Reşit Paşa Cezire şehri üzerine topçu ateşi açılmasını emrediyor ve bunun sonucunda şehir yerle bir oluyordu. Bu şiddetle sorunun bir an önce kontrol altına alınmasında Rusya ve İngiltere’nin baskılarının da rolü vardır. Gelişmeleri gözlemleyen Rusya bir süre sonra İran’ın da isteğiyle Mir Muhammed önderliğindeki Kürtlere karşı tavır alıyordu. İran Kürtleri üzerinde de etkili olacak bir hareket bölgedeki dengeleri alt üst edebilirdi. Ruslar, İran’ın isteklerine olumlu yaklaşarak silah ve malzeme taleplerini karşıladılar. Kürtlere karşı İran tarafından yaklaşık 10 bin asker harekete geçirildi.
Kürt hareketinin bastırılmasıyla İngiltere de ilgiliydi. İngilizler bu yönde oldukça aktif davranmışlardır. Onlar Türkiye ve İran’ın harekâtlarını koordine etmek istemişler, her nasıl olursa olsun Türk-İran anlaşmazlığını çözmeye çalışmışlardır. Bu amaçla İngiliz temsilcileri, Reşit Paşa ve Emir nizam arasında ilişki kurmakta aracılık yapmışlardı. İranlı kumandan, Reşit Paşa ordusuyla birlikte hareket etmek için rıza göstermişti. Bu niyet Tebriz’deki İngiliz misyonundan Yüzbaşı Şiil’e bildirilmişti. Temmuz 1836’da Şiil, Tebriz’den Reşit Paşa’nın kampına gitti. (1)
İngilizler, Osmanlı-İran saldırısının düzenlenmesinde önemli roller oynadılar. Ancak tüm bu kuşatmalara, şiddetli saldırılara rağmen asıl büyük sonuç alıcı darbeyi hazırlayan her zamanki gibi Kürtlerin kendi ihanetleri oldu. Osmanlı ordularına “kılavuz rolü oynayan” Kürt önderleri, savaşın Kürtlerin aleyhine dönmesini sağladılar. “Önderlerin ihaneti Kürt bölgelerinin fethedilmesini büyük ölçüde kolaylaştırmıştır.” Cizre Emiri Bedirhan Bey de dâhil pek çok Kürt derebeyi yeri geldiğinde Osmanlı ordusu saflarına katılmaktan ve Osmanlı ceza müfrezeleri ile birlikte, isyan eden diğer Kürt beylerine karşı savaşmaktan geri durmuyorlardı. Bu Kürt beyleri Osmanlı Devleti ile iyi ilişkiler kurup onlardan aldıkları rütbe ve yetkilerle bölgelerinde güç kazanıyorlardı.
19. yüzyıl başlarında Hindistan ticaretinin yolu İngilizlerin çalışmalarıyla yönünü Basra’ya çeviriyordu. Böylece İngilizler ticari güçlerini yoğunlaştırdıkları Basra’dan Aşağı Mezopotamya ve Kürt bölgeleri ile doğrudan ilişkilere geçmeye başladılar.(2) Bu ticari ilişkilere daha sonra Ruslar ve Fransızlar da girdiler. 19. yüzyılda “Hasta Adam”ın Avrupalı emperyalistlerin denetimleri altında varlığını sürdürmesi, ancak fazla güçlenmemesi stratejisi yürürlükteydi. Hindistan yolu üzerindeki topraklara hâkim olan zayıf bir Osmanlı idaresi, sömürgeci güçler açısından tercih edilen bir durumdu. İngiltere ile Rusya henüz büyük bir paylaşım savaşına girecek koşullara sahip değillerdi. O nedenle Kürt emirlerinin Osmanlı yönetiminden ayrılıp bağımsız bir konuma geçmelerinin meydana getireceği belirsizlikler tüm Ortadoğu’da karışıklıkların ateşini fitilleyebilirdi. Avrupa’nın sömürgeci siyasetleri açısından bu elverişsiz koşullar yaratabilirdi. Diğer yandan İngiltere, Rusya, Fransa, Almanya, ABD bölgenin jeopolitik unsurları yanında yeraltı ve yerüstü zenginlikleri ile de yakından ilgileniyorlardı.
Osmanlı yönetimi üzerinde geniş bir etkiye sahip olan Avrupa devletleri yörede gelişen siyasi ve toplumsal olaylarda direkt söz sahibi oldular. Çoğu zaman da istekleri doğrultusunda Osmanlı yönetimini yönlendirdiler. Bu ticari ilişkilerin Avrupalıların veya Osmanlı tebaası olan gayrimüslimlerin eline geçmesiyle beraber bunların yöredeki etkinlikleri de artmaya başladı. Avrupa ve Amerikalılar, misyonerleri sayesinde bölgeyi daha yakından tanıma fırsatı buldular. Bu bölgede yaşayan ve Avrupalıların her zaman ilgisini çekmiş olan gayrimüslim halklarla ilişkileri de bu devirden sonra gelişmeye başladı. Bölge genelinde Müslüman Kürtler çoğunlukta olmakla beraber Ermeni, Asuri, Keldani, Süryani gibi halklar da kayda değer bir nüfusa sahiptiler. Ayrıca bazı yerlerde Müslüman Kürtlerden sayıca daha da fazlaydılar. Fakat Sünni Kürtler siyasi açıdan tarihsel bir üstünlüğe sahiptiler.(3)
II. Mahmut’un batılılaşma siyasetleri ile yönetimi merkezileştirme stratejileri iç içe gelişti. 19. yüzyıldan itibaren, Kürt Emirlikleri ile Osmanlı Devleti arasındaki çelişkiler bu temelde keskinleşiyordu. II. Mahmut’un stratejisi doğrultusunda Kürt Emirlikleri ile yapılan anlaşmalar ve onlara tanınan haklar tek yanlı olarak feshedildi. Sömürgeci Avrupa devletlerinin Osmanlı siyasi coğrafyası ve Ortadoğu’da yoğunlaşan etkinlikleri, bunun sonucunda değişen dengeler, Osmanlı Devleti’nin Kürt siyasetini değiştirmesine neden oluyordu. Yavuz Selim döneminden itibaren Osmanlı Devleti ile Kürt Emirlikleri arasında gelişen ittifak son buluyordu.
Hıristiyan misyonerler oldukça erken tarihlerden itibaren Kürt bölgelerinde faaliyet gösterdiler. 1683 Yılında Bitlis’te Cizvitlerin bir misyonu bulunuyordu. İtalyan Rahip Maurizio Garzoni Bitlis’te Kürtler arasında 18 yıl yaşıyordu. 1858’de ise Amerikalılar yine Bitlis’te bir Protestan misyonu kuruyorlardı. İlk dilbilim çalışmaları, sözlükler ve İncil’in Kürtçe’ye çevrilmesi bu misyonerlerin ürünleriydi. 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın ilk çeyreği misyonerliğin altın çağıdır. Zira bu çağ aynı zamanda kapitalizmin emperyalizme dönüştüğü çağdır. Bu dönemde araçsal görev üstlenen mekanizmalardan başlıcası misyoner dizgesidir.
Sömürgeci ve emperyalist çıkarların aracı olan misyonerlik önemli ve ulvi bir amaç gibi ortaya konulur. Misyonerliğin özü dindir. Başlıca araçları ise okul, matbaa, kitap, hastane vs. modern kurumlardır. Misyonerler, bu kurumların içinde derece derece yer aldığı, iyi işleyen, etkin bir sisteme dayanarak iktisadi- siyasi çıkarların siyasal-kültürel etki ve yayılmanın bir aracı olarak hizmet veriyorlardı. Sömürgeci ve emperyalist çıkarlar doğrultusunda Modern Misyonlar Dönemi 1793 yılında Misyoner William Carey’in Hindistan’a ayak basmasıyla başlar. Misyonerlik faaliyeti modern dönemde tüm uhrevi görünümüne karşın dünyevi bir içerik taşımaktadır.
Osmanlı ülkesine pek çok İngiliz, Fransız, Amerikalı misyoner geliyordu. Ancak Kürt bölgelerinde, özellikle İngiliz ve Amerikalı misyonerler yoğun faaliyetler yürütüyorlardı.(4) Osmanlı topraklarına modern zamanlarda ayak basan ilk Protestan misyoner, 1815 yılında Mısır’a gönderilen İngiliz “Church of Missionary Society”e bağlı bir papazdır. Onu, 1820 yılının 15 Ocak’ında İzmir’e ayak basan Pliny Fisk ve Levi Parsons adlı Amerikalı misyonerler izledi. Bu iki misyoner “American Board of Commissioners for Foreign Missions” adlı Amerikan misyoner örgütünün elemanlarıdır.
Kısaca “BOARD” ve “ABCFM” olarak anılan bu misyoner örgütü, ABD’deki misyoner örgütlerinin en kıdemlisi ve büyüklerinden birisidir. BOARD’ın yapısı ve işleyişi iyi belirlenmiş, katı bir örgütsel dizgesi vardı. Protestan misyoner örgütlerinin dünyayı aralarında paylaşmalarında, Osmanlı imparatorluğu, esas itibarıyla ABD’nin payına düşüyordu. ABD, 19. yüzyılın son çeyreğinde diplomatik çerçevede Osmanlı Devleti ile daha fazla ilgilenmeye ve “Doğu Sorunu”na bulaşmaya başlıyordu. Bunda misyonerlerin oldukça büyük payı vardır. Çünkü ABD’nin politik olarak ve diplomatik yollardan her türlü ilişkisi az ya da çok misyonerlerle ilintiliydi.(5) 1880 tarihinde “ABCMF”in faaliyetlerini özetleyen rapora göre: “Misyoner faaliyetleri açısından Türkiye, Asya’nın anahtarıdır.” Amerikalı misyonerler, İngiliz büyükelçileri ve konsolosları ile oldukça iyi ilişkilere sahiptirler. İngiliz Büyükelçisi Canning, “Osmanlı İmparatorluğu’nun hayatta kalmasına” çalıştığını, “çünkü bu İmparatorluğun kaderinin Avrupa’nın çıkarları ile çok yakından ilgili” olduğunu söylüyordu. Oysa Canning’in çabalarının arka planındaki gerçekliği “ABCMF”nin dış ilişkiler sekreteri Anderson şu sözlerle açıklıyordu:
Bütün bunları, Tanrı sayesinde, İngiltere’nin, Hindistan’da bir İmparatorluğa sahip oluşu ve oraya engelsiz ulaşmak ihtiyacının ilahi gerçeğine borçluyuz.
“Ermenistan’da Bir Turdan Notlar” (Notes of Tour In Armenia) adını taşıyan ve Amerikalı misyoner Tillman C. Trowbridge tarafından yazılan metinde ise;
Türklerin gerek insan olarak kendileri, gerekse tüm toplumsal kurumları ilkeldir. Bunun bir nedeni ırksal ise, bir nedeni de dinseldir (İslâm). Türkler Hıristiyanlaştırılmadıkça ve tüm kurumları batılılaştırılmadıkça kurtuluş yoktur. (…)
diye yazıyordu. Ancak Müslüman halkların bu Hıristiyanlaştırma politikasına direnişleri net bir biçimde ortaya çıkınca, emperyalizm batılılaşma ve bu temelde merkeziyetçiliği, yani sömürge kurum, hukuk ve kültürünün “reform”lar yoluyla dayatılmasını esas alıyordu. Amerikalı misyonerler Ermeni, Kürt, Asuri, Keldani nüfusun yoğun olarak yaşadığı bölgelere akıyordu. Antep misyonerlerin tabiriyle 1848 yılında “İŞGAL EDİLMİŞTİ”. Musul 1850’de, Arapkir 1853’te, Maraş, Halep, Sivas, Harput 1855’te, Urfa, Antakya, İzmit 1856’da, Diyarbakır 1857’de, Mardin, Bitlis ise 1858’de, Adana 1863’te “İŞGAL EDİLDİ”; yani buralarda misyoner okulları kuruldu.
ABD Ortadoğu’da şebekeleşen misyoner ağı ile kendine ekonomik-sosyal, kültürel bir hayat alanı yaratıyordu. 1900 Yılına gelindiğinde, Anadolu’da, Amerikan misyoner dizgesi içinde 417 okul bulunuyordu. ABD’nin çalışmaları misyonerlerle sınır değildi. 1829’da imzalanan Osmanlı-ABD ticaret anlaşmasını takiben Osmanlı ülkesinin dört bir tarafında Amerikan konsoloslukları açılıyordu. 1832’de ilk konsolosluk İzmir’de açılıyor bunu 1911 yılına kadar 80 yılda 45 konsolosluğun açılması izliyordu. ABD’nin, milli mücadele yollarında kurtuluş çaresi olarak görülmesinin ve Sivas Kongresi’nin gizlenen manda başvurusunda bu yaygın, köklü ve yerleşik mekanizmanın büyük etkisi vardır.
Emperyalizmin aracı olan misyoner faaliyetleri, Osmanlı ülkesini ağ gibi saran konsolosluklar, “reform” adı altında sömürgeleşme ve Ortadoğu’ya yerleşen Avrupalı emperyalistler ve ABD misyonları Kürtler üzerinde ciddi baskılar oluşturdu: “Batı’daki Hıristiyan dindaşlarından giderek daha fazla yakınlık ve yardım gören yerel Hıristiyanlar hızlı bir şekilde daha eğitimli, kozmopolit ve zengin hale geldiler. Bu ölçüde artan bir servet doğal olarak, yerel Kürt yöneticilerin daha fazla vergi toplama tutkularını ateşleyecekti. Fakat yükselen eğitim düzeyi ve kozmopolitçilik, aynı zamanda Hıristiyanların bu keyfi vergilere boyun eğme olasılığını geçmişe oranla biraz daha azaltıyordu. Bu iki süreç doğal olarak birbiriyle çatıştı. Bir azınlık olan Hıristiyanlar, daha önceden yaptıkları gibi, yerel Müslüman yönetimleri ve Kürt beyleri karşısında, Batı’daki büyük Hıristiyan devletlerden yardım isteyecek ve zaman zaman da bu yardımı alacaktı.”(6)
Batılı Hıristiyan misyonerlerin 19. yüzyılda gelişiyle birlikte bölgede yaşayan halklar arasındaki çelişkiler keskinleşiyordu.
Batılı Hıristiyan imparatorluklar, Müslüman kardeşlerine karşı ayaklanmaları için yerel Hıristiyanları etkin biçimde destekleyip, silaha sarılmaları durumunda, onlara askeri yardım gönderecekleri gibi boş vaatlerde bulunarak onları kızıştırıyorlardı. Tüm bu entrikalar, Hıristiyanlara yardım etmek için değil, yerel Müslüman yönetimleri zayıflatma amacı güdüyordu.(7)
19. Yüzyıldan 20. yüzyıla akan çizgide patlayıcı bir ortamın tüm bileşenleri hazırdı ve dini-etnik kavga, Ermeni, Türk, Kürt, Asuri, Arap halkaların oluk gibi kanının akıtılmasıyla sonuçlanıyordu.
Ekrad beyliklerinin yeniden “fethinin” ilk aşaması 1839 yılında sona erdi. Birçok bölgede Osmanlı yönetimi kuruldu. Artık Kürt bölgelerinin yöneticileri merkezden atanmaktadır. Ancak Tanzimat bölgeye çürüme koşullarını yerleştirdi. Derebeylerinin yerine, “kendi görevi için ödediği parayı fazlasıyla kısa sürede geri göndermek için çalışan, İstanbul’dan atanan kurnaz şarlatanlar geçmiştir. “Rüşvet, iktidar hırsı, sömürgeci güçlerle işbirliği, misyonerliğe göz yumma ülkeyi parçalamaktadır. Dönemin devlet adamlarından Halet Efendi, bürokrasi içindeki mücadeleyi anlatırken, “İktidar sadece bir kişinin sığabileceği bir minare külahına benzemektedir; bu adam, düşmemesi ve merdivenin kırılmaması için hiçbir şey yapmadan oturmak zorundadır” diyordu. Tanzimat Kürt bölgelerini de çarkın dişlilerine dâhil eder. Çark ise şöyle döner:
Unvanlar hemen hemen belirli bir miktar karşılığında satılır. Diğer bir paşa görevi için daha fazlasını ödeyemediği durumda herhangi bir Ermeni bankere müracaat eder, bu banker bölgedeki gelirlerin bir kısmını alarak paşaya gerekli olan paraları getirir; bu durumda şanssız bölge bir değil iki çapulcu tarafından tehdit edilir. Bu yağmadan kendine düşen hisseyi alanlar hiçbir şekilde paşanın işlerine karışmaz; halkın şikâyetleri Sultan’ı da etkileyemez, çünkü alınan paranın bir bölümü hareme girer, buradan yıkılmaz bir gelenek olan rüşvet çıkar.
Bu gözlemler Rus diplomat Berezin’e aittir. Yabancı diplomatlar, Osmanlı bürokrasisini, sınıfsal yapısını, halkın sorunlarını, orduyu sürekli izler, rapor haline getirir ve merkezlerine aktarırlar. Berezin de Kürt bölgelerinde bulunan bir diplomat olarak Osmanlı Devleti’nin tüm zayıflıklarını dikkatle inceler. Tanzimat’la birlikte bölgeye gönderilen yöneticiler kanlı faaliyetleriyle ünlenirler. “Bağdat Paşalığı”na atanan Muhammed Paşa acımasızlığı siyaset haline getirir. Paşa, suçluları “kazığa oturtur”. İsyanları nasıl bastırdığı Rus diplomatı Berezin’in raporlarına yansır:
Öldürülen isyancıların kesilen kulaklarını şehir kapılarında bırakmıştır; Birecik’in halkı eğer bir daha isyana kalkışırsa onların hepsini kazığa oturtacağına aht etmiştir.
Yöneticilere karşı en küçük bir direniş için bile köylere ceza müfrezeleri gönderiliyordu.
Bağdat egemeni Muhammed Paşa, “reform”ların özünü doğru kavrıyordu. Bu “reform”lar süreci Batı tarafından destekleniyordu ve kaynak da doğrudan Avrupa ve Petro döneminde benzer süreçler yaşayan Rusya değil, Mısır’dı. “Reform”lar konusunda Mısır’dan yardım isteniyor, orada yapılan denemeler taklit ediliyordu. Batıdaki çekilişi ile gözlerini Doğu’ya çeviren, buradaki tarihsel zayıflığının bilincinde olan Osmanlı, Mısır’daki gelişmeleri neredeyse ay farkı ile takip ediyordu. Osmanlı İmparatorluğu’ndan kopacak ölçüde güçlenen bir Mısır, Müslüman model konumu ile “Batılılaşma”da prizma işlevi görüyordu. Mısırlı egemenler, Osmanlı yöneticilerinin kendilerine yetişme planlarını elbette biliyorlardı. Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa, II. Mahmut’a karşı yargısında oldukça sertti:
Babıâli, uygarlığı yanlış tarafından almıştır; bir ulusa apoletler taktırıp dar pantolonlar giydirerek yeniden doğuş işine girişemezsiniz; elbiselerinden başlamak yerine… Halkının zihinlerini aydınlatmaya çalışmalısınız.
Moltke de mektuplarında bu “reform”ların ordu ile ilgili yönünü yazar:
En talihsiz eser, Rus ceketleri, Fransız düzenlemeleri, Belçika silahları, Türk başlıkları, Macar eyerleri, İngiliz kılıçları ve her ulusun uzmanlarıyla Avrupa modeline dayanan bir ordu yaratılmasıydı.
İşte bu tabloda işin özü değişmez.
Muhammed Paşa önemli bir örnektir. İktidarı altındaki bölgelerde yaşayan halkın kötü durumu, keyfi yönetim ve rüşvet çarkı o kadar açıktır ki, merkez bazı “gemleyici” tedbirler almak durumunda kalır. Ancak bölgede oluşturulan kurullarla da durum düzelmez. Bu koşullar Kürt derebeylerinin arkasındaki halk desteğini arttırırken, Osmanlı düzenine yönelik büyümektedir. Çok geçmeden, merkezi Bohtan olan yeni bir hareketlilik başlar. Bu hareketliliğin önderi Bedirhan Bey’dir.
1835’te “Hâkime Kurdistan” (Kürdistan Beyi) olarak anılmaya başlayan Bedirhan giderek güçlendi ve yörede etkinliğini artırdı. Kürt aşiretleri içinde otoritesini güçlendirirken, Yezidi Kürtlere ve Nesturiler’e ağır baskı uyguladı. 1843 ve sonraki birkaç yıl boyunca Bedirhan ve Hakkârili Nurullah Bey’in adamları 20 bine yakın Nesturi’yi katlettiler.
İngilizler ve Amerikalı misyonerler bölgedeki Nesturi (Asuri) topluluklar arasında faaliyet gösteriyorlardı. Örneğin, J. Joseph adlı Amerikalı misyoner, “Nesturiler ve Müslüman Komşuları” adlı bir kitap yazıyordu. Amerikan misyonerleri Smith ve Laurie 1830’da bölgeyi ziyaret ediyorlardı. Bu misyonerler Nasturiler (Asurlular) arasında faaliyet gösteriyorlardı. 1840’lara kadar Hakkâri bölgesinde Kürtlerle Nesturiler arasındaki ilişkiler dostçadır. Ancak bu ilişkiler misyonerler ve Batılı diplomatların faaliyetleri sonucunda yıkıldı. Misyonerler Kürtler ile Asurluları birbirine düşüren entrikalar düzenlediler. Amerikalı misyoner Perkins, 1836’da Nesturilerin dini lideri Mar Şamun’a “Mahkemeler ve ızdıraplar, siz ve halkınız bu topraklardaki Müslüman baskısını uzun süre çektiniz. ABD’deki Hıristiyan din kardeşlerinizin kalplerinde sempati ve ilgi uyandırdınız” diyerek kışkırtıcı bir tutum içine giriyordu.
Bu arada İngiliz misyoner Grand 1840’da Hakkâri’yi ziyaret ederek Nurullah Bey’le görüşüyordu. Avrupalı ve Amerikalı misyonerlerin Nesturilere yoğun ilgileri Kürt yöneticileri kuşkulandırıyordu. Misyonerler, Avrupalıların, Nesturilere her türlü desteği vereceğini belirtiyorlar, onları bağımsızlık için kışkırtıyorlardı. Misyonerlerin cesaretlendirdiği Nesturiler, Kürtlerle silahlı çatışmalara girdiler. Nesturiler ile Hakkâri Kürtleri arasındaki ilişkiler, 1842’de Grand’ın, Nesturi köylerine yeni geziler yapması, bölgeye misyoner merkezleri kurulması için harekete geçilmesi ve ABD’den gelen misyonerlerle birlikte içinden çıkılmaz bir hal alıyordu.
Amerikalılar, 1835’den itibaren bölgede büyük bir hızla çalışıyor, Ermeni ve Nesturi cemaatleri için okullar, sağlık kurumları açıyorlardı. İstikrar geri gelmemek üzere bozuluyordu. Hıristiyan misyonerlerin faaliyetleri Müslümanlar açısından tehlikeli sonuçlar doğuracak bir dizgenin ilk aşamasıydı. Ainsworth adlı misyonere bir Kürt beyi, “siz bu ülkeyi almaya gelenlerin habercisisiniz” diyordu.
Kürtlerin tepkilerini bilmesine rağmen Grand, Tiyari bölgesinde büyük bir misyoner merkezinin yapımına girişiyordu. İnşaat haberi anında yayılıyor ve Kürtler, Avrupalıların Hıristiyanlığı yaymak için büyük bir kale kurduklarına inanıyorlardı.
Amerikan misyonerlerinin, Kürdistan’ın vahşi dağlarında görülmesi garip ve beklenmeyen bir gelişmeydi. Bu gelişme Kürtlerin aklında derin kaygılar ve şüpheler uyandırdı.(8)
Üstelik misyonerlik hizmet binası, Kürtler arasında “kale” olarak bilinen bir yapının yanına kuruldu. İngiliz diplomat Layard’ın merkeze ilişkin gözlemi işin kışkırtma boyutunu ortaya koyuyor:
Binalar bütün vadiye hâkim bir tepenin zirvesinde bulunmaktadır. Kesinlikle daha az gösterişli ve nispeten daha mütevazı bir yer seçilmiş olmalıydı; aralarında yerleşmeye geldikleri bu aşiretlerin karakterlerini şahsen bildikleri halde böyle bir düşüncesizlik yapmaları şaşırtıcıdır.
Daha 1842-1843’de Kürtler, Nesturiler, Ermeniler arasında yoğun faaliyetler yürüten İngiliz, Amerikalı misyonerler gerçekliği bu halkların adına yazılan sorunların köklerine ışık tutuyor. Osmanlı Devleti ise yabancı misyonerlerin gelecekte doğuracağı sonuçları öngörmek şöyle dursun, bölgede yaşanacak çatışmaların Kürt emirlerini ve Nesturileri zayıflatacağına ilişkin garip umutlar taşımaktadır. Misyonerler, Osmanlı yönetim organlarının etkisinin güçlenmesinden yanadırlar. Zira Osmanlı Devleti, onların bölgeye girişini kolaylaştıran, Müslüman Kürtlerin etkinliğini kıran bir politik araç olarak görülmektedir.
Misyoner Grand, Mar Şamun’a, Kürtlerin Nesturilere yönelik bir saldırıda bulunmaları halinde Osmanlı Devleti’nin, Batı’ının Hıristiyan devletleri karşısında sorumlu olacağını bildiriyordu. Nesturi Patriği, Britanya’dan askeri müdahale talebinde bulunan mektuplar yazıyordu. Diğer yandan, Musul Valisi, Kürtler ve Nesturilerin çatışmasını kışkırtan bir tutum içindedir. Ancak, Osmanlı Devleti’nin bu iki halkın vuruşturularak zayıflatılması siyasetinde, Batılı devletlerin telkinlerinin etkili olduğu düşünülmelidir.
Olayların mantığı, kale biçiminde bir merkezin inşa edilmesinden, Nesturilere, Kürtlerin saldırması durumunda Batı’nın askeri güvence sözünün verilmesine uzanan çizgide içinde, diplomatlar ve misyonerlerin yer aldığı bir komplo örgüsünü ciddi bir varsayıma dönüştürüyor. Üstelik Musul valisinin kışkırtıcı tutumu Nesturi katliamından önce Amerikalı misyonerler tarafından bilinen ve yazışmalarında sık sık değinilen bir konudur.(9)
Mar Şamun, Protestan Amerikalı Misyonerler, İngiliz Anglikan misyonerlerle kuşatılıyordu. Mar Şamun, İngiliz misyoner Becer’i, Kürtlerle ilişkilerin iyice gerginleştiği 1842 yılı sonlarında kabul ediyordu. Becer, Hakkâri Kürt Emiri’ne karşı kışkırttığı Nesturi Patriği Mar Şamun ile görüşmesini misyon merkezine gönderdiği mektupta anlatırken:
Hakkâri’nin Kürt emiri Nurullah Bey, Nesturilerin bağımsızlığını gasp etmişti, eğer biz zamanında Hıristiyan nüfusa yardım etmeseydik o zaman bu halkı barbar Kürtlere boyun eğmiş olarak görürdük.
Sömürgeci güçlerin böl-parçala-katlettir-yönet anlayışının açık tezahürüdür bu mektup.(10)
Becer, Nesturiler arasındaki faaliyetlerini sürdürürken, Kürtler de isyan hazırlığı içindedirler. Bedirhan, “düşmanımın düşmanı benim dostumdur” formülasyonunu, Nesturilerle ortak isyan zemini için yeterli görüyor ve Mar Şamun’a, Osmanlı’ya karşı ortak hareket öneriyordu. Bedirhan’ın bu amaçla gönderdiği elçileri Mar Şamun, İngilizlerin telkini ile reddeder. Bedirhan ise Osmanlı-İngiliz ilişkilerini, Amerika’nın bölgede gelecek için oluşturmaya çalıştığı ve Hıristiyanlar üzerinden yürütmeyi planladığı müdahale araçları yaratma stratejisini, Nesturilerin kurban seçilmesini kavrayamıyordu. Kürt dağlarının Hindistan yolu ve İngiltere’nin, Doğu Akdeniz-Ortadoğu-Asya bağlantılı stratejisindeki konumu ile Rusya karşısında Osmanlı İmparatorluğu’nun tampon olacak kadar bir güce sahip bulunmasına ilişkin uluslararası siyaset, derebey bakışının sınırlarını aşıyordu.
İngiliz misyonerler, Mar Şamun’u her durumda İngiltere’nin yardım göndereceğine ve Kürt emiri ile anlaşma yapmamasının gerekli olduğuna inandırdılar. Mar Şamun, Bedirhan’ın elçilerini kabulünde bu toprakların artık Osmanlılara değil, İngilizlere ait olduğunu söylüyordu. Bu görüşme sonrasında Patrik, kendi konağı üzerinde İngiliz bayrağını dalgalandırır. Patrik bu davranışıyla, Kürtlere kendisini İngilizlerin savunduğunu ve Nesturilere yönelik bir saldırı olması halinde Kürtlerin karşısına Avrupa’nın dikileceğini gösteriyordu.(11)
Bu davranışlar sonucunda Kürtler ile Nesturiler arasındaki ilişkiler iyice gerginleşiyordu. Her türlü kışkırtmayı yapan misyonerler ise Bedirhan ve Nurullah beylerin hazırlıklarını biliyorlardı. Grant Nurullah Bey’e müracaat ederek, Nesturilere saldırılması halinde Kürtler ile Nesturiler arasındaki anlaşmazlığa karışmayacaklarını, ancak misyoner evlerinin, binalarının ve mal varlıklarının korunmasını istiyordu. Grant’ın, Nurullah Bey’in yanından ayrılmasından sonra Kürt birlikleri Nesturilere saldırdı.
Nesturilere yönelik ilk katliam, 1843’ün Haziran ayında meydana geldi. Tiyari ve Diz topluluklarının yanı sıra, çok sayıda Nesturi topluluğu katledilmekten kurtulamadı. Bedirhan’ın kuvvetlerine, Hakkâri bölgesinden sorumlu olan Erzurum valisi de destek veriyordu.(12)
Van’dan Revanduz’a ve Dicle’den İran sınırına kadar olan bölgeden toplanan güçlerin sayısı 70 ile 100 bin arasındaydı. Nesturiler bu katliamda 10 bine yakın insanlarını kurban verdiler. Bu katliamlardan sağ kurtulan Nesturi, Yakubi, Yezidi kadın ve çocukları tutsak alınıp, Diyarbakır-Musul bölgesinde köle olarak satıldılar.(13)
İngiliz Büyükelçisi Canning’in girişimleri sonucunda, bazı esirler serbest bırakıldılar. İngiltere, bölge halklarının birbirini katlettiği komplolar düzenlemekten geri kalmazken, “uygar” ve “insan hakları”na bağlı devlet olma gereğini de böylece yerine getiriyordu. Oysa, Nesturiler ile Kürtlerin daha önce iyi olan ilişkilerinin bozulmasında ve Kürtlerin, Nesturileri katletmesinde, bölgeyi sömürgeci stratejilerin av alanı ilan eden İngiliz, Amerikalı misyonerlerin ve Batılı devlet temsilcilerinin kışkırtmaları önemli bir etkendir. Diğer yandan İngiltere, Fransa, Rusya’nın, Osmanlı nezdinde ki temsilcileri Bedir han Bey’in ve Kürtlerin bertaraf edilmesi gerekliliğini savunuyorlardı. Hatta İngiliz diplomatlar aşiretlerin kışkırtılması, din adamlarının nüfuzunun kullanılması, Kürtler arasındaki düşmanlıklardan istifade edilmesi gibi konularda daha sonraki yıllarda da sık sık kullanılan araçlar formüle ediyorlardı. İngiltere’nin Musul Konsolosu, 19 Eylül 1846’da İstanbul’daki İngiliz Büyükelçiliği’ne yazdığı raporda şunları vurguluyor:
Kürtler dağlı Hıristiyanlar aleyhinde her türlü muameleye başlamışlardır… Bedirhan Bey’de istiklâl mevkiinde başıboş bırakılmamalıdır. Hükümet-i seniyye, Bedirhan Bey’in kuruntuya dayanan kuvvet ve kudretine aldanarak kendisine bazı mertebe müsaade ile muamele etmektedir. Bedirhan Bey’in aleyhtarları ile düşmanı pek çoktur. Şeyhler buradan uzaklaştırılır, Pinyaniş, Zibari vs. Kürt aşiretleri hükümetçe ele alınırsa, bunlar Bedirhan Bey’i bu dağlardan pek çabuk atarlar. Tuhub, Cilo, Baz Nesturilerinin elinde birkaç bin tüfek vardır. Bu tenkil hareketinde onlardan da istifade edilebilir.(14)
Avrupalı diplomatlar “Kürt tehlikesi” konusunda ittifak halindedirler. Musul’daki Fransız Konsolosu da hemen ertesi günün tarihini taşıyan ve İngiliz Konsolosu ile mutabakat sonucu hazırladığı belli olan raporda şunları yazıyordu:
Hükümet-i Seniyye, birkaç yıldır Kürt asilerini terbiye etmeye çalışmışken, hepsinin kuvvetlisi olan Bedirhan Bey hakkında hâlâ bir tedbire başvurulmamış olması gariptir. Hatta Devlet-i Aliye’nin bu tereddüdü korkuya hamledilmektedir. (…) Şimdiye kadar bağımsız olan Kürt beylerini hükümetin zorla itaat altına alacağını İstanbul gazetelerinde okumuştum. İsmail Paşa’nın idaresinde tasarlanan hareketin Bedirhan Bey’i de kapsamı içine almasını arzu ederim.(15)
Konsolosun bu raporundan sonra Fransız Büyükelçisi 3 Kasım 1846’da Sadrazam Ali Paşa’ya gönderdiği yazısında, Sadrazam Ali Paşa ile yaptığı görüşmeye atıfta bulunuyor, “Devletin şan ve itibarının, menfaatlerinin muhafazası bakımından, işin yumuşaklıkla değil, zor kullanmak suretiyle bastırılması lüzumunu” vurguluyor ve “Bedirhan’ın ortada durması devlet için bir utanç sebebidir. Onun kirli vücudundan Kürdistan’ı temizlemek lazım gelmektedir” diyordu.(16)
Bölgede bulanan Rus Konsolosu da bir an önce, “memleket için çok korkulu sonuçlar” doğuracak Bedirhan Bey hareketinin ezilmesi gerekliliğini kendi elçiliğine bildiriyordu.
Fransa tarafından desteklenen İngiltere, Babıâli’ye yönelik protestosunda Nesturilerin yok edilmesine bir son verilmesini ve Bedirhan’ın etkisiz hale getirilmesini talep ediyordu. Babıâli’ye iki gücün de eğer gerekirse yardım vereceği söylenir. İki büyük gücün destek ve inayetini arkasına alan Babıâli sonunda Bedirhan’ı ezmeye karar verdi. Bu, uzun zamandır tasarladığı bir hareketti.(17)
Ancak bu iş kolay değildi. Uzun yıllar boyunca birçok Kürt lideriyle ittifaklar geliştiren Bedirhan Bey, Cezire’de bir tüfek ve levazım fabrikası kuruyordu. Bedirhan Bey’in Ermeniler ile de oldukça iyi ilişkileri vardı. “Bedirhan Bey’e göre, Ermeni ve Kürtler kan kardeşiydi. Onun Ermeniler ve Kürtler arasındaki evlilikleri ödüllendirdiği de belirtilir. Ordusunda Ermeniler önemli bir güç oluşturuyor, danışmanları ve ordu komutanları arasında Stephan Manoglyan, Oganes Çalktıryan ve Mir Marto gibi Ermeniler bulunuyordu ki bunlardan Manoglyn İstanbul’daki İtalyan okulunda öğrenim görmüştü. Fransızca, İtalyanca ve Türkçe bilmekteydi.(18)
Bedirhan Bey, Mısır’daki “reform” gelişmelerini takip eden Mir Muhammed gibi Avrupa’ya öğrenciler gönderiyor, bunların silah konusunda eğitim görmesini tercih ediyor, barut üretimi için fabrika kurduruyordu. Van Gölü’nde gemi işletmeciliği için projeler geliştiren Bedirhan Bey, asıl ağırlığı güçlü bir ordu kurmaya veriyordu. Bedirhan Bey’in topraklarına yerleşmek için temel koşul her yeni gelen kişinin at, silah, kılıç ve tüfek sahibi olmasıdır. “Bedirhan Kürdü” tabiri iyi silahlanan ve onun ordusuyla birlikte savaşanları kapsıyordu.
Bedirhan, 1838’de diğer bir Kürt beyi olan Sait Bey’e karşı düzenlenen saldırıda Osmanlıların yanında yer alıyordu. 1839’da Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim’in ordusu ile Nizip’te yapılan savaşa da Osmanlı ordusu ile birlikte katılan Bedirhan, binlerce askerlik bir gücü komuta ediyordu. Onun Osmanlı Devleti’nin en katı merkeziyetçilik politikalarını uyguladığı bir dönemde gücüne güç katması söz konusudur. Bölgedeki Osmanlı yöneticileri onun desteğini elde etmek için değerli armağanlar gönderiyorlardı. Bu dönem boyunca Bedirhan Bey nüfuz alanını Musul, Sincar, Viranşehir, Siverek, Diyarbekir, Siirt, Van, Urmiye, Mehabad, Revanduz arasındaki geniş bölgeye yayıyordu.
Diğer Kürt beyleriyle Osmanlılara karşı “Kutsal İttifak” kuran Bedirhan, 1839’da Nizip yenilgisinin yarattığı boşluktan yararlanıyordu. Mısır’ın, Osmanlılar için Doğu’da yarattığı tehlike Kürt derebeylerinin bağımsızlık hareketlerini tetikliyordu. İngiliz, Amerikalı misyonerlerin faaliyetleri, Nesturilerin kışkırtılması, Mısır’ın askeri harekâtı, Kürt beylerinin Avrupa güçlerinin bölgedeki faaliyetlerinin sonunda topraklarını yitirecekleri bir noktaya geleceği beklentisi, Osmanlının merkeziyetçilik iddialarının Kürt dağlarına bayındırlık, refah değil katliam getirmesi isyanları tetikliyordu. Bedirhan Bey bu koşulları iktidarını perçinlemekte kullanıyordu. Osmanlı Devleti’nden bağımsız hareket ediyor, emirliğinde mutlak yönetici olarak Avrupalı temsilcileri karşılıyordu.
20. yüzyılın Kürt isyanlarını tarihsel, siyasal, sosyal, askeri köklerinden kopuk olarak değerlendiren anlayış, Avrupa sömürgeciliğinin beslediği çelişkiler zembereğinde Bedirhan’ın binlerce kişilik bir ordu ile bağımsız bir “krallık” aşamasına gelmesinin sonuçları üzerinde durmaz. Oysa Bedirhan, her nedense İngiliz Albay Rich tarafından, sultanın fermanıyla Cizre’de ziyaret edildiğinde, “Hiçbir sultanı tanımıyorum. Bu Sultan kimdir? Neden onun fermanları bana geliyor? Ben burada ev sahibiyim ve misafirimin bana neden geldiğini elindeki fermandan değil, kendisinden öğrenmek isterim” diyordu.(19)
Tanzimat süreci, Müslümanlık temelinde birleşen Kürtlerle Osmanlı Devleti arasındaki ilişkiyi eritiyordu. Tanzimat öncesinde ve sonrasındaki gelişmeler, Kürt bölgelerine, Avrupa devletlerinin Osmanlı tebaası Hıristiyanların askeri güvencesi olmaları tarzında yansıyordu. Sömürgeci bu güçler büyük katliamların olacağını bile bile Hıristiyan halkları kışkırtıyor, yüzyılların biriktirdiği hassas toplumsal-idari dengeleri, askeri harekâtların bir an önce yapılarak dağıtılması doğrultusunda Osmanlı Devleti’ni zorluyorlardı. Sonuç olarak 1847’de Bedirhan’ın üzerine 30 bin düzenli ordu askeri, 15 bin milisten oluşan oldukça önemli bir güç gönderildi. Kürt siyasetinin şaşmaz yasası Mir Muhammed isyanındaki gibi işledi, Bedirhan’ın yakını ve en önemli komutanı Emir İzzeddin Şir, Osmanlı saflarına katıldı. Böylece ordu Cezire’yi işgal etti.
Bedirhan, Evrah kalesinde sekiz ay boyunca Osmanlı ordusu ve Emir İzzeddin Şir’in birleşik güçlerine karşı koydu. Ancak yeğeni İzzeddin Şir’in ihaneti ile askeri gücünün önemli bir bölümünü yitiren Bedirhan Bey, teslim oldu. Yine Kürt siyasi hareketlerinin şaşmaz bir yasası işledi ve Bedirhan da, Mir Muhammed gibi elde silah direnerek ölümü seçmedi. İstanbul’a gönderilen Bedirhan Bey daha sonra iki yüz kişilik maiyetiyle birlikte Girit’te, Kandiye’ye sürüldü. 1856 yılında ayaklanan Giritli Yunanlıların bastırılmasında önemli roller oynayan Bedirhan’ın bu hizmeti karşılığında İstanbul’a dönmesine izin verildi. Önder teslim olur, ancak halk direnmeye devam eder. En kötüsü ise bölgede baş gösteren kolera salgını sonucunda Osmanlı ordusunun dörtte üçü ile halktan binlerce insanın ölümüdür.
Bedirhan Bey’in isyanı, devletin bu konudaki uygulamalarını anlatan önemli bir kaynakta şöyle aktarılıyor:
Tanzimat’ın uygulanmasında en büyük tepki hiç şüphesiz Cizre ve Hakkâri yöresinden gelmiş, yılların biriktirdiği sorunlar, Diyarbakır Eyaleti’nde yeni yönetimin yürürlüğe konmasından bir süre sonra, bölgede hükümete karşı büyük bir isyan çıkmıştı. Ayaklanmanın önderliğini yapan Bedirhan Bey’in yenik düşerek esir alınmasından hemen sonra bölgede Tanzimat uygulama alanına konmuş ve oluşturulan yeni eyalete Kürdistan adı resmen verilmişti. Bedirhan Bey isyanı, bu dönemde hem imparatorluğun içinde ve hem de dışında büyük yankılar uyandırmış, bastırılmasından sonra Abdülmecit’e Meclis-i Vala tarafından Kürdistan Fatihi ünvanı verilerek olayın önemi vurgulanmak istenmişti.(20)
Osmanlı Sultanları artık “Fatih” ünvanını Müslümanların yaşadığı bölgelerin, sömürgeci Avrupa devletlerinin baskı ve destekleri ile fethi neticesinde almaktadırlar. Kirli bir sömürgeci ağın yerli egemenlerle birlikte kurulması olan Tanzimat, en büyük tepkiyi Kürtlerden görürken, buna verilen cevap “Kürdistan Eyaleti”nin kurulması oluyordu. Osmanlı Devleti’nin, “Kürdistan”ı kurduğu bu dönemi eski bir dışişleri bakanı şöyle değerlendiriyor:
Tarihimizde genellikle “büyük kurtarıcımız, Batılılaşmanın müjdecisi” olarak sunulan 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat fermanları, aslında, emperyalist yayılmanın birer aracı fonksiyonundadır. Bu fermanların, özellikle 1856’dakinin temel niteliği, Batı kapitalizminin çıkarlarına uygun üst yapı kurumlarını Osmanlı memleketinde bina etmektir. Tanzimat’ın, Batı’ya yaranmak için Hıristiyan tebaaya tanıdığı haklar, aslında, Hıristiyanların küçük bir zümresi olan işbirlikçilerin Avrupa’daki efendilerine daha rahat hizmetlerini sağlamak için kaleme aldırılmıştır.(21)
İşte bu temelde kurulan Tanzimat Kürdistan’ının özelliklerine ilişkin olarak yazılanlara devam edelim:
Bedirhan Bey isyanının bastırılmasından kısa bir süre sonra bölgede yeniden bir idari düzenlemeye gidilmiştir. Diyarbakır Eyaleti, Van, Muş, Hakkâri sancaklarıyla Cizre, Bothan ve Mardin kazalarından oluşan Kürdistan Eyaleti’ne çevrildi.(…) Kürdistan Eyaleti yeniden fethedilmiş bir bölge gibi kabul edilerek, atanacak memurların güvenilir ve bilgili kimseler olmasına özen gösterildi.(22)
Burada “hangi özen?” sorusunu sorduğumuzda aldığımız cevaplara gelince:
Cizre bölgesinde Tanzimat’ın uygulama alanına konulmasında büyük zorluklarla karşılaşıldı. Kaymakamlığa getirilen Mustafa Paşa’nın mukataaları yerli Kürt ileri gelenlerine ihale ettiği, mültezimlerin hâsılatın yarısını isteyip, mal olarak ödenmesini kabullenmedikleri, çok fazla fiyatla bedel aldıklarını görüyoruz. Örneğin, Musul’da bir haneden 50 kuruş vergi alınmakta iken, Cizre’de 85 kuruş istendiği, üstelik kaymakamın’ halka angarya iş gördürdüğüne ilişkin sayısız şikâyetler vardır. Oysa Cizre daha kısa süre önce büyük acılara mal olan bir isyanın merkezidir. Tanzimat sanki halkın refahı, güvenliği, hakları ile temelden bağlantılı bir düzenin adı imiş gibi yorumlanarak bölgeye “özen” gösterildiği vurgulanıyor. Oysa uygulamanın sonuçları şöyledir: Bölgedeki göçebe aşiretleri denetim altına alma ya da yerleştirme çabaları olmuşsa da başarı elde edilememiştir. Özellikle aşiret reislerine maaş bağlanarak, kendilerine kaza müdürlerinin yaptıkları görevler verilerek, aşiret halkını vergi verme ve askere alma yükümlülüğüne alıştırma girişimleri, olumlu sonuç vermemiştir.(23)
Tanzimat, bu bölge için feodal büyük birimlerin parçalanarak, daha küçük, Osmanlı ve emperyalist güçlerin stratejilerine sorun çıkarmayacak, sırtını devlete dayayan yeni beylik ve ağalıkların kurulması, askerlik (önce 15 daha sonra 7 yıl) ve ağır vergiler anlamına geliyordu. Ayrıca temel uğraşları hayvancılık olan göçebe aşiretler hangi kaynaklarla ve yeni geçim olanaklarıyla yerleştirilecektir. Devlet derebeylerini aylığa bağlar, mülk ve güçlerine dokunmazken, “çok geniş bir alanı kapsar biçimde oluşturulan Kürdistan Eyaleti, kısa süre sonra bazı değişikliklere uğradı. Hakkâri Sancağı 1849 Aralık’ında eyalet haline getirilerek, yeni yönetim biçiminin buralarda uygulanmasına çalışıldı.” İran’la Türkiye arasında hareket eden aşiretlerin bölgeyi yayla biçiminde kullanmaları da “büyük bir problem” olarak kabul ediliyordu. Sanki halkın başka geçim kaynağı varmış gibi bunun önüne geçilmeye çalışılıyor ve “Bu sorun Hakkâri ve Kürdistan valileriyle Anadolu ordusunu uzun yıllar uğraştırıyordu.”(24)
Bu sözcüklerin olağanlığı bölgedeki sistemin özünü ortaya koyuyor: “Kür- distan Valiliği”, “Anadolu Ordusu” özellikle başında Müşir (mareşal) rütbeli bir görevlinin bulunduğu bu ordunun bölgede kaldığı ve göçebe aşiretler dâhil pek çok sorunla uğraştığı görülüyor. Osmanlı Devleti, bu Tanzimat Kürdistan’ında egemen sınıf olarak ağalara, beylere, şeyhlere dayanıyor ve onları hem askeri hem siyasi olarak destekliyordu. “Kürdistan Eyaleti”nin kurulmasına ilişkin olarak 20 Cemayizelevvel 1263 (1847) tarihli “Sadaret Ariza- sı”nda şunlar yazılıdır:
Sırf Padişahımız efendimizin eseri olarak eşkıya elinden kurtarılan ve belki de bu suretle yeniden fethedilen Kürdistan bölgesinin geleceğine dair Anadolu Ordusu Müşir Paşa hazretlerinin bazı mütalaa ve ifadeleri bulunmakta idi(…) Müşir Paşa’nın evvelki ifadesine göre(…) Hususiyle Kürdistan’ın kalbinde bulunduğundan ve bu suretle Anadolu Ordusu’nun yumruğu, mütemadiyen nezaret altında tutulması icap eden Kürtlerin tepesinde bulunacağından dolayı, Ahlat’ın bundan sonra Anadolu Ordusu’na merkez ittihaz edilmesi lüzum ve keyfiyeti(…) bir kere de Askeri Şura’da müzakere edilerek neticenin, Zat-ı Şahane’ye danışıldıktan sonra icabına bakılmasına karar verilmiştir(…) Paşa, teshir edilen [zapt ve istila edilen] Kürdistan havalisinde emniyet ve asayişin temini, düzenin kurulması için burada özel ve bağımsız bir idareye bağlı tutularak başına dirayetli bir zatın getirilmesini, yani Diyarbekir eyaletiyle Van, Muş, Hakkâri sancaklarıyla Cizre, Bohtan ve Mardin kazalarından büyük bir eyalet kurmasını teklif etmektedir. Kürdistan’da daimi nizamın tesisi, ordu ile mülkiye işlerine memur olarak zatların müşterek himmetlerine bağlıdır(…) Padişahımızın muvaffakiyet i seniyeleri neticesi bir takım derebeyleriyle zalimlerin elinden kurtarılan Kürdistan havalisinin daimi nizamının tesisi, ahalinin saadet, refah ve asayişinin lazım eden olduğuna, bununda havalinin bir idare-i mahsusu altına konulmasıyla hasıl olacağı bilindiğine göre bu yerlerin bir eyalet ittihaz olunarak Padişahımız efendimizin buraların hakiki fatihi olduklarını hatırlatmak üzere Kürdistan Vilayeti diye adlandırılması…
uygun görülüyordu.(25) Bu “ariza” da bölgeye başlangıçta yüklü masrafların yapılacağı ancak bir süre sonra “hazine faydası”na bir farkın ortaya çıkacağı belirtiliyordu. “Ariza”da “Bilhassa Kürdistan eyaletinin beklenen idaresi ve nizamı kökleştikten sonra Padişahımız efendimiz sayelerinde pek çok şeyler hâsıl olacaktır” vurgusu yapılıyordu.
Osmanlı Devleti, “Anadolu Ordusu”, “idare-i mahsusu”, “yumruk”, “Askeri şurada müzakere”, başlıklarında özetlenen ve “Kürdistan’ın fethi” sonucunda kurulan “Kürdistan Vilayeti” siyasetleri ile bölünme, parçalanma doğrultusundaki ilk adımları atıyor. Derebeyliğin, “zalim” bir düzen olduğunu tespit ediyor, ancak büyük derebeylerinin gücünü kırarken yüzlerce küçük derebeyi yaratıp “idare-i mahsusa”yı bunlara dayandırıyordu. Tanzimat Kürdistan’ına yönelik siyaset, strateji ve uygulamalar günümüze akan çizgide önemli bir birikim oluştururken, Kürt sorunu başından itibaren sömürgeci egemenlik ilişkileriyle bütünleşen Osmanlı egemenlerinin öncülüğünde uluslararası bir nitelik taşıyordu. ABD ve İngiltere’nin 19. yüzyılda mayalanan Ortadoğu stratejilerinde belirgin bir yer tutmasına rağmen, Soğuk Savaş ittifaklarının sözde “dostluk” çemberinde Kürtlere yönelik siyasetlerinin uzun geçmişi ve kışkırtmaları unutturuluyordu. Tıpkı bizzat Osmanlı Devleti’nin “Kürdistan Eyaleti” kurması gibi.
Osmanlı İmparatorluğunun Bedirhan Bey’i bertaraf etmesi o kadar önemli görünüyordu ki, bir yüzünde Evreh Dağı’nın resmedildiği, diğer tarafından ise “Kürdistan’ın Madalyonu” yazılı bir madalya bile bastırıldı. Bu çatışmaların sona ermesini müteakip Osmanlı-İran sınır görüşmelerinin İngiltere ve Rusya’nın gözetiminde gerçekleştirilmesi dikkat çekicidir. 1847 yılında Erzurum Antlaşması temelinde, Osmanlı ve İran Devletleri sınırların tespiti için bir komisyon kurdular. Bu komisyona, Rusya’dan Albay Çirikov ile İngiltere’den Yarbay Williams da katıldılar. İngiliz temsilcisine, “ticari ilişkiler için yeni kanallar açılması” talimatı veriliyordu. Sınırda yaşayan halkın çıkarlarını güvenceye almak ve sosyal düzenlemeler yapmak bahanesiyle, İngiliz sömürgeciliği doğrudan müdahale ediyordu. Yarbay Williams’a bölgenin doğal kaynaklarını, coğrafi özelliklerini, Kürt aşiretlerinin durumunu, geleneklerini inceleme görevi veriliyordu.
19. yüzyılın 30’lu 40’lı yılları boyunca Kürt emirliklerine yönelik büyük askeri harekâtlar düzenlendi. Bölgede yeni bir yönetimin temelleri atıldı. Kürtler üzerinde canlandırıcı etki yapan Mısır örneğinin belleklerden kazınması için büyük şiddet uygulandı. 1840’ların sonunda Bitlis, Bohtan, Revanduz Kürt emirleri başta olmak üzere büyük derebeyleri sürgün edildiler. Ancak, Sultan hükümeti doğu bölgelerinde otorite kuramıyordu. Halka uygulanan baskılar onların derebeylerine olan bağlılığını arttırıyordu. Nüfuzlu Kürt önderleri kovulmuş ancak bölgede sosyal, siyasal, askeri bir boşluk doğmuştu. “İdare-i Mahsusa” büyük bir vergi yükünü halkın sırtına yüklüyor ve ağır bir ekonomik tahribat tablosu ortaya çıkıyordu. Batılı ve Rus diplomatlar, misyonerler, istihbaratçılar bu koşulları dikkatle izliyorlar, kaydediyorlardı.
Diyarbekir ve Mardin’de halk köylerini terk ederek dağlara çekiliyordu. Bu konuyu araştıran Becer’e köylüler şunları söylüyorlardı: “Ne yapabilirdik ki? Ovada kalıp köyler kursak, bağlar yapsak, tahıl eksek, sürüleri ürünsüz toprağa salsak, ağır vergiyi ödesek, çalışmalarımızdan hiçbir fayda görmeyecektik. Fakir düştük ve eşi benzeri görülmedik bir baskıya uğradık. Ezenler, bizim şikâyetlerimizden rahatsız olduğundan bizi suçlu ilan ediyorlardı. Köylerimizi yıkıyor, toprağı işleyecek aletlerimizi alıyor, bizi ya öldürüyor ya da köle yapıyorlardı. Ne yapabilirsin? Evlerimizi boş bıraktık ve hiçbir baskıya uğramadığımız dağlardaki kardeşlerimizin yanına sığındık. Kaderimiz böyleymiş.”
Musul Valisi Muhammed Paşa, Ortaçağ derebeyliğinin gelenek çizgisinde yer alan uygulama ve vergilendirme usullerini, pırıl pırıl bir Tanzimatçı olarak sürdürüyordu. Zulme dönüşen vergileri ödeyemeyen halkın üzerine yağma saldırıları düzenleniyordu. 1850 yılında Muhammed Paşa komutasındaki Osmanlı birliklerinin Omeryan (Cebel Tur bölgesi) köyünde yaptıkları katliam buna örnektir. Katliamın nedeni neydi? Halktan vergi toplayan mültezimler, onu yönetime vermeyip zimmetlerine geçiriyorlar, ancak bu görevlilerin cezalandırılması yoluna gidilmiyor. Halktan yeniden vergi isteniyordu. Halkın bu duruma itiraz etmesi karşısında ceza birlikleri köye giriyor, mallar yağmalanıyor, evler yıkılıyor, insanlar katlediliyordu.
Kırım Savaşı’na gidilirken cephe gerisini sağlama almak isteyen Osmanlı açısından koşullar elverişsizdir. 29 Eylül 1854’te, Kırım Savaşı’nın başlamasından önce Rusya-İran arasında tarafsızlık anlaşması imzalanıyordu. İran, Kürt aşiretlerinin Rusya sınırlarına yağma saldırıları yapmasını önlemeyi taahhüt ediyordu. Rusya Kırım Savaşı öncesinden itibaren sağlam, iyi hesaplanmış bir Kürt stratejisi belirledi. Ayrıca Ermeni ve Gürcüleri de yanına çekecek planlar hazırladı. Rusya, Kafkasya’daki askeri harekâtlara hazır değildi. Tek mevzi Türkiye sınırı yakınlarındaki Aleksandropol idi. Bu nedenle Ruslar bölgede yaşayan halkların desteğini kazanma siyaseti izlediler. Ruslar, daha 1853 yılından itibaren Kürt gönüllülerden müfrezeler kurdular. Cafer Ağa’nın komutasında 500 Kürtten oluşan müfreze ile Ahmet Ağa’nın yönetiminde bulunan 100 Yezidi atlı, Albay Loris Melikov’a bağlıydı. Kürt gönüllüler Rusya için sadece askeri değil, politik öneme de sahiptiler. Ancak tüm olumsuzluklara rağmen binlerce Kürt, Osmanlı ordularıyla omuz omuza Ruslara karşı dövüşüyordu. Zilan, Hayderanlı, Sipkani, Milyanli, Cemaldinli, Biziki aşeritlerine mensup Kürtler daha savaşın başında Osmanlı ordusuna katıldılar.
Ancak Rusların askeri başarıları üzerine Kürt birlikleri hızla Osmanlı ordusunu terk ettiler. Osmanlı ordusu ile birlikte savaşan Beziki, Cemaldinli, Milyanli aşiret reislerinin de aralarında olduğu on dört Kürt şefi Aleksandropol’e gelerek Ruslara bağlılıklarını bildiriyorlardı. Ruslar Kürtler konusunda yıllar süren dikkatli ve titiz çalışmalarının meyvelerini devşiriyorlardı. Otokrat Rus Çarlığı’nın yetenekli diplomatları Kürt ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, etnografik, coğrafi özelliklerini inceliyor, ilk Kürdoloji çalışmalarını yapıyorlardı. Tıpkı Britanya, ABD, Fransa gibi Rusya’nın da 19. yüzyılda temelleri atılmış ciddi bir Kürt çalışmaları birikimi, diplomatik-askeri pratikler toplamı vardır.
Kürtler ise vergi, askerlik, ekonomik yıkım, büyük emirliklerin tasfiyesinin bölgede yarattığı anarşi, aşiret kavgaları temelinde parçalanıyor ve bu durum sömürgeci Rusya’nın desteği ile yeni bir isyanı gündeme getiriyordu. Bedirhan Bey’e ihanet eden İzzeddin Şir (Yezdanşir) bu isyanın önderiydi. Osmanlı yönetimi Yezdanşir’in beklentilerine karşılık vermedi. Yezdanşir’in ayaklanmasına büyük destek veren Kürtler programlı bir bağımsızlık talebinin peşinde olmaktan ziyade yönetimden hoşnutsuzluklarını dile getiriyorlardı. Sadece Kürtler değil, Doğu’da yaşayan tüm Osmanlı halkları bu isyana katılmaya hazırdılar.
Ruslar gelişmeleri dikkatle izliyorlar ve bu isyan ortamından azami ölçüde yararlanmaya çalışıyorlardı. “Kürdistan Eyaleti” valisi Osman Paşa’nın yönetimi isyanı tetikliyordu. Hem Ruslar hem de Osmanlının müttefiki Avrupalılar bu konuda ortak görüşe sahip bulunuyorlardı. Tanzimat Kürdistan’ındaki isyan için Avrupa basını: “Bölge halkından sürekli haraç alan saçma bir yönetim, kötü niyetli bir iktidar ve adaletsizlik halkı huzursuz etmiş ve onu isyana hazırlamıştır” diye yazarken, Rus komutan Lihutin ise “Paşanın rüşvetçiliği, adaletsizliği ve baskısı sadece Kürtlerde değil, aynı zamanda Kürt reisin yönetiminin Paşa’nın yönetiminden daha iyi ve kolay olduğunu gören Nesturilerde de genel bir hoşnutsuzluk uyandırmıştır” tespitini yapıyordu.(26)
Yezdanşir isyanı Musul’dan İran’a kadar geniş bir alana hızla yayılıyordu. İsyanın merkezi Kürt başkaldırılarının stratejik merkezi olan Bothan ve Hakkâri’ydi. Yezdanşir kısa sürede Bitlis’i de ele geçiriyordu. İsyanı tetikleyen koşullar sadece Kürtler veya Nesturiler için geçerli değildi. “Aynı zamanda büyük bir hoşnutsuzluk duyan Türk halkının omuzlarında da ağır bir yük vardı.” İsyan hızla yeni bölgelere sıçradı. Bu arada Bedirhan Bey’in oğulları da bir ordu oluşturdular ve isyana katıldılar (Bedirhan Bey’in 96 çocuğu vardı. Öldüğünde ise geride 21’i kız, 21’i erkek toplam 42 çocuğu kaldı).
Yezdanşir, 1855’te Van Gölü’nün güney bölgesini ele geçirdi. Aynı yılın ocak ayında Musul da isyancıların denetimine girdi. Burada bulunan mermi fabrikası isyancıların eline geçti. Musul Yezidileri de Yezdanşir’e katıldılar. Yine Yezidilerin lideri Hüseyin Bey 5 bin kişilik Osmanlı kuvvetlerini yenilgiye uğratarak Siirt’i işgal etti. Osmanlı ordusu Rus cephesinde olduğu için isyan bastırılamıyordu. 1855’te Avrupa gazetelerinin muhabirleri Osmanlı yöneticilerinin isyanı bastıracak güçte olmadıklarını “kaygıyla” bildiriyorlardı.
Dünyanın belli başlı tüm önemli güçlerinin katıldığı İngiliz, Fransız, Rus, Osmanlı ordularının karşılaştığı bu Dünya Savaşı (Kırım Savaşı) provasında, Kürtlerin isyanı Avrupa tarafından dikkatle izleniyordu. Haberlerin birinde “Bütün Suriye ve Mezopotamya, Bağdat’a dek düzenli ordulardan tamamen yoksun… Halk isyan ediyor” deniyordu. 1855 Ocağında Bağdat’tan Yezdanşir üzerine gönderilen Osmanlı ordusu Siirt yakınlarında bozguna uğradı. Şubat ayında isyancıların ordusu 100 bin kişiyi buluyordu.
Yezdanşir, Osmanlılara karşı savaşmak üzere isyancıların Ruslarla ittifakı için görüşme önerisinde bulunuyordu. Yezdanşir isyancı güçlerin Rus ordularıyla Bitlis yakınlarında birleşerek Erzurum’a hareket etmelerini öneriyordu. Yezdanşir bu önerileri içeren beş mektubu Rus karargâhına gönderiyor, ancak Rus ordusunun bölgeyi terk etmesi sonucunda önerileri adresine ulaşamıyordu. Şubat ve Mart’ta isyan daha büyük boyutları ulaştı. Yezdanşir Van’ın teslimini istedi. Bu arada isyan Erzurum ve Beyazıt’a kadar yayıldı. Osmanlı kuvvetlerini peş peşe gelen başarısızlıkları üzerine İngilizler devreye girdiler. Musul’da bulunan İngiliz Konsolosu Yezdanşir’le de temas kurdu. Çevresi hızla boşalan Yezdanşir Osmanlı yöneticileriyle bazı anlaşmalar yaptı. Vaatlere ve İngiliz Konsolosu’nun “şeref” sözüne inanan Yezdanşir, karargâhından ayrıldı ancak yine çevresindekilerin ihaneti ile yakalanarak İstanbul’a gönderildi.
Kürt hareketlerinin şaşmaz yasası, Mir Muhammed, Bedirhan Bey isyanlarında olduğu gibi hükmünü icra etti ve önce Kürt cephesi içinden bölündü, liderin yakınında olanların ihanetiyle çözülme geldi. Lider silahlı ve ölümüne bir direniş yerine diplomasiyi yeğledi ve teslimiyetin koşullarını bizzat hazırladı. Bu aşamadan sonra isyanı çözmek zor olmadı ve Osmanlı birlikleri kısa zamanda duruma hâkim oldular.
KAYNAKÇA
(1) Dr. Celile Celil, “XIX. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nda Kürtler”, Çev: Mehmet Demir, Sf. 112, İst. 1992, Özge Yay.
(2) Ethem Xemgin, Kürdistan Tarihi, İst. 1997, Doz Yay., c. III. (İçinde)
(3) Sinan Hakan, Müküs Kürt Mirleri Tarihi ve Han Mahmud, İst. 2002, Peri Yay., sf. 31-32
(4) Mesut Yeğen, Devlet Söyleminde Kürt Sorunu, İstanbul 1999, İletişim Yayınları, sf. 58-68
(5) Dr. Uygur Kocabaşoğlu, Anadolu’daki Amerika, 19. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğundaki Amerikan Misyoner Okulları, İst. 1989, Arba Yay., sf. 22.
(6) Izady, Mehr dad R., “Kürtler”, Çeviren: Cemal Atila, Sf. 127, İst. 2004, Doz Yay.
(7) Izady, Mehr dad R., “Kürtler”, Çeviren: Cemal Atila, Sf. 127, İst. 2004, Doz Yay.
(8) Jwaideh, Wadie, “Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi – Kökenleri ve Gelişimi”, Çev: İsmail Çekem – Alper Duman, Sf. 137, 2. Baskı, İst. 1999, İletişim Yay., 118.
(9) Jwaideh, Wadie, “Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi – Kökenleri ve Gelişimi”, Çev: İsmail Çekem – Alper Duman, Sf. 138, 2. Baskı, İst. 1999, İletişim Yay., 118.
(10) Dr. Celile Celil, “XIX. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nda Kürtler”, Çev: Mehmet Demir, Sf. 141, İst. 1992, Özge Yay.
(11) Dr. Celile Celil, “XIX. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nda Kürtler”, Çev: Mehmet Demir, Sf. 142, İst. 1992, Özge Yay.
(12) Jwaideh, Wadie, “Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi – Kökenleri ve Gelişimi”, Çev: İsmail Çekem – Alper Duman, Sf. 138, 2. Baskı, İst. 1999, İletişim Yay., 118.
(13) Ehud R. Toledano, “Osmanlı Köle Ticareti”, 1840-1890, Çev: Y. Hakan Erdem, İst. 1994, Tarih Vakfı Yurt Yay., sf. 13.
(14) Kemal Burkay, Geçmişten Bugüne Kürtler ve Kürdistan. Coğrafya, Tarih, Edebiyat, İst. 1992, Deng Yay., sf. 329.
(15) Kemal Burkay, Geçmişten Bugüne Kürtler ve Kürdistan. Coğrafya, Tarih, Edebiyat, İst. 1992, Deng Yay., sf. 330.
(16) Kemal Burkay, Geçmişten Bugüne Kürtler ve Kürdistan. Coğrafya, Tarih, Edebiyat, İst. 1992, Deng Yay., sf. 331.
(17) Jwaideh, Wadie, “Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi – Kökenleri ve Gelişimi”, Çev: İsmail Çekem – Alper Duman, Sf. 140, 2. Baskı, İst. 1999, İletişim Yay., 118.
(18) Malmisanij, “Cizre Botanlı Bedirhaniler”, 2. Baskı, İst. 2000, Avesta Yay., sf. 51.
(19) Dr. Celile Celil, “XIX. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nda Kürtler”, Çev: Mehmet Demir, Sf. 128, İst. 1992, Özge Yay.
(20) Prof. Dr. Musa Çadırcı, Tanzimat Döneminde Anadolu Kentleri’nin Sosyal ve Ekonomik Yapıları, Ankara 1991, TTK Yay., sf. 194.
(21) İsmail Cem, Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi, 6. Baskı, İst. 1977, Cem Yay., sf. 241.
(22) Prof. Dr. Musa Çadırcı, Tanzimat Döneminde Anadolu Kentleri’nin Sosyal ve Ekonomik Yapıları, Ankara 1991, TTK Yay., sf. 195.
(23) Prof. Dr. Musa Çadırcı, Tanzimat Döneminde Anadolu Kentleri’nin Sosyal ve Ekonomik Yapıları, Ankara 1991, TTK Yay., sf. 196.
(24) Prof. Dr. Musa Çadırcı, Tanzimat Döneminde Anadolu Kentleri’nin Sosyal ve Ekonomik Yapıları, Ankara 1991, TTK Yay., sf. 196.
(25) Nazmi Sevgen, Doğu ve Güneydoğu Türk Beylikleri, Ankara 1982, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yay., sf. 106-110.
(26) Dr. Celile Celil, “XIX. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nda Kürtler”, Çev: Mehmet Demir, Sf. 112, İst. 1992, Özge Yay.
TÜRKLER ve KÜRTLER – Ortadoğu’da İktidar ve İsyan Gelenekleri, Suat Parlar, Bağdat Yayınları, Eylül – 2005, İstanbul
İlk yorum yapan olun