaman insan anlaşılıyor, fakat bu yanlıştır. Buraya önerilen “demos”suz bir demokrasidir. Daha doğrusu kölelerin neden, niçin ve nasıl itaat ettiklerini bilmeden, o itaati içermeleridir. Kölesiz demokrasi olmaz. Demokrasinin özü kölelik ve köleciliktir. Ücretli kölecilik düzeni, özü itibariyle bir pluto demokrasi, yani plutokrasi yaratmıştır. Böyle bakıldığında, demokrasi talebiyle, kölelik talebi arasında hiç bir fark yoktur. Köleliği aşan talepler, ancak çok sorunlu ve güçlü bir kollektivist anlayışıyla mümkündür. Kollektivite, bu bölgede yaşayan halklar açısından ayrılarak çürüme anlamına gelmez tabi ki.
TÜSİAD Lübnanlaşmayı öneriyor. Nedir Lübnanlaşma? Lübnanlaşma; tüm halkın etnik, dini ve mezhepsel temellerde ayrışmasıdır. Kim oldukları değil, ne oldukları üzerinden bir politika olmayan politik temsil alanlarına bölünmesi sistematize edilmek isteniyor. Sadece Türkiye açısından değil, bütün ülkeler açısından Lübnanlaşma, yani sonsuz bir cemaatleşme olgusunun planını yürütüyorlar. Dini, etnik, cinsel bölünme gibi teorilerle suni çelişkiler üretiyorlar. Peki bu bölünme kimin işine yarayacak? Bunun üzerinde elbette durulmuyor.
Deşifrasyon: Hazal Kelleci
E-Kitap: Anayasal Kuşatma ve Sermaye – Yiğit Tuncay & Suat Parlar
İçindekiler