ABD kültür emperyalizmi, kendi kültürel metaları için pazarları ele geçirmek ve halkların bilincini şekillendirerek hegemonya kurmak peşindedir. ABD sürekli bir “modernlik” propagandası ile eğlence ve reklam sektörünü kullanarak özellikle gençleri hedef alır. Gençlik, ABD kültür ihracatı için büyük bir pazar oluşturur. Bu kesimin tüketici-bireyci eğilimleri sürekli uyarılır. Bu arada solun söylem ve kavramları kullanılarak, gençliğin sistem karşısındaki hoşnutsuzluğu “özgürlük” temalarıyla “müsrif” bir tüketiciliğe yönlendirilir. Böylece gençliğin isyankârlığı hem saptırılır, hem kâra dönüştürülür. Tüm emperyalist egemenliklerde olduğu gibi ABD emperyalizmi de sadece ekonomik-askerî denetim ve sömürü biçimlerine dayanmaz. Kültürel hâkimiyet de, küresel sömürü sisteminin sürdürülmesinin en önemli dayanakları arasındadır. ABD kendi imgesinden bir dünya yaratmaya çalışmakta ve “yalnızca pazar olan” bir toplumun en iyisi olduğunu savunan ideolojileri üretmektedir. Dünyanın birçok yerinde, “ABD’nin uzun zamandır çarpıcı ve kaygı uyandırıcı modelini oluşturduğu parçalanmış toplumlar” ortaya çıktı. “Üretimin, tüketimin ve iletişimin efendileri tarafından yönlendirilen çoğunluğun” oluşturduğu “toplum, giderek ideolojik hatta siyasal hedeflerin yok olduğu bir pazara benzedikçe, geriye kalan, ancak para için mücadele ve kimlik arayışıdır; toplumsal sorunlar yerlerini toplumsal ve siyasal alanın aşağıdan ve yukarıdan dışarısına taşan ve onun neredeyse tüm içeriğini boşaltan, bireye ya da dünyaya ait, toplumsal olmayan sorunlara bırakır. Bu toplum… kendi pragmacılığını ya da düşlerini bulandıracak olan fikirler ve söylemlerden çekinen bir toplumdur. ” (1)
Ezilen kitlelerin değer, davranış, yerleşik gelenek ve kimliklerini, “pazar”ın eksen alındığı bir ideoloji temelinde biçimlendirmek kültürel yaşama sistematik müdahaleyi gerektirir. “Kültür emperyalizmi, hem ‘geleneksel’ hem de modern biçimlere bürünmüştür. Geçmiş yüzyıllarda kilise, eğitim sistemi ve kamu yetkilileri yerli halklara ilâhî veya mutlakiyetçi prensipler adına boyun eğme ve sadâkat düşüncelerini aşılamakta büyük rol oynamışlardı. Bu ‘geleneksel’ mekanizmalar hâlâ çalışmakla birlikte, çağdaş kurumlarda köklenen yeni modern araçlar, emperyal hâkimiyette gittikçe merkezî önem kazanmaktadır. Bugün başrolü, kitle iletişim araçları, halkla ilişkiler kampanyaları, reklam ve laik eğlendiriciler ve entelektüeller oynuyor. Çağdaş dünyada Hollywood, CNN ve Disneyland; Vatikan’dan, İncil’den veya politik şahsiyetlerin halkla ilişkiler retoriklerinden daha etkili oluyor. Kültürel nüfuz, askerî-siyasî hâkimiyet ve ekonomik sömürüyle iç içe geçmiştir artık. ABD’nin ekonomik çıkarlarını korumak için Orta Amerika’daki soykırımcı rejimleri destekleyen askerî müdahalelerine yoğun bir kültürel nüfuz eşlik etmiştir. ABD’nin finanse ettiği Protestan vaizler, yerli-köylü kurbanlara boyun eğme mesajları aşılamak için köylere resmen üşüşmüşlerdir. Evcilleştirilmiş entelektüellerin ‘demokrasi ve piyasa’yı tartışmaları için uluslararası konferanslara sponsor olunmuş; gündelik hayatı unutturan sürükleyici televizyon programları ‘başka bir dünyadan’ hayaller ekmiştir. Kültürel nüfuz, karşı devrimci savaşın, askerî olmayan araçlarla devamıdır.”(2)
ABD emperyalizminin “demokrasi” ölçütleri, vatandaşların bir tüketici, gözlemci olması üzerine kuruludur. Halkın katılımı ise, “demokrasi krizi” olarak nitelendirilir. Egemenlik merkezlerinin hazırladığı politikalara itiraz, bu “kriz”in başlıca tezahürüdür. Kendi imgesinden bir dünya yaratmaya çalışan ABD açısından “demokrasi krizi”, her türlü kültürel terör aracı kullanılarak dünyanın dört bir yanında savaşılması gereken bir illettir. ABD kültür emperyalizmini kendi toplumsal ilişkiler, medya organizasyonu, sınıfsal ittifak, halkın bilincini biçimlendirme, ideoloji ve aygıtlarını ihraç ederek de yayar. Bu konuda Batılı pazar ideolojisine bağlılık temel prensiptir. Benjamin Ginsberg’in değerlendirmesiyle: “Batılı hükümetler halkın perspektif ve duygularını düzenlemek üzere piyasa mekanizmalarından yararlanmışlardır. XIX. ve XX. yüzyıllarda inşa edilen ‘fikirler pazarı, alt sınıfların ideolojik ve kültürel bağımsızlığını yok ederken, fiilen üst sınıfların inanç ve fikirlerini yaymaktadır. Batılı hükümetler bu fikirler pazarının kuruluşuyla, sosyo-ekonomik konum ile ideolojik güç arasında sağlam ve kalıcı bağlar kurmaya zorlanmış, böylece üst sınıfların birini desteklemek üzere diğerini kullanmalarına olanak tanımıştır… Özel olarak Amerika Birleşik Devletleri’nde, üst ve üst-orta sınıfların fikirler pazarına egemen olma becerisi, genellikle bu katmanların bütün toplumun politik gerçekliği algılayışını ve gerçekçi politik ve toplumsal olanaklar yelpazesini şekillendirmesini sağlamıştır. Batılılar genelde piyasayı düşünce özgürlüğüyle eşitlerken, piyasanın gizli eli neredeyse devletin güçlü yumruğu kadar etkili bir denetim aracı olabilir.”(3)
Amerikan iletişim sisteminin özü ve biçimi, mitler ve bunları ileten araçlarla zihinsel yönlendirmeye dayalıdır. Bireysel pasiflik, eylemsizlik, zihinsel bulanıklık, kısaca aklı durdurma temelinde; kurulu düzene köleliği sağlayan unsurlar özellikle televizyonlar tarafından yaratılan kültürel terörün sonuçlarıdır. ABD yaşam tarzı ile bütünleşen televizyon, az gelişmiş ülkelere yönelik kültür emperyalizminin en önemli araçları arasındadır. Adeta bir narkoz tüpü işlevine sahip televizyon, zihinsel faaliyetleri dumura uğratmaktadır. “Televizyonun karakteristiklerinden biri, onu açmanız, ekrana ne gelirse seyretmeniz ve dipsiz bir pasifizm kuyusunun ışıksız karanlıklarına doğru kaymaya başlamanızdır. Ekranda ne gösterildiği önemli değildir; bu bir yabancı film olabileceği gibi, hiç kimsenin ilgisini çekmeyen türden bir şeyler de olabilir. Bir süre sonra az düşünmeye, seyrettiklerini tartmamaya, şekerleme yapmaya başlarsınız. Sanki birileri beşiğinizi sallıyor, sanki birileri kıpırdamamanız için sizi teşvik ediyordur. Gözleriniz açık da olsa beyninizin pencereleri kapanmaktadır. Beyniniz alışageldiğinin dışında bir yoldan meşgul, meşgul ne kelime işgal edilmektedir. Sizi harekete geçirecek, aktif kılacak duygularınız artık televizyon tarafından işgal edilmiştir.(4)
Amerikan medya tekelleri, paketlenmiş bilinç metalarını film, dizi, haber, yorum vs. tarzında dünyanın dört bir yanına iletirler. Tarafsızlık, bireysel tercihlerin belirleyiciliği, değişmeyen insan doğası, sosyal çelişkilerin reddi, medya çoğulculuğu gibi yanılsamalar televizyonun her gün insanlara boca ettiği örtülü temalardır. Amerikan kültür ürünleri, ince reklâm stratejileri ve “Amerikan hayat tarzı”nın propagandası ile birlikte tüm dünyaya yayılır. Reklam aracılığıyla mesaj iletmek, uluslararası iletişim olgusunun vazgeçilmez bir parçası haline gelmiştir. Kitleleri kuşatan medya ve özellikle de insanları en güvende olduklarına inandıkları yerde yani evlerinde zihin kölelerine dönüştüren televizyon, iletişim tekellerinin ideal araçlarıdır. Reklamcılık ve denetiminde tuttuğu kitle medyası, kültür ticaretinin ve ticaret kültürünün emrindedirler. ABD’nin küresel etkinliğinin en önemli unsurları arasında kültür-iletişim alanı bulunuyor. Halkları kontrol altında tutmak imgelerin, sözcük kapasitelerinin, dil olanaklarının, zihinsel kodların yönlendirilmesiyle mümkündür. Salt askerî güç kullanılarak toplumları uzun süre baskı altında tutmak mümkün değildir. Baskının kurumsallaşması ve sürekli olması, egemenliği elinde tutanın kendi çıkar ve amaçlarını ezilene benimsetmesiyle sağlanabilir. Dolayısıyla egemenlik sistemleri, iletişim yöntem, teknik ve araçlarına ölümüne muhtaçtırlar. Toplumların çeşitli olaylar karşısında takındıkları tavırların bileşkesi bir birikim temelinde politik doğrultuyu oluşturur. Bu nedenle, ABD güç sistemi, varlığını sürdürebilmek için büyük bir ustalıkla kullanılan kitle yönlendirmesini geliştirir.
Günümüzde büyük halk kitleleri bu iletişim sistemleri karşısında son derece savunmasızdır. Veri iletişim teknolojisi de devreye sokularak, bilgisayar aracılığıyla yaygın denetim ağları kurulmaktadır. Üstelik zihinsel köleliği, hissedilmezlik boyutu ile köle olmayı seçme özgürlüğü gibi bir saçmalık derecesine indiren enformasyon alanındaki gelişmeler büyük bir devrim sayılmaktadır: “Son asırda ortaya çıkan içtimaî problemleri çözme hususunda teknolojik gelişmelerin yetersiz kaldığı açıkça görülmesine rağmen, çağdaş entelektüeller en son teknolojik gelişmelerde büyük bir potansiyel olduğunu ileri sürmekte; teknolojik gelişmeleri tarihin ve politikanın dışında güç olarak görmektedirler. ‘Üçüncü iletişim devrimi’ de diğerlerinden farklı özelliklere sahip değildir; geçmişteki emsalleri gibi aynı kaynaklar tarafından, aynı tarzda ve kusurlu olarak değerlendirilmektedir. Modern teknolojinin yeni bir gelecek yaratabilmesi mümkün değildir; gücü, halkı kontrol mekanizmasının içine çekmeye, güç odaklarını maskeleyerek gerçekleri gözlerden saklamaya yetmektedir… Verice zengin, bu verileri işleyecek cihazlarla donanmış toplumların sosyal hastalıklarına kolayca deva bulabilecekleri iddiaları zalimanedir, aldatmacadan ibarettir. Sokaklarda sürünen çocukların, bilgisayarı ellerine alınca problemlerinden arınmış gibi olacaklarını söylemek, bu çocuklarla alay etmek demektir. Mevcut problemlerin gerisinde yatan ve geleceği de biçimlendirmekte bulunan kurumsal kusurları, elektronik teknolojiyi ve tekniklerini ön plâna çıkararak karanlıklarda bırakmaya çalışmak, olsa olsa bir aldatmacadır. Yeni enformasyon teknolojisinin karakteri ve vaad ettikleri ile ilgili merkezî sorular… Kime hizmet vermektedir? Kimin kontrolü altındadır?” biçiminde olmalıdır.(5)
ABD iletişim tekelleri ve enformasyon teknik-teknolojileri, az gelişmiş ülkeleri kuşatan kıskacı iyice daraltırken, “modernizm”e özentileri bu ülkeleri teknoloji çöplüğüne dönüştürüyor. Yeni bir statü simgesi olarak bilgisayar-internet kullanımı, çok sınırlı çevreler dışında tüketime, pornografiye ve zihinsel yozlaşmaya hizmet ediyor. Özellikle yoksul halk kesimleri açısından bir tür bilgisayar tinerciliği gündeme geliyor. Bu zihin köleliği sonucunda kitlelerin, “tarihi, politikayı ve evrenseli yadsımaları ve aptalcasına bir tüketimin günlük sorunları arasında yitip gitmeleri” söz konusudur.(6)
ABD medya tekellerinin, Pentagon ve iş dünyası ile birlikte oluşturduğu reklâmcılıkla bütünleşen televizyon sistemi, zihin köleliğini korkunç boyutlara taşıyor: “Seyredenlerin duygularını körelten sığ ve gayrı insanileştirici eğlenceye maruz kalmanın uzun dönemdeki öldürücü etkisiyle kıyaslandığında, dikkat süresinin kısalması ve yoğunlaşmanın kaybedilmesi bile önemini yitirmektedir. Amerikan ticârî televizyonundaki programların on iki yaşında bir çocuğun zihin seviyesini hedeflediği sık sık söylenir. Bu ister şuurlu benimsenmiş bir siyaset olsun, isterse piyasa araştırmasıyla izleyicilerini küçümseme tavrının birleşimi olsun, önemli değil. Önemli olan, böylesi malzemelere sürekli maruz kalmanın birkaç nesil sonra genel zihin seviyesinde bir düşüşle sonuçlanacak olmasıdır.”(7) Bu zihin köleliği sistemi, ABD’de uzun yıllardan beridir yürürlükte. Belli dönemlerde hisse değişiklikleri ve mülkiyette el değiştirmeler olsa da, Morgan ailesi AT&T, Western Electric, Paramount, United Artists, Universal’i kontrol ederken; Rockefeller ise Warner, 20th Century Fox, Columbia ve RCA’yi denetliyordu. Amerikan film endüstrisindeki bu tekelci temerküz, iletişim alanına da damgasını vurdu. 1993’te ABD’de 1.505 TV istasyonu ile yaklaşık 92 milyon televizyon cihazı vardı. NBC, CBS, ABC, CNN gibi kuruluşlar televizyon yayıncılığında büyük bir tekelleşmeyi temsil ediyorlar. Yoğun birleşmeler sonucunda ise ortaya dev tekeller çıkıyor. Örneğin, 1989’da Time ve Warner’in birleşmesiyle muazzam bir iletişim devi doğdu. Warner, Atlantic, HBO, Cinemax, Warner Bros, Lorimar, Time, Life, Fortune, Sports Illustrated gibi kitap, müzik, televizyon, kablo istasyonu, film endüstrisi firmalarını kapsayan bu dev tekel; sadece ABD’de değil, Türkiye dahil olmak üzere birçok dünya ülkesinde satış ve ortaklık ağları kurmuştur. Aynı yapıda olup tüm dünya pazarlarında egemenliğini dayatan diğer firmalar ise; Walt Disney, Paramount, Cox, Capital Cities/ABC, CBS, NBC, MCA, Fininvest, Viacom, Lorimar, News Corp (Murdoch), Bertelsmann’dır. Bu arada Amerika’da eğitim ürünleri pazarını elinde bulunduran uluslararası firmalar, birçok ülkenin piyasasında da ağırlıklıdırlar. McGraw Hill, CBS, ITT, RCA, Scott, Foresman, Westinghose, General Learning Co, bunların başlıcalarıdır.
Diğer yandan, dünyanın her köşesinde, Walt Disney’in faşist yaratıkları; çocuk televizyonlarında ve çocuk basınında körpe beyinleri tüketime, sorunları kaba güçle çözmenin gerekli olduğuna, mülkiyetin en kutsal hak sayılması ve onu koruma adına şiddetin zorunluluğuna, bireyciliğin erdemlerine yönelik bombardımana tabi tutar. Walt Disney ürünlerinde, dayanışma imgesi yoktur; hayvanlar arasında dayanışma olduğunda bile, bu dayanışma yapıcı bir amaç için değil, ortak saldırı ve korunma adınadır. Kapitalist sistemin tüketici-birey değerleri, “evrensel” bir masumiyet maskesi ile çocukları şartlandırır. Disney’in faresi, “dünyanın ilk ortak kültür ütünü”, “zararsız ve siyasal içeriksiz” bir sembol olarak sunulur. Oysa Disney ürünleri, küresel faşist kültürün taşıyıcılarıdır. Çocuk eğlencesi etiketi takılan çizgi filmlerde, ABD neredeyse rakipsizdir. “Medya emperyalizmi” temelinde ticarî ve siyasî bir strateji olarak ihrâc edilir. Bu ilişkide egemenliğin etkisi altında kalan taraf, “kalkınma”, “modernleşme” vs. gibi kozmetik gerekçelerle egemenin kültür ürünlerini içerir. “Medya emperyalizmi”nin bir veçhesini oluşturduğu kültür emperyalizmi, toplumları, dünya egemenlik sistemine zihin köleliği ve “modern” tüketim kalıpları eşliğinde bağlar. Az gelişmişlerin egemenleri, sisteme cazibe, baskı, zor ve rüşvetle çekilir. Böylece, baskı altına alınan ülkelerin sosyal örgütlerinin biçimi, dünya egemenlik sisteminin merkezî gücü ve Batı’nın “zirve”si olan ABD’nin yapısına ve kültürel değerlerine benzetilir.
ABD kültür emperyalizmi, ekonomik ve siyasal ilişkiler düzenini destekleme yönünde, din-medya kesişmesinden de yararlanır: “Bu ideolojik mücadeleye, örgütlü din de, her zamanki gibi bu kez radyo ve televizyonu kullanarak katılmaktadır. Din maskesi altında yapılan inanç sömürüsü, özellikle Amerika’dan kaynaklanan milyarder örgütlü-din tüccarlarının özel radyoları, televizyonları ve uydu yayınlarıyla sadece Amerika ve Lâtin Amerika’ya değil, bütün dünyaya ‘Tanrının sözünü’ iletirler. Bu tür yayın merkezleri, Katolikliğin yarattığı ve Katoliklikten hayal kırıklığına uğramış, arayış içindeki sefil ve cahilleştirilmiş insan kitlelerinin bol olduğu Lâtin Amerika’da çok yaygındır. Lâtin Amerika’da, Liberation Teoloji’nin dışındaki örgütlü din, sadece basit din tüccarlığı yapmamakta; aynı zamanda katil rejimlerin yaşamasına yardım etmektedir. Uluslararası radyo tarihi, uluslararası propaganda tarihidir.”(8)
ABD’de “Yeni Hıristiyan sağ fundamentalist” hareket, oldukça güçlü bir medya ağına sahiptir. Öyle ki, Evanjelikler bu medya gücünden dolayı “televanjelist”ler olarak tanınmaktadır. Jerry Falwell, Oral Roberts, Pat Robertson, Robert Schuller bu akımın öncüleridir. 1989’da yapılan bir “GALLUP araştırması”na göre, erişkin nüfusun yüzde 33’ünü (58 milyon kişi) Evanjelikler oluşturuyordu. “Ahlâkî çoğunluk” örgütü, (Bu kavram Türkiye’ye, Dünya Bankası Başkan Yardımcısı bir uluslararası sermaye teknokratından sonra ABD’den gelen “Yeni Sağ”cı politikacı adayı tarafından, “makul çoğunluk” biçiminde değiştirilerek kullanıldı.) ile Liberty Üniversitesi’ni kuran Jerry Falwell, bu akımın en önemli önderidir.
ABD’de “fundamentalizm” teriminin halk arasında kullanılması 1920’li yıllardadır. Bu akım 1910 yılından itibaren Protestan tanrıbilimcilerin 90 ayrı makalesinden oluşan The Fundamentals (Temeller) adlı 12 ciltlik serisiyle ortaya çıkmıştır. Bu 12 ciltlik metin, 3 milyon kişiye parasız dağıtıldı. ABD’de özellikle Evanjeliklerin aşağıdan yukarıya yeniden Hristiyanlaştırma hareketi, sol fikirlere karşı sağ bir anlayışla kurulan cephede yerini aldı. Egemenlik sisteminin desteklediği bu akım, sosyo-politik mesajlarını ve kurulu düzene bağlılığını ince yöntemlerle gizledi. Ancak, basın imparatoru William Randolph Hearst, Evanjelik lider, vaiz Billy Graham’a destek kararı alınca, 1949’da başlatılan kampanya ile bu akım “millî bir kişilik” kazanarak muazzam bir medya propagandasına bağlandı. Graham’ın radyo vaazlarını 15 milyon kişi dinlerken, 1951’de televizyon programlarına başladı. Güneyle sınırlı kalmış Evanjelik mesaj, her türlü sol akım ve harekete karşı cephe kuran egemenlik sistemi tarafından “kültürel bir ana akıma” dönüştürüldü. Billy Graham, ABD başkanlarıyla yakın ilişkiler kurdu.
Graham, Richard Nixon’un “resmî papazı” oldu. Ronald Reagan döneminde ise yerini Jerry Falwell’e bıraktı. Ronald Reagan, Evanjelik akımlar tarafından açıkça destekleniyordu. 1980 ve 1984’te Reagan’ın iki kez başkan seçilmesinde Evanjeliklerin çalışmaları etkili oldu. Yeni sağ dalga ile Evanjelik akım bütünleşti. Siyasî alanın en sağında yer alan bu akım, Reagan in muhafazakâr “devrimi”ni destekledi. Jerry Falwell’in “ahlâkî çoğunluk” (moral majority) hareketi siyasî karar süreçlerinde etkisini artırdı. Falwell, “Amerika’yı, Tanrı’nın yolunda yönetecek adamlar seçmek Amerikalıların görevidir.” diyordu. Bu nedenle, “Tanrı yasalarını yeniden uygulamaya koyması” beklenen Reagan’ın seçilmesinde Evanjelikler belirleyici rol oynadılar. Ronald Reagan, İncil mesajıyla özdeşleşen ve ABD’yi yeni bir Kudüs yapacak olan Amerikan “milliyetçiliği” ile Evanjeliklerin desteğini kazandı. Reagan radikal köktendinciliğin zirvesiydi.
1982’de, “Millî Evanjelik Derneği”nde Reagan şunları söyledi: “Bu kutsal ülkenin, her zaman inanç ve özgürlüğe özel bir sevgi duyan insanlarca keşfedilmesi için özellikle bir köşeye konduğunu; ulu bir gücün bu kıtayı, buraya, okyanusların arasına yerleştirdiğini düşündüm.” Reagan 1983’ü “İncil yılı” ilân etti. Dünyanın en riyakâr politik sisteminin bulunduğu ABD’de, örgütlü din muazzam bir medya gücüyle birlikte hareket eder. Öyle ki “laik” ABD’nin 1980 ve 1984’teki seçimlerinde “Yeni Hristiyan Sağ” Reagan’ı başkan seçtirme başarısını gösteriyordu. Bu akımın köktendinci hareketleri; Christian Voice (Hristiyanların Sesi), Religious Roundtable (Dinî Yuvarlak Masa), Moral Majority (Ahlâkî Çoğunluk), 2-4 milyon Evanjelik’in katıldığı kampanyalarla Cumhuriyetçi Parti adayı Reagan’a başkanlık yolunu açtılar. 1980’de Güney eyaletlerinde beyaz Evanjeliklerin oy kullanma oranı yüzde 77, ülkenin diğer bölgelerinde ise yüzde 74,6 idi. Evanjelik olmayanların oyları ise son derece düşüktü.
Evanjelikler büyük bir okul şebekesini de örgütlediler. 1965’te Bob Jones ve 1981’de Oklohama eyaletinde bulunan Tulsa’da, Oral Roberts Üniversiteleri kuruldu. Evanjeliklere ait Oral Roberts Üniversitesi’nin hukuk, tıp, vs. gibi temel bilimlerden oluşan yedi fakültesi bulunuyordu. Ancak Evanjelikler açısından en önemli eğitim kurumu Jerry Falwell’in kurduğu Liberty Üniversitesi’dir. “Falwell’in yarı kilise imparatorluğunu ve Amerikan tarihindeki etkisini genişletme için hazırladığı plânı anlamak isteyene bir açıklama niteliğindeydi… Liberty Üniversitesi, geleceğin milyonerlerini hazırlayan basit bir okul değildi. Buradan mezun olan binlerce genç, dünyaya Falwell’in dinsel inançları ve sosyo-ekonomik düşünceleri doğrultusunda bakacaktı. Bu diplomalılar tüm sektörlere sızacaklardı.”(9) Liberty Üniversitesi, Yeni Sağcı dalganın yukarıdan aşağıya Hristiyanlaştırma aşamasına geçen Evanjelik akımla bütünleştiği en önemli “politik” projeydi aynı zamanda. Falwell, “Ahlâkî çoğunluk” hareketini Liberty Federation adlı bir başka örgütlenmeye dönüştürdü (1986). Bu değişiklikten sonra da tüm ağırlığını eğitim örgütlenmesine verdi.
Falwell’in köktendinci ideolojisi, en klasik toplumsal muhafazakârlıkla birleşiyordu. Her iki akım da toplumsal sorunların dinî kurumlarca ele alınmasından yanaydılar. Falwell, “öteki Amerika’ya seslenirken; zencileri, İspanyol kökenlileri ayırıyor, sadece “beyaz” olanları gözetiyordu. Amerikan din piyasası, Evanjelikler başta olmak üzere eksiksiz bir kapitalist mantık çerçevesinde örgütlenmiştir. Ekonomik ve kültürel gücü elinde tutanlara karşıt bir seçkinler topluluğunun öfke ve yeteneklerini sistemin kanallarına çeken bu “din” şirketleri, başkan seçimlerinde etkili olacak düzeyde örgütlüdürler.
Moral Majority (Ahlâkî Çoğunluk) ve Ulusal Kiliseler Birliği (NCC), İsrail ve siyonizmin en önemli destekçileri arasındadır. ABD’de, “Yahudiler ile Moral Majority arasındaki potansiyel çıkar ortaklığı”nı bizzat Siyonist liderler açıkladılar. Ancak NCC ile bir süre sonra yollarını ayıran siyonist lobi, Evanjeliklerle ilişkilerini iyice geliştirdi. Evanjeliklerle siyonistlerin yakınlıklarının dinî temelleri bulunmaktadır. Evanjeliklere göre “son karar günü”nün geldiğine işaret eden mucizevî olaylar arasında, Yahudilerin Filistin’e dönmeleri ve bir Yahudi devletinin kuruluşu da vardı. Dahası, İsa’nın Hristiyanlık düşmanlarına nihaî darbeyi vuracağı Mahşer (Armageddon), coğrafyada belli bir yer kaplamaktaydı; bugünkü İsrail’in kuzeyindeki Armageddon Vadisi. Evanjelikler İslâm’a da düşmandırlar. İsrail karşıtlığının ve anti semitizmin sorumlusu olarak İslâmiyet’i görürler. Evanjelikler, Amerikan tarihinin “Tanrı tarafından seçilmiş ve kutsanmış halk” dogması temelinde, Amerikalıların “Yahudileri kurtarmış” olmasını ilâhî bir işaret sayarlar. Yeni Sağ dalga, Moral Majority hareketi ve Siyonizm, ABD’nin köktendinci örgütlenmesinin çelik çekirdeğini oluşturdular. Begin’in İsrail’de başbakan olmasıyla eş zamanlı olarak, ABD’deki köktendinci hareket de ciddi bir siyasileşme sürecine girdi. Bu dönemde Moral Majority Başkanı Falwell’e İsrail devletine yaptığı hizmetlerden ötürü Jabotinsky ödülü verildi. “Eskiden, genelde Protestanlar üzerine odaklanmış olan Yahudi cemaat örgütleri, 1970’lerin ikinci yarısından itibaren Evanjeliklerin sağlayacağı yararlara işaret etmeye başladılar. Yahudi İrtibat Bürosu eski görevlilerinden biri, ‘Bu ülkedeki Yahudilerin sahip olduğu gücün gerçek kaynağı Evanjeliklerden gelmektedir.” diye yazıyordu. (10)
Evanjelikler, İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgaline de büyük destek verdiler ve Lübnan’da Falanjistlere yönelik yayın yapan radyo istasyonları kurdular. Hristiyanlığın Yahudileşmesi sürecinde, Evanjelik hareketin siyonist-Yahudi doktrinle iç içe geçmesi ve ortak hareket hattının yanı sıra ABD egemenlik sisteminin çelik çekirdeğinde yerini alan bu iki akımın “kader” birliği yapması belirleyicidir. Özellikle 90’lardan sonra, Türk tipi siyonizme İslâmî bazı cemaatlerden verilen destekle birlikte, İslâmiyet’in, dinlerarası “diyalog” temelinde tüm kurucu niteliklerinden arındırılarak, Evanjelik örgütlenme biçimleri doğrultusunda Yahudileştirilmesi ve İsrail’in varlığının güvencesi olacak tarzda bir “model”in kıskacına alınması programı yürürlüktedir. Yahudiliğin pazar putperestliğine dönüştürülen ve parçalanan özü, küresel finans-kapital oligarşisine muazzam bir ideolojik, kültürel, politik ve örgütsel kaynak sunmaktadır.
Bu çerçeve içinde, Evanjelik akımın Yahudileştirilmesinin, Hristiyanlığın yanı sıra İslâmiyet’e yönelik bir zorlamaya dönüştüğüne dair güçlü emareler özellikle Türkiye’de mevcuttur. Bu bağlamda semavî dinlerin yerine “pazar tektanrıcılığı”nın konulmasına yönelik büyük bir proje yürürlüktedir. Pazar, toplumsal, kişisel, ulusal ve uluslararası ilişkilerin tek düzenleyicisi, iktidarın ve buna dayalı hiyerarşilerin yegâne kaynağı haline gelmiş, bir “din”e dönüşmüştür. Pazara dayalı din yani totaliter neo liberalizm, insanı tüm inanç, değer ve ilkelerden koparmaktadır. Pazarın dine dönüşüm sürecinde kültür, vicdanî değerler, sanat, bilim dâhil insanı insan yapan tüm nitelikler ticârîleşmiştir. Bu bağlamda şirketleşen “din”, Roma İmparatorluğu’nun örgütlenme biçimini esas alan yapılanmadan Amerikan tekelleri türünde yeni bir organizasyona dönüştürülmektedir. Batı’dan aldığı kültürel biçimleriyle Hristiyanlığı üç kıtaya zorla kabul ettiren dinî sömürgecilik, insanın kutsal olanla ilişkisini parçalamış ve “Batılılaşmış” bir Tanrı inancını Yahudi-Grek birikimiyle de besleyerek evrensellik adına dayatmıştır. ABD, bu birikimin son halkasıdır. İlk halkada ise, Hristiyanlığın çıkış değerlerini bertaraf ederek Yahudileştiren ve tüm egemenlik ilahiyatlarına kaynak olan Aziz Paulus vardır. IV. Yüzyıl’dan itibaren Kilise ile iktidarı birbirine bağlayan “Konstantinizm”, Haçlı vahşeti, Engizisyon, Hristiyanlaştırma maskesiyle sömürgecilik, İspanya’da faşist Franco ile bütünleşen Opus Dei, kirli işler imparatorluğunun merkezi Vatikan ve siyonist barbarlığın ortağı Evanjelik din şirketi; bunların hepsi egemenlik ilahiyatlarının halkalarıdır. ABD egemenlik sisteminin totaliter neo liberalizm bayrağı altında birleşen bu ilahiyatlar, finans-kapital oligarşisinin dünyanın ezilen halklarına her iki günde bir Hiroşima’ya malolan barbarlığının ve insanlığı çöpleştiren politikalarının sınırsız sorumlu ortaklardır. Dünyanın en zengin yedi gangster ülkesinin ve onların terörist devlet kurumlarının destekçileri, egemen ilahiyatın ilkesiz, ülküsüz, çıkarcı kurumlarıdır.
“Amerikan yayılmacılığı, esas olarak iktisadî nitelikte olmakla birlikte, bizzat Amerika konusunda kamu önünde durmadan yinelenen kültürel fikir ve ideolojilere büyük ölçüde bağımlıdır ve bunlarla birlikte hareket eder… Amerika’nın küresel etki alanının ciddi sorumluluklarını gerekçelendirmek için kuşaklar boyu üretilen plânların, sözlerin ve kuramların düzenliliğinde bir tekdüzelik vardır. Son dönemlerde Amerikalılar tarafından yapılan bilimsel çalışmalar, var ettikleri bu tavır ve politikalardan çoğunun temelinde, Amerika’nın ayrıklığı fikrinin damgasını taşıyan efendilik ve hükmetme arzusu dışında hiçbir şeyin rahatlatamadığı… iç karartıcı tablolar çizmektedir.”(11)
Bu anlayışla birlikte, ABD, köktendinciliğin en güçlü olduğu ülkeler arasında başta gelirken; dünyanın diğer bölgelerindeki inanç sistemlerinin adalet, eşitlik, sömürüye karşı direniş mesajlarına dayalı hareketleri, özellikle küreselleşme karşıtı ilân edilerek büyük bir tehdit sayılmaktadır. Küreselleşmenin sahte peygamberi Friedman, dikkatleri Orta Doğu’ya çekiyor. Yazdıkları, ABD’nin bu bölgeye büyük bir katliam ve vahşetle yüklenmesinin salt ekonomik, politik gerekçeleri olmadığını; başını inançlarıyla dik tutanlardan korkusuna dayandığını ortaya koyuyor. Friedman şunları söylüyor: “Açık ki pek çok insan, Amerikanlaşmış-küreselleşmiş tüketim kültürü lehine kendi yerel kültürlerinin büyük bölümünden vazgeçmeye ya da hayatlarında bu ikisi arasında mekik dokumaya hazır. İnsanların bu tür şeyler arasında mekik dokuma yeteneği asla küçümsenmemeli. Bu konuda çok yetenekli olmasaydık, Mc Donald’s ve Disney bütün dünyada bu kadar popülerlik kazanamazdı. Ama bu mekik dokuma işi herkesin hoşuna gitmiyor. Tersine bu insanlar, kendi yerel kültürlerini küreselleşmeden korumak uğruna savaşa girmeye hazır. Savaş çığlıkları da şu: ‘Ben küresel olmak istemiyorum. Ben yerel olmak istiyorum.’ Küreselcilere göre hiyerarşinin tepesinde dünyanın geri kalanıyla en sıkı bağlantılı olanlar var. Köktenciler için ise, kendi hakikat kaynakları dışında her şeyle en bağlantısız olanlar.
Bu kültürel ters tepkinin politik istikrar açısından en tehlikeli biçimi, diğer ters tepki türlerinden biriyle birleştiği zaman ortaya çıkıyor; küreselleşmenin ekonomik olarak mağdur ettiği insanlar, kültürel olarak mağdur ettikleriyle bir araya geldiği zaman. Bu fenomenin en açık gözlendiği yer, farklı cephelerde savaşan çok sayıda köktenci grubun, küreselleşmenin doğurduğu kültürel, politik ve ekonomik ters tepkileri, iktidara el koymayı ve kendileriyle dünya arasına bir perde çekmeyi amaçlayan tek bir politik hareket ve tek bir bayrak altında toplamada büyük ustalık kazandığı Orta Doğu. Cezayir’deki muhalefetin ilk bayrağı boş bir kuskus çuvalıydı. Kuzey Afrika’da çok tüketilen bu besini taşımak için kullanılan çuvallar, Cezayirli işçilerin, özellikle genç Cezayirlilerin işsizlik karşısındaki öfkesini simgeliyordu. Ama bu boş çuvalları taşıyanlar, yavaş yavaş Cezayir rejiminin Batılılaşma ve laikleşme yanlısı politikalarına karşı çıkan İslâm köktencileriyle dava birliği yaptı ve ülkeyi küreselleşme sistemine bağlamak isteyen Cezayirlilere karşı yeşil İslâm bayrağı altında güçlü bir ters tepki yarattı.”(12) Cezayir’deki “kuskus ayaklanması”, yoksul, işsiz kent gençliğinin, 4 Ocak 1988 akşamı, petrol işçilerinin grevi ile eşzamanlı olarak; başkentin en lüks, Batılı ve Friedman’ın deyişiyle “ülkeyi küreselleşme sistemine bağlamak isteyen Cezayir” zenginlerinin oturduğu Riyad el-Fetih (Fetih Bahçeleri)’e saldırısıyla başladı. Yüzlerce gencin katledildiği bu eylemde, Riyad el-Fetih yakınında Cezayir bayrağı indirildi ve yerine boş bir çuval çekildi. Batı’nın uzantısı, komprador, yolsuzluğa batmış ve laikliği, ulusalcılığı bu pisliklerin örtüsü olarak kullanan; Cezayir muhalefeti tarafından “Fransız çocukları” denilerek hiçbir meşruiyet temellerinin olmadığı vurgulanan rejimin kadroları ve Cezayir sermayesi, petrol çıkarları doğrultusunda Yeni Dünya Düzeni ile bütünleşme yanlısıydı. Bu halk ayaklanmasında, sosyalist kavramlar, iktidarın FLN geleneğine sözde bağlılığı adına hoyratça tüketilmiş ve rejim solu, sözde “dinci” tehlike adına kendi halkından kopmuş, Batı’nın “kurtarıcı”lığına sığınmıştır. Sanılanın aksine Cezayir’de “İslâmî Selâmet Cephesi” (FIS), ulusal kurtuluşçuluk damarını reddetmemiştir. “Cezayir’de FIS yönetimi, FLN ideolojisiyle ipleri koparmamıştır. Aksine FLN’nin ‘hakikî’ devamı olduğunu söylemekte ve onu ilk mecrasından saptırmış olan ‘Fransız çocukları’nın uğursuz etkisi tarafından ideallerinin bozulduğunu iddia etmektedir. İslamcı parti, yayınlarında kendini Bağımsızlık Savaşı’nın meşru mirasçısı olarak takdim eder.”(13)
Küresel egemenlik sisteminin önemli isimlerinden Friedman’ın vurgulamaları, ABD’nin Orta Doğu’ya yönelik işgal politikasının; İsrail’i ayakta tutmak için Türkiye’yi yeni rollere zorlamasının; bölgede kendine yakın İslâmcı güçler yaratma politikasının; en ilkel rejimleri ayakta tutmasının; böl-yönet siyasetlerinin; modernleşme ve Batılılaşma programlarına bağlılıkları ABD’ye olan sadakatleri ile özdeşleşen silahlı bürokrasileri, yeni tehdit senaryoları ekseninde ve yapay nedenlerle desteklemesinin gerekçelerini aydınlatıyor. Friedman, emperyalist sistemin aslında hangi ittifak, mücadele, birlik, hareket tarzlarını gerçek tehdit saydığını ortaya koyuyor. Kadir-i mutlak bir emperyalist güç olarak gösterilen ABD’nin, aslında kilden ayaklar üzerinde durmaya çalışan bir dev olduğu, bu görüşlerdeki şifre anahtarına yansıyor. Küresel finans-kapital oligarşisinin, egemenlik sisteminin krizine çare olarak geliştirdiği, emperyalist çürümenin son aşamasını simgeleyen küreselleşmeye karşı mücadelenin ana hatları iyice belirgin hale geliyor: Orta Doğu temelinde, “küreselleşmenin ekonomik olarak mağdur ettiği insanlar, kültürel olarak mağdur ettikleriyle bir araya geldiği zaman”, “politik istikrar açısından en tehlikeli” durum ortaya çıkıyor tespiti, emperyalist cephenin stratejik sırlarından en önemlisinin açıklanmasıdır. Bu tespit üzerinde düşünmek gerekiyor. ABD emperyalizminin en büyük korkularının, Orta Doğu’ya yönelik olduğu anlaşılıyor. İslâmî birikim, kültürel ve tarihsel zenginlik, muazzam hammadde ve tarım kaynakları, beşerî güçle birleştiğinde; emperyalist sistemi topyekûn bir yıkıma götürecek devrimci dinamiklerin beslediği potansiyeli, egemenlerin önemli ideologları görüyor. Bunun anlamı bölgeye her türlü askerî araçla yüklenmek ve işbirlikçi güçlerle beraber böl-yönet düzenekleri oluşturmaktır. Tüm tablo içinde, gerek Batılı merkezlerde ve ABD’de, gerek Orta Doğu’da entelektüel kesimler, “ABD ile dünyanın geri kalan bölümü arasında çıkar uyumluluğu ideolojisine imza attılar.” Bazı istisnalar olmakla birlikte, Amerikan çıkarlarına yönelik görülmemiş bir itaat sergilenirken, yapay tehdit kurguları temelinde büyük cesaret gösterileri özellikle Orta Doğu’da yaygınlaşıyor. Bu konuda ABD yine “model” oluşturuyor.
Değerli bilgin Edward Said’in mükemmel çözümlemesi ise şu tespitleri içeriyor: “Düşünsel yaşamın profesyonelleştirilmesi öylesine yaygın bir duruma geldi ki, meslek duygusu neredeyse yutulup oturuldu. Politika yönelimli aydınlar, kendilerini anlaşılır nedenlerle başkente çağıran ve gerçekte patronları durumuna gelen devletin düsturlarını içselleştirdiler. Eleştiri duygusu, genellikle, rahatlık için safra atar gibi atılıyor. Görevinin içinde değerler ve ilkeler yer alan -edebiyat, felsefe, tarih uzmanı- aydınlara gelince; onların dişlerini de, cömertliği, ütopyamsı kutsal yeri ve dikkate değer çeşitliliği ile Amerikan üniversitesi sökmüş durumda. Bu aydınların biçemine, neredeyse düşünülmesi olanaksız bir iticilik egemen. Postmodernizm, söylem çözümlemesi, yeni tarihselcilik, yapıbozma, neo pragmatizm gibi mezhepler, onları her şeyden koparıyor; tarihin ve bireysel sorumluluğun vehâmetiyle ilgili şaşırtıcı bir ağırlıksızlık duygusu, kamusal sorunlara ve söyleme ayrılan dikkati çarçur ediyor. Varılan sonuç, tam da toplumun bütün olarak yönsüz ve tutarsız bir biçimde sürüklendiği bir sırada tanık olunması son derece tatsız bir tür debelenmedir. Irkçılık, yoksulluk, ekolojik yıkımlar, hastalık ve dehşete düşürücü ölçüde yaygın bilmezlik: Bunlar medyaya, seçim kampanyaları sırasında ise küsurâtı oluşturan adaylara bırakılmaktadır.”(14)
Bu olumsuzlukların Üçüncü Dünya ülkelerine yansıması ise, kültürel terörizm biçiminde gerçekleşir. Yoksul halklar, psikolojik aşağılanmanın “geri kalmışlık”, “geleneksellik” etiketleri ile damgalanırlar. Ezilmişliklerinin yarattığı kolektif aşağılık duygularından kuşatılarak aile, toplum, tarih bağları yerle bir edilir; bunların yerine pazara ve tekellere bağlılığı getiren zincirler, “özgürlük”, “bireysellik” adına yeni köleliğin kıskacını oluşturur. Kültür emperyalizminin kapitalist piyasayı ve kompradorlaşmış rejimi nihaî güç merkezi olarak kutsaması ve “modernlik” sahte imgeleriyle bezenmiş yönlendirme kampanyalarıyla tüketimi tek geçerli “kendini ifade etme” biçimi olarak sunması, yeni zulümlere kapı açar. Kültür emperyalizmi, tek kutsal değer saydığı “piyasa tanrısı” karşısında engel olarak gördüğü tüm toplumsal ilişkileri sorgular. Halklar, “modern” zamanların tüketim ve piyasa icablarına biat etmeleri doğrultusunda ayartılır, zorlanır, yönlendirilir.
Üçüncü Dünya halklarının kültürlerinin Amerikanlaştırılması, yeni kompradorlaşma dalgasının güç verdiği egemenlik sistemlerinin desteği ve baskısı ile gerçekleştirilir. Bu egemenlik sistemlerinin istikrarları emperyalizme bağlıdır. Düşünce, kültür, piyasa ve hareketlerin “uluslararasılaşması”, ulusal ve toplumsal değerlere saldırının meşruiyet kılıflarıdır. Küreselleşme ve uluslararasılaşma, dünya halklarının sıkıştırıldıkları eşitsiz gelişme zembereği ve firavun düzeninin köleciliğini aratmayan bağımlılık biçimlerini gizleyen kılıflardır. ABD ve Avrupa, “enternasyonalizm” maskesiyle, gündelik yaşamı her açıdan çöpleştiren, en mahrem beşerî değerleri ticarileştiren, bayağılığı metalaştıran kültürel biçimlerin “ihracatçı’’larıdır. “Benmerkezcilik”, teknoloji kullanmanın yarattığı sahte sınıfsal statü duyguları, hareketliliğin yapay genişliğinde beşerî derinliğini getirmeyi “özgürlük” sayan yaklaşımlar, ABD iletişim tekellerinin seri üretimi olan tek biçimli, birbirinin aynı, zihin kölesi kitle insanı gerçekliğinin tezahürleridir. Seri üretimle zihin köleliği kodlarına bağlanan kitle insanı gerçekliği, Üçüncü Dünyayı egemenlik altına almanın araçları arasındadır. Parçalanan benlikler, bireysellik yurtturmacası ile toplumsal olanın karşısına konulurken; şiddet, pazarlığa ve her türlü pazarlamaya açık medyalaştırılmış duygu paketleri, yeni kültürel değerler olarak kolektif faaliyetin temellerini çürütüyor, dayanışma birikimlerini yok ediyor. Benmerkezci şefaat, “iyiliğin” reklamı karşılığında bazen medyatik duygu gösterileriyle bireyselliğin sahte ahlâkını sergiliyor ve piyasacı duruşun da merhameti olabileceğinin kanıtlarını sunuyor. Merhamet, şefkat, tefekkür, dayanışma; yerini pornografik zihin bulanıklığı, tüketici bir bencillik ve korkak bir vurdumduymazlığa bırakıyor.
“Kültürün Kuzey Amerikanlaştırılması, halkın dikkatinin ünlüler, kişilikler ve özel dedikodular üzerinde odaklanması, toplumsal derinlik, ekonomik içerik ve insanlık durumundan ise uzaklaşması demektir. Kültür emperyalizmi, dikkatleri iktidar ilişkisinden uzaklaştırır ve toplumsal eylemin kolektif biçimlerini aşındırır. ‘Gelip geçiciyi’ yücelten medya kültürü, ABD kapitalizminin köksüzlüğünü yansıtır. ‘Hareket özgürlüğü’ miti, sermayenin değişen talepleri karşısında, halkın topluluk kökenlerini kuramaması ve pekiştirememesini yansıtır. Kuzey Amerika kültürü, aslında kitlelerin tekelci sermayenin boyunduruğuna sokuluşunu yansıtan geçici ve kişisel olmayan ilişkileri ‘özgürlük’ olarak kutsar. Kuzey Amerikalılaştırma, dayanışma geleneklerine modernlik adına toptan bir saldırıyı, sınıf bağlılıklarına bireycilik adına saldırıları, kişiliklere odaklanan muazzam medya kampanyaları aracılığıyla demokrasinin yozlaştırılmasını içerir. Yeni kültürel zorbalık, pazarın, tüketimin, tektipleştirilmiş bir kültürün, yozlaştırılmış bir seçim sisteminin her zaman ve her yerde hazır tekil söyleminde kökleşir. Yeni medya zorbalığı, uluslararası bankaların yönetim kurumlarından And Dağları’ndaki köylere ulaşan hiyerarşik devlet ve ekonomi kurumlarının yanı başında durur. Kuzey Amerika’nın Üçüncü Dünyaya kültürel nüfuz başarısının sırrı, tam da kendi ekonomik ve askerî hâkimiyet sisteminin ürettiği sefâletten kaçış fantezilerini de yine kendi üretme yeteneğidir.(15)
Batı kültürünün tüm çürümüşlüğü Üçüncü Dünya’ya ihrâç edilmektedir. Batı’da ise kültür, “talk show”larla yer değiştirmiştir. Her türden sanat ürününde görülen; sıradan, önemsiz, İnsanî derinlikten yoksun, kalıcı olmayanın başatlığıdır. Karmaşık, ciddi, zamanın akıcılığına dirençli, derinlikli temaların yokluğu bir yana, bu unsurlar korkutucu ve uzak durulması zorunlu satışa engel özellikler olarak değerlendirilmektedir. Batı kültürü, kutlamalar, ödül törenleri, magazin çöplükleri, en çok satanlar listeleri, reklam kavgaları, istismar edilen bireylerin ticarileştirilen medya öyküleri, müzik katliamları vs. tezahürlerle çürümesini tüm dünyaya yaymaktadır. Yerelleşen bayağılıklara her ülkenin medya tekelleri kendi katkılarını sunmaktadırlar. Postmodern çağda kültür, başımıza gelenlerdir. O. algılarımızı dönüştürmez, ruhumuza ilişmez, beşerî dikkati yoğunlaştırmaz. Kültür, sadece eğlendirir, dikkatimizi geçici bir an için görülmesi gerekene odaklar ve gelip geçer. “Postmodern global mağazalar, reklamlar ve turizm, Batılı olmayan tarihi, kültürü ve gelenekleri kendine mal eder. Bunu yaparken de aradaki farklılıkları tüketir ve onları piyasa değeri olan eşyalara dönüştürür. Söz konusu süreç, Batılı olmayan insanların şu anki yaşamlarını, onların yaşayan tarihlerinden ayırır ve böylece Batılı olmayan kültürleri, onları besleyen ve devamlılıklarını sağlayacak olan oksijenden yoksun bırakır. Yerinden edilmiş ve eşyalaştırılmış tarih ve geleneğin arkasında, egzotik kültürlerin arkasında sadece tüketilmek vardır. Bütün bunların arkasında bir evren dolusu kırılmaya uğramış kültür yatmaktadır.”(16) Kültürel soykırımın menüsünde, özel ihtiyaçlar ve bireysel kendini gerçekleştirme adına neo liberal pazar tanrıcılığına biatı idealize eden; piyasacılık-cinsellik-muhafazakârlık üçlüsünün kaynaşmasından doğan hep aynı tadı veren soslar vardır. Piyasanın iyiyi ve kötüyü mutlak biçimde ayırabilen “kutsal” bir güç olarak algılatılması medyanın varlık nedenidir.
Üçüncü Dünyanın kültürel soykırımında, işbirlikçilerin, Batıyı taklide dayalı “nesnellik” iddialarının ve emperyalizmi, karşılıklı bağımlılıkların masum tezahürü olarak değerlendirmeleri de en önemli unsurlar arasındadır. Bu işbirlikçiliğin sonuçları ise şöyle özetlenebilir: “Bir halkı tasfiye etmenin ilk adımı, onun belleğini silmektir. Kitaplarını, kültürünü, tarihini imha et. Sonra başka birilerinin yeni kitaplar yazmasını, yeni bir kültür imal etmesini, yeni bir tarih icat etmesini sağla. Çok geçmeden bu ulus şimdi ve geçmişte ne olduğunu unutmaya başlayacaktır. Bu unutuş, çevresindeki dünyada daha da hızlı gerçekleşecektir.(17)
Kapitalizmin aldatıcı görüntülerin üretimini tekelleştiren işleyişi, tüm bu kültürel çöpleşmenin gerçek nedenidir. Kapitalist egemenlik sistemi, yanılsama üretimine dayanmak zorundadır. Kapitalizmde, insanî amaçlar, hatta yaşamın kendisi bile yalnızca sistemin işleyişinde (yalnızca teoride değil, ekonomik gerçekliğin kendisinde) bir araç sayılmaktadır. Sermayenin değerlenmesi açısından bakış kendi içinde bir amaç olup, tüm insanî girişimler, arzular, yetenekler ve umutlar yalnızca sömürülebilir araçlardır; kapitalist toplumu mutlak egemenliği altına alan bu bakış açısı, özgür insanlar ve onların özgürce istedikleri her şeyle taban tabana zıtlık içindedir. Soyut olarak ele alındığında, insanlar ve sermaye arasında aracılık etmek yalnızca bir hayaldir: Zorunlu nedenlerle kapitalizm bu hayal dünyası üzerinde temellenmektedir.(18)
İnsan duyguları piyasa egemenliği tarafından çürütülürken, sunî görüntülerin cazibesine kapılan bireyler meta zincirleriyle bağlanır. Cehennemi bir “meta estetiği”, tüm beşerî güzelliklerin yerine konulur. Düşlerin, duyuların bu sahte imgelere tutsak edilmesi görünmez bir egemenlik biçimidir ve bu bağlamda insanların duygularını kâr sisteminin çıkarları doğrultusunda ele geçirilmesi baskıların en dehşet verici olanıdır. Böylece insanlar tüketim kültürü, reklam bombardımanı, medyanın zihin saldırıları temelinde kendi duyguları aracılığıyla egemenlik altına alınırlar. Kapitalist egemenlik sistemi bu konuyu son derece profesyonel bir biçimde değerlendirmiş ve tam bir duygu teknokrasisi oluşturmuştur. Bu çerçevede okullar, reklamcılık sektörü, bankalar, devletin baskı aygıtları, dev şirketler, iletişim tekelleri, finans kurumlan ile kuşatılan insanların hayatının her zerresine muazzam bir ideolojik baskı zerkedilmektedir. İnsanların düşleri bile kuşatılırken, “eğer işler yolunda gitmezse, suçu sisteme değil, bireylere yüklersin olur biter. Suçlu, bireydir. Gramsci’nin işaret ettiği gibi, ‘Hegemonyanın tüm unsurları birlikte hareket eder. Çevreye göre, etkiler ve vurgular değişebilir. Amaç; sonuçta, bir pasiflik, bir güçsüzlük duygusu, alt kültürel bir bölünme, kişisel ve politik bir dağılmaya yol açacak genel bir boşvermişlik yaratmak ve hayata geçirmektir…’ Güçsüzlük duygusu, günümüzün belki de en yaygın ve sinsi toplumsal hastalığıdır. Güç tekelini ellerinde bulunduranlar için o kadar uygun bir hastalıktır ki, suçu bireylerin üzerine atma tekniği kadar uygun. Örneğin ekonomik çöküntü dönemlerinde ortaya çıkan ‘muhtaçlık yardımı’ sendromu gibi. Olması gerektiği gibi, yüksek işsizlik dönemlerinde sistem sorumlu tutulacağına, iş bulamayan insanlar suçlanır. Bunun bir sonucu, iş bulamayanların birçoğunun, bunun kendi hataları olduğunu kabul etmeleridir. Teknik okullardan mezun olanlar cesaretlerini yitirir; bulamayacakları işleri aramaktan vazgeçerler; kendilerini evlerine hapsedip, televizyonun veya uyuşturucunun esiri olurlar; sistemin suçunu üstlenirler. Politik olarak güçsüz, ekonomik olarak yetersiz, toplumsal olarak dışlanmışlardır.”(19)
Sistem “vahşi bir gurursuzlukla”, toplumsal ve kültürel kontrolünü fark edilmez bir “sinsilik’le uygulamaktadır. “Özel” olan “kutsal”dır: Özel bankalar, özel okullar, özel sağlık fonları, özel şirketler, özel madenler, özel polis kuvvetleri, özel televizyonlar, özel uçaklar, özel araziler, özel gelişim, özel kâr, özel servet ve özel güç tekelleri… Ve onların devleti. “Artık biliniyor ki, adı-sanı, politik organizasyon biçimi ne olursa olsun modern politik sistemler, üyelerinden, uyruklarından ya da yurttaşlarından yoğun ve tartışmasız bir sadakat ile ‘meşru’ düzene uymalarını bekliyorlar… İnsanların politik yaşama aktif katılım durumları bir yandan bireyin toplumsallaştırma sürecinde uygulanan yöntemler ve öbür yandan da, özellikle son zamanlarda, kitle iletişim araçlarının etkisiyle dizginlenmeye ve manipüle edilmeye başlanmıştır.” Yapılan araştırmalar, “ABD yurttaşlarının yüzde 30-40 kadarının politik ilgisiz, yüzde 60 kadarının politik uyumlu ve ancak yüzde 1-2 kadarının politik yönden aktif konumda bulunduklarını” ortaya çıkarmıştır ve “Batı toplumlarında toplam nüfusun ancak yüzde 3-5 kadarının, yeterli enformasyonla donanmış olarak politik bir angajman içinde olduğu tespit” edilmiştir.(20)
ABD ve diğer Batı ülkelerinin bu durumu, Üçüncü Dünya’nın egemenlik sistemleri bakımından da pek farklı değildir. “İnsanlar, çok kez kaba şiddet yöntemleriyle, yönetimin ve yöneticilerin işlerine karışmamayı öğrenmişler, isteksizliğe ve ilgisizliğe koşullandırılmışlar, depolitize edilmeye, ‘kaplumbağalaşmaya’, politik geri çekilmeye zorlanmışlardır. Bu ilgisizlik durumu sonradan “ince” demokratik yöntemlerle sürekli pekiştirilmiş, canlı tutulmuş, “gönüllü ilgisizliğe” ya da “isteksizliğe” dönüştürülmüştür. Ve birey, verili düzen içinde güçsüzlüğünü sezinleyip, kendisine olan güvenini yitirdikçe, politik yaşamdan uzaklaşmaya, çevresi ve giderek kendisi ile olan ilişkisini kesmeye ya da en aza indirmeye başlamıştır. Ayrıca içinde yaşadığı ikircikli yaşam koşullarının da etkisiyle, birey, tüm enerjisini, varlığını ve küçük çekirdek ailesinin konumunu sürdürme yolunda harcamaya özen gösterir olmuştur. Özel sorunlar, toplumsal sorunların önüne geçmiştir. Ancak, toplumsal-ekonomik faktörlerin etkisiyle ortaya çıkmaya başlayan böylesi politik ilgisizlik durumları, günlük yaşamın etkilenmesine katılımdan uzaklaşma, giderek yeniden bireyin psişik yapısına yansımasıyla, depresif, nörotik, korkulu, önyargılı, paranoid ya da otistik kişiliklerin, psikozların ortaya çıkmasını koşullamaktadır. Bu durum, bireyin, zaten azalmış olan psişik enerjisini, yeniden kendi iç sorunlarının çözümüne harcama zorunluluğunu getirmekte ve bu kısırdöngü böylece sürüp gitmektedir.”(21) İnsanları beşeriyetin sıfır noktasına indiren sistem, psişik bir çöpleşme yaratıyor. “Dünya Sağlık Örgütü”nün (WHO) 2004 yılı verilerine göre, dünyada kayıtlı depresyonda hasta sayısı 121 milyon kişi, ayrıca 24 milyon insan da şizofreninin kıskacında.
Sistem tam bir ruhsal çöküntü trafosu gibi çalışmaktadır. “En fazla tüketen tüketici bile ancak belirli malları tüketebilir. Tüketim dışında kalan diğer beşerî ihtiyaçlar, ilişkiler ve algılayışlar da gereklidir. Aynı şekilde pazarda sadece belirli malları mübadele edebilir. Silah üretebilir ve satabilir; ama insanları koruyamaz. Üreticileri ve tüketicileri harekete geçirebilir ve düzenleyebilir; ama bakım ve beslenme, destek ve rahatlık, aşk ve bağlılık, üyelik ve ait olma ile ilgili özde kâr getirmeyen insan ihtiyaçlarını karşılayamaz. Peki bu durumda, bu ihtiyaçlar nasıl karşılanacak? Şimdi yaygın olan görüş, bu ihtiyaçların özel olduğunu ileri sürer. Fakat maddî açıdan zengin topluluklarda terk edilmiş, duyuca tatmin edilmemiş ve yine duyguca hareket edemez durumda olan bu kadar insanın varlığı ve yalnızlık, tahammül edilemez bunalım, gerilim, umutsuzluk sorunları olması, bu ihtiyaçların kamusal bir sorun olduğunu yeterince göstermez mi? Bu durumda bütün bu ihtiyaçları piyasanın eline mi terkedeceğiz?”(22)
İnsanın özü parçalanmakla kalmaz, toplumsal bütünlük de sistem tarafından ayrıştırılır: “Batılılaşmış XX. Yüzyıl toplumu, gündelik yaşamında belki de en çok ayrım gözeten toplumlardan biri haline gelmiştir. İlkin, insanlar birbirinden yaşlarına göre ayrılmıştır. Yaşlılar, kendi gettolarında (yaşlılar evi, huzur evi, emekliler topluluğu vb.) yalnızlığa terk edilmiştir; gençler, okul sırasında ve okul sonrasında sürekli beraber olacak şekilde organize edilmiştir; orta yaşlılar bunların dışında her yerdedir. İnsanlar, ayrıca gelirlerine, ırklarına, dinlerine veya düzene olan yakınlıklarına göre gruplara ayrılmışlardır. XX. Yüzyıl, yaşama biçimiyle, korporatif bir totaliter toplumun bütün özelliklerini göstermektedir. Düzen, insanları toplumsal kategoriler olarak ele almakta ve manipüle etmektedir.”(23) Bu parçalanma olgusu yeni bin yıla ağır beşerî krizler devretti. Kutsallığın yok edildiği bu toplumsal sistemin “inşa ettiği her şey yıkılmak üzere inşa edilmekte; ‘katı olan her şey’, sırtımızdaki giysilerden onları dokuyan tezgâh ve makinalara, makinaların başında çalışan insanlara, işçilerin yaşadığı mahallelere, işçileri sömüren şirketlere, kasabalara, şehirlere, koca koca bölgelere ve onları içine alan uluslara kadar; bütün bunlar ertesi gün yıktırılmak, dağıtılmak, parçalanmak, yerle bir edilmek üzere yapılıyor. Öyle ki ertesi hafta yeniden işlenebilsin, yerine konabilsin ve bütün bu süreç sonsuza değin tekrar tekrar, çok daha kârlı bir şekilde devam etsin.”(24) Tüketim sonsuzluğunun tek güvencesi, yıkım ve yeniden inşadır. Kapitalist egemenlik sistemi yıkımsız varlığını sürdüremez. Yıkıldıkça yüzü değişecek, yenilendikçe temel besinine, paraya kavuşacak. Çağın en önemli sloganı, medya tekelleri tarafından her gün binlerce kez tekrar edilen “Para yaşamdır.” oldu. Medya tekellerinin sahte peygamberleri, “tüketim dünyası”nı, pazar tanrısının “kullan” haline getirilen insanlara bir “cennet” edasıyla sunuyorlar. Ve onların bu sahte “tanrı’sı insanlara şöyle sesleniyor: “Hiçbir şeyin yoksa, sen de bir hiçsin. Para harcayabildiğin kadar katımda değer kazanırsın. Bul, buluştur, ama harca… Tükettiğin ölçüde sana cennetimi bahşedeceğim.”
Eşitsizliğe dayalı bu dünyada, insanın diğer insanların kurdu olması gerekliliği sürekli vurgulanır. Sistem sadece ülkeleri değil, tek tek insanları da birbirine düşman eder: “Bencillik, insanın her şeyi yalnızca kendisi için istemesi durumudur. Bölüşmek yerine sahip olmak kişiye haz verir. Sahip olmak tek hedef olunca, insan giderek daha fazla açgözlü ve ihtiras sahibi olur. Çünkü ne kadar çok şeyi olursa, o kadar mutlu olacağını sanır. Böylece kişi herkese düşmanlık beslemeye başlar.” (25) Bu sürekli “düşmanlık” hali ise, “maskeleri” gündeme getirir kapitalist toplumda; “Her sahici olanın en az bir sahtesi vardır. Bir tek şeyi bu genellemenin dışında tutmamız gerekiyor: Maskeyi.” (“Gerçek Olan Yalan Olan”, Mehmet Baydur, FOL Dergisi, No Yayıncılık, sayı: 2, Ekim 1995, s. 4-7), “İnsanlar artık maskeleri olmadan ne kendileriyle ne de diğerleriyle göz göze gelebiliyorlar. ‘Baba Yasaları’nın dolayımında yaşantılanan hayat, onlara kendileri olma, kendi gerçekliklerini yaşama olanağı tanımıyor. Hep diğerleri için ve hep diğerlerine göre yaşanan hayatlarda, insanlar artık hayata değil ölüme yakınlar. Ölü ruhlar olarak dolaşıyorlar. Deneyimleyerek değil, izleyerek yaşadıkları hayatta, kendilerine ait fikirleri, yaşamları ve anlamları kalmıyor. Diğerlerinin fikirlerinin, hayatlarının, anlamlarının bileşkesiyle oluşan imgelerinde, kimliği ve ruhu olmayan bir “şey” gibi yığınlara katılıyorlar. Yalnızca para ve başarı imgesine göre kurgulanan yaşantılarda, modern toplum bize Frankenştaynlar, Drakulalar armağan ediyor… Herkes bize rakip ve herkes düşman. Bunun için de hep savunmada kalmak gerekiyor. İmgelerimiz zırhımız oluyor.”(26)
Kutsallaştırılmış “tüketim toplumu yaratma hedefi”, küreselleşmenin de özüdür. Bu anlamda iletişim tekelleri “korku” ve “buyruk” araçlarını kullanıyorlar; tüm renkler, çizgiler, görüntü ve imgeler aynı totaliter mesajı şiddetle beyinlere kazıyor: “Eğer sahip değilsen bir hiçsin.” İnsanlar imge korkuluklarına dönüştürülüyor. Kutsallaştırılan para, tüm inanç değerlerine saldırının aracı oluyor. Sistem kendi yarattığı putlara yani paraya tapılmasını istiyor. Artık, “para ‘tanrı’nın ikonaları, sembolleri, yaşamın belirleyenine dönüştüler. Günümüzde iktidar imgeleri artık göklerde yaşamıyor, her an yanı başımızda dolaşıyorlar. ‘Para tanrısı’nın, iktidarını koruması için görünmez olması gerekmiyor. O, gücünü, dokunabileceğimiz kadar yakınımızda olmasına rağmen ulaşılamaz oluşundan alıyor. Bugünün kitle büyüsü, iletişim araçları ile yapılıyor. ‘İktidar seçkinleri’ en az Zeus kadar acımasız; ve imajlarını sarsacak en ufacık bir uyanışta, insanların üstüne baskı ve zulümlerini salmak için hazır bekliyorlar.”(27)
Kitle iletişim araçları, ağlarını dünyanın dört bir yanına yaydığı için, ABD sermaye düzeninin zenginlik ve gücünün temel kaynakları arasındadır. En zengin Amerikalıların önemli bir kısmı, zenginliklerini kitle iletişim araçlarından elde ediyor. En varlıklı 400 Amerikalı arasında servetlerini kitle iletişim araçlarından elde edenlerin oranı 1982’de yüzde 9,5’tan, 1989’da yüzde 18’e çıkmıştır. Günümüzde medya emperyalizmi, ABD’de güç, zenginlik, nüfus kaynağı olarak tıpkı kirli para gibi imâlatın yerini almıştır ve en zengin Amerikalıların neredeyse beşte biri, bu “şeytan fabrikaları’nın zihin köleciliğinden muazzam servetler edinmektedirler. İletişim tekellerinin zihin sömürgeleri kurmaları ile eğitimin dünya ölçeğinde neo liberal “yapısal uyum” politikalarına kurban edilişi aynı eşitsizlikçi toplumsal dinamiklerden beslenir. “Karanlık çağlardan beri eğitimin yaygınlaşmasından, ilk defa bu kadar büyük ölçekli bir gerileme gerçekleşmiştir.”(28)
ABD, insanlığı “karanlık çağlar’ın çaresizliğine götürüyor. Artık insanların çaresizlikleri öyle boyutlardaki, “Amerika’da melekler her yerdeler. Tiyatro sahnelerinde, televizyon ekranlarında, yollarda, barlarda, kumsallarda, bilgisayar sistemlerinde, web sitelerinde… 1990’Iarın en çok izlenen oyunlarından biri, Amerika’da ‘Melekler’ adını taşıyordu… 1997 yılında San Diego yakınlarında topluca intihar eden Yüce Kaynak tarikatının üyelerinin de, birer melek olduklarına inandıkları saptanmıştı. Amerika melekler ülkesi… Milenyum İzleme Enstitüsü, ABD’de faaliyet gösteren bağımsız bir örgüt. Adından da anlaşılacağı üzere, milenyum inançlarını yayan, mahşer haberlerini duyuran, İsa’nın dönüşünü müjdeleyen tarikatlarla ilgileniyor. Enstitü, sadece ABD’de 1.500 milenyumcu tarikat saptamış… Ortak özellikleri meleklere büyük önem vermeleri. Harold Bloom, Yeni Bin Yıl Kehânetleri adlı ilginç kitabında, bir araştırmanın sonuçlarını veriyor: Her yüz Amerikalıdan kırk altısı, bir koruyucu meleğin bulunduğuna inanıyormuş. Bloom, bundan yola çıkarak günümüzde, Amerikalılar’ın meleklerle ilişkilerinin evcil hayvanlarla ilişkilerine benzediğini ileri sürüyor. Bloom’a göre, Amerikalıların meleklerle ilişkileri hayvan beslemek kadar sıradanlaştı. Amerikalılar melekleri evcilleştirdiler… Amerika’da melekler her yerdeler. Güney California’da, okyanus ve dağlar arasında onlar için bir şehir merkezi dahi kurulmuş: Los Angeles. Bu şehir dinsel çoğulculuğun merkezi. Çok değişik inançlar ve tarikatlar orada melekleriyle birlikte yaşıyorlar.”(29) Yazar Michel Serres’in anlatımıyla, “modern dünyada her insan bir mesaj taşıyıcı, bir melek”, “yeryüzü koskoca bir melekler şehrine dönüşmüş bulunuyor”; Serres buna “yeni şehir” diyor ve “hepimizin düşmüş melekler olduğumuzu söylüyor. Yeni şehir düşmüş meleklerin ülkesi. Dahası zenginlerin Olimpos Dağındaki tanrılar gibi davrandıkları, eşitsizlik üzerine kurulmuş bir ülke. Sahte tanrıların ve düşmüş meleklerin şehri.”(30)
Milyarlarca insandaki umudu, kültürü, aşkı, ruhu, dini, eleştirel aklı; medya tekelleri, bilgi otobanları, iletişim teknolojileri ile öldürmenin sonucu budur. Amerikan kâbusunun yayılışı beşeriyeti çürütüyor. Altı milyar insandan dört milyarı borcunu ödeyemezken, dünya pazarını “kutsal” ilân etmenin ve insanları bunu hakikat olarak kabul etmeye zorlamanın sonucu, bireylerin kendilerini “melek” saydıkları bir noktaya varmalarıdır. Ancak, küresel kapitalizmin “melekler”e değil tüketicilere ihtiyacı var. “Bu toplumun şiarı şudur: Kendini kötü hissediyorsan ye!.. Tüketicinin tepkisi melankoliktir; sıkıntısının kendini boş, soğuk, duygusuz hissetmek olduğunu sanarak; sıcak, zengin ve canlı şeylerle boğazına kadar dolmak ihtiyacı duyar… Kurtuluşa giden yol gırtlaktan geçer; tüket ve kendini iyi hisset! Aynı şekilde bir huzursuzluk, sürekli değişim, hareket ve farklılık manyaklığı vardır; sükûnet ölüm demektir… Tüketicilik, demek ki mecalsizlik ve uykusuzluk gibi birbirleriyle çarpışan ikiz semptomlarıyla, depresyon psikopatolojisinin toplumsal benzeridir.” (31) Tüketim toplumu, hayatın tüm kaynaklarıyla çöpleştirilmesinin tezahürüdür…
Notlar
1- Modernliğin Eleştirisi, Alain Touraine, çev: Hülya Tufan, YKY, İst., 2. Baskı, 1995, s. 204.
2- James Petras, Küreselleşme ve Direniş, Çev: Ali Ekber, Cevdet Aşkın, Çağlar Arın, Cosmopolitik Kitaplığı, İst., 2002, s. 85-86.
3- Medya Gerçeği, Noam Chomsky, çev: Abdullah Yılmaz, Tümzamanlar Yay., İst., 1993, s. 19.
4- Zihin Yönlendirenler, Herbert Schiller, çev: Cevdet Cerit, Pınar Yay., İst., 1993, s. 50.
5- Zihin Yönlendirenler, Herbert Schiller, çev: Cevdet Cerit, Pınar Yay., İst., 1993, s. 276-277.
6- Sessiz Yığınların Gölgesinde Ya da Toplumsalın Sonu, Jean Baudrillard, Çev: Oğuz Adanır, Ayrıntı Yay., İst., 1991, s. 29.
7- TV Beyaz Camın Arkası, Martin Esslin, çev: Murat Çiftkaya, Pınar Yay., İst., 1991, s. 76-77.
8- Uluslararası İletişim, Dünyanın Çarpık Düzeni, irfan Erdoğan, Kaynak Yay., İst., 1995, s. 257.
9- Tanrının İntikamı, Gilles Kepel, çev: Selma Kırmız, iletişim Yay., İst., 1992, s. 156-157.
10- Kader Üçgeni, ABD, İsrail ve Filistinliler, Noam Chomsky, çev: Bahadır Sina Şener, İletişim Yay., İst., 1993, s. 38.
11- Kültür ve Emperyalizm, Edward W. Said, çev: Necmiye Alpay, Hil Yay., İst., 1998, s. 425.
12- Thomas Friedman, Küreselleşmenin Geleceği, Lexus ve Zeytin Ağacı, Çev: Elif Özsayar, Boyner Holding Yay., İst., 2000, s. 351.
13- Cihat, İslamcılığın Yükselişi ve Gerilemesi, Gilles Kepel, çev: Haldun Bayrı, Doğan Kitap, İst., 2001, s. 204.
14- W. Edward Said, Kültür ve Emperyalizm, Çev: Necmiye Alpay, Hil Yay., İst., 1998, s. 442-443.
15- James Petras, Küreselleşme ve Direniş, Çev: Ali Ekber, Cevdet Aşkın, Çağlar Arın, Cosmopolitik Kitaplığı, İst., 2002, s. 91.
16- Batı Kültürünün Yeni Emperyalizmi, Postmodernizm ve Öteki, Ziyaüddin Serdar, çev: Gökçe Kaçmaz, Söylem Yay., İst., 2001, s. 181.
17- Medya, Devlet ve Ulus, Siyasal Şiddet ve Kolektif Kimlik, Philip Schlesinger, çev: Mehmet Küçük, Ayrıntı Yay., İst., 1994, s. 236.
18- Meta Estetiğinin Eleştirisi, Kapitalist Toplumda Görüntü, Cinsellik ve Reklam, Wolfgang Fritz Haug, çev: Ayşe Gül, Spartaküs Yay., İst., 1997, s. 55.
19- Pop Kültür Oluyor, Craig Mc Gregor, çev: Gürol Özferendeci, Çivi yazıları, İst., 2. Baskı, 2000, s. 67.
20- Politik-Psikoloji Notları, Serol Teber, Ara Yay., İst., 1990,s. 158-159.
21- Serol Teber, Politik-Psikoloji Notları, Ara Yay., İst., 1990, s. 159-160.
22- İkibine Doğru, Raymond Williams, çev: Esen Tarım, Ayrıntı Yay., İst., 1989, s. 182.
23- Cehenneme Övgü, Gündelik Hayatta Totalitarizm, Gündüz Vassaf çev: Ömer Madra- Zehra Gencosman, Ayrıntı Yay., İst., 1992, s. 113.
24- Katı Olan Her şey Buharlaşıyor, Marshall Berman, çev: Ümit Altuğ-Bülent Peker, İletişim Yay., İst., 1994, s. 125.
25- Sahip Olmak Ya da Olmak, çev: Aydın Arıtan, Arıtan Yay., İst., 1991, s. 24.
26- Kitle iletişiminde İmaj, İsmet Yazıcı, Bilim Yay., İst., 1997, s. 189
27- İsmet Yazıcı, Kitle İletişiminde İmaj, Bilim Yay., İst., 1997, s. 147-148.
28- Eğitim ve Kapitalizm, Neo Liberal Eğitim Ekonomisinin Eleştirisi, Fuat Ercan, Bilim Yay., İst., 1998, s. 62.
29- Şenlik, Sanat ve Sabotaj, Halil Turhanlı, Çiviyazıları, İst., 2002, s. 140-141-142.
30- Halil Turhanlı, Şenlik, Sanat ve Sabotaj, Çiviyazıları, İst., 2002, s. 142-143.
31- Zygmunt Bauman, Küreselleşme-Toplumsal Sonuçları, Çev: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yay., İst., 1999, s. 76-77.
Suat Parlar, Barbarlığın En Yüksek Aşaması: ABD, Anka Yay., 1. Basım, İst., Nisan-2004.