Osmanlı İmparatorluğu’nun, Almanya’nın yanında 28 Ekim 1914 tarihinde savaşa girmesi üzerine, İngiltere Orta Doğu’da yıllardır oluşturduğu düzenekleri harekete geçirdi. Bir yandan, Mekke Emiri ile temasa geçen İngilizler, diğer yandan da Emîr’in rakibi Suûd ile Basra harekâtı için ilişki kurdular. Bu çerçevede İngiltere, Osmanlı İmparatorluğu’na savaş ilan etmeden iki gün önce Basra Körfezi’ndeki siyasî temsilcisi aracılığı ile Kuveyt Şeyhi Mübârek’e gönderdiği 3 Nisan 1914 tarihli mektupla bazı taleplerde bulundu. Bu talepler, şöyle sıralanabilir: Kuveyt Emîri, Kazal Han ve Emîr Abdü’l-Azîz bin Suûd ve güvenilir diğer şeyhlerle birlikte, Basra’yı Osmanlı İmparatorluğu’ndan kurtarmalıdır. Böyle bir askerî harekât, şeyhlerin askerî kapasitesini aşıyorsa, en azından İngiliz takviye güçleri gelinceye kadar Osmanlı birliklerinin Basra ve Kuma’ya ulaşması engellenmelidir.
İngiliz Hükümeti, Basra’nın alınması durumunda kentin hiçbir koşul altında Osmanlı devletine iade edilmeyeceği güvencesini verir. Kuveyt Şeyhi’nin, Savfan, Bubiyan, Umm Kasr’a saldırıp ele geçirmesi durumunda ortaya çıkacak tüm tehlikeler İngiltere tarafından bertaraf edilecektir. İngiltere, ayrıca APOC’un Abadan’da bulunan rafinerilerini koruma altına aldı. Bu rafineri, işlediği petrolle, imparatorluk deniz kuvvetleri açısından stratejik öneme sahipti. APOC’un İran’daki petrol boru hatlarına, Teşkilât-ı Mahsusa’nın örgütlediği Arap kabileleri tarafından saldırılarda bulunulması üzerine, İngiltere bölgeye askerî birlikler sevk etti. İngiltere, yörede en önemli askerî harekâtını Basra’ya yönelik olarak gerçekleştirdi. İngiliz birlikleri, 23 Kasım 1914’de kenti ele geçirdiler. İngiliz düzeni Basra’ya yerleşmekte gecikmedi. Daha önce bölgede görev yapmış olan APOC uzmanı Eli Bannister Soane, kurduğu ilişkiler ağı ve önemli şahsiyetleri tanıdığı gerekçesi ile Basra’ya gönderildi. Kısa süre, İngiliz istihbaratında eğitimden geçirilen Soane, hükümet organı olarak yayınlanan Basra Times gazetesinin yayın yönetmeni oldu. İngiliz emperyalizmi, Arap dünyasında istihbarat birimlerine bağlı bir gazeteciler kuşağı yetiştirmenin ilk adımlarını attı. Petrol diplomasisi ve istihbarat operasyonlarının kaynaşma noktasında ortaya çıkan Soane türü “uzmanlar”, Orta Doğu tarihinin yönelimlerinde önemli rol oynadılar. Nitekim Basra Times, yaptığı yayınlar ile İngiliz yanlısı bir kamuoyu yaratma konusunda hayli başarı kazandı. İzleyen yıllarda, İngiliz kuvvetleri Mezopotamya’yı işgal ederken Soane’a yeni görevler verildi. Bu temelde Bağdad ve Mendali petrol yataklarının işletilmesinde ve askerî ihtiyacın karşılanmasında petrol konusundaki uzmanlığından oldukça yararlanılan Soane, binbaşı rütbesi ve aldığı madalya ile ödüllendirildi.
Savaş Mezopotamya’yı kapsamına alırken İttihat ve Terakki triumvirası (Cemal, Enver, Talat), Mısır’a sefer hazırlıklarına başlamışlardı. Bu hazırlıklarla ilgili olarak ABD’nin İstanbul Büyükelçisi Henry Morgenthau’nun Washington’a 26 Kasım 1914 günü gönderdiği notta şunlar vurgulanıyordu: “Tükiye’nin Mısır’ın fethi için yaptığı hazırlıklar Almanya’yı geniş ölçüde kaygılandırmaktadır… Almanlar, Türkler’in Mısır’daki yenilgilerinden değil, tersine başarılı olmalarından korkmaktadırlar. Türkler’in Mısır’da zafer kazanmaları, Kayser’in bu bölge hakkındaki plânlarına aykırı düşecektir. Çünkü o zaman Türkler barış masasına Almanya’nın yanında güçlü oturacak ve koşullarını ileri sürecektir. Oysa, Alman savaşı planlarında Türkler’in güçlenmesi diye bir düşünce yoktur. Zira daha önce İngiltere ile yaptığı pazarlıkta, Osmanlı Devleti’nin parçalanmasında pay sahibi olmayı Kayser özellikle istemiştir. Almanya için önemli olan Berlin-Bağdad Demiryolu güzergâhına, yani bütün Mezopotamya’ya sahip olmaktır. Kazanacağı böyle bir hakka karşılık Mısır’ın İngilizler’de kalmasına Alman politikası çoktan razıdır…” (1)
İngilizler, Abadan petrollerini korumak ve “Ruslar’la, kuzeye çıkıp birleşerek” Türk kuvvetlerinin İran’a girip Hindistan’ı tehdit etmesini önlemek amacıyla, 1914 Kasım’ında Basra’ya çıkmışlardı. Hindistan’dan getirdikleri birliklerle harekâtı yürüten İngilizler, kuzeye doğru ilerlemeye başladılar.(2) 1915 Eylül’ünde İngiliz kuvvetleri, Bağdad’ın 160 km. güneyindeki Kutü’l- Amâra’ye girdiler. Ancak kuzeyde Selmân-ı Pak’ta, Osmanlı birliklerinin güçlü direnişi ile karşılaştılar. Bu gelişmeler üzerine, 12 Şubat 1915’te Berlin’e bir rapor gönderen Alman Büyükelçi “İngilizler’in Basra’dan çıkarılmasının önemi, Almanya için Mısır seferinden daha büyüktür.” diyordu.
Teşkilât-ı Mahsusa’nın İran’daki faaliyetleri dışında, Almanlar Yüzbaşı Klein komutasında bir müfrezeyi, İngiliz donanması için kullanılan Karun bölgesi petrol yataklarını tahrip etmek amacıyla adı geçen yere gönderdiler. Bu arada Almanlar, “Konsul” adlı bir harekât ile İran da yoğun bir propoganda savaşına giriştiler. İran’da bulunan Alman Askerî Ataşeliği, İngilizlere karşı bir halk ayaklanması örgütlemek üzere güçlü bir organizasyon kurdu. Bu Alman askerî heyetinin görevi, İran silahlı güçlerini yönetmek ve ayaklandırmaktır. Bu arada İran’da bulunan Türk ve Alman askerî gruplarının ortak faaliyette bulunması için (12 Aralık 1914’te İstanbul’a gelerek Liman Von Sanders’ten 1. Ordu Komutanlığını alan) Von der Goltz’a, 5 Ekim 1915 Osmanlı orduları başkomutanlık vekâletinden gönderilen yazıda, Osmanlı tarafının “İran’daki politik ve askerî teşebbüslere… fevkalâde ehemmiyet” verdiği vurgulanıyordu.
İran’ın Rusya ile İngiltere arasında bölünmüş durumu, İngiliz donanması açısından stratejik petrol kaynaklarına ve rafinerilerine sahip olması, Afganistan ve Hindistan kapılarına açılması, Almanya’nın bu ülkedeki askerî harekâtını oldukça karmaşık bir duruma getiriyordu. Van Der Goltz’a verilen görev, İngiltere ve Rusya’ya karşı İran’ı ayaklandırmak ve ülkede bulunan askerî güçleri bir araya toplayarak, bir İran ordusu teşkil etmekti. Bunun yanı sıra Osmanlı mareşali sıfatıyla, 6. Ordu, Irak kolordusu, bazı özel görevli küçük birlikler, jandarma birlikleri ve daha önce bu ülkeye gönderilmiş seferî kuvvetler ile Türk-Alman personelin oluşturduğu “Afganistan Sefer Kuvveti”ne de komut edecekti. Fakat Rusya’nın tehditleri neticesinde İran Şahı, Türk-Alman nüfuzu altında bulunan Batı İran’daki askerî-siyasî oluşumu desteklemekten kaçındı. Başarısızlık üzerine Goltz Paşa, Almanya’nın İran Ataşesi Albay Bopp’u yerine vekil tayin ederek Bağdad’a döndü. (3)
İngiliz emperyalizmi, savaş sonrası Orta Doğu’da gerçekleştirilecek siyasî ve coğrafî oluşumları tesbit amacıyla bir komite kurdu. “De Bunsen Komitesi” adı verilen bakanlıklararası bu grupta Başbakanlık Deniz Kuvvetleri Bakanlığı, Hindistan Bakanlığı ve diğer kurumlardan temsilciler bulunuyordu. Kitchener’in başında bulunduğu Savaş Bakanlığı, Askerî Operasyonlar Genel Müdürü Charles Calwell ile temsil ediliyordu. Ayrıca Kitcher, kendi özel temsilcisi sıfatıyla Sir Mark Sykes’i de komiteye gönderdi. Sykes, bundan sonra savaş boyunca Orta Doğu işlerinden sorumlu bürokrat olarak çalışmalarına devam etti. Katolik, zengin ve muhafazakâr bir baron olan Sykes, 1911 yılında Avam Kamarasına seçildi. Cambridge’de okuduğu yıllarda Türkiye’ye pek çok seyahat yaptı ve yolculuk anılarını yayınladı. Orta Doğu konularında uzman olan Sykes, 1914 yılında Churchill’e yazdığı bir mektupta, “Türkiye’ye karşı çalışabileceği bir iş istedi.” Sykes “yerel eğilimler ve olanaklar” konusunda bilgilerini paylaşmak istiyordu.
Churchill, bu öneriye ilgi göstermedi ama Sykes, Yarbay Oswald Fitzgerald sayesinde Savaş Bakanlığı’na girdi. Askerî İstihbarat Müdürü G.M.W. Macdonogh ile dostluk kuran Sykes, Lord Kitchener’in yakın çalışma kadrosuna dahil oldu. İngiltere’nin Savaş Bakanı Lord Kitchener’in “Kapsamlı savaş sonrası Orta Doğusunda İngiltere yeni ilhak ettiği Kıbrıs sayesinde, Fransa ve Rusya’nın müdahalesine karşı korunmuş bir Hindistan karayolunu denetim altında tutabilecekti. Savaş Bakanı’nın plânı, Kıbrıs’ın karşısındaki Asya anakarasının doğal liman kenti İskenderun’u almak ve oradan yine İngiltere’nin ele geçireceği Mezopotamya’ya bir demiryolu inşa etmekti. Mezopotamya bölgelerinde Churchill ve Deniz Kuvvetleri Bakanlığı’nın çok önemli saydığı geniş petrol yatakları bulunduğuna inanılıyordu.
Kitchener ve başkaları, Fırat ve Dicle’nin suladığı eski Mezopotamya topraklarının tarımsal zenginliğe kavuşacak biçimde işlenebileceğine de inanıyorlardı; ancak Kitchener’in gözünde, teklifinin başlıca üstünlüğü stratejik olmasında yatıyordu. Akdeniz’den Basra Körfezi’ne kadar inecek demiryolu, Hindistan’a asker gönderip getirmeyi kolaylaştıracaktı. Demiryolunun geçtiği geniş bölge Hindistan yolu için olduğu kadar, Basra Körfezi için de kalkan işlevi görecekti. İngiltere burasını ele geçirmezse, Rusların bu fırsatı kaçırmayacaklarından korkuyordu.”(4) Kitchener’in kaygılarından da anlaşılacağı gibi itilaf (uzlaşma) devletleri arasında “Büyük Oyun” savaş sonrasında tekrarlanabilirdi. İngiltere şimdi müttefikleri olan Rusya ve Fransa ile ya da her ikisiyle karşı karşıya gelebilirdi. Daha savaş yıllarında biçimlenen bu çelişkiler, Bolşevik Devrimi ve Anadolu Hareketi çerçevesinde iyice keskinleşecekti.
Bu arada, Hindistan Bakanlığı’ndan Sir Arthur Hirtzel de, Mezopotamya eyaletlerinin Hindistan İmparatorluğu’na katılmasını öneren raporlar yazıyordu. Hirtzel’e göre, bu bölge Hindistan’dan göç ettirilecek insanların yerleşimi ile sulanabilir ve verimli hale getirilebilirdi. Britanya İmparatorluğu’nun iki önemli sömürge kurumu, Hindistan İmparatorluğu Hükümeti ve Kahire’deki İngiliz Yüksek Komiserliği, Osmanlı İmparatorluğu’nun Mezopotamya, Anadolu ile Orta Doğu’yu kapsayan topraklarının paylaşımı için kıyasıya bir rekabete, daha savaşın ilk yıllarında başlamışlardı. “Hirtzel ve Kitchener’in raporlarının altında yatan ve hükümet üyelerinden çoğunun paylaştığı nokta, Osmanlı İmparatorluğu’nu bölüp iri bir parça almanın İngiltere’nin çıkarına olduğuydu.” (5)
4 Mart-10 Nisan 1915 tarihleri arasında Rusya, İngiltere ve Fransa arasındaki yazışmalar sonucunda, “İstanbul Anlaşması” adı verilen mutabakata ulaşıldı. Bu anlaşmaya göre, İstanbul kenti, Boğazlar, Marmara Denizi ve Adalar, Trakya’da Enez-Midye hattına kadar olan bölge ile Sakarya Nehri-İzmit Körfezi arasında kalan sınırı sonra belirlenecek topraklar Rusya’ya; Suriye, Hatay, Adana havalisi (Toroslar’a uzanacak şekilde) Fransa’ya bırakılıyordu. İşte, Sir Maurice de Bunsen başkanlığındaki “komite”nin amacı, İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğu’ndan taleplerini belirlemekti. De Bunsen Komitesinde, Sykes’in yanı sıra “İmparatorluk Savunma Komitesi ve Kabine Savaş Konseyi Sekreteri Maurice Hankey” de etkiliydi.
Sykes, De Bunsen Komitesi’nde İngiltere’nin önündeki alternatifleri şöyle açıkladı: Osmanlı topraklarının İtilaf devletleri tarafından doğrudan ilhakı, bölgeleri ilhak yerine nüfuz alanlarına ayırmak; Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamadan bırakmak ama hükümeti tabi hale getirmek; İmparatorluğun yarı özerk bölgeler halinde yerinden yönetimi (adem-i merkeziyet). Sykes’in başında bulunduğu komite, Osmanlı İmparatorluğu’nun özerk vilayetlere ayrılması görüşünü benimsedi. Bu plâna göre: İmparatorluk beş büyük özerk vilayete bölünecekti. Bu vilayetler; Suriye, Filistin, Ermenistan, Anadolu ve Cezire-Irak. Komite’ye göre İngiliz etkisi Akdeniz’den Basra Körfezi’ne kadar geniş bir alanı kapsamalıydı. Ayrıca Hayfa veya İskenderun’dan Mezopotamya’ya uzanacak bir demiryolu hattı da projeler arasındaydı. Sykes, halifeliğin de Rusya’nın kontrol alanının dışına çıkarılması gerektiğini savunuyordu. Güneye kaydırılan hilâfet merkezi, Fransa’nın malî denetiminin etkisinde kalmayarak İngiliz kontrolüne girecekti. Sir Sykes, 1 Nisan 1915’te yakın dostu Parlamento üyesi Aubrey Herbert’e yazdığı mektupta şunları vurguluyordu: “Türkiye diye bir şey yok artık, var olmamalı. İzmir Yunanlılar’ın olacaktır. Adana İtalyan, Güney Toroslar ve Kuzey Suriye Fransız, Filistin ve Mezopotamya İngiliz ve geri kalan, İstanbul da dahil Rus… Ayasofya’daTe Deum ve Ömer Camii’nde bir Nunc Dimittis okuyacağım. Bunu bütün kahraman küçük uluslar şerefine Galce, Lehçe, Keltçe ve Ermenice okuyacağız…”(6)
Sir Sykes’ın üyesi olduğu De Bunsen Komitesi, “Asya Türkiyesi’nde İngiltere’nin Savaş Emelleri” başlığını taşıyan bir rapor hazırladı. Bu raporda müttefiklerin savaş sonrası rekabete girişecekleri uyarısı ile İngiltere’nin Basra Körfezi’ndeki özel ve hakim durumunu korumasının zorunlu olduğuna dikkat çekildi. Raporda, İngiltere çıkarlarının yoğun olduğu alanlar olarak; Arabistan Yarımadası, Basra, Bağdad, Musul ve Körfez şeyhlikleri belirtildi. Ayrıca Mezopotamya Bölgesi, Musul’un kuzeyindeki dağlık sınıra kadar geniş tutuldu. Komite raporunda, Musul’la ilgili tespitler önemlidir. Bu tespitlere göre “… Ticarî açıdan bakıldığında zengin petrol yataklarının bulunduğu Musul ve çevresinin İngiltere’nin denetiminde olması gerekir; bu bölgeyi bir başka devletin kontrol etmesi İngiliz çıkarlarına aykırıdır.”(7)
İngiltere, Osmanlı topraklarının paylaşımında petrolü temel unsur sayan bir yaklaşım içindeydi. Bu arada, Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünü hızlandırmak amacıyla, 1915 yılında Mekke Şerifi Hüseyin ile bazı yazışmaları gündeme getirdi. Lord Kitchener, daha 1914’de Mekke Emîri’ne bir mektup göndermiş ve “ruhanî saygınlığını” İngiltere’nin aleyhine kullanmamasını istemişti. Bu yazışmalar, 1915 yazında Emîr Hüseyin’in, İngiltere’nin Kahire Temsilciliğine gönderdiği mektup ile yeni bir boyut kazandı. Şerif Hüseyin mektubunda, hemen hemen tüm Arap dünyasının kendi egemenliğinde bağımsız bir krallık olmasını talep ediyordu. Bu talep İngiliz tarafında “gülünç” bulunmakla birlikte, Mısır’daki İngiliz Yüksek Komiseri Sir Henry Mc Mahon, Hüseyin’in, Orta Doğu ile ilgili plânların tartışılacağı savaş sonuna kadar taleplerini ertelemesini istedi. Oysa Hüseyin’in bu telaşının dayanakları vardı.
Emîr, Osmanlı Hükümeti’nin, 1915 Ocak’ında savaş bittiğinde kendisini indirmeye hazırlandığına dair belgeler elde etmişti. Bunun üzerine oğlu Faysal’ı İstanbul’a göndermiş; ancak Bâb-ı Âlî’yi bu karardan döndürmenin mümkün olmadığını anlamıştı.”(8) Faysal, İstanbul’a Sadrazam ile görüşmeye giderken ve dönüşünde iki kez Şam’a uğradı. Burada, Arap liderlerle görüştü. Ancak, Osmanlı İmparatorluğu’na isyan konusunda belirgin bir tavır görmedi. “Çoğu Almanya’nın savaşı kısa bir sürede kazanacağına inanıyor ve kendilerine ‘neden kaybedecek tarafa geçelim?’ diyorlardı. Bir başka neden de Osmanlı İmparatorluğu ile Avrupalı müttefikler arasında bir seçim yapmak gerekirse, Avrupalı Hristiyanlar yerine Müslüman Türkler tarafından yönetilmeyi istemeleriydi… Faysal aracılığıyla Hüseyin’e, İngiltere Arap Batı Asyası’nda bağımsızlığı destekleme sözü vermedikçe müttefiklere katılmamasını salık verdiler. Ellerinde böyle bir söz olursa, gizli cemiyetler Osmanlı İmparatorluğu’ndan da buna uygun bir teklif talep edebilirlerdi.”(9) (Osmanlı İmparatorluğu’nun I. Dünya Savaşı’nda “Arap ihaneti” ile “arkasından hançerlendiği” türünden bilim, tarih ve ahlâk dışı görüşler oldukça yaygındır. Ancak, tarihsel olgular bu tarz mutlaklaştırılmış, modernist, oryantalizmin çarpık bakış açısı ile malul önyargılara izin vermiyor.)
Faysal, 23 Mayıs 1915’te İstanbul dönüşü tekrar Şam’a uğradı. Suriye’deki Cemal Paşa tarafından bir terör rejimi uygulamaya konulmuştu. Çoğunluğu Arap askerlerden oluşan üç tümen dağıtılmış ve erlerin çoğu kıyasıya bir savaşın yürütüldüğü Gelibolu’ya gönderilmiş ve şehid olmuşlardı. Cemal Paşa asker ve sivil konularda tam yetkiyle Suriye’ye atanmıştı. Geçici bir yasa ile Mayıs 1915’te kendisine olağanüstü hal yetkileri verilmiş yani Suriye’ye ilişkin tüm kabine kararları onun onayına bağlanmıştı. “Şubat 1915’te Süveyş Kanalı’ndaki yenilgiden sonra sürdürdüğü gaddarca yönetime, savaş yıllarının buhranı ve bu yıllarda bölgeyi sarsan doğal afetler de eklenince yöre halkı, Osmanlı Hükümeti’ne yabancılaştı.”(10)
Cemal Paşa, 1915 baharında, Arap muhaliflere karşı yıldırma ve sindirme harekâtına girişti. Paşanın Mısır Harekâtı’nda başarısızlığı, Arap liderlere saldırarak örtmek istemesinin sonuçları kanlı oldu. Önce, Marunî bir papaz vatana ihanet suçlaması ile asıldı. Onu, on bir Müslüman Arab liderin “Dîvân-ı Harbî Örfî”de yapılan mahkemeler sonucu 21 Ağustos’ta idamı izledi. Terör idaresinin bir başka uygulaması, muhaliflerin sınır dışı edilmesiydi. Cemal Paşa’nın emriyle binlerce Suriyeli aile (bir iddiaya göre beş bin aile) sınır dışı edilerek Anadolu’ya gönderildi. “Cemal Paşa’nın eylemleri, kapsamı açısından olmasa da doğası itibariyle, Doğu Anadolu’daki Ermenilerle ilgili politikalarla karşılaştırılabilir. Her iki politika da, düşman güçlerin kışkırtmasıyla bir milliyetçi ayaklanma çıkabileceği endişesiyle ortaya çıkmıştı. Bu gerçek olmaktan çok hissedilen bir korkuydu. Araplar’ın başka yerlere iskâna zorlanmaları, Ermeniler’le karşılaştırıldığında sayısal olarak çok farklı olduğu gibi daha da insanî koşullarda gerçekleşmişti. Fakat hali vakti yerinde Suriyeliler’den oluşan büyük bir grubun bundan nasibini alması, Suriye’nin savaş dönemi sosyal ve ekonomik yaşamına büyük darbe indirmişti. Sınır dışı edilmenin psikolojik etkisi daha da fazla olmuş, Suriyelilere, Ermeniler’inkine benzer bir kaderi paylaşabileceklerine inanacak nedenler vermişti. Ermeniler’in Suriye’ye yerleşmelerine izin verilirken, kendi insanları ülke dışına çıkmaya zorlanmıştı.”(11)
Paşa ayrıca, kamu yaşamında yaygın olarak Türkçe’nin kullanılmasını mecburî hale getirdi. Türkçe daha önce eğitim dili Arapça olan Şam İdadisi’nde zorunlu kılındı. Cemal Paşa, her geçen gün şiddetin dozajını artırdı ve hükümet otoritesini sağlamlaştırmak için daha fazla terör uyguladı. Osmanlı Hükümeti ile barışmış ve İstanbul da dahil olmak üzere görev kabul etmiş ikinci bir grup Arap lideri, 1916 Mayıs’ında yargılandı. Yirmi bir Arap lideri arasında, Abdülhamîd ez-Zehrâvî, Şefik el-Müeyyed, Abdülganî el-Ureysi, el-İnkilizî, el-Asalî gibi tanınmış isimler bulunuyordu. İdama mahkûm edilen Arap liderler, halkının önünde infaz edildi. Bu idamlar, Suriyeliler’in Osmanlı İmparatorluğu’na olan güveninin son kırıntılarını da yok etti. Söz konusu gelişmeler, Hicaz ayaklanmasını hızlandırdı. Ancak Hicaz isyanına açılan süreçte, Mc Mahon-Şerif Hüseyin mektuplaşmaları da dikkate değer veriler sunar. Mc Mahon’u bir Arap isyanını kışkırtmaya iten nedenler arasında, Gelibolu’da sıkışan İngiliz birliklerinin durumu başlıca etkendir. Kitchener’in Kahire’deki politik yandaşları, Çanakkale’de ölüm kalım savaşı veren müttefik ordularını bir Arap isyanının kurtaracağına inanmışlardır. Arap isyanının bir yıl sonra başarısızlığa uğraması üzerine Mc Mahon şunları söylüyordu: “Arap Hareketi konusunun bana bırakıldığı gün, yaşamımın en talihsiz günüydü. Bu sadece askerî bir işti… Dışişleri Bakanlığı benden, işe el koymamı ve Arapları savaştan çekmemi rica etti. O anda Gelibolu’daki güçlerin büyük bir kısmı ve Mezopotamya güçlerinin tümü Araplar’dan oluşuyordu.”(12)
Bu arada Sir Mark Sykes, 1915 Kasım’ında Hindistan dönüşü uğradığı Kahire’de, Araplar’ın savaşta kullanılacak önemli bir unsur olabileceği kanısına vardı. Öte yandan Sykes, Kahire’de Ermeni liderleriyle buluşup bir Ermeni ordusu kurulmasını da hararetle destekliyordu. Bu ordu savaş esirleriyle ABD’de yaşayan Ermeniler’den oluşacak ve Türkiye’nin işgaline katılacaktı. Oysa Sykes, her iki halktan da nefret ediyordu. Ona göre Araplar “Küstah, korkak, vahşî, açgözlü hayvanlardı.”(13)
Ermeniler’in “hiçbir iyi yanları olmayan bir halk” oldukları kesindi! Irkçı, emperyalizm ideologları açısından halklar değersiz ve gerektiğinde kullanılacak araçlardı. Aralarında Sykes, Clayton, Storrs’un bulunduğu bir grubun, Kitchener’in desteği ile Araplara yönelik bazı “sözler” verilmesi politikası, Yüksek Komiser Sir Henry Mc Mahon’un Şerif Hüseyin’le yazışmasını gündeme getirdi. 30 Ağustos 1915’te, Mc Mahon, Lord Kitchener’in talimatı ile Şerif Hüseyin’in 14 Temmuz 1915 tarihli mektubunda ileri sürdüğü taleplere cevap verdi. 30 Ocak 1916 tarihine kadar taraflar arasında sekiz mektup teati edildi. Orta Doğu tarihinin üç önemli anlaşmasından biri Mc Mahon-Şerif Hüseyin mektupları, diğeri 1916’da Fransa ile İngiltere arasında imzalanan Sykes-Picot Anlaşması, bir diğeri ise Kasım 1917’de Balfour tarafından Yahudilere Filistin’i bir “yurt” olarak veren deklarasyondur.
Ancak, bu üç anlaşma temelinde odaklanan Orta Doğu tarihi anlatımları arasında, Osmanlı tarihi “kayıplara” karışır. Oysa Şerif Hüseyin’in, Mc Mahon mektupları öncesinden başlayan ve uzayıp giden Osmanlı yetkilileri ile yaptığı bir dizi yazışma vardır. Bu yazışmalar, Şerif Hüseyin’in İngiliz emperyalizminin kışkırttığı sıradan bir aktör olmadığını, bölge dengelerine vakıf, tercih ve çıkarlarının bilincinde bir dinî lider olduğunu ortaya koyar. Ama, Araplar konusunda neredeyse Sykes ölçüsünde ırkçı ve önyargılı tarih yaklaşımı, bu politik, diplomatik birikimin üzerini örter. 1916 Haziran’ında, Şerif Hüseyin ve oğulları silahlanıp ayaklanarak, Mekke’deki Osmanlı mevzilerine saldırdılar. “Cemal Paşa’nın Arap liderlerini (hem hükümetle uzlaşmaya varanları hem de rejim aleyhtarlığını sürdürenleri) idam sehpasına yollaması Osmanlı ordusundaki Arap subayları radikalleştirmiş, bu subaylar milliyetçi hedefler güden asıl grup olarak ortaya çıkmışlardı. Pek çoğu Şerif Hüseyin’in tarafına geçmiş ve İngiltere-Şerif ortaklığına büyük destek vermişlerdi. Ancak Arap subaylar hükümet yanlısı ve bağımsızlık yanlısı olarak bölünmekle kalmamış, Azîz Ali dahil Şerif Hüseyin’in yanında yer alanların bazıları, sonuçta Osmanlı Hükümetinden ayrılma çabalarına katılmak istememişlerdi. Azîz Ali, Hüseyin’in tarafına kısa bir süre için geçmiş; ancak Medine’deki Osmanlı mevzilerine saldırmak söz konusu olunca Hüseyin’i terk etmişti.”(14)
Arapları “hain” olarak değerlendiren yorumların geçerliliği yoktur. “Alman Konsolosu, Hicaz ayaklanmasının ilk günlerinde yolladığı bir raporda, yerel halkın Hüseyin’i hain olarak gördüğünü vurguluyordu.”(15) Konu karmaşık süreçlerin iç içe geçtiği tarihsel bir bağlama oturtulmalıdır. Aksi takdirde günümüzde de emperyalizmin bölgedeki varlığını meşrulaştıran ideolojik çerçevenin pekiştirilmesine hizmet eder. Bölge halklarının birlik zemini ortadan kalkar. Haris bir Emîr’in isyanını ve kıtlık, tehcir, baskı, idamla yıldırılan Cemal Paşa’nın terör rejiminin kurbanı olan halkın tepkisini ırkçı önyargılarla değerlendirmek yanlıştır.
Mc. Mahon-Şerif Hüseyin mektuplarını izleyen süreçte, Fransa-İngiltere arasında görüşmeler gündeme geldi. 1850’den itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nun özellikle güneydoğuda bulunan topraklarını neredeyse parselleyen emperyalist İngiltere ve Fransa, henüz ekonomik, kültürel, siyasal çıkarlarını yazılı hale getirmemişlerdi. Bu temelde görüşmelerde bulunmak üzere Fransa temsilcisi François Georges Picot, Londra’ya geldi ve 15 Kasım 1915’te görüşmeler başladı.
Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Sir Arthur Nicholson’un başkanlığındaki İngiliz heyetinde, Dışişleri, Hindistan ve Savaş Bakanlıklarından üst düzey yetkililer bulunuyordu. Görüşmelerin tıkanması üzerine, İngiliz heyetinin başkanlığına Sir Sykes atandı. Fransız temsilci Picot, sömürgeci bir aileden geliyordu. Babası Fransız Afrikası Komitesinin, kardeşi ise Fransız Asyası Komitesi’nin sorumlu mevkiilerinde bulunuyorlardı. Picot, Fransa Başbakanlığında sömürgecilik yanlısı grubun savunucuları arasındaydı. Picot’yu destekleyen Fransız ticarî, dinî ve politik çıkar grupları güçlü bir odak oluşturuyordu. Lyon ve Marsilya Ticaret Odaları, Suriye’de Fransız egemenliğinden yana muhtıralarla Başbakanlık’ta faaliyet yürütürken, söz konusu egemenlik taraftarları Parlamento Dışişleri Komisyonunda kontrolü ele geçirmişlerdi.
Senato’da Fransız Suriyesi tezini savunan grubun lideri Pierre-Etienne Flandin, 1915’te yayınlandığı raporda, Suriye ile Filistin’in yüzyıllardır, Orta Doğunun Fransa’sını oluşturacak derecede Fransa tarafından şekil verilen tek ülke olduğu iddiasını ileri sürüyordu. Flandin, Fransa’nın oradaki “tarihî misyon”unu vurguluyordu. Flandin’e göre, bu ülkenin sahip olduğu büyük zenginlik potansiyeli, Fransa’nın Suriye’ye sahip olmasını tarihî ve coğrafî olduğu kadar ticarî açıdan da zorunlu kılıyordu. Yine Flandin’e göre, İngiltere’nin Mekke ve Halifelik görüşlerine paralel olarak, Şam da İslâmiyet’in üçüncü kutsal kenti, bir Arap-İslâm devletinin olası merkeziydi. Picot, işte bu görüşleri taşıyan grupların temsilcisiydi. Picot, aslında mevcut zayıf durumu sayesinde Fransız sermayesine sonsuz olanaklar” sunan Osmanlı İmparatorluğu’nun bütünlüğünün korunmasından yanaydı. Ancak, artık İmparatorluğun bölünmesi kaçınılmazdı; bu nedenle Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması pahasına da olsa Fransa, Suriye ve Filistin’in denetimini ele geçirmeliydi. Picot ve hükümetinin en çok istedikleri şey, doğrudan Fransız egemenliğini sadece Akdeniz kıyılarına ve sınırları genişletilmiş bir Lübnan’a uygulamak, Suriye’nin iç bölgelerini kukla Arap hükümetleri ile denetlemekti.
Picot’un plânına göre, Fransa, Suriye’nin tümü üzerinde doğrudan doğruya yönetim için ısrar edecek; daha sonra bu isteğini daraltınca ödün verdiğini iddia edebilecekti. Picot bu sayede, Fransız nüfuz alanını doğuya, Musul’a kadar uzatmayı plânlıyordu. Picot gizlice, Musul üzerine denetim plânları yaparken; Savaş Bakanı Kitchener ile Sir Sykes da, Fransız etki alanının Akdeniz kıyılarından doğuya, Ruslar’ın elinde bulunan bölgelere uzanmasını istiyorlardı. Böylece Fransız bölgesi, İngiltere için Rusya’ya karşı bir kalkan olacaktı. Fransa ile Rusya birbirlerini dengeleyecekler, Fransız Orta Doğusu İngiliz Orta Doğusunu “Rus barbarlarının” saldırısından(!) koruyacak bir set oluşturacaktı. İngilizler bu plâna göre, Fransızları ateş hattına sürmek için Musul petrollerini kullanıyorlardı. Ancak tampon bölge uğruna Musul’un Fransa’ya bırakılmasına Churchill’in Donanma Bakanlığı karşı çıktı. Bu arada “petrol delisi” Amiral Fisher, 5 Kasım 1915 günü Başbakan Asquithe gönderdiği bir yazıda, Dicle ve Fırat havzasının vakit geçirmeden İngiltere’nin denetimi altına alınması gerektiğini vurguluyordu.
Sykes-Picot başkanlığında yürütülen görüşmelerde, Musul ve civarı Fransa’ya bırakılırken, petrol sızıntıları ile ünlü Hit, Kerkük, Tuz Khurmatlı yöreleri, İngiltere’nin nüfuz bölgesinde kalıyordu. Bu müzakereler sırasında Picot, Kerkük’ün de Fransızlar’da kalmasında ısrar ettiyse de sonuç değişmedi; ama Osmanlı’nın muhtemel enkazı içinden Sivas, Harput ve Kayseri, Fransa’nın nüfuz alanına, Kerkük karşılığında bırakıldı. Ayrıca Mezopotamya’nın iki vilayeti, Basra ve Bağdad İngilizler’e kalıyordu. Fransa, Büyük Lübnan’ı yönetecek ve Suriye’nin geri kalan kısmında imtiyazlı nüfuzunu sürdürecekti. Sir Mark Sykes’in anlaşmaya dahil ettirdiği hükümle, “Fransız etki bölgesine bırakılan yerlerde halen mevcut İngiliz ekonomik imtiyazları geçerliliğini koruyacaktır.” Tarihe “Sykes-Picot Anlaşması” olarak geçen belge, İngiltere Dışişleri Bakanı Sir E. Grey ile Fransa’nın Londra Büyükelçisi M. Jules Cambon arasında mektup değişimi yöntemi ile 15-16 Mayıs 1916 tarihinde imzalandı. Bu yazışmalar daha sonra 23 Mayıs 1916 tarihinde İngiltere Dışişleri Bakanı Grey’in, Londra’daki Rus Büyükelçisi Kont Beckendorff’a gönderdiği nota ve Büyükelçi’nin 1 Eylül 1916 tarihli cevabı ile üç taraflı bir anlaşma haline geldi. Söz konusu anlaşma gizli tutuldu.
Sykes’in istediği, bu anlaşma ile Arap isyanını tutuşturacak askerî harekâta Fransa’nın onayını sağlamaktı. Tüm bu gelişmeleri başlatan ise 1915 sonbaharında Gelibolu’daki birliğinden kaçan Teğmen el-Fârûkî’nin, Kahire’de bulunan İngiliz İstihbârât Başkanı Gilbert Clayton’u ikna etmesiydi. El-Ahd adlı Arap cemiyetini temsil ettiğine dair bir iddia taşımamasına rağmen, İngiliz istihbârât bürokrasinin Orta Doğu siyasetleri üzerinden yürüttüğü rekabet neticesinde rolü abartıldı. Sözde Şam’daki Arap subayları adına konuşan el-Fârûkî, İngiltere’den, Şerif Hüseyin’in çizdiği sınırlar içinde, bağımsız bir devletin desteklenmesi taahhüdünü istiyordu. İngiliz İstihbaratı, istediği imkânı bulmuştu. Mekke Emîri’nin istekleri ile el-Ahd’ın kurucusu el-Masrî ve gizli Arap cemiyetlerinin talepleri uyumluydu. Gizli cemiyetler, Şerif Hüseyin’i desteklediğine göre bu durumda, Emîr, milyonlarca Arap ve binlerce Osmanlı askeri adına konuşuyor demekti. El-Fârûkî ile ilgili olarak araştırma yapma gereği duymayan İngiliz İstihbârâtı, Teğmen’in, İngiltere bir kaç hafta içinde Şerif Hüseyin’e desteğini açıklamazsa, tüm Arap hareketinin Almanya ve Osmanlı İmparatorluğu ile ortak hareket edeceğini vurguladığını rapor ediyordu.
Clayton, el- Fârûkî ile yaptığı görüşmeleri, Mısır’daki İngiliz Komutanı Genaral Maxwell’e sundu; o da 12 Ekim 1915’te Savaş Bakanı Lord Kitchener’e çektiği telgraf ile düşman hatları gerisinde “güçlü bir örgütün” var olduğunu, aslında Şerif Hüseyin’in önerilerinin bu örgütten geldiğini bildirdi. Çanakkale’de itibarını yitiren, sadece Kitchener’e bağlılığı ile bilinen Gelibolu’daki kuvvetlerin komutanı General lan Hamilton değil, tüm İngiliz ordusuydu. Dolayısıyla İngiliz İstihbârâtı, Savaş Bakanlığı, ordu hizipleri çatışması ve Orta Doğu’nun savaş sonu alacağı biçim türünden oldukça karmaşık unsurları içeren bir çelişkiler yumağı ortaya çıktı. İngiliz savaş aygıtının iç çelişkileri ile beslenen süreç, istihbârât komploları ile boyutlandı. Şerif Hüseyin 1916’da İngilizler’in cesaretlendirmesi sonucu ayaklandığında, kendisini “Arap ülkelerinin kralı” ilan etmişti. Bağımsızlığın Arap çoğunluğu tarafından paylaşılan bir hedef olması bir yana, İngiltere bu ünvana ilk itiraz eden konumundaydı.(16)
Diğer yandan el-Ahd’in önderlerinden Azîz Ali Masrî bile Şerifi kısa süre içinde terk etmiş, Osmanlı kuvvetlerine saldırıyı kabul etmemişti. Tüm bu gelişmelerin temelinde ise, İtilaf devletlerinin Çanakkale’ye saldırısı yatıyordu. Çanakkale’yi topa tutan İngiliz donanması, Dünya Savaşı’nın en kanlı sayfalarından birini araladı. 19 Şubat 1915’te Fransız Deniz Birliği’nin desteklediği gemiler, Osmanlı kuvvetlerinin şiddetli direnişleri ile karşılaştılar. Bu direnişle sarsılan İngiltere, savaşın dışında başka yöntemler de kullanmaya başladı. İngiliz Deniz Haberalma Müdürü Albay William Reginald Hail, Dâhiliye Nâzırı Talat Bey’le müzakerelere girişti. Amaç, büyük bir para karşılığında Osmanlı İmparatorluğu’nun savaştan çekilmesini sağlamaktı. İngiliz ve Türk görüşmeciler bu amaçla toplandılar. Savaştan çekilme karşılığı önerilen rakam 4 milyon sterlindi; ancak İngiliz Hükümeti İstanbul’un Osmanlı İmparatorluğu’nda kalacağına dair güvence veremeyince görüşmeler kesildi.(17)
Bu görüşmelere en sert tepki, Çanakkale’deki İngiliz donanmasının komuta heyetinde bulunan “petrol delisi” Amiral Fisher ve Churchill’den geldi. Bu ölüm kalım savaşı sonunda, “geri kalmış sanılan bir Asya ordusu, modern bir Avrupa ordusunu yendi.” İtilaf devletleri, Orta Doğu’nun anahtarı olan bir bölgede savaşı kaybettiler. Türk uluslaşma sürecinin zirvesini askerî, politik ve ideolojik anlamda Çanakkale Savaşı oluşturdu. Cephede, ulusun geleceğini kurtarma parolasını, militarist emir-komutanın ötesinde, ahlâkî bir duruş ve insanca bir varoluşun aydın tavrı ile “ya istiklâl ya ölüm” olarak belirleyen bir kuşağın fedası yaşandı. Millî kurtuluş, Çanakkale fedâsında gerçek temellerini kurdu; emperyalist İngiliz ve Fransız güçleri, vatan savaşı anlamları, insanlık onuruyla bütünleşen İslâmî direniş değerlerinin kanla yoğruluşunun sonucunda yenildiler.
Kanlı siperlerde, düşmanın üzerine ölümüne yürüyüşün kararını kendi aralarında alan ve geri dönenin ölümle cezalandırılacağını belirleyen mümtaz bir aydın kuşağının özverisi, Çanakkale’yi, gerçek kurtuluş savaşı mevzisine dönüştürdü. Arap, Türk, Çerkez, Laz, Kürt birliği ile yenilen emperyalizm, böl-yönet prensibinin kurumsal düzeneklerini, egemenliğinin en önemli güvencesi saymayı, tarihin bu en kanlı savaşlarından biri ile belleğine iyice kazıdı. Orta Doğu’da birlikçiliğin ne anlama geldiğini, emperyalizm, en doğrudan biçimde Çanakkale’de öğrendi. İtilaf devletlerinin, Gelibolu’nun boşaltılmasını plânlayıp gerçekleştirdikleri 1915-1916 kışında, İngiltere’nin Orta Doğu politikası, Arapları Osmanlı İmparatorluğundan koparma üzerine biçimlendi. 1915’te amaç, Rus sorununu hafifletmek için İstanbul’u ele geçirmek olarak tespit edilmişti; ancak, Çanakkale yenilgisi Orta Doğuyu bölme plânlarını gündemin başına taşıdı. Bu politikanın hararetli savunucusu Sir Mark Sykes’in rehberliğinde, De Bunsen Komitesi, 30 Haziran 1915’te savaş sonrası Orta Doğu ile ilgili raporunu verdikten sonra, hükümet Sykes’ı doğuya gönderdi.
Sykes, Balkanlar’a, Mısır’a, Mezopotamya ve Hindistan’a gitti. Sonuçta onun önerisi ile Kahire’de İstihbârât’a bağlı olarak Arap Bürosu kuruldu. Büroya yönetici olarak, Oxford mezunu, arkeolog David G. Hogarth atandı. (Arkeoloji mesleği ile casusluk faaliyetleri arasında bağlantılar vardır. Haberalma, petrol sondajı v.s. işleri kamufle etmede arkeologlardan yararlanılmıştır. Nitekim Arap Bürosu yöneticisi Hogarth da bu büroya tayin edilmeden önce İngiliz Haberalma Teşkilatında görevliydi.) Hoghart, “büro’ya, Oxford’da Ashmolean Müzesinde birlikte çalıştığı Thomas Edward Lawrence’ı da aldı. Savaştan önce, Osmanlı Zaptiyesi’nde çalışan ve paşa ünvanı verilen Wyndham Deedes de, 10 Aralık 1915’te Kahire’ye geldi ve Mısır İstihbarat Başkan Yardımcılığına getirildi. Kahire, çok geçmeden Orta Doğu “uzmanı” casuslar, askerler hatta Abrey Herbert ve George Lloyd gibi parlamenterlerle doldu. Çanakkale yenilgisi, Orta Doğu’da, İngiliz emperyalizmini yeni plânlara sevk etti.
Bu arada Deniz Kuvvetleri Bakanlığı İstihbârât Başkanı Albay William Reginald Hail, Sir Sykes’ın dikkatini, o güne kadar plânlara pek dahil edilmeyen Yahudilere ve siyonist oluşuma çekti. Bu uyarı üzerine Sir Sykes, Yahudi İçişleri Bakanı Herbert Samuel’le görüştü ve Siyonizm konusunda bilgi aldı. Sykes, Picot ile anlaşmalarını Ruslar’a anlatmak üzere gittiği Petrograd’da Siyonizm meselesini gündeme getirince, karşı taraf onların Rusya içinde “büyük ve düşman bir güç olduğuna” kendisini inandırdılar! Sykes bundan sonra, Yahudilerin pek çok yerde güçlü olduklarına ve onları kazanmanın doğru bir politika sayılacağına karar verdi. Bu nedenle Picot’a, İngiltere’nin Filistin’i almasında bir çıkar görmediğini ve Siyonistlerin bu bölgeyi çok istediğini, savaşı kazanabilmek için onların tatmin edilmesi gerektiğini bildirdi.
Sykes, 1916 Nisan’ında döndüğü Londra’da, siyonizm hakkında bilgi edinmeye devam etti. İçişleri Bakanı Samuel, kendisini Sefarad Yahudi Topluluğu Başhahamı Dr. Moses Gaster’le tanıştırdı. Ayrıca, Gaster’i Picot ile de tanıştırdı. Bu gözlem, ilişki ve bilgi edinme süreci, savaşta Yahudiler’in belirleyici bir güç olduğuna Sir Sykes’i ikna etti. Sykes, İtilafçılar’ın Filistin’de Yahudilere bir yurt vermemesi durumunda, Fransa’nın savaşı kaybedeceğine Picot’yu inandırmaya çalıştı. İngiliz bürokrasisinde, “Jön Türkler” üzerinde etkili, güçlü ve gizli bir Yahudi teşkilatına dair inancında Sykes yalnız değildi. Dışişleri görevlisi Gerald Fitz Maurice de aynı görüşteydi. Bu ikiliye göre, Yahudi cemiyetlerin desteklerini çekmeleri, İttihat Terakki Hükümetinin sonu olurdu.
Bu arada “Arap Bürosuna tayin edilen casusların, arka plânda biriken emperyalist güç ve komplo düzenekleri ile onlarca yıllık deneyimlerini bir kaç maceracı figüre indirgemek yanlıştır. Arkeoloji, jeoloji, ilahiyat gibi masum görünümlü alanlarda faaliyet gösteren kişiler, savaşlar, isyanlar ve toplumsal kargaşa anlarında gerçek nitelikleri, istihbaratçı kimlikleri ile sahneye çıkmışlardı. Siyaset plânlaması, diplomasi, istihbarat ve askerlik alanının kesişme noktasında bireysel yetenekleri ile sivrilen emperyalist kadrolar, Orta Doğu tarihinin şekillenmesinde paylarına düşen görevleri istekle yerine getirdiler. Bu noktada dikkate değer yöntemler kullandılar; örneğin, Basra işgal edildiğinde, petrol alanında edindiği stratejik bilgi birikimini, istihbaratçı kimliği ile bütünleştiren Soane’in ilk işi gazete çıkarmak oldu. Orta Doğu’da yeni bir “ulus inşa” etme sürecinin İngiliz emperyalizminin temel politikası olması gerekliliğine inanan istihbarat topluluğu, kendisine “Davetsizler” (Intrusive) adını uygun görmüştü.
İngiliz emperyalizminin yetenekli casusu Lawrence, bu grubun amacı için, “İngiliz dış politikasının kabul salonlarına zorla girmek ve atalarımız tarafından bizim için döşenmiş demiryolları olmasına rağmen Doğu’da yeni bir halk yaratmak istiyorduk.” diyor.(18) Lawrence de tıpkı Soane ve Sykes gibi, savaştan önce, Orta Doğu ve Mezopotamya’yı dolaşmıştı. (Sykes yaptığı geziler sonucunda şu kitapları yazdı:
1- Journeys in North Mesopotamia [Kuzey Mezopotamya’da Seyahatler] 1907, Londra.
2- The Kurdish Tribes Ofteh Ottoman Empire, [Osmanlı İmparatorluğunda Kürt Aşiretleri] Londra, 1908. 3- The Caliphs Last Heritage [Halifenin Son Mirası], Londra, 1915. Soane’nin yazdığı kitaplar ise şunlar: 1- To Mesopotamia and Kürdistan in Disguise [Tebdili Kıyafet ile Mezopotamya ve Kürdistan’a] Londra, 1912. 2- Grammer of the Kurmanji (Kurmancca’nın Grameri), Londra, 1913.
3- Two Years in Kürdistan (Kürdistan’da İki Yıl), Boston, 1908.
4- Notes on the Phonology of Southern Kurmanji (Güney Kurmancca’nın Fonetiği Üzerine Notlar), 1922, Londra.
5- The Shadi Branch Of Kurmanji (Kurmancca’nın Şadi Kolu) 1909, Londra.
6- Southern Kurdish Folk Song in Kermanshahi [Kirmanşah’ta Güney Kürdistan Halk Türküleri], 1909, Londra.)
APOC’un yetkilisi, istihbarat subayı, Basra Times’ın kurucusu Soane’nin Kürtçe üzerine yaptığı ayrıntılı araştırmalar, Orta Doğuya şekil veren Sykes-Picot anlaşmasının mimarı Sir Sykes’ın çalışmaları ile birlikte, petro-politik dinamiklerin ışığında emperyalist siyasetin birikim temellerine ışık tutuyor. Tabloyu tamamlamak açısından, Lawrence’in Osmanlı İmparatorluğu üzerine bazı gözlemlerini aktarmakta yarar var. (İngiliz Kemal Lawrence’e karşı basitliği veya “çöl bedevisi” düzeyinde ele alınan dili, kültürü, kent yaşamı bulunmayan oryantalist Arap imgesini kışkırtan casus kalıbı içinde, T.E. Lawrence söz konusu imgelerin günümüzde ne kadar kabul gördüğüne tanık olabilseydi, görevini tamamlamanın huzurunu o ölçüde yoğun duyardı. Amaç, Orta Doğu’nun birliğini imkânsız kılacak ve ortak değerlerde emperyalizme karşı bütünleşmeyi önleyecek her türlü tedbiri almaktı. Lawrence’ler bunun için vardı).
Lawrence şunları yazıyordu: “Savaştan önce Semitik doğuda, Suriye ve Mezopotamyalı köylülerin, şehirlilerin ve kabile üyelerinin gelenek ve göreneklerini öğrenmek için yıllarca gezinip durmuştum. Yoksulluğum beni, Avrupalı seyyahların nadiren karşılaştıkları, daha alçak gönüllü sınıflarla kaynaşmaya itti ve böylece deneyimlerim, bana, az bulunur fikirleri sadece bugün için değil yarın için de önemli olan, daha bilgili kişilere olduğu kadar cahilleri de düşünüp anlamamı mümkün kılan olağandışı bir bakış açısı kazandırdı. Bundan başka Orta Doğuya has eğilimlerle faaliyet gösteren politik güçler hakkında bir şeyler kavramış ve özellikle her yerde Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ile ilgili kesin belirtilerin farkına varmıştım. Türkiye, miras aldığı tüm imparatorluğu azalan kaynaklarıyla geleneksel koşullarda tutmak için aşırı girişim yapmaktan yorgun düşmüş ölüyordu. Kılıç, Osmanlı çocuklarının en değerli varlığı idi; ama bugünlerde daha ölümcül, daha bilimsel silahlar lehine kılıçların modası geçti… İktidar, çeviklik ve esneklikle devlet mekanizmasına saldıran genç adamların eline geçti. Jön Türkler’in sığ ve yarı terbiye edinmiş komitesi, Selçuklu ya da Osmanlıların değil; Çerkezler’in, Yunanlılar’ın, Arnavutlar’ın, Bulgarlar’ın, Ermeniler’in ve Yahudiler’in torunlarıydı. Meclisler, kültürleri Levanten ve politik kuramları Fransız olan yöneticilerine uymayı bıraktılar. Türkiye çöküyordu ve ancak bıçak altına yatarak sağlığını koruyabilirdi.”(19)
Lawrence 1910-1914 yılları arasında British Museum’un Fırat Nehri üzerindeki Hitit kenti Karkamış’ta yaptığı bazı kazılarda “asistan” olarak çalıştı. Yetiştirilmesinde ailesinin sıkıca bağlı olduğu Hristiyan inancının derin etkisi vardı. Yaşamın ileri dönemlerinde resmî dinle olan bağlantısını reddetmesine rağmen dünyaya bakışı Hristiyan ahlâk anlayışı tarafından şekillendirilmişti ve yazdıklarında İncil’in büyük etkisi vardı. Oxford’dan mezuniyet tezi “Haçlı Kaleleri” üzerine idi..
Çanakkale 1915 Üç Emperyalist Hükümeti Devirdi
Osmanlı İmparatorluğu, 1916-1917 yıllarında sapasağlam dururken, İtilaf hükümetleri birer birer düştü. Çanakkale’de ortaya konulan muazzam direniş, İngiltere’de Asquith Hükümeti’ni, Rusya’da ise Çarlığın sonunu getiren malî gelişmelerde etkili oldu. 1917 yılında bunlara Fransız hükümetinin düşüşü eklendi. Gelibolu yenilgisi, Asquith hükümetinin savaşı beceriksizce yönettiği kanısını güçlendirirken, soruşturmalar birbirini izledi. Çanakkale ve Mezopotamya’da yenilen İngiltere’de, David Lloyd George 1916’da iktidara geldi. Lloyd George tam bir savaş diktatörlüğü kurdu. Hükümet değişikliği petrol krizi ile birleşince, İngiltere’nin Orta Doğu politikasında bazı değişiklikler oldu. Bölgeye büyük önem veren Lloyd George, partisinin ilk politik lideri olan 19. yüzyıl liberali William Ewart Gladstone’dan Osmanlı İmparatorluğu’na nefreti miras almıştı. Yunanistan’ın Anadolu’daki emellerini anlayışla karşılıyor, siyonizmi destekliyordu. Lloyd George ile birlikte, Ortadoğu’nun Hindistan yolu olarak önemi kendi başına bir ödül olması yanında geri plâna düştü. 19. Yüzyılda bölgede başka bir Avrupalı güç barındırılmaması ile sınırlı bulunan İngiliz politikası, artık Ortadoğu’da kesin hegemonya kurulması doğrultusunda yeni bir hedefe açıldı.
Lloyd George’un, Savaş Bakanlığı’na getirilen Milner ve yardımcısı Sir Mark Sykes, Ortadoğu’da güçlü bir emperyalist program uygulanmasından yana tavır alıyorlardı. Savaş Kabinesi Sekreteri Maurice Hankey, Savaş Bakanı Lord Milner ve Genelkurmay Başkanı tam bir çelik çekirdek oluşturuyorlardı. Lloyd George’a göre, İngiltere “esas çaba”sını Osmanlı İmparatorluğu’na “yöneltmek” zorundaydı. Bu çelik çekirdek, silah fabrikatörleri, petrolcüler, finans-kapital şebekeleri ile iç içe bir Round Table örgütü konumundaydı.
Osmanlı ordularının büyük direnişi, Çanakkale zaferini getirince, bunun dalga dalga etkileri Fransa’da da hükümet değişikliğine neden oldu. İşbaşına Clemencau geldi. Fransa, malî yolsuzluklar, demiryolu, denizyolu, emlak spekülasyonları ile sarsılıyordu. Skandallar, yalanlar, cinayetler, komplolorla zehirlenmiş Fransız parlamento yaşamı, Winston Churchill tarafından “Chicago yeraltı dünyası’na benzetilmişti. Emperyalist hırslar ve gangsterce politik yaşamın çürütücü etkileri, bu ülkede de savaş diktatörlüğüne yol açtı. Ancak Clemencau liderliğinde Fransa, Ortadoğu’da, emperyalist kazanımlar elde edecek imkânlara henüz sahip değildi. Winston Churchill, Gelibolu serüveni sırasında şöyle demişti: “Bu tarihin en büyük seferlerinden biridir. İstanbul’un Doğu için ne demek olduğunu düşünün. Batı için Londra, Paris ve Berlin’in toplamı her ne ise ondan daha önemlidir. İstanbul’un, Doğu’ya nasıl hâkim olduğunu düşünün. Onun düşmesinin ne demek olduğunu düşünün.”(19) Çanakkale’den geri dönen İtilaf donanmaları ve askerleri, Churchill’in hedeflerinin sonunu getirirken, Rus Çarlığı da tarihin derinliklerine gömüldü. Zaferin ganimeti, artık sadece Osmanlı İmparatorluğu değildi. Rusya da bölüşülmeye adaydı.
NOTLAR
(1) Sarıkamış Destanı, Alptekin Müderrisoğlu, Kastaş, A.Ş. Yayınları, İst. 1988, s. 126-127.
(2) 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, Prof. Dr. Fahir Armaoğlu, Tisa Matbaası, Ankara, 1984, s. 112.
(3) Bir Askeri Yardımın Anatomisi, Jehuda L. Wallach, çev: Fahri Çeliker, Genelkurmay Basımevi, Ankara 1977, s. 178.
(4) Barışa Son Veren Barış, Modern Orta Doğu Nasıl Yaratıldı, David Fromkin, çev: Mehmet Harmancı, Sabah Kitapları, İst. 1994, s. 131.
(5) Fromkin, a.g.e., s. 131.
(6) Fromkin, a.g.e., s. 140.
(7) Uluğbay, a.g.e., s. 135.
(8) Fromkin, a.g.e., s. 166.
(9) Fromkin, a.g.e., s. 167.
(10) Jön Türkler ve Araplar, Osmanlıcılık, Erken Arap Milliyetçiliği ve İslamcılık, Hasan Kayalı, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, çev: Türkan Yöney, ist. 1998, s. 217.
(11) Kayalı, a.g.e., s. 219.
(12) Fromkin, a.g.e., s. 170.
(13) Fromkin, a.g.e., s. 173.
(14) Kayalı,a.g.e., s. 224.
(15) Kayalı,a.g.e., s. 223.
(16) Kayalı,a.g.e., s. 223
(17) Fronkin, a.g.e., s. 142-143.
(18) Bilgeliğin Yedi Sütunu, T.E. Lawrence, Çiviyazıları, çev. Bilal Çölgeçen İst. 2001, s. 88.
(18) Lawrence, a.g.e.,. s. 83-84.
(19) Fromkin, a.g.e., s. 242.
Kaynak: Suat Parlar, “Barbarlığın Kaynağı PETROL”, S. 207-219-226, Anka Yay. 2003, İstanbul.