Takrir-i Sükun Düzenini Yerleştirmek İçin Kışkırtılan Kürt İsyanı – Suat Parlar

Takrir-i Sükun Düzenini Yerleştirmek İçin Kışkırtılan Kürt İsyanı – Suat Parlar


Bizzat Mustafa Kemal’in emriyle Yusuf Ziya ve Cibranlı Halit Bey’in tutuklanmasından sonra Şeyh Said “Azadi” (Kürt İstiklal Cemiyeti) başkanlığına seçildi.(1)

Bölgede Kürt feodaller açık bir “milliyetçi” saflaşmaya yönelirken köylerdeki yoksulluğu, kentlerdeki sefalet tablosunu değiştirecek adımlar, yönetim tarafından atılmıyordu. Burjuvazinin ekonomik ve siyasi iktidarını güçlendirecek bir düzen kurulurken, ezilenlerin ekonomik yaşam koşulları ileriye gitmek şöyle dursun daha da geriye gidiyordu. “Kemalistler feodalizme temelinden vurmak ve köylüleri kurtarmak istemiyorlardı. Onların çabaları gerçekte feodal üretim tarzını belli bir derecede geriletmek ve bu yolda kapitalist ilişkilere dönüştürmek yönündeydi. Söz konusu tutum da her yerde ve her zaman yoksul köylülerin ve hatta diğer bütün köylü katmanların üzerindeki baskıların daha da ağırlaşmasına yol açar. Burjuva devriminin başarıya ulaşmasından belli bir süre sonrasına kadar bile feodal vergilerin bazılarının olduğu gibi kalması da bu siyasetin sonucuydu. Hatta Kemalistler kendileriyle ilişkileri olan toprak ağalarına olabildiğince yardım eli uzatıyor; krediler veriyor, dışarıdan traktör ve diğer üretim araçlarını getirip kendilerine veriyordu… (2)

1936 yılında Başbakan İnönü bile “sayısız miktarda topraksız köylünün var olduğunu” kabul ediyordu. 1960 gibi ileri bir tarihte “Yeni Sabah”, Kürtlerin yoğun olduğu yerler için, “Köylü için şeyhin sözü kanun gibidir. O’nun rızası olmadan köylünün, hiç bir iş için hükümete başvurma hakkı yoktur” diye yazıyordu. Feodalitenin egemenlik temelini çözmek bir yana uygulanan politikalar toplumsal ve sınıfsal çelişkilerin derinleşmesine neden oluyordu.

1925 ayaklanmasından önce bir grev dalgasının varlığı hoşnutsuzluğun sadece etnik ve dini temellere dayanmadığını ortaya koyuyordu. “Örneğin Türkiye’nin batısında bazı vilayetlerdeki köylüler, 1923’te hükümete ve feodallere karşı başlattıkları bir ayaklanmada pek çok jandarma ve idareciyi öldürdüler. Buna karşılık hükümet, ayaklanmayı çok sert ve acımasızca bastırdı. Aynı yılın Ekim ayında, her türlü köylü hareketinin önünü alma amacıyla düzenlenen ve güya “çeteciliğe” karşı olan bir kanun çıkardı. Aynı dönemde işçilerin hoşnutsuzluk ve muhalefeti de ileri bir düzeye varmıştı. Sadece 1923 yazında; Zonguldak Kömür madenlerinin 12 binden fazla işçisi üç kez greve gitti. Benzer pek çok grev hareketi, İstanbul ve Türkiye’nin diğer büyük şehirlerinde de baş gösterdi. (3) Kürt bölgelerinde ise genel hoşnutsuzluk daha büyüktü. Burada bazı aşiret reisleri, beyler ve şeyhlerin güçlerinin kırılması için gerçekleştirilen uygulamaların amacı Kürt köylülerini özgürlüğe kavuşturmak veya desteklerini sağlamaya yönelik değildi.

1924 yılında bölgeye inen sınır perdesi Türkiye, Irak, İran, Suriye arasındaki ekonomik ilişkilere darbe vuruyordu. 1924 yılında, Suriye ve Irak sınırındaki geçit ve yolların ordu tarafından kapatılması ticareti ve pazarları büyük zararlara uğratıyordu. Bu ekonomik parçalanma yarı-göçebe aşiretleri sarsıyordu. Aşiretlerin geliş-gidişlerine konan kısıtlamalar binlerce baş hayvanın telef olmasına neden oluyordu.

Bu durum yarı-göçebe aşiretlerin yeni yönetime büyük bir tepki biriktirmeleri sonucunu doğuruyordu. Bu yarı-göçebe aşiretler, diğer köylüler ve şehirlerde yaşayan işçi ve yoksullarla beraber gittikçe artan yeni vergiler yüzünden büyük zorluklarla karşı karşıya kalıyorlardı. Söz konusu tarım ürünleri ve hayvan vergilerinin en büyük etkisi köylüler üzerinde oluyordu. Osmanlı döneminde vergiler karşısında yükümlülüklerden gizlenmek için çeşitli araçlar geliştiren köylünün, merkezi burjuva iktidarı döneminde böyle bir imkânı bulunmuyordu. Şeyh Said isyanı bastırıldıktan sonra bu konularda makale yayınlayan bir İngiliz dergisi, “Maliye Nezareti, Türkiyeli yurttaşların kendilerini vergilerden kurtarabilmeleri için hiç bir yol bırakmamıştır” diyordu. Ayrıca köylünün askeri harekâtlar sırasındaki mükellefiyetleri tabloyu daha da ağırlaştırıyordu. Bu durumun farkında olan Kürt örgütlerinden Erzurum “Azadi” komitesi 1925 isyanı sırasında, vergilerin kaldırıldığına ilişkin bildiriler yayınlıyordu. İşte bu ekonomik ve toplumsal yaşam koşulları, savaş, kıtlık, göç, 1. DünyaSavaşmdaki işgal gerçeği ile birlikte müthiş bir sarsıntı getiriyordu. Bu koşullar yeni düzenle hafiflemiyor daha da ağırlaşıyordu. Bölgeyi 1925 isyanına sürükleyen toplumsal, ekonomik, sosyal koşulların yarattığı tepki dalgasıydı aynı zamanda.

İsyan Türk Hava Kuvvetleri’nin katıldığı ilk büyük muharebe ortamıydı. Pilotlar için oldukça değerli bir savaş tecrübesiyle birlikte mekanik ve lojistik eğitim imkânı da sağlıyordu. Şeyh Said isyanının bastırılması, Türk Hava Kuvvetleri’nin daha sonraki gelişmesinde önemli etkenlerden biri oldu. Hükümet, RAF’ın (İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri) özellikle kumandayı Savaş Bakanlığı’ndan Hava Bakanlığı’nın alması sonrasında Irak’taki harekâtlarını dikkatle izliyordu. Irak’taki İngiliz hava birliklerinin komutanı Sir John Salmond’un “ileri atak politikası” ve Araplarla Kürtleri en az maliyetle ve çok sınırlı sayıda asker kullanarak denetim altına almada bombardıman tekniğinin etkinliğini sınaması önemliydi. Özdemir kuvvetlerinin Revanduz’dan püskürtülmesinde RAF’ın konumunu daha iyi değerlendirmek imkânını bulan askeri yetkililer, Ortadoğu’nun yeni şekillenen koşullarında hava kuvvetlerinin önemini algılıyorlardı. 1926’da Türk Hava Kuvvetleri bünyesinde 80’i hizmete hazır 106 uçak bulunuyordu. Günümüze akan çizgide, Kürt hareketlerine yönelik askeri vuruşlarda hava kuvvetleri büyük bir etkinlik kazanıyordu. Bu konuda, her önemli askeri girişim, savaş koşullarında tatbikat gibi büyük bir imkân sağlamış oluyordu. Şeyh Said isyanı, ayaklanmaların bastırılmasında kullanılan stratejik ve taktik birikime önemli bir başlangıç teşkil ediyordu. Henüz emekleme döneminde olan Hava Kuvvetleri’nde 10 Ocak 1925 itibarıyla yaklaşık 85 uçak bulunuyordu. Şeyh Said’e karşı harekât başladığında Mardin ve Diyarbakır’da çok az sayıda uçak bulunuyordu. Pilotların yeterince tecrübeli olmamasına ve teknik yetersizliklere rağmen bu isyan bastırılırken kazanılan deneyim daha sonra Dersim ayaklanmasında oldukça işe yarayacaktı.

Kasım 1921’de oluşturulan İngiliz politikası Şubat 1925’te patlayan Şeyh Said isyanı sırasında da geçerliydi. Bir Kürt isyanına verilecek desteği İngiltere siyasi, ekonomik, askeri, coğrafi gerekçelerle kabul edilmez buluyordu. İııgilizlerin isyanı desteklediklerine dair şüpheye yer bırakmayacak belgeler bulunamamıştır. “İngiltere’nin Kürt sorununa karşı genel ilişkisi gereği ayaklanmayı yakından izlediği fakat destekleyici bir tutumdan kaçındığı” görülüyordu. (4) İsmet İnönü de “Hatıralar”ında “Bütün bunlarda Şeyh Said isyanında memlekette senelerden beri yuvalanmış propagandanın eseri görülmüştür. Şeyh Said İsyanını doğrudan doğruya İngilizlerin hazırladığı veya meydana çıkardığı hakkında kesin deliller bulunamamıştır” diyor. (5)

İngiltere’nin Türkiye’yi parçalayarak onu Lozan düzeninin dışına çıkaracak, egemenlik ilişkilerinin hukuki, siyasal, ekonomik dinamikleri yerli yerine otururken devrimci patlamaları tetikleyecek bir süreci desteklemek için nedeni yoktur. Sovyet-İngiliz Antlaşması’nın “muhafazakâr” temelleri, Türkiye’nin büyük devlet tecrübesi ve 19.yüzyıla damgasını vuran “Büyük Oyun” konusundaki birikimiyle “tampon” rolünü kavramasına ve sürdürmesine dayalıdır. Bu tarzda parçalanma Kafkasya’da oluşan statükoyu da tehdit edecek, Sovyet politikalarında radikal dönüşleri körükleyecekti. Parçalanan bir Türkiye’nin ise Sovyetlerle daha fazla bütünleşmek dışında başka yolu kalmayacak, Ortadoğu’da İngiltere’nin yerleştirmeye çalıştığı düzenden hızla kopacaktı.

Bu bağlamda Sovyetler, isyanla aralarına hemen mesafe koyuyor ve “irtica” etiketini yapıştırıyorlardı. Sovyet etkinliğini sınırlayan İngiltere’nin bölgede Türkiye’nin parçalanmasıyla ortaya çıkacak yeni durumda, bölge halklarının sömürge düzeninde tutulması zorlaşacak, duruma Rusya’nın güney kanadını tutmak amacıyla müdahalesi eklenecekti. Bu durumda zayıflatılmış bir Türkiye’nin “tampon” rolünün gereklerini yerine getiremeyeceği ortadadır. Üstelik Türkiye Kürtlerinin bağımsızlığı, sürekli isyan halinde olan Irak’taki Kürtleri de harekete geçirecekti. Bölgede bin yıllık dengelerin ince hesaplarına, büyük bir devlet tecrübesine, Kürtlerle tarihsel, siyasal, sosyal, dini bağlara sahip Türkiye dahi Kürtleri bütünlüklü bir biçimde tutamazken, İngiltere; Irak ve Türkiye Kürtlerini hangi temelde birleştirip nasıl denetleyecekti? Türkiye, uzun “reform” süreci, devlet temelleri, güçlü ordusu, giderek tekelleşen siyasi yapısı, sosyal kurumlan, ince dengelere uyarlı imparatorluk geleneği ile bölgede paramparça feodal gerçekleriyle birlikten uzak Kültlerden daha tercih edilir bir konumdaydı. Üstelik Hilafetin ilgası, İngiltere’nin sömürge sisteminin Ortadoğu’ya yerleştirmeye çalıştığı politik, ekonomik, askeri düzenle uyumlu bir siyaset izleneceğinin işaretiydi.

Diğer yandan isyan, hazırlık aşamalarından itibaren devletin bilgisi dahilindedir. Buna rağmen etkili bir vuruşun tüm muhalif güçleri kapsaması için en uygun zaman bekleniyordu. Nitekim isyanın iktidarın stratejik plânlarıyla bağlantısı konusunda İngiliz istihbaratının net değerlendirmeleri vardır. Bu istihbaratçılardan James Morgan; “Aynı zamanda, bu tepkisel ve dini hareket, hükümete ne türden olursa olsun muhaliflerini örfi idare vasıtasıyla bastırma ve onlarla uğraşma fırsatı sağlar. Belki İstiklâl Mahkemeleri orada yeniden oluşturulacaktır” (6) diyordu.

İngiliz istihbaratı isyan gerekçesiyle uygulamaya konulacak Takrir-i Sükun döneminin koordinatlarını “İstiklâl Mahkemeleri’niın oluşumu dahil büyük bir “öngörü” ile kavramıştır. Yine İngiliz Dışişleri Bakanlığı görevlilerinden D. A. Osborne, “isyan bir kez patlak verdiğinde, Kemal’in, İsmet’i yeniden Başbakanlığa atayabilmesi ve yükselebilecek herhangi bir eleştiri ve muhalefet dalgasına karşı birçok baskıcı tedbir alınmasını sağlayabilmesi için, isyanın ciddiyeti abartılmış olabilir” (7) tespitini yapıyordu.

Türk ordusu, Nesturi isyanı sırasında bölgeye önemli ölçüde yığınak yapıyordu. Yaklaşık 52 bin askerle harekete geçiliyordu (bu 25 bin muharip demektir). İsyancıların ise yaklaşık 15 bin silahlı adamı bulunuyordu. Hükümetin insan, para, ulaşım, silah, mühimmat imkânları yanında büyük bir savaş ve Makedonya’da çete mücadelesi tecrübesine sahip subaylardan oluşan mükemmel yetişmiş kadrolara sahip bulunması, sonucu baştan tayin ediyordu.

Hiç bir ciddi savaş tecrübesi olmayan şeyhler ve yüzbaşı rütbesinde görev yapmış oldukça kısıtlı isyancılar strateji-taktik yetersizliklerini araziyi tanıma avantajı ile dahi gideremiyorlardı. Kürler ateş gücü yüksek ve oldukça tecrübeli Türk birlikleri karşısında Mart ve Nisan aylarında büyük kayıplar veriyorlardı. Kayıplar 3-4 bin civarındadır. Bu rakam da çarpışmalara katılan isyancıların yüzde yirmisinin öldüğü anlamına gelir. Her iki taraftan da 7-8 bin ölü sayısı muhtemel olmakla birlikte bu rakam bile “abartılı” görünüyor. Dolayısıyla daha sonra “Hoybun” örgütü yayınlarında hiç bir mesnede dayanmadan verilen Türk ordusunun 50 bin kayıp verdiği iddiası gerçek dışıdır (Çanakkale Savaşlarındaki şehit sayısı 55 bin 127’dir. Sakarya Savaşı’nda ise 5 bin 173 şehit veriliyordu). Savcı Süreyya Özgeevren’in anılarında verdiği rakamlar gerçeğe daha yakın görünüyor:

“16 Zabit, 106 nefer şehit düşmüş, 17 zabit ve 300 neferimiz yaralanmış olduğu mahallindeki askeri makamların bize verdiği malumat arasında idi.” (8) Kemalist politikanın yasaları arasında stratejik plânlamanın politik, askeri gerekçelerle yenilgi, zafer, tehdit kurguları yaratmak önemli bir yer tutar. Usta bir kurmay ve üstün yetenekli bir siyasetçi olan Mustafa Kemal, Ali Galip-Noel, Nesturi isyanı-Paşalar-İngiliz tehdidi bağlantısında, Musul ve l.İnönü vakalarında bu tür kurgulardan yararlanmıştır.

Sabahattin Selek “Anadolu İhtilâli” adlı çalışmasında İnönü muharebelerinde bir zaferden söz etmenin mümkün olmadığını açıkça ortaya koyar. Ve sayfalar dolusu bilgi vererek meselenin Çerkez Ethem’le ilgili yönünü açıklayan ilk yazar olur. Selek: “Birinci İnönü, askerlik yönünden küçük bir muharebedir. Yeneni ve yenileni yoktur. Bu muharebede Yunan ordusu da, Türk ordusu da iyi sevk ve idare edilmemiştir. (…) Bu vesileyle, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yeni kurulmakta olan ordusu birdenbire itibar kazandı. Ordu aleyhinde, Meclis’te bile kendini gösteren propagandalar durdu. Bundan sonra, ordunun kuruluş ve takviyesi daha kolay başarılacaktı. Ayrıca x efsanesi de yıkılmış ve Ethem, Yunanla işbirliği yapan hain damgasını yemiş oluyordu. Bütün bu faydaları sağlayabilmek için İnönü muharebesinin içeriye ve dışarıya karşı iyi değerlendirilmesi gerekiyordu ki, Mustafa Kemal Paşa mükemmelen yaptı. (9)

Şeyh Said isyanı bekleniyordu, hatta Seyyid Abdülkadir gibi isimleri bu hazırlıkların dışında tutmak bir yana, onun İstanbul ve bölgedeki büyük etkisine rağmen istihbarat birimleri tarafından bu oluşuma dâhil edildiğini görüyoruz. İngilizlerin Şeyh Said isyanına karışmaya istekli olmadıklarına ilişkin bir başka kanıt, Paris’teki İngiliz Büyükelçiliğinden Londra’ya 24 Mart 1924’de gönderilen rapordur. “Bugün, Mesud Fehmi Bey, kendisini Cebeli-Bereket valisi olarak tanıtarak görüşmek istedi. Ne istediği sorulduğunda, o bölgelerdeki ayaklanmayla ilgili olarak “Kürdistan’daki siyasi durumu tartışmak” istediğini belirtti. Kendisine, bunun yalnızca Türkiye’yi ilgilendiren bir mesele olduğu ve bu sorunu tartışamayacağımız söylendiğinde ayağının tozunu üzerimize silkerek, ayrıldı.” (10)

28 Nisan 1926’da, Türkiye ve Britanya arasında yakında bir barış antlaşması imzalanması kesinleştiğinde, Lindsay, Chamberlain’e, İnönü’ye şunları söylediğini aktarıyordu: “Eğer Türkiye’de sorun yaratmayı isteseydik, ülkenin bir ucundan diğerine bir isyan başlatabilirdik. Fakat böyle yapmadık ve bunu bilmesi gerekiyor. Geçen yıl (1925) Mart’ta, Şeyh Said isyanı en üst noktadayken ona aktardığım bir gözlemimi hatırlamıyor mu? O zaman ona, hiç şüphesiz Türkiye’nin isyanı yakında bastıracağını, [İsyancıların] esir alınabileceğini, bunların tek tek tahkikattan geçirilip yüzleştirilmelerinin mümkün olabileceğini anlattım. Fakat, O’na, İngiltere’nin isyanda yer aldığına ilişkin hiç bir kanıt bulunmayacağını da peşinen söyleyebilirdim. Ve şimdi, İngiliz müdahalesine ilişkin ne gibi kanıtlar bulduklarını soruyorum.” Büyükelçi Lindsay; “Bu, İsmet’i sarsmaya yetmiş görünüyordu. Böylelikle, 1925 isyanında İngiliz parmağı olduğuna dair bir suçlamada bulunmaya bir daha teşebbüs edemedi.” (11)

İngiltere ve Türkiye karşılıklı olarak Kürtleri birbirine karşı kullanmama konusunda Lozan’da prensipleri belirlenen antlaşmayı, Musul sorunu ve Şeyh Said isyanı sırasında uygulayacak yeni arayışlar içinde oldular. Birbirlerine karşı duydukları kuşku Şeyh Said isyanı ile ortadan kalktı. Bu isyan sadece Irak’ın, İngiltere ile yeni ilişki tarzının kabul edilmesini sağlamakla kalmıyor, çok kısa sürede İngiltere-Türkiye-Irak arasında yeni bir antlaşmalar dizisi de statükoyu pekiştiriyordu.

1925 sonu itibarıyla İngiltere, Cemiyet-i Akvam’ı sadece Musul meselesinde kullanmakla kalmıyor, dış siyasetinin etkili bir vasıtası haline getiriyordu. Diğer yandan Türkiye, İngiltere Başbakanı Chamberlain-İtalyan diktatör Mussolini görüşmesi ve 1924 yılı Aralık ayında imzalanan Roma antlaşmasının işaret ettiği İngiltere-İtalya uzlaşmasını dikkatle izliyordu. Şeyh Said isyanının en sıcak günlerinde, 1925 yılı Nisan ayında İngiliz hükümeti Irak’ta, İtalya’ya iktisadi haklar tanıyordu. Chamberlain’in Aralık 1925 Parallo ziyareti de, “yalnızca Mussolini ile buluşmak için yeni bir fırsat sağlamakla kalmayıp İngilizler ve İtalyanlar arasında yeni bir ahenk olduğu” hususunda kanıt sayılıyordu. İngiltere, Fransa, İtalya arasında bir çeşit üçlü ittifak oluşturma çabalan Türkiye’yi endişelendirdi. Rapollo müzakereleri Türkiye’nin hassasiyetini arttırdı. 1925 kışında gerçekleşen Locarno müzakereleri ile Almanya’nın tekrar Avrupa ve dünya siyasi topluluğunun bir üyesi olması hedefleniyordu. Locarno Antlaşmaları’nın imzalanması ile Türkiye, Alman askeri, ekonomik, siyasi desteğinin de gerçekleşmeyeceği endişesine kapılıyordu. Fransız hükümetinin, Rusya’nın, Fransa’ya olan borçlarını ödemesi koşuluyla milletler cemiyeti düzeninin kabulü doğrultusunda olumlu işaretler vermesi, Sovyet desteğini de devre dışı bırakabilirdi. Böylece İngiltere’yi sistemin süper gücü olarak kabullenmek ve “düvel-i muazzama”nın çelişkilerinden yararlanmaya dayalı manevra alanının daralması, Musul’un hızla bir sorun olmaktan çıkmasını gerektiriyordu. Fransa ile İngiltere, Musul sorununda mutabıklardı. Temmuz 1925’te Suriye’de patlayan Dürzi isyanın bastırılması için Fransa, İngiltere’nin desteğine güveniyordu. Fransa, Almanya konusunda Avrupa’daki daha geniş çaplı çıkarları için İngiliz- Fransız işbirliğini muhafaza etmek istiyordu. Aralık 1925 itibarıyla Fransa- İngiltere ilişkileri “mükemmel bir seviyedeydi.”

Bu çerçevede, Sovyetler ile Türkiye arasında 17 Aralık 1925 tarihli “saldırmazlık ve tarafsızlık” kayıtları içeren “pakt’ı İngilizler açısından önemsenmedi. 1925 Aralık’ında Türkiye’nin, Musul konusunda müzakere masasına oturacağı belliydi. Sovyetler artık stratejik bir koz olmaktan çıkmıştı. Almanya Büyükelçisi Herry Nadolny, 4 Ekim 1925’te Türklerin, Ruslarla anlaşmasının “tamamen geçici bir durum olacağını” vurguluyordu. Her iki ülke de dünya ve özellikle Avrupa siyasi, ticari, diplomatik düzenine bir an önce dahil olmayı istiyorlardı. Türkiye’nin, Sovyetler ile anlaşması Batı açısından tehdit sayılmıyordu. Sovyetler, Cemiyet-i Akvam düzenine dahil olmayı acil bir ihtiyaç olarak görüyordu. Fransa ve İngiltere bu kuruma üyeliği Sovyetlere karşı “yönlendirici bir mükâfat” olarak değerlendiriyorlardı. Türkiye ve Sovyetlerin, Milletler Cemiyeti’ne 1932’de birlikte girmiş olmaları, her iki ülkenin de 1925-1932 döneminde Batı’nın siyasetleri açısından sorun çıkarmadıklarını ve uyumlu davrandıklarını ortaya koyuyor. Sovyetlerin diplomatik ve iktisadi ihtiyaçları, Musul konusunda Türkiye ile İngiltere arasındaki antlaşmaya onay vereceğini gösteriyordu.

Ortadoğu’ya emperyalist düzen yerleşirken, Rıza Şah’ın İran’ı da antlaşmalarla bağlanıyordu. 1926’da İngiltere ile anlaşmaya hızla yaklaşan Türkiye hükümeti, 22 Nisan 1926 tarihinde İran ile de bir dostluk antlaşması imzalıyordu. Rıza Han’ın “İran egemenliği altında ve Türkiye, İran ve Irak Kürtlerini de içine alan muhtar bir Kürt devleti tasarısı”na karşı Türkiye, Irak’taki sömürgeci yönetimi rahatlatacak bir antlaşmaya imza atılmasını sağlıyordu. Diğer yandan, İngiliz petrol şirketlerinin parsellediği, ekonomik açıdan sömürge koşullarında yaşayan İran, Türkiye’deki “reform’ları model alıyordu. “Türkler, Batılı olmak için Batı ile savaşmışlardı”. Dolayısıyla bölgede batı çıkarları açısından en uygun modeli sunuyorlardı. İslâm bayrağı açan Şeyh Said’e karşı, Hilafeti ilga etmiş bir Türkiye’nin desteklenmesi “yeryüzündeki en büyük Müslüman ülke” sayılan İngiltere’nin çıkarlarına daha uygundu.

Türkiye’nin temel doğrultusu Musul’u almakla çelişiyordu. Kürt nüfusun yoğunluğunun sorunları yanında Arap ve Müslüman dünyası ile birleşme, egemen sınıfların batıcı yönelişleri açısından imkânsızdı. Üstelik milli mücadelenin tetiklediği politik, askeri dinamiklerle kabına sığmayan Türk-Kürt birliğine dayalı Arapların desteklediği bir Türkiye, Ortadoğu Jeopolitiğini altüst eder, Siyonist varlığın ve onunla bütünleşen emperyalizm destekli monarşilerin temellerini yıkardı. Türkiye, 3 Mart 1924’te, Batı emperyalizmine ve İngiltere’ye karşı Müslüman halkların istiklâl mücadelelerini desteklemeyeceğinin açık işaretini veriyordu. İngiliz büyükelçisi Lindsay, Şubat 1926’da “lâik bir Türkiye’nin, İngiliz İmparatorluğu’na karşı Müslüman tehlikesini azaltmakta olduğunu” yazıyordu. (12)

İngiltere Büyükelçisi Lindsay, Londra’ya, Şeyh Said isyanın en sıcak günlerinde gönderdiği bir raporda: İsmet Paşayı kastederek, “Türkiye’nin barış içinde yeniden yapılanma hedefinden iç huzursuzluklar nedeniyle geri kalmasının bizim işimize gelmeyeceğini” vurguladığını bildiriyor ve çok önemli bir tespitle, “Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne katılmasının, Türkiye dahili siyasetindeki lâikleşmenin milletlerarası seviyedeki paraleli olacağını” bildiriyordu. (13)

Lâikleşme, Batı tarafından aynı zamanda Ortadoğu jeopolitiği kapsamında ve Musul sorunu ile bağlantılı bir biçimde değerlendiriliyordu. İngiliz sömürge imparatorluğu’nun Sovyetlerin kuruluşundan sonra en stratejik ve o ölçüde en zayıf halkası olan Irak’ın denetimi konusu iç siyasi gelişmelerle bağlantılıydı. İngiliz dışişleri yetkilisi Osborne “İsmet’in Türkiye’nin yalnızca Londra’dan sermaye bulabileceğini fark etmesi” sayesinde Ortadoğu’daki İngiliz siyasetini Türkiye’nin kabulleneceğini belirtiyordu. Osborne, “Sovyetler gibi Türkler de, ülkelerini geliştirmek istiyorlarsa, sermaye için Batı’ya dönmek mecburiyetinde kalacaklar” diyordu.

İngiliz Büyükelçi Lindsay, Kasım 1925’te, Türkiye’nin “modernleşme” politikası ile Musul arasında bir tercih yapması gerektiğini açıklıyordu. Lindsay, Chamberlain’e verdiği rapor ile Türkiye’nin gizli-gerçek tarihindeki önemli perdeyi aralıyor. İsmet İnönü cevaben: “Sizin de belirttiğiniz gibi bu iki politika tenakuz (çelişki) içindedir ve birbirini tahrip edecek niteliktedir. Bunlardan biri samimi, diğeri gayri samimi olmak durumunda. Ben hangisinin hangisi olduğu hususunda takdiri, siz majestelerine bırakıyorum” diyordu. (14)

Lindsay, Chamberlain’a “bu ifadenin altında yatan sağduyuya dikkatinizi çekmek isterim” diye yazıyordu. İngilizler, İsmet Paşa’nın kasıtlı olarak “muğlak” bırakılan cevabını, “gerçek Türk siyasi tercihinin Musul’dan (petrolden) ziyade modernleşme ve bunun ihtiva ettiği siyasi yönelim olduğu kanaatine vardılar.”

16 Ekim 1925’te Lindsay, uluslararası ve yerel gelişmelerin, İngiltere ile Türkiye arasında “iyi ilişkilere dönüş”e işaret ettiğini yazıyordu. Lindsay, “aşiretler arasında bir isyan patlayacağı şüphesiz” tespitini yapıyordu. Lindsay, “Kürdistan mevcut rejim açısından görünen en büyük tehlikeyi teşkil etmekte” diye yazıyordu. İngiltere Dışişleri Bakanlığı Doğu Masası, “Musul meselesine dair Türk siyasetini etkileyecek ve karara bağlayabilecek amillere” ilişkin olarak 23 Ekim 1925’te uzun bir “memorandum” hazırlıyordu. Bu belgeye göre: Türklerin dikkat sarf etmek zorunda oldukları iki dahili siyaset meselesi vardı. Birincisi, itibar görme ihtiyacı; İkincisi ise Kürdistan meselesiydi. “İtibar” başlığı altında rejimin ekonomik, siyasal, askeri yerleşme sorunu formüle ediliyordu.

İngiliz dışişleri “Iraklı Kürtler için muhtariyet tohumları atmak yönünde” bir siyasetin günümüze akan çizgide nasıl bir sonuç doğuracağını o dönemde saptıyor ve emperyalizmin stratejik rezervlerine bu temel yaklaşım işleniyordu. Türkiyeli Kürtler, “eninde sonunda” , “Irak’ta yarı-muhtar bir konumda bulunan kardeşleriyle” birleşmek isteyecek olurlarsa, “bu, Türkiye açısından değerli bir nüfus ve toprak kaybı anlamına gelecekti ve Türkiye’nin ne pahasına olursa olsun mani olmak isteyeceği bir tehdit.”

Emperyalizm Türkiye’ye batılılaşma, “modernleşme” , kredi ve egemenlerine dış destek ve itibar öneriyor, karşılığında birliğini parçalayacak antlaşmalar, bölünmesi olanaksız alanları sınırlarla yeniden çizme imtiyazı, Türk-Kürt birliğinin temellerini çürütecek bir statüko ve Ortadoğu’da sömürgeci siyasetin uzantısı olma “çağdaş’lığını veriyordu.

Bu “memorandum”da Türkiye’nin batı tarafından dışlanmayı istemediği ve Milletler Cemiyeti’ne girmeyi hayati bir mesele saydığı vurgulanıyordu.

Memorandumda, Türkiye’nin mali ihtiyaçlarına da temas ediliyor dışarıdan alacağı yardımın önemini kavradığı vurgulanıyordu. Şeyh Said isyanından önce hazırlanan bu belgede, “Musul’a bir Türk taarruzunun ihtimal dışında göründüğü, ancak, Ankara tarafından askeri blöf girişimlerinin yoğunlaşabileceği” belirtiliyordu. Türkler, “İngilizlerin engelleme ve kanuni itiraz siyaseti” olarak adlandırdıkları siyaseti, “oyun devam ettiği sürece” yürütmek isteyeceklerdi. Bu durum İngiltere’nin “Milletler Cemiyeti” zeminini kullanmadan Türkiye ile anlaşmasının imkânlarını sağlayacaktı. Zira Türkiye uzlaşmaya varabilmek için iki konuda çözüm bekliyordu ve bunları sadece İngiltere verebilirdi. “Türkiye Kürdistan’ının kaybedilmesine karşılık bir tür garanti ve Mustafa Kemal’in “kendisini Türkiye’ye haklı göstermesine yarayacak bazı vaziyeti kurtarıcı tertipler” (15)

Daha Şeyh Said isyanı patlamadan önce İngiliz dışişleri, Musul’un terki sonucunda oluşacak büyük tepkiler neticesinde Mustafa Kemal’in “Kendisini Türkiye’ye haklı göstermesine yarayacak bazı vaziyeti kurtarıcı tertipler”in gerekliliği konusunda not düşüyordu. İngiliz düzenin Ortadoğu’ya yerleşmesinin yolunun Ankara’dan geçtiğine ilişkin ortak bir siyasi duyarlılığın oluştuğu anlaşılıyor. Lindsay İnönü görüşmelerinin gizli bir gündemi olduğu, tarafların mahrem konuları paylaştığı ve bunların daha sonra siyasi foımülasyonlara dönüştüğü söz konusu “memorandum” un politik mantığından anlaşılıyor. Memorandum’un sonucuna göre, Türkiye için “Musul’a saldırmayı veya İngilizlerle çarpışmaya girmeyi imkânsız kılan dahili, harici, askeri ve mali kısıtlayıcı pek çok amil bulunmaktaydı.”

Sömürgeler bakanı L, S Amery, 4 Ekim 1925’te, “özerk bir Kürt devleti yaratmamalıyız” diyordu. Ancak diğer yandan Kürtleri denetleyecek ve Türkiye üzerinde sürekli baskı yaratacak bir siyaset izliyordu. Musul sorununun çözümüne ilişkin müzakereler 1926 baharında hız kazanırken, İngiltere, “Kürt dilinin serbestçe kullanılmasına sadece önem vermekle kalmayıp fiilen teşvik etmek için mümkün olan her şeyi” yapıyordu.

1925 Mart’ı itibarıyla Irak’ın toplam nüfusunun %17’sini temsil eden Kürtler, Irak polis gücünün %24’ünü, ordusunun %14’ünü ve demir yolu çalışanlarının %23’ünü oluşturuyorlardı. Kürt bölgelerindeki 25 okulun 15’i öğretim dili olarak Kürtçeyi kullanıyordu. Okullarda 52 Kürt öğretmen Kürt bölgelerinin dışında ders veriyordu. İngiltere “Kürt devleti yaratmama”yı Türkiye’ye bir taahhüt olarak kabul ettiği güvencesini veriyor. Ama diğer yandan Sömürgeler Bakanı Amery’nin anlatımıyla: “Kürt nüfus halen geniş bir ırksal muhtariyet içindedir ve bunu arttırmaya hazırlanıyoruz.” İngiltere tıpkı siyonist varlık için olduğu gibi “Kürtler için bir Milli Vatan” yaratma politikasının temellerini atıyor ve Irak Kürtlerini uzun vadede Araplar, Türkler, Farslar, Türkmenlerle karşı karşıya getirecek siyasetin ana hatlarını hazırlıyordu.

İngiltere’nin bu siyasetine en önemli katkı Türkiye’den geliyor; 1920’de Misak-ı Milli’de kabul edilmiş birlik ve toprak bütünlüğü prensibi İngilizler tarafından tehdit edilmenin ötesinde parçalandığı halde Büyük Britanya-Irak-Türkiye arasında bir antlaşma imzalanıyordu.

Şeyh Said isyanında hem Sovyetler hem de İngiltere ve Fransa Türkiye’yi destekliyorlar. Zayıf ve parçalanmış bir Türkiye’nin “tampon” işlevini yerine getiremeyeceğini her iki ülke de kabul ediyordu. İsyan, Türkiye-B. Britanya- Irak arasında 5 Haziran 1926’da imzalanan antlaşma vasıtasıyla Musul sorununun tüm sonuçlarıyla birlikte çözülmesine yol açan müzakerelere vesile teşkil ediyordu. Türkiye, bu antlaşma ile güvenlik tedbirleriyle sınırlandırılmış bile olsa, İngiltere’nin Irak’ta “Kürtler için bir Milli yurt” biçiminde ve siyonist modele uygun sağlam bir alt yapı kurma siyasetini potansiyel sonuçlarıyla birlikte kabul ediyor; “çağdaş” yani kapitalist batı ile bütünleşme adına Misak-ı Milli’den vazgeçiyordu.

Emperyalizm aşamasındaki “geberen kapitalizm”in hukukunun ve sosyal-kültürel unsurlarının tıpkı Tanzimat’taki gibi ithali karşılığında tarihen sözü olabileceklerin hepsi susturuluyor; tek ses, tek yol, tek mümkün siyasetin mevcut olanla etiketlendiği bir sistem oluşuyordu. Musul’un terki, Misak-ı Milli’nin parçalanması, Lozan düzeniyle bütünleşme, Ortadoğu’nun yeni sömürge düzenine uygun İngiltere ile daha kapsamlı bir uzlaşma sağlanmasında temel teşkil ediyordu. Musul’un İngiliz sömürgeciliği denetimindeki Irak’a terk edilmesi, Ortadoğu’nun en gerici unsurları olan Şerif sülalesini güçlendiriyor ve genel tabloda günümüze kadar etkisini koruyan monarşiler şebekesine, ayrıca onların örtülü desteği ile ayakta duran Siyonist ırkçılığa alan açıyordu. Ayrıca, Irak’ta Şerif sülalesinin emperyalizm destekli iktidarı, Arap milliyetçiliğinin bastırılmasını getiriyordu. Böylece Arap halkları en koyu gerici ittifaklar ve emperyalist sömürgeciliğin kıskacına alınıyordu. Türkiye’nin “lâiklik” stratejisinin İngiliz siyaseti ile bağlantıları ve bu emperyalist güce Ortadoğu’da büyük bir manevra alanı açması tablonun bütününe bakıldığında tüm bölgeyi gericiliğe açıyor ve bu şebekeleşmiş gericilik monarşik-mutlakiyetçi rejimlerin şahsında emperyalistlerin en yakın müttefikine dönüşüyordu.

Şeyh Said isyanındaki dini rengi “irtica” başlığı altında değerlendirmek ise doğru olmuyor. Bu isyan, Jön Kürtlerin ağırlıklı olduğu “Azadi” tarafından hazırlanıyordu. Din sadece meşruiyet anlamında bir temel ve destek sağlıyordu. Bu isyan özünde “milli” talepler içeriyordu. Bu isyanın, dini ve milli renkleri iç içe taşıması İstiklâl Mahkemesi Savcısı Mazhar Müfit (Kansu)Bey’in, “hepiniz bir noktaya, yani Bağımsız Kürdistan kurmaya yöneldiniz” tespiti ile de netleşiyor. “Kemal Paşa ve arkadaşları da cihad kararı çıkardılar ve şeyhler, müftüler ve din adamlarından fetva aldılar. Kemal Paşa ve arkadaşları da halife sultanı kurtarmak için yola çıktıklarına ilân ettiler.”

Buraya bakarak Şeyh Said isyanında hiç bir “milli” motif olmadığını ileri sürmek Kemalist hareketin de milli rengi olmadığı tartışmalarına götürür; çünkü bu önemli Kürt ayaklanmasının dini motifleri çok kullanmasını, aynı motiflerle ortaya çıkan ve başarılı sonuca varan Kemal Paşa’yı taklit olarak da ele almak mümkündür.

Kürt liderleri arasında, tüm kızgınlığa karşın, Kemal Paşa’yı taklit ve Kemal Paşa’nın mücadele yöntemlerini ciddiye alma eğiliminin sanıldığından güçlü olduğu” söylenebilir. (16)

Mustafa Kemal’in ilk dönem tüm konuşmalarında “İslâm milliyeti” kavramı vardı. 1 Mayıs 1920’de Gazi Mustafa Kemal, “muhafaza ve müdafaasıyla iştigal ettiğiniz millet bittabi bir unsurdan ibaret değildir. Muhtelif anasır-ı İslâmiyeden mürekkeptir. Bu mecmuayı teşkil eden her bir unsur-u İslâm, bizim kardeşimiz ve menafii tamamiyle müşterek olan vatandaşımızdır” diyerek TBMM’ye hitap ediyordu. Diğer yandan “Anadolu-Rumeli Müdafai Hukuk Cemiyeti” nizamnamesinde, “Osmanlı vatanın bütünlüğünün, yüce halifelik” makamının korunacağı, “bütün İslâm vatandaşlarının cemiyetin” tabii üyesi sayıldığı bildiriliyordu. ARMHC’nin tüzüğünün esasları arasında yer alan “İslâm halifeliğini” sürdürmek için toplu savunma ve direnme gereği diğer unsurlarla birlikte sayılıyor ve bu bağlamda ARMHC kongresinin aldığı “kararlar ve esasat aleyhine kavlen, kalemen, fiilen herhangi bir şahıs veya kuvvet tarafından” yapılacak yorum ve telkinlerin bile, TBMM’nin 29 Nisan 1920’de kanunlaştırdığı “Hiyanet-i Vataniye” hükümleri gereğince, “millet ve vatana hiyanet ve cinayet telakki edileceği” belirtiliyordu. (17) Misak-ı Milli’nin özünü oluşturan Müslümanların birliğini ve halifeliği kurtarma misyonunu sorgulamak “vatana ihanet” sayılıyordu.

“Şeyh Said’in varlığı, 1925 direnişine dini bir görünüm veriyorsa da bu aldatıcı olmamalıdır. Bu propaganda esas olarak, Kemalist iktidar tarafından, o günlerde mevcut muhalefet hareketini, yani Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı susturmak ve bu iki hareket arasında dinsel plânda bir işbirliği imajı verilmek için ortaya atılmıştır.” (18)

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın lider kadrosunda Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy gibi Mustafa Kemal’in önemli rakipleri bulunuyordu. 25 Şubat 1925 tarihli CHP grup toplantısında, “TCF Doğudaki şubeleri aracılığıyla dinsel propaganda yapmak (bu yüzden vatana ihanet suçu işlemek) ve Şeyh Said’in İstanbul’daki oğullarından biriyle ilişki kurmuş olmakla suçlandı. Bu grup toplantısında, İsmet ilk kez olarak hükümete geniş yetkiler vermeyi ve İstiklâl Mahkemeleri’ni yeniden kurmayı önerdi.” (19)

Hıyanet-i Vataniye kanununda yapılan değişiklikle, Milli Mücadele’nin ilk döneminin tam tersine, “dini veya mukeddesat-ı diniyeyi” siyasal amaçlar doğrultusunda kullanmak “vatana ihanet” sayılıyordu. Bu tartışmalar CHP grubunda yapıldığında Ali Fethi (Okyar) halen başvekildi. CHP grup toplantısında Fethi Bey, TCF’nin doğuda bulunan şubelerinin “irticai” eylemler yaptığı gerekçesiyle kapatılması önerisini gündeme getirmeye zorlandı. Başvekil Ali Fethi Bey Lozan’da uluslararası çerçevede koordinatları belirlenen düzenin sosyal, siyasal, hukuki, ekonomik dayanakları inşa edilirken gereken “inkılâpçı” şiddeti gösterecek donanıma sahip bulunmuyordu. 4 Mart 1925’te Ali Fethi Bey yerini İsmet Paşa’ya bıraktı.

Türkiye, etkilerini devletin gizli-gerçek kodlarında taşıyan ve bir siyasi genetik biçiminde varlığını duyuran Takrir-i Sükun düzenine geçti. Harrington’un ifadesiyle ülke (Solcu, Kürtçü, İslama ve devletin en yüksek mevkilerinde bulunmakla birlikte sürecin işleyiş hızına uyamayan) “aşırı uçlar” dan temizlendi.

Musul’un terkinin yaratacağı büyük tepkiler ile bunun Misak-ı Milli ile bağlantılı yönleri kaçınılmaz olarak devlet ve orduda ciddi kaynaşmalar’ yaratacaktı.

Yeni bir düzene geçiliyordu. İngiliz dışişleri bakanlığı daha 1924’te bunun sonuçlarına ve özellikle Mustafa Kemal Paşa’nın durumuna ilişkin “vaziyeti kurtarıcı tertipler”den söz ediyordu. Takrir-i Sükun biçimsel olarak iki maddelik bir kanun olmakla birlikte özünde sert bir diktatörlük düzeniydi.”Aşırı bir baskı döneminin habercisi olan, tarihsel önemi büyük bu kararın, iki yıl boyunca uygulanması, tüm siyasal muhalefetin ve basının susturulmasını, Kürt etnik ve dinsel kimliklerinin sert bir biçimde ezilmesini ve 1926’da Ankara ve İzmir’de yapılan yargılamalarla Kemalist çevre dışındaki tüm potansiyel iktidar rakiplerinin yok edilmesini getirdi. Bu iki yıllık dönem sona erdiğinde, Kemalistler artık kendilerini yasanın yürürlükten kalkmasına izin verecek kadar güvenlikte hissediyorlardı.” (20) Bu yasanın yarattığı siyasal sistem, iklim ve kültür varlığını yıllarca sürdürdü, siyasi genetiği biçimlendirdi ve Türkiye’nin yazılı olmayan anayasasını oluşturdu. 1969 gibi geç bir tarihte kendisini Kürt sorununa ilişkin çalışmalara adayan İsmail Beşikçi gibi önemli bir aydın bile ideolojik karartmanın etkisiyle, “1925’te Şeyh Said ilk kurşunu sıktığı zaman, kendisine, bir kaç gün sonra, İngiliz silah fabrikalarından çeşitli kataloglar” geldi diye yazıyordu. (21) İsyanın devamı süresince “Emirelmücahidin Elseyit Muhammed Sadi-i Nakşibendi” olarak kendini tanıtan Şeyh Said’in (sanki bir hükümet organizasyonu kurmuş gibi Diyarbakır Postahanesi’ne “Kürdistan Harbiye Nezareti” ünvanı ile silah katalogları göndermeleri için İngiliz silah fabrikalarıyla yazışması veya çevresinin buna yönelmesi), Mr. Templeton kurguları içinde değerlendirilse daha gerçekçi olur. İngiliz desteğine ilişkin hiç bir kanıt olmadığını İnönü bile söylüyordu. Beşikçi bu konuda daha sonra, “bütün Kürt başkaldırıları hep İngiltere’nin desteğiyle bastırılmıştır. Şeyh Said Kürt isyanında Kürtlere, İngilizlerin yardım ettiği büyük bir aldatmacadır. Zira o yıllarda İngilizler, Kürtlere karşı Güney Kürdistan’da kanlı bir savaş yürütüyorlardı. Ayrıca Türk ordusu demiryolları aracılığıyla Suriye üzerinden taşınmıştır. Suriye’nin o zaman bir Fransız sömürgesi olduğunu unutmamak gerekir” diye yazıyordu. (22)

“Azadi” üyelerinin ve Şeyh Said isyanını örgütleyenlerin anti-emperyalist bilinçleri yoktu. İngiliz emperyalizmine dayanarak “bağımsız” bir devlet kurma peşindeki İhsan Nuri gibi liderler Ağrı isyanında da ortaya çıktılar.

İsyan, Kürt hareketinde Abdülkadir çizgisini tasfiye eden süreci hızlandırdı. Melik Fırat’ın anlatımıyla:

“Seyyit Abdülkadir, siyasetin içinde, Büyük Seyyit Taha Nehri’nin torunu (…) O’nun zaten bir hüviyeti var. Şeyh Said onlarla temas etmek istemiştir. Herkese de mektup göndermiştir. İşin icabı bu.” (23) Fırat’a göre bir “Kürt devleti” kurulması halinde yönetici olarak ilk akla gelen isimler arasında Seyyit Abdülkadir yer alıyordu.(Norşinler, Küfdevi ailesi, Şeyh Şamil Seyyit Taha’ya bağlı Nakşibendilerdi.) Böyle bir devletin daha çok Suudi Arabistan modelinde olacağı (eğer “Azadi”nin Jön Kürt kanadı duruma hakim olmazsa) yabana atılmayacak bir varsayımdır. Şeyh Said isyanından sonra tarikat şeyhleri ancak küçük boyutlu ve az sayıdaki ayaklanmalarda rol oynadılar.

Kürt hareketinin liderliği el değiştirdi. Geleneksel liderler geri çekilirken, batıcı, modernist kanat daha da ön plâna çıktı. Bu arada 1927 Ekimi’nde Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta “Hoybun”un kuruluşu resmen açıklandı ve Emir Celadet Bedirhan birliğin başkanlığına seçildi. Ermeni-Kürt işbirliğini vurgulayan “Hoybun” Ağrı isyanının örgütlenmesinde önemli rol oynuyordu. “Hoybun”un “milliyetçi Ermeni partisi Daşnak” ile işbirliği Sovyetlerin tepkisini çekiyordu. 1930 Temmuz sonunda 500 kişilik bir Sovyet askeri süvari birliği Araş yakınlarındaki Davalu köyüne geliyordu. İki gün köyde kalan bu birlik sonra bir gece “kayboluyor”. Davalu köylüleri bu Sovyet askerlerinin Türk birlikleri safında çarpışmak üzere gece Aras’ı geçtiğinden kuşku duymuyordu. Sovyetlerin Ağrı isyanını bastırmak için doğrudan askeri güç göndermeleri kanıtlanamaz ise de bu ülkenin tavrı nettir. Sovyetler yıllar sonra Churchill tarafından Soğuk Savaşı başlatan Fulton konuşmasında formüle edilecek “Demirperde” kavramını ilk kez Ağrı’daki Kürt isyanı için kullanıyorlardı: “Ağrı Dağındaki çarpışmaların gerisinde yine Sovyetler Birliği etrafında demir perde oluşturmak isteyen uluslararası emperyalizmi görmek gerekir.” (24)

İhsan Nuri’nin istihbaratı ile Beytüşşebap isyanı sonrası kurduğu ilişkilere dair Sovyetlerde bilgi bulunduğu veya Türkiye’nin bu konuda istihbarat verdiği anlaşılıyor. Avrasya jeopolitiğinde Kürtlerin emperyalizmle ittifak halinde Sovyetleri güneyden kuşatacak bir “Demirperde”nin unsuru olarak görülmesi 1930 gibi erken bir tarihte ortaya çıkıyor. Sovyetler böyle bir “Demirperde”nin örülmesinde arka plânda “uluslararası emperyalizm”i görüyorlar. Bu değerlendirme günümüze akan çizgide önemli bir başlangıca işaret ediyor.

Ağrı isyanı uzun sürüyor, sınırlı bir bölgede olmasına rağmen askeri açıdan oldukça ağır kayıplara neden oluyor ve 1929 Dünya krizi koşullarında Türkiye’nin bütçesini hayli zorluyordu. Ekonomik krizin yükünü iyice ağırlaştıran bu isyan, Serbest Fırka deneyimini ortaya çıkaran koşullarda büyük paya sahip oluyordu. Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın yorumuna göre Ağrı isyanının temelinde Kemalist uygulamalar vardı. “Doğuya demokratik burjuva devrimini yasak eden, buna karşılık Kürt ağalığıyla el ele veren, köylü devriminin bir harfini bile ağzına almayan, “Cumhuriyet burjuvazisi gerçek sorumludur.” (25)

Doğu’nun adeta “Balkanlar”a dönüştüğünü ve “ayaklanma bölgesi” haline geldiğini ve Ağrı Dağı isyanından sonra Birinci Genel Müfettişliğin şahsında, Kürt ağalarıyla yeni bir ittifaka gidildiğini belirtiyordu Kıvılcımlı. Bölgede Kürt ağaları ile ittifak tazeleniyor ve bir “milis” örgütü kuruluyordu. Toprak sorunu çözülmüyor, bu sosyal dava yüzünden kan dökülüyordu. “Milis”ler ise ağaların özel birlikleri olarak halkı eziyorlardı. 1930’larda gündeme gelen “devletçilik” siyaseti ise kapitalist birikimin krizine çare arayışının sonucuydu. “Devlet endüstrisi ve altyapı tesisleri, böylece, özel sanayinin ana girdilerini ve dolayısıyla gelişme imkânlarını sürdüren bir görev ifa etmesinin yanı sıra bir diğer gelişme imkânı daha getiriyordu. Bu geniş kapsamlı bir kamu yatırımları programının çok sayıda ihaleler yolu ile aracılık ve ticari faaliyetler vasıtasıyla özel sermaye birikimine önemli ve olumlu bir katkı yapmasından doğan etkidir. Hatta rahatlıkla tahmin edebiliriz ki, devlet yatırımlarının gerçekleşmesinden doğan bu türden özel sermaye birikimi, kapsam ve hacim bakımından özel sanayinin bünyesinden doğan sermaye birikiminin üstünde kalmıştır.” (26)

1924’ten sonra büyük çiftçinin zenginleşmesi sürüyor ve yönetimde bu kesimin ağırlığı daha da artıyordu. “1930’lu yılların sonuna doğru köy, toprak ve tarım alanında cumhuriyetin tek partisi içindeki (…) Büyük toprak sahipleri, yönetimin en üst düzeyinden kaynaklandığı belli olan siyasi tercihler karşısında bile, tavırlarında en ufak bir oynama göstermezler. Köyün denetimini kendilerinden başkalarıyla paylaşmaya yanaşmazlar.” (27)

Cumhuriyet rejimi köyde siyasal ve ekonomik denetim kuramaz. Feodal güçlerin etkisini kıramaz. “Genç Cumhuriyet Türkiyesinin anti-feodal niteliği, kavramsal düzeyde, Kurtuluş Savaşı içinde ileri sürülen anti-kapitalistliğinden pek farklı değildir. Daha açık bir söyleyişle, bu dönemde siyasal erki elinde tutan güçler, büyük şehirlerde ve aydın tabakası içinde etkili olmayı istemekten öte, kırsal alanlarda bir ekonomik-toplumsal-siyasal yapı değişikliği yaratmakla ilgilenmemişler, hatta merkezdeki düzeltim girişimlerine karşı çıkmamaları koşuluyla, yerel eşrafın ayrıcalıklarını korumalarına göz yumarak onlarla eski bağlaşıklıklarını sürdürmüşlerdir.” (28)

Düzende değişen, Avrupa’dan ithal kapitalist hukuk, batıcı ideolojiye tümüyle açılan eğitim sistemi, batılı tüketim kalıplarına uyumu çağdaşlıkla özdeş gören anlayıştır. Gerisi koyu derebeyliğe yapılan kapitalizm aşısıdır ve dozu Tanzimatla belirlenmiştir.

Feodal sınırların ülkenin yüzde yetmiş beşini oluşturan köye hâkimiyetlerini kıracak bir toprak ve tarım reformu yapılmıyor, egemen sınıflar koalisyonunda muteber konumlarını geliştiren bu kesim CHP saflarını dolduruyordu. Bu durumda “lâiklik” toplumsallaşmış, sosyal kurumlarla bütünleşmiş bir yaşam ve siyaset düzenini değil, bir yönetim aracını, stratejik dönemeçlerin meşruiyet gerekçesini, sınıf diktatörlüğünün ne kadar “çağdaş” olduğunun simgesini oluşturuyordu. Emperyalist sömürgeciliğin Ortadoğu’ya yerleşme sürecinde yarattığı hanedanlar, ilkel yapılar, işbirlikçi gericiliği beslerken, Türkiye’de “lâiklik” boş bir söyleme dönüşüyordu. Şeyh Said isyanına vurulan “irtica” etiketi ise kullanışlı değildi. Musul’un terki, İngilizler öncülüğünde Ortadoğu’da yeni kurumlaşmalara gidilmesinin yarattığı tepkiler, Misak-ı Milli’nin parçalanması büyük bir muhalefet doğuracaktı. Rejim Lozan düzenini oturtamadan tehdit altına girecekti. Kâzım Karabekir’in hilafet, Musul sorunu, Kürtler, İngiltere’nin çıkarları zemininde iktidarın uygulamalarına erken sayılacak tarihte koyduğu teşhisler bile oluşacak muhalefetin şiddetini göstermeye yetiyordu. En önemlisi orduda itibarlı, milli mücadele onuruna ortak bir komutanlar kuşağına Misak-ı Milli’nin parçalanması, Musul’un terki kolaylıkla anlatılamaz, Lozan bir başarı olarak sunulamaz, Hilafet’in ilgasının siyasi-stratejik zamanlama açısından “irtica” olarak etiketlenmesi mümkün olmazdı.

“Mustafa Kemal’in kendisini Türkiye’ye haklı göstermesine yarayacak tertipler” konusunda daha Şeyh Said isyanının hazırlık safhalarında bulunulmasına rağmen (İngiliz istihbaratı gelişmeleri günü gününe izliyordu. İhsan Nuri sayesinde “Azadi”nin kadroları, plânları, ilişkilerinden haberdardı) İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nın “memorandum”u konuya dikkat çekiyordu. İsyan, Musul’un terki, Şeyh Said’in İngiliz kışkırtmasıyla ayaklandığı, muhalefetin işbirliği konularını iç içe geçirme imkânını sağlıyordu. Oysa Musul’un terki İngiltere’nin bölgeye yerleşme siyasetinin temel halkasıydı ve çok önceden bunun gerçekleşeceği taraflarca biliniyordu. İngiltere’nin, Musul’u almak için bir isyana kesinlikle ihtiyacı yoktu. Ancak, Türkiye’de iktidar isyan ile Musul konusunu birleştirmek zorundaydı. Savcı Süreyya Örgeevren’in verdiği bilgilere göre kayıplar önemsizdi ve isyanın abartıldığını ortaya koyuyordu. Ayrıca iktidar isyanı bastırma konusunda o kadar güvenliydi ki, Seyyid Abdülkadir gibi önemli bir şahsiyeti isyan cephesine dahil etmek için kışkırtıcı ajan bile kullandı. Gerçekten denetimi zor bir isyan olsa cepheyi genişletmenin değil bölmenin daha uygun olacağı açıktır.

Tüm Kürt başkaldırılarında bu taktik izlenirken, Şeyh Said isyanında tersi durumlar özellikle yaratılıyordu. Şeyh adeta isyana kışkırtılıyordu. İsyan güçleri dağınık ve iletişimsiz durumdayken Şeyh Said’e mahkeme celbi çıkarılıyordu! Ancak hazırlığın düzeyini göstermesi açısından önemli nokta, Cibranlı Halit Bey gibi kurmaylık eğitimi almış bir ismin hemen tutuklanmasıydı. Şeyhin yanında ise Türk istihbaratına çalışan Binbaşı Kasım “kurmay” olarak bırakılıyordu. İsyanın sınırları daha baştan çiziliyordu. Yenilmeye mahkum bu isyan, yeni rejimin neredeyse tüm siyasi sorunlarını çözecek imkânları sağlıyordu. Siyasi genetik bir yasa daha kazanıyordu: sistemin siyasi, askeri, ekonomik dönüşüm ihtiyaçlarının yoğun olduğu dönemlerde kontrollü bir biçimde “Kürt sorunu” yaratması. Bu konuda Sultan Hamid’in Ubeydullah Nehri’nin şahsında ortaya koyduğu isyan kurgusu tekrarlanıyordu. Bu süreçleri iyi bilen emperyalist siyaset merkezleri açısından ortada gizemli bir yan yoktu.

Bu bağlamda, Takrir-i Sükun’un simgelediği yeni düzenin yerleşmesi için; bağlantı noktaları, coğrafi konumu, jeopolitik çerçevesi, sosyal ve dini görünümü, ilişkileriyle en uygun gerekçe bir Kürt isyanıydı. Öyle de oldu… Şeyh Said isyanın kırılması doğuda feodalitenin tasfiyesinde bir adım olarak açıklanıyordu. Oysa toprak ağaları neredeyse ömür boyu mebus “tayin” ediliyordu.

Örneğin; Emin Sazak, 1920’lerde muazzam toprak servetiyle tanınıyordu. 1927, 1931, 1935 dönemlerinde Atatürk, 1939, 1943 dönemlerinde ise İnönü tarafından mebusluğa tayin ediliyordu. Eskişehir’in en büyük toprak ağalarından biri olan Sazak’ın toprakları 70 bin dönüm civarındaydı. Emin Bey’in arazisinin içinde dört tane tren istasyonu vardır. Beylikahır, Yalınlı, Yunus Emre, Sazak istasyonları. Ayrıca 15 köy de onun arazilerinin içinde yer alıyordu. Porsuk çayının üzerinden aktığı bu verimli topraklarda yedi ayrı çiftlik kuran Emin Sazak’ın, bunların her birinde konakları vardı. Ayrıca Samsun’da da arazileri bulunuyordu. Yıllarca Emin Sazak’ın toprak reformunu engellemede başı çektiği söylenirken, onu meclise tayin eden iradeden bahsedilemez. Mebus tayin edilen diğer büyük toprak ağaları arasında Cavit Oral, Damar Arıkoğlu, Ali Saip Ursavaş, Cemal Hüsnü Taray, Kasım Gülek, Hilmi Uran, Adnan Menderes ilk akla gelenlerdir. Bunlardan Damar Arıkoğlu, Mustafa Kemal Paşa’ya Chevrolet marka bir araba hediye ediyordu.

Meclis’e sürekli tayin edilenler sadece toprak ağaları değildir. Sürekli olarak mebusluğa “tayin” edilenler arasında şeyhler de vardır. 1920-1950 döneminde Vanlı İbrahim Arvas sürekli mebustur. Aynı şekilde Hakkı Ungan 1923’ten 1943’te ölümüne kadar mebus tayin edilen şeyhler arasındadır. Diyarbakır mebusu Zülfü Tigrel, Siirt Mebusu Şeyh Halil Hulki, Mahmut Soydan, Süreyya Örgeevren şeyh olarak bilinen isimler arasındadır. Meclis’te “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar ülkesi olamaz” taahhüdüne rağmen kadrolu şeyhler vardır.


NOTLAR

(1) Hasretyan, M. A.- Ahmad, K. M.; Dr.; 1925 Kürt Ayaklanması, Derleyen: Cemşid Ateş, İst., 1990 İlyada Yay., sf. 13.
(2) Hasretyan age., sf. 71-72.
(3) Hasretyan age., sf. 74.
(4) Kürkçüoğlu, Ömer; Türk-İngiliz İlişkileri, (1919-1926), Ankara 1978, Ankara Üniversitesi Yay., sf. 314.
(5) İsmet İnönü, Hatıralar, 2. Kitap, Ankara 1987, Bilgi Yay., sf. 202.
(6) Olson, Robert, Kürt Milliyetçiliğinin Kaynakları ve Şeyh Said İsyanı, Çev: Bülent Peker – Nevzat Kıraç, Ankara 1992, Öz-Ge Yay., sf. 193.
(7) Olson age., sf. 194.
(8) Dünya gazetesi, Ahmet Süreyya Orgeevren’in Anıları, 19 Nisan 1957.
(9) Sabahattin Selek, Anadolu ihtilâli, 6. Baskı, İst. 1976, Cem Yay., sf. 473-474.
(10) Olson age., sf. 195.
(11) Olson age., sf. 196.
(12) Olson age., sf. 214.
(13) Olson age., sf. 214.
(14) Olson age., sf. 215.
(15) Olson age., sf. 219.
(16) Yalçın Küçük, Kürtler Üzerine Tezler, İst. 1990, Dönem Yay., sf. 99.
(17) Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyetinde Tek Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931), Ankara 1981, Yurt Yay., sf. 29-30.
(18) Hasan Yıldız, Aşiretten Ulusallığa Doğru Kürtler, 2. Baskı, İst. 1991, Fırat-Dicle Yay., sf. 103.
(19) Erik Jan Zürcher, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Çev: Gül Çağalı Güven, İst. 1992, Bağlam Yay., sf. 109.
(20) Zürcher (1992) age,, sf. 114.
(21) Doğu Anadolu’nun Düzeni, Sosyo-Ekonomik ve Etnik Temeller, 1969, İst. E Yay., sf. 185.
(22) İsmail Beşikçi, Devletlerarası Sömürge Kürdistan, İst. 1990, Alan Yay., sf. 28.
(23) Uğur Mumcu, Kürt – İslam Ayaklanması, (1919 – 1925), 2. Baskı, İst. 1991, Tekin Yay., sf. 178.
(24) Chris Kutschera, Kürt Ulusal Hareketi, Avesta Yay., İst. 2001, sf. 116.
(25) Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Yol 2, İst. 1992, Bibliotek Yay., sf. 421.
(26) Korkut Boratav, Türkiye’de Devletçilik, Ankara 1982, Savaş Yay., sf. 117.
(27) Bilsay Kuruç, Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi, Ankara 1987, Bilgi Yay., sf. 182.
(28) Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyetinde Tek Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931), Ankara 1981, Yurt Yay., sf. 133-134.


TÜRKLER ve KÜRTLER – Ortadoğu’da İktidar ve İsyan Gelenekleri, Suat Parlar, Bağdat Yayınları, Eylül – 2005, İstanbul


 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın