Abdülhamit’in Rejimi Feda Ederek Sistemi Devam Ettirme Stratejisi – Suat Parlar

Abdülhamit'in Rejimi Feda Ederek Sistemi Devam Ettirme Stratejisi - Suat Parlar


1906-1908 zaman aralığında Anadolu’da kent ayaklanmaları art arda geliyordu. 1905 Rus Devriminin ve İran’da meşrutiyetin ilanıyla sonuçlanan hareketin, Doğu Anadolu’daki yankısı büyüktü. 1907 yılında, İstanbul’daki Rus Büyükelçisi Zinovyev, “Kafkasya’da doğup başlayan ihtilalci hareketler, geçen yıl, Erzurum ilinde etkisini gösterdi” diye yazıyordu. Halkın çeşitli tabakalarının oluşturduğu “Can Verir” adlı örgüt, yönetim yetkilerinin kötüye kullanılmasını önleme ve batmış durumdaki halkın ödediği çok ağır vergilerin kaldırılmasını sağlama amacıyla, gerek bölge yönetimine, gerekse Osmanlı hükümetine karşı giriştiği savaşı yavaşlatmadı. Bu örgütün yanı sıra, halkın çoğunluğu tarafından çeşitli gruplar kuruldu ve bu grupların propagandaları ordu içine bile sızıp yayıldı.(1)

İstibdat rejimine karşı halkın isyanı Erzurum’da 1906-1907 yılları boyunca devam etti. Hükümet ise hareket karşısında “uysal” bir tutum almak zorunda kalıyordu. Çünkü il garnizonunun bir kısmı, isyancılar ile bütünleşiyordu. Saray ve yüksek bürokrasinin darbe girişimlerini bastıran rejim, egemenlerin en çok korktukları durumla karşı karşıya idi; halklaşan ordu ve ordulaşan halk…

Erzurum isyancıları silahlıydı ve güçlerini hükümet görevlilerine karşı kullanmaktan çekinmiyorlardı. Askerin tutumunu ise Rusya’nın Erzurum Konsolosu Skrybin, 1906 Ekim olayları dolayısıyla İstanbul’daki büyükelçiliğe gönderdiği telgraflarda anlatıyor ve Erzurum Valisinin, “nasıl olup da askeri otoritelerin kendinin tutsak edilmesine, polislerin öldürülmesine müdahalede bulunmadıklarına” şaşırıp kaldığını vurguluyordu. Konsolos 1907 Ocağında gönderdiği raporda ise, “ihtilalcilerin, hükümetin baskı ve cezalandırmasından korkmadıklarını, çünkü kendilerini askerlerin destekleyeceğine emin olduklarını” yazıyordu. Bölgede bulunan garnizonun askerleri arasındaki propaganda oldukça etkiliydi. Hatta askerleri, ayaklanan halkın karşısında yer almamaya çağıran söylevler veriliyordu garnizonda. Petrosyan’ın Rus Konsolos Skrybin’e dayandırdığı bilgiye göre, “biz sizin rahatınızı nasıl düşünüyorsak (deniliyordu söylevlerde) siz de, subay ve komutanlarınız “vur” buyruğu verirlerse eğer onları dinlemeyin”.

Erzurum’da, Nazım Paşa’nın valiliği sırasında (1902-Mart 1906) İmparatorluğun her yanında olduğu gibi rüşvet, iltimas, yolsuzluk halkı bezdirirken diğer taraftan da “askerlerin perişan bir halde kalması, subayların aylarca maaş alamaması, heyecanı kat kat artırıyor, yangına körükle gidiliyordu”. İstibdat rejiminin “hayvanat-ı ehliye rüsumu” adı altında yeni bir vergi almaya başlaması ve “sözüm ona ordunun ihtiyaçları için” “rüsum-u şahsiye” koyması halkın tepkilerini isyana dönüştürüyor, Erzurum’un “Tarihçesi”ni yazan Mahmut Nusret’in anlatımıyla “kıvılcım saçağı sararak hükümeti tehdit etmeye başlıyordu.

Vergilerin geri alınmasını sağlamak amacıyla harekete geçen protestocu bir grup 12 Mart 1906’da İstanbul’a telgraf çekiyor, bu durum İstanbul’da yöneticiler arasında “korku” yaratıyordu. Ama İstanbul’dan beklenen olumlu cevabın gelmemesi üzerine, Can Verir adlı direniş örgütünün yöneticileri postaneye el koyuyorlardı. Valinin postanedeki kalabalığı dağıtmak istemesi, Erzurum’da ilk ayaklanmanın fitilini ateşliyordu. Mehmet Nusret 13 Mart 1906’daki bu ayaklanmada askerin tutumunu şöyle anlatıyor:

“Telgrafhanedeki kalabalığı yasaklamak ve buna sebep olanları yakalamak üzere vali bizzat emir vererek 26. Nizamiye Alayının 2. Taburunu ahali üzerine sevk etti. Askerin zaten silah kullanmayacağını bilen cemiyet başkanları, derhal çarşılara tellallar çıkartarak dükkânların kapatılmasını emrettiler ve hükümete güvensizliklerini bildirerek akın akın telgrafhane etrafında toplanmaya başladılar” Bu arada Müftü, yeni vergilerin “şeriata aykırı” olduğunu açıklıyordu. (2)

Erzurum’da din adamı, asker, esnaf, tüccar, vergilerle iyice ezilen yoksul insanlardan oluşan halk cephesinin isyanı sonucunda on gün boyunca el koyulan telgrafhaneden İstanbul’a 30 kadar telgraf çekiliyordu. 13 Mart 1906 gecesi telgrafhanede sabaha kadar İstanbul’dan gelecek cevabı bekleyen insan sayısı altı binden fazladır. Hükümet merkezi özellikle askerin isyanından çekinmektedir. 4. Ordu Müşiri Zeki Paşa’ya sorunun kesin çözüme bağlanması emri verilir, “bunun nedeni subayların işe karışmalarının önlenmesi”dir. Fransız Dışişleri Bakanlığı Arşivi belgelerinde de “asker, halka ateş etmeyi reddetti ve bu arada kendisini ateş etmeye mecbur etmek isteyen bir subayı da yaraladı.” Bu durum karşısında Saray, vali Nazım Paşa’yı azletti ve vergi toplanması işini erteletti” gözlemi dikkat çekiyor. (3)

Rejimin vergi isyanları ile karşı karşıya kalması ve özellikle yerel garnizonlarda bulunan askerlerin ayaklananlara verdikleri destek yaygınlık kazanır ve denetlenemez hale gelirse, sistemi tümüyle sarsabilecek nitelikte bir kriz ortaya çıkabilir, bu durum yabancı güçlerin çıkarlarına zarar verebilirdi. Bu nedenle askerin tutumu ile isyanların vergiye ilişkin gerekçelerinin batılı gözlemciler ve diplomatlar tarafından dikkatle izlendiğine kuşku yok. 1906 Mayıs ayında Erzurum Valiliği görevine atanam Ata Bey’in 13 Mart isyanının öncüleri olan kişilerin listesini İstanbul’a bildirmesi üzerine bu kişilerin tutuklanması emri verilir. Bundan sonraki gelişmeler ve askeri yetkilinin tavrı şöyledir:

Vali, 23 Ekim 1906’da sokak başlarına ve önemli noktalara jandarma yerleştirir. Ancak tutuklamaların Erzurum halkında yaratacağı öfkenin tekrar geniş çaplı olaylara yol açacağından korkan Ata Bey, kentin en yüksek rütbeli askeri sorumlusundan nizamiye askerinin de tertibat almasını, olay çıkarsa isyancılara ateş edilmesini ister. Askeri sorumlu, tutuklamaların yapılmasına karşı olduğunu, muhtemel karışıkları önlemek içinde bizzat silah kullanılması emri vermeyeceğini söyler. Ata Bey’in padişahın kararının geciktirilmeyeceğini belirtmesi üzerine, merkez komutanına (Atıf Paşa) hükümet konağı ve konsoloslukların bulunduğu caddelerde askeri tedbir alması için emir verir. Ayrıca, durumu bir telgrafla 4. Ordu Müşirliğine bildirerek emirlerini bekler. (4)

Rejim, uç bölgelerde çözülmeye başlamıştır. Askerin emir komuta zinciri artık işletilmemektedir. Halkın isyanı alt kadroları etkilerken, üst kademede de paşalar arasındaki ayrışma netleşiyordu. Erzurum’da “en yüksek rütbeli askeri sorumlu” olan Münir Paşa, halka karşı silah kullanmama kararını valiye açıkça bildirirken, Atıf Paşa, Vali’ye daha yakındır. Tutuklanıp sürgüne gönderilen kişiler, yarı yolda jandarmanın elinden kurtarılarak Erzurum’a getirilirler.

İsyanın şiddeti ve Erzurum garnizonunda bulunan askerlerin halktan yana tavır almaları, hükümeti geri çekilmeye zorluyordu. Erzurum gibi önemli bir kentte, hükümet çözülür, şehre isyancılar hâkim olurlar. Rejim büyük bir darbe yemiştir. Paris’te yayınlanan Jön Türklere ait Terakki gazetesi 11. Sayısında, Erzurum’daki Ekim 1906 İsyanını anlatırken, “On beş günden beri memlekette hükümet yok! Fakat Erzurum’da asayişin bu kadar istikrarlı olduğu bir zamanda olmadı. Her tarafta dükkânlar açık, ticaret serbest. Sokaklarda polis ve zaptiye gibi asayiş memurları hiçbir şekilde dikkati çekmiyor” tespitinde bulunuyordu.

Rejim çözülmekle kalmıyor, egemenlik sisteminin işleyişi açısından yönetici sınıfları ürkütecek gelişmeler yaşanıyordu. Halkın denetimi ele geçirmesi artık düzeni tehdit eden bir durum olarak değerlendiriliyor ve Tarihçe-i Erzurum yazarı Mehmet Nusret, onlara “sergerdeler” diyor. Temel düzenin bozulması karşısında durumu tasvir ederken, “Ama halk, vergilerin affında ısrar ettiği gibi siyasi kuvvetini kaybeden hükümete karşıda tahakküme başladı. Bu defa da sergerdeler hükümet ediyorlardı” diyen Mehmet Nusret, sınıfsal tavrını ortaya koyuyor.

İsyanın neredeyse bir halk hükümetinin oluşumuna kadar uzandığı ve rejimin “siyasi kuvvetini” kaybettiği görüşünün artık yerli egemenlerin ve yabancı güçlerin daha ayrıntılı gözlemleriyle desteklendiği kuşkusuzdur. Nitekim Erzurum’da İstibdat rejimini temsil eden kuruluşların hedef alınması ve isyancıların bir “sergerdeler hükümeti” kurmasının İran ve Rusya’da yaşanan devrimci gelişmeler ışığında değerlendirilmesi gerekiyor.

“1907 yılında Can Verir örgütü, Erzurum’da bir bildiri dağıttı. Bu bildiride anayasanın yürürlüğe konması ve meclisin toplanması gibi isteklere yer veriliyordu. Bunlardan başka sultan rejiminin despotluğu, yüksek bürokratların satılmış kişiler oldukları, yabancıların memlekette giderek ağırlıklarını artırdıkları ve vergilerin dayanılmaz bir ağırlık kazandığı da söz konusu ediliyordu. Bildiriciler, halkın dikkatini Rusya ve İran’daki devrimci olaylara çekiyorlardı” (5)

Tüm bu gelişmeler zincirinde en esaslı halka, askerin giderek rejime itaat etmemesi ve halkın isyanı karşısında bazen açık, bazen örtülü olarak verdiği destektir. Nitekim 1907 yılındaki ikinci Erzurum isyanı sırasında, “hükümet asker sevk etmek lüzumunu duymuş, ancak dördüncü ordu müşiri Zeki Paşa’nın halkla vuruşmanın doğru olmayacağı yolundaki ikazıyla iş çarpışmaya götürülmemişti”. (6)

Anadolu’daki isyanlarda İttihat ve Terakki’nin etkisi sınırlıydı. “İzmir ve çevresinde merkezlenmiş Türk ordusu içinde ve Anadolu’nun çeşitli yerlerinde propaganda yapmak üzere Selanik’teki İttihat ve Terakki Cemiyeti tek tük çabalar göstermişse de, örgütü Makedonya’daki biçimde Anadolu’da yaymak için bir girişimde bulunulmamıştı”. (7)

Ancak, Cemiyet 1906-1907 yıllarında patlayan isyanlardan sonra Anadolu’da örgütlenmeye çalışıyordu. Örneğin, 1908 Ocağında Selanik’teki merkeze gönderilen bir mektupta 4. Ordu Müşiri Zeki Paşa’nın Erzincan ve Erzurum’da “birçok İttihat ve Terakki üyelerinin” yakalanmasına neden olduğu bildiriliyordu. (8)

Bu bağlamda, Erzurum isyanı, İttihat ve Terakki’nin öncülük ettiği bir hareket değildir. Cemiyet üyesi Hüseyin Tosun Bey, Erzurum’da sınır kıtalarında görevli Hüsamettin Bey’le anlaşıyor (Hüsamettin Ertürk Teşkilat-ı Mahsusa’nın son reisidir ve faaliyetlerine başlamadan; hayvan vergisini protesto etmek için Yıldız Sarayı’na çekilen telgraf nedeniyle tutuklanıyordu.

Erzurum İsyanı Anadolu’ya yayılan ve birçok yerde görülen hareketlerin en önemlisidir. Ancak rejime isyan Erzurum ile sınırlı değildir. Sivas, Diyarbakır, Kastamonu, Bitlis, Kayseri, Trabzon, Sinop halk hareketlerinin patlak verdiği yerlerdir. 1906-1908 zaman aralığında yoğunlaşan halk eylemleri A. F. Miller’in çözümlenmesine göre: “Ortak Osmanlılık anlamından yoksun, bölgesel nitelikte ve örgütsüz” olmakla birlikte yine de “oldukça önemli karşı- hükümetçi eylemlerdi. Bu yükselen eylem dalgası, ordu içindeki başkaldırma hareketleri ile paraleldir.

Ordunun “ilerici” subaylarının erdemlerine bağlanan İstibdat Rejimi’nin devrilmesi görüşü egemen tarih ideolojisinin ön kabulüdür. Oysa Anadolu halkının yükselttiği eylem dalgası ve zulme karşı direnişi, rejimin sarsılmasında oldukça etkilidir. Rejimin çözülüşü karmaşık ekonomik, siyasal, askeri, diplomatik süreçlerin bileşkesi olup, Anadolu’nun isyan hareketleriyle kaynaşması ise çözülmenin esaslı işaretidir. Anadolu’da artık tutunması mümkün olmayan İstibdat Rejimi’nin, sonu yaklaşıyordu.

Dolayısıyla “ilerici” hareketlerin çalışmalarına bağlanan rejimin yıkılmasında, Anadolu’ya yayılan eylemlerin yükselttiği dalganın rolü en önemli etkenler arasındadır. 1908 hareketini Enver ve Niyazi Beylerin dağa çıkması ve onlarla hareket eden bir grup subayın ve aydının eylemlerine bağlamak büyük bir tarihsel gerçekliğin üzerini Anadolu coğrafyası çerçevesinde örtmek anlamına gelir.

1905 Rus Devrimi ve İran’daki Meşrutiyet hareketi ile bağlantılı olan, Doğu halklarının ayağa kalkma dönemine denk düşen bu eylemlerin, tüm bölgesel dinamiklerden kopuk, önemsiz eylemler biçiminde örtülmesi kasıtlıdır. Egemen tarih görüşünün Anadolu’yu tüm bölgesel dinamiklerden kopuk, masalsı kahramanların kurtarıcılığına muhtaç, tevekkül içinde ve geri bir siyasi coğrafya olarak değerlendiren yerli oryantalizmi 1908 Meşrutiyeti’nin ilânını sağlayan hareketi batıdan başlatır. Bu arada idealist subay ve aydınların sadece “vatanı kurtarmak” peşinde, tüm sınıfsal, sosyal, ekonomik insan davranışlarının dışında masalsı kahramanlar olarak sunulması “kurtarıcılar” dan müteşekkil bir ordu ideolojisinin tarih anlayışına dayanır. Oysa dönemin askeri ve sivil başkaldırı hareketleri uzun bir sürecin yoğun çelişkilerinden beslenir. Bu başkaldırı hareketlerinin ordu içinde yaygınlık kazanması “devletin ruhu” olan bu kurumun tüm Osmanlı tarihi boyunca temsil ettiği isyan geleneği ile birlikte düşünüldüğünde rejimden öte sistemi sarsacak gelişmelere neden olabilirdi. Uç noktalara taşınan askeri isyan eylemlerinin kabul edilebilir sınırlara çekilmesi, batılı güçlerin çıkarları açıcından da giderek daha büyük önem kazanıyordu.

II. Meşrutiyetten Cumhuriyet’e akan çizgide askeri isyan hareketlerinin masalsı kahramanlık yanılsaması ile örtülmesi sistem açısından ideolojik bir zorunluluktur. Halkın isyanını destekleyen, rejime başkaldıran, emir komuta zincirini kıran, üstelik 1905 Rus Devrimi ve İran meşrutiyet hareketi türünden büyük toplumsal hareketlerden etkilenen askeri eylemlerin üzerinin örtülmesi ve tüm gelişmelerin kahramanlara bağlanması tarihsel bir çarpıtmadır. Halk ve ordunun, egemenlik sistemine ait yönetim mekanizmalarını işlemez hale getirecek biçimde birleşmesinin önlenmesi, büyük bir politik baskı ve tarihsel bilincin karartılması ile mümkündür. Oysa II. Meşrutiyet’e uzanan süreci masalsı kahramanların eylemleri değil, halkın isyanı ve ordunun özellikle alt kadrolarının başkaldırısı biçimlendiriyordu.

İstibdat paşaları, genç subaylar tarafından vuruluyordu. Tüm egemen tarih edebiyatı Balkanlar’da ittihatçı subayların kurşunlarına hedef olan İstibdat paşaları üzerinde dururken, Anadolu’da gerçekleştirilen eylemler ön plana çıkarılmaz. Örneğin, Trabzon’da Teğmen Naci, İttihat ve Terakki tarafından “zorbalığı” nedeniyle idama mahkûm edilen, tümen komutanı Hamdi Paşa’yı öldürmüştü. Teğmen sürekli olarak “arkadaşlarımı zulümden kurtardım… Daha nicelerini götürürüz” diyordu.

Onun halk önünde infaz edilmesi sırasında kalabalığa hitap etmesinden korkuluyor ve hücresinde boğularak öldürülüyordu. İstibdat Rejimi’nin en büyük güvencesini oluşturan paşalar, genç subayların kurşunlarına hedef olmaya devam edecekti.

1905 Rus Devrimi’nin sarsıcı etkileri, geniş halk kitleleri ve ordudaki hareketliliği yoğunlaştırıyordu. Nitekim Rusya’daki devrimci gelişmelerden İstibdat rejimi gerekli sonucu çıkarıyordu. 1905 Ocak ayında Petersburg’da meydana gelen olaylar, İstanbul’da yönetici çevrelerde “telaş ve huzursuzluk” yaratıyordu. İstanbul’daki Rus elçisi Zinovyev 11 Ocak 1905’de Dışişleri Bakanı Lamsdorf’a gönderdiği telgrafta, “Petersburg’taki fabrika işçileri arasında meydana gelen ve güya başkentin ve devletin düzenini tehlikeye sokan hareketler hakkında borsada en inanılmaz söylentiler yayılıyor” diyordu.

Rus Karadeniz donanmasındaki askerlerin 1905 yılındaki isyanı İstibdat Rejimi’nin önde gelenlerini özellikle tedirgin ediyordu. Bu arada, Çar hükümeti, Romanya ve Türkiye’ye başvuruyor, isyan eden denizcilere karşı yardım talebinde bulunuyordu. Lenin bu durum karşısında kaleme aldığı makaleye Rus Çarı Kendi Halkına Karşı Türk Sultanından Yardım Bekliyor başlığını koyuyordu. Lenin’in anlatımıyla:

Çar hükümetinin ayaklanan denizcilere karşı Romanya ve Türkiye’den polis yardımı talebinde bulunması kadar utanç verici bir şey olamaz. Türk Sultanı Çar mutlakıyetini Rus halkından korumaya zorunludur; Çar, Rus silahlı kuvvetlerine güvenemez; o, yabancı güçlere yardımları için yalvarmaktadır.

Abdülhamit, Çar’ın “Rus Silahlı kuvvetlerine güvenemez” durumuna gelmesinden gerekli sonuçları çıkarıyor. 1908 Temmuz’unda hiç direniş göstermeden Balkanlardan gelen telgraf bombardımanı neticesinde Kanun¬u Esasi’yi ilan etmesinin temelinde kısa süre önce yaşanmış 1905 Rus devriminde ordunun tutumunun da payı olsa gerek. II. Abdülhamit, Rus Çarı’nın talebine olumlu cevap veriyor, baskı sistemlerinin “enternasyonal” dayanışması “modern” kapitalist çağda, gelişmiş-azgelişmiş, ileride-geride ayrımlarının ötesinde küresel egemenliğin temel kuralı haline geliyor. Dünya kapitalist sistemi içindeki tüm devletler, nitelikleri ne olursa olsun, “devrimci” halk hareketlerine karşı ortak tutum alıyorlar. Ancak bu hareketlerin başarılı olması ve iktidarı ele geçirmesi durumunda egemenler cephesi, çıkarları ekseninde bölünmeye başlıyor.

4 Temmuz 1905’de İngiliz gazetesi Times’in başyazısından alıntı yapan Lenin şunları aktarıyor:

Şimdiye kadar denizcilerin isyanının Türk yetkililerine etkisi açısından doğurduğu biricik sonuç, bu isyanın onları her zamankinden daha sert bir denetime itmiş olmasıdır. Bu sıkılığın ilk kurbanı, cumartesi günü Rus elçisinin akşam karanlığında Boğaz’ı gezdiği Rus sahil koruma gemisi olmuştur. Türkler bu gemiye manevra mermisiyle ateş açmışlardır.(9)

İstibdat rejimi özellikle Rus donanmasında isyanın simgesi olan “Potemkin” zırhlısına karşı Boğaz’ı tahkim ediyordu. Saray’ın önde gelen şahsiyetlerinden Tahsin Paşa “Abdülhamit ve Yıldız Hatıraları” adlı kitabında (s.74) şunları yazıyor:

Bir sefine-i harbiye mürettebatının isyanı Sultan Hamid’in bilhassa endişe ettiği mesaildendi. Asi bir geminin kendi tayfaları marifeti ile kaldırılıp hodbehat yola çıkarılması İstanbul’da şüyu bulursa bunun bize de sirayet etmesi ve pek cüz’i dahi olsa Sultan Hamid’in uykusunu kaçırmaya kâfi idi.

Abdülhamit, 1905 Rus devrimine açılan sürecin tüm bölge açısından etkisini görüyor ve askeri isyanın “sirayet” etmesi “cüz”i” bir ihtimalde olsa bundan korkuyor. Bu durumda Lenin’in “1905 hareketi” neticesinde ortaya çıkan “devrimci” etki “Asya’yı, Türkiye’yi, İran’ı, Çin’i sarmıştır İngiliz Hindistan’ında da kaynaşma artmaktadır” tespiti daha da önem kazanıyor. Bölgedeki egemenlerin ve Abdülhamit’in korkuları boşuna değildir. Sultan’ın Potemkin Zırhlısı’ndaki isyanı “uykusunu” kaçıracak ölçüde izlemesi ve tıpkı Çar gibi kendi ordusunun rejime olan desteğine güvenmemesi kayda değer. Ayrıca, Türkiye’nin tüm bölge dinamiklerinden, Asya’daki siyasal, ekonomik, sosyal gelişmelerden soyutlanarak yazılan resmi tarihinin aksine bir tarihsel akış çizgisi olduğu görülüyor. Askerin halkla birlikte cepheleşerek rejimi devirmesinin üzeri örtülmekle kalmıyor, Rusya, İran ve giderek tüm Asya’da varlığını duyuran devrimci dalganın etkisinde olduğu da örtülüyor. II. Meşrutiyet’in tüm itibarı masalsı kahramanlara mal ediliyor, doğru bir tarih anlayışının ışık tutacağı siyasal ve sınıfsal hareketlerin sisteme gelecekte tehdit oluşturması engellenmeye çalışılıyor. (Abdülhamit’in uykularını kaçıran ve askerlerde “isyan hislerini uyandırması” ihtimal dâhilinde görülen “Potemkin” zırhlısındaki ayaklanmayı, Türkiye’de insanlar ancak olayı anlatan filmin konusuyla sınırlı bir biçimde algılıyorlar) Oysa “Potemkin” zırhlısı İstibdat rejimini öylesine meşgul ediyor ki. Tahsin Paşa anlatıyor:

Rusya hükümeti bu asi Potemkin Zırhlısı üzerinde bir tesir icra edemiyordu. Zırhlı Boğaz’a yaklaşmak üzere idi. Ya girmeğe teşebbüs ederse ne olacaktı? Sultan Hamit derhal fiiliyata geçti ve Karadeniz planının hemen tatbiki ve büyük topların vaz’ı Tophaneye emredildi.

Boğaz’ın “Potemkin” zırhlısına karşı tahkim edilmesi için bile Düvel-i Muazzama’nın onayı gerekiyordu. Nitekim İstanbul’daki Rus Elçisi Türk hükümetini bu tahkimattan dolayı protesto ediyor. Ancak önlemlerin “Potemkin”e karşı olduğuna dair verilen güvence ile ikna ediliyordu. 1905’de Rusya’da yaşananlar Türkiye’de etkisini öylesine gösteriyor ki, İstanbul Boğazı kıyıları “muhbir ağı” ile kuşatılıyordu. Rusya’dan gelenlerin kimlikleri, ilişkileri araştırılıyordu. Bu arada geniş bir siyasi yelpazeye yayılan Jöntürk hareketi içinde 1905 Rus Devrimi karşısında farklı tutumlar söz konusuydu. Bazıları Rus işçilerinin yürüttüğü mücadeleyi ve denizcilerin isyanını övüyor, diğer bir kısmı ise “liberal” Stolipin’in devrimci hareketi saptırmak için yürürlüğe koyduğu “reform”lardan yana tavır alıyordu.(10)

1905 Rus devrimi sonrası ortaya çıkan ve tüm bölgede etkisini gösteren, politik sarsıntılar, İstibdat rejimini öylesine etkiledi ki rejimin başında bulunan Abdülhamit, imparatorluğun “zayıf halka” olduğunun bilinciyle gelişmeler karşısında alacağı tedbirleri araştırmaya başladı. Tahsin Paşa anlatıyor:

Rusya’da Duma’nın teşekkülü, İran’da idare-i hükümet usulünün tebeddülü nazar-ı dikkat ve ehemmiyeti celp etmekten hali kılıyordu. Abdülhamit bir aralık bunların tesiriyle kanun-u esasinin iade-i mer’iyeti meselesi üzerinde düşüncelere koyulmuştu. Hatta Avrupa kanun-u esasilerinin birçoklarını getirtmiş, hepsini yanında toplatarak tercümelerini emretmiştir.

Abdülhamit, rejimin, artık imparatorluğun “zayıf halka’ konumunu temsil ettiğinin bilincindedir. Çözülüşü algıladığı kuşkusuzdur. Yine Sultan’a oldukça yakın bulunan Tahsin Paşa anlatıyor:

Memleketin ahval-i dâhiliyesi artık en gafil gözden bile saklanamayacak derecede bozulmuş, Abdülhamit’in idare-i maslahat politikası para etmez olmuştu. Hastalık o kadar derinde, illetler o kadar çok idi ki gündelik tedbirlerle, muvakkat ilaçlarla bunun önünün alınamayacağını herkes görüyor ve akıbetin fenalığı bütün kalpleri endişeye düşürüyordu.

Abdülhamit, egemenlik sistemini kurtarmak adına rejimin dönüştürülmesi mecburiyetini, 1905’de Rusya ve İran’da meydana gelen hareketler ve bunun imparatorluktaki etkileri bağlamında kavrıyor ve Kanun-u Esasi’yi ilan etmek için hazırlık yapıyor. 1908’de Meşrutiyet düzenine geçiş sırasında Sultan’ın “ılımlı” davranışının gerekçeleri Tahsin Paşa’nın anlattıkları ile aydınlanıyor. Ancak, yarı sömürge koşullarında Sultan’ın temsil ettiği şebekeleşmiş çıkar ağlarının bu tür bir gelişmeye onay vermeleri mümkün görünmüyor. Abdülhamit, İstibdat rejimini feda ederek, sistemin başı konumunu koruyacağının hesabını daha 1905’te yapıyor. Ancak bu geçişin kolay olmayacağı görülüyor. Tahsin Paşa, “İdare-i Devleti ellerinde tutanlar ise bu hale seyirci mevkiinde bakmakta veyahut günlerini gün etmekle vakit geçirmekte idiler.” diyor. Abdülhamit, rejimin ve şebekeleşmiş grupların kendisini ‘”kalkan” olarak kullandıklarının farkındadır. 1905’te Kanun-u Esasi üzerine çalışmaya başlıyor ve 1908 Meşrutiyeti ile sonuçlanan hareketi, rejimin feda edilerek sistemin devam ettirilmesinde büyük bir politik fırsat olarak görüyor. Rusya’daki devrimin, Sultan’ı etkileme nedenleri ise şöyledir:

1905 Rus devriminden sonra durum değişti. Ülkenin büyük bir bölümünde isyan ruhu canlandı, sultan yönetimine karşı muhalefet güçlendi; orduda, donanmada ve taşra illerinde dalgalanma ve itaatsizlik sıklaştı… Karışıklıklar, dalgalanmalar, terör hareketleri, askerlerin isyancılar tarafına geçişi bazı kentlerde ayaklanmalar birbirini izliyordu.(11)

Anadolu’da, 1905 yılından sonra yayılan isyan hareketlerinin merkezi Erzurum idi. Bu kentin Rusya ve İran’a yakın olması ve uç bölge niteliği kayda değer.

Rusya’da, askeri isyanın öncülerinden Teğmen Şmidt’in Çar yönetimi tarafından idam edilmesi üzerine Türk Ordu ve donanmasına mensup 28 subayın, teğmenin ailesine gönderdikleri mesajın içeriği oldukça çarpıcıdır:

Büyük Rus halkı son sözünü söylemelidir. Bu söz, bütün dünyaya tehdit edici bir yankı halinde yayılacaktır, işitilmemiş bir cinayet işlenmiştir. Yiğit teğmen Petr Petroviç Şmidt idam edildi.

Subaylar bu mektupta; “Büyük Rus yurttaşı Şmidt’i, onun bizim için değerli ölüsünü, Rus halkıyla birlikte biz de selamlıyoruz” diyorlar ve kendi “kutsal” hürriyet davaları için kanlarının “son damlasına” kadar savaşacaklarını bildiriyorlardı. Bu mektubu yazanların çoğu Kafkas asıllıdır ve Türk ordusu ile donanmasında önemli görevlerde bulunmaktadırlar. Aralarında kruvazör ve zırhlı komutanları, albaylar, teğmenler, gemi doktorları, askeri okul öğretim üyeleri vardı. Bu askerler Çerkez, Türk, Kürt, Laz, Arap, Arnavut kökenliydiler. Ancak politik hedeflerinde birlik içinde hareket ediyorlardı. Mektubu imzalayanlardan Mehmet Bey, Şmidt’in kız kardeşi Anna Petrovna’dan bu mektupta adı geçenlerin isimlerinin gizli tutulmasını istiyor, açığa çıktıkları takdirde kendilerini ağır cezaların beklediğini yazıyordu. 21 Nisan 1906’da çarlık polisi, “Osmanlı İmparatorluğu’nun bilgisine sunulması ricasıyla bu mektubu dışişleri bakanlığına gönderiyordu. (12)

Bu 28 subayın akıbetleri halen bilinmiyor.

1905 Rus devrimi ve “Asya’nın uyanışı” Jöntürk muhalefetinin ülke dışındaki grupları ile yayın faaliyetini etkiliyordu. Özellikle 1906 Nisanında ilk devlet “Duma”sının açılması Jöntürklerin benzer bir düzenin kurulması çabalarını canlandırıyordu. İttihat ve Terakki’nin yayın organları olan “Meşveret” ve “Şura-yı Ümmet” gazetelerinin yanı sıra 1905 yılında Mısır’da çıkmaya başlayan “Türk” gazetesi Rus devrimi karşısında diğerlerinden daha destekleyici bir tutum alıyordu. “Türk gazetesi, 1905 Rus devrimini gerçekleştiren gücün halk kitlelerine dayandığını, onları örgütleyenlerin “halka sadık ve ölümden korkmayan devrimciler” olduğunu yazıyordu.

“Türk” gazetesiyle aynı doğrultuda yayın yapan “Doğru Söz”ün “As¬ya’nın Uyanışı” konusundaki tutumu kayda değer. Bu Jöntürk yayınında Rusya’da “Duma”nın açılışı ve anayasanın kabulü üzerinde duruluyor, Osmanlı vatandaşlarına “artık utanmamızın zamanı geldi mi?” sorusu yöneltiliyordu. Daha sonra, İran’daki meşrutiyet hareketinden söz ediliyor ve “Bunun karşısında da utanmamız gerekmiyor mu?” deniliyordu. “Doğru söz” daha sonra Fas’taki halk hareketi ve Çin halkının “uyanışı”ndan söz ediyor ve aynı soruyu tekrarlıyordu: “Bundan da mı utanç duymayacağız”. (13) “Asya Uyanışı”nı temel alan, bölge dinamiklerine oturan, yarı sömürge zincirlerine bağlı İstibdat Rejimi Çarlık otokrasisi, İran Şahlığı’nın temsil ettiği egemenlik sistemlerini devirmeyi hedefleyen halk hareketleri birlikçi bir nitelik taşıyordu. Jöntürk hareketinin bazı yayın organları bu birlik çizgisine bağlılığı şiar edinmişlerdi. Örneğin, Bakü’de Ermeniler ile Tatarlar arasından meydana gelen çatışmalar karşısında “Şura-yı Osmanî” gazetesi uyarıda bulunuyor, “böl ve yönet” siyaseti izleyen Çarlık bürokrasisinin komplolarına alet olmamalarını istiyordu. 21 Ocak 1907 tarihinde yine aynı gazetede şu çağrı yapılıyordu:

Müslüman ve Müslüman olmayan ezilen halklar, birleşiniz! Birleşiniz! Yoksullar varlıklılar, güçsüzler güçlüler, kadınlar erkekler, gençler yaşlılar, birleşiniz! Trabzon, Erzurum ve Kastamonu halkı, bu vilayetlerin kahraman halkı, kahraman kardeşlerimiz ilk adımlarım attılar. İran’a bakın, Rusya’ya bakın. (14)

1905 yılının Ekiminde Bulgaristan’da yayınlanmaya başlayan Feryad gazetesi de 1905 Rus devriminin “güçlü etkisi” altındaydı. Gazete, “birleşik feryat’tan söz ediyor ve 9. sayısındaki başyazı daha sonra Milli Mücadele’nin parolası olarak bilinen çağrı ile başlıyordu: “Ya İstiklal Ya Ölüm”. Gazete, halkı İstibdat rejimine karşı silahlı mücadeleye çağırıyordu. Ancak, Jöntürk hareketinin tüm kanatları bu gelişmeler karşısında aynı tavrı göstermiyordu. Pozitivist muhafazakârlığın her türlü devrimci ve halk temelinde gelişen hareket karşısındaki tutumunu temsil eden Ahmet Rıza, Rusya’daki “olaylar iç savaşın bu dehşeti ve korkunç tabloları hiç de ilgi çekici değil. Bu manzarayı görerek heyecanlanmaya gerek yok” diyordu. Ahmet Rıza, İttihat ve Terakki üyelerini ve taraftarlarını, Rusya’da meydana gelen mücadele ile “ilgilenmemeleri” Türkiye’yi bir “iç savaş” alanı yapmamaları için uyarıyordu. Bu devrim ve halk hareketi karşıtı tutum, ittihatçılar ile gelişmekte olan Türk burjuvazisinin politikasında hâkim eğilimi temsil ediyordu.

Masalsı kahramanların destanları ile üzeri örtülen halk isyanları, Rusya, İran ve Çin’de ortaya çıkan büyük hareketlerin etkileri, İstibdat rejimini oluşturan egemenlik partileri arasındaki mücadeleler, darbe girişimleri ve en önemlisi orduda meydana gelen başkaldırılar II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e akan politik birikimin ana çizgilerini oluştururlar. Bu noktada, orduda ki başkaldırılar, rejimi esaslı surette sarsıyor, İttihat ve Terakki politikalarının oluşumunda büyük etkiler meydana getiriyorlardı.

Rusya’nın Karadeniz donanmasında başlayan ve 1905’in ikinci yarısına yayılan isyan ve aynı yıl Moskova’da ortaya çıkan işçi hareketi ile köylülerin çarlık rejimine karşı giriştikleri mücadele, Osmanlı ordu ve donanmasını da etkiliyordu. 1905 yılına kadar İstibdat rejimine karşı yüksek askeri bürokrasi ve askeri okullar dışında büyük çaplı ordu isyanları görülmezken, bu dönemde durum değişiyordu. Ordu ve donanmada ekonomik durumun dayanılmaz bir hal alması “sopa disiplininin” artması, askerlerin normal süreden fazla görev yapmaları, Ermeni, Dürzü, Arap isyanları ile Makedonya’daki karışıklıkları bastırmak için kullanılmaları orduyu rejime karşı ayaklandırıyordu.

İttihat ve Terakki içindeki askeri kadrolar; tüm sosyal, siyasal, ekonomik niteliklerinden soyutlanarak, tarihsel dinamiklerin dışında ve idealleri haricinde, beşeri gerçeklikleri olmayan masal kahramanları olarak sunulurlar. Egemen tarih görüşü özellikle orduyu ideolojik bir kuşatma altında tutmayı sistemin güvencesi saymaktadır. Bu çerçevede dönemin “Cihet-i Askeriyye”si ile ilgili bilgileri aktarmayı sürdürüyorum. Sadece Anadolu’da değil Balkanlarda da askeri başkaldırının zemini hazırdı. Ramsaur’un anlatımıyla:

Türkiye’nin Avrupa topraklarında hükümeti devirmeye ant içmemiş tek bir Türk subayı kalmamıştı. Türk subayları arasındaki hoşnutsuzluğun bu denli yaygın olması yalnızca milliyetçi duygulara bağlanmamalıdır. Abdülhamit döneminde orduda ki hoşnutsuzlukta ulusal gurur gibi uzak bir kavram söz konusu olsa da bu gerçekte, çok daha kişisel ve ivedi nedenlere bağlıydı. Genç subayların durumu düzeltme önerisiyle kendilerine yanaşan herhangi bir topluluğu can kulağıyla dinlemelerinde kişisel kaygıların rolü büyüktü.

Ordu sistemin merkezinde bulunuyordu. İngiliz Elçisi Elliot “Türk ordusu… Türk milletinin aktif ama gene de durağan, normal halidir” tespitini yapıyordu. Batılı gözlemcilerin ordu üzerine yaptıkları tespitlerin orduya yönelik politikalarının biçimlenmesine yön verdiği kuşkusuzdur.

Yine Ramsaur’un anlatımıyla:

Abdülhamit’in idaresi altında, diğer ordularla kıyaslanamayacak kadar düşük yaşama düzeyine ve çeşitli zorluklara razı olan ordu içinde hoşnutsuzluk yaratacak nedenler gittikçe artmaktaydı… Ve bütün saltanatı boyunca, kararsız Abdülhamit, güçlü bir orduya sahip olma isteğiyle ordunun fazla güçlenmesi korkusu arasında bocalamıştır.

Ordunun içinde bulunduğu koşullar, Abdülhamit’in “vehimleri” ve “kişisel yönetim” anlayışının ötesindeki nedenlerle bağlantılıdır. Emperyalistler arası rekabetin politik, mali, diplomatik zembereğine sıkışmış, topraklarını hızla kaybeden, biçimsel olarak imparatorluk vasıflarına sahip ancak batının borç kölesi haline getirdiği, Osmanlı Devleti ordusunun güç kaynakları kurutulmuştu. Dünya kapitalist sisteminin eşitsiz gelişme dinamiklerine zincirlenen, bağımsız gelişme koşulları çürütülen İmparatorluğun ordu ve donanması da bu durumdan payına düşeni alıyordu. Emperyalistler arası denge durumunu gözetme veya tek bir büyük gücün vesayetine dayanarak rejimin sürekliliğini güvence altına alma siyasi yapının temeliydi. Rejim, ülke kaynaklarının dışarıya aktarılma mekanizmalarını işletebildiği ve bunun yarattığı büyük tepkileri denetleyebildiği ölçüde varlığını sürdürebilirdi. Kaynaklar içeriye değil dışarıya akıyordu. Bir piramit halinde örgütlenen devlet yapısının üst kademeleri bu sürecin işletilmesini sağlıyorlar ve paylarına düşeni alıyorlardı. Bunun dışında, halkın ve ordunun ihtiyaçlarına ayrılan kaynaklar alabildiğine yetersizdi. Rejim, Tanzimat sürecinde tefeciler diktatörlüğünün kıskacındaki imparatorluğun uluslararası finans kapitali temsil eden bankerler diktatörlüğüne dönüşümünün payandası idi. Bu muazzam çelişkiler zembereğinin gerilimini yaşayan ordunun er geç harekete geçeceğini Sultan’da biliyor ve bunu geciktirmeye çalışıyordu. Sorun Abdülhamit’in vehimlerinin ötesinde, sistemin dinamiklerinde ve yarı sömürge zincirlerinde biçimleniyordu. Rejime yönelik en büyük tehdit ordu ve donanmaydı.

Bu yüzden:

Abdülhamit, Boğaz’a nazır sarayında, gemilerin atış menzili içinde yaşamaya dayanamıyordu. Bu nedenle yeni bir savaş gemisi alınır alınmaz (ki hükümdarlığı sırasında hayli gemi satın alınmıştı) önce makinenin hayati parçalarını çıkarttırır, sonra da Haliç’e hapsettirirdi. Türk donanmasına ait gemilere cephane girmesi kesinlikle yasaktı.(15)

Rejimin tüm subayların bağlılığını temin etmeye yetecek kadar kaynağı bulunmuyordu. Bu durumda, subayların birbirini denetlemesine hizmet edecek bir hafiye ağının abartılı varlığı üzerinden psikolojik savaş uygulanıyor, rejimin çürümesi orduya da sirayet ediyordu.

Ramsaur anlatıyor:

Orduda terfi, yeteneklere dayanan bir işlem değildi. Dayanılmaz casusluk ağı, ordunun her kanadına işlemişti. Terfi etmenin tek yolu diğer subayları ihbar etmekti. Aylıklar hemen hiç bir zaman vaktinde ödenmezdi. Subaylar arasında, alacakları aylığı, başkentte bir kaç kişiye rüşvet verip gecikmiş Subay aylıklarını çıkartmayı meslek haline getiren sarraflara kırdırmak olağan sayılıyordu artık. Böylece özel mali olanaklara sahip olmayan Türk subayının sıradan bir erden pek farkı olmamıştı. (Özellikle genç subay kadrolarının terfi ve mali sorunları darbe süreçlerinin unsurları arasındadır. 27 Mayıs öncesinde, genç subayların içinde bulunduğu zor geçim koşullarının yarattığı tepkilerin, darbeye yol açan nedenler arasında bulunduğu biliniyor. Ayrıca, finansal kriz, büyük devalüasyon ve yüksek enflasyon yaşanan dönemlerde “Türk subayının sıradan bir erden” farkının kalmadığı duygusu, profesyonel bir askerin iç dünyasında ciddi sorunlara neden olsa gerektir)

Türk subaylarının yabancı meslektaşlarıyla kurdukları ilişkiler, mesleki koşullar ve ideolojik bakış açılarının sorgulanmasına neden oluyordu. Makedonya’da Avrupalı bir jandarma gücünün kurulmasını öngören 1903 Mürzteg anlaşmalarından sonra, bölgede bulunan 3. Ordu subayları Rus, Fransız, İngiliz, İtalyan, Avusturyalı meslektaşlarıyla ilişki kuruyorlardı. Bu ilişki profesyonel bir mukayese imkânı sağlıyordu. Ancak, Türk subaylarının ikilemi, neredeyse tüm “batılılaşma” sürecinin yarattığı ve halen aşılamayan çelişkilerden besleniyordu.

Ramsaur’un sözleriyle:

Duyguları çelişkiliydi kuşkusuz, çünkü istemeyerek de olsa beğendikleri, imrendikleri bu jandarma subaylarının, bir Türk eyaletinde bulunmalarına kızıyorlardı. Böylelikle, bir yandan onları kovmak için gittikçe artan bir arzu, bir yandan da onlara benzemek için kaçınılmaz, acıklı bir istek duymaktaydılar.

Uluslararası finans kapital diktatörlüğünün tüm üretim ve zenginlik kaynaklarını denetimi altında tuttuğu, yerli egemenlerin yarı sömürge zincirleriyle bütünleştiği bir ülkenin subayları, çözümü yine de “onlara benzemekle buluyorlardı. “Bunlar dış ülkelere tayin edildiklerinde çok sevinirlerdi (…) Büyük devletlere mensup askerlerle ilişki kurmaktan hoşlanırlardı. (16)”

Ramsaur erlerin durumunu ise dönemin belgesel tanıklıklarına dayanarak şöyle anlatıyor:

Erlere gelince, onların hayatları da kolay değildi, ama öte yandan hayat hiç bir zaman kolay olmamıştı. Türk köylüsü, ona diğer bir orduda ayaklanmaya yol açacak durumlara katlanacak bir aldırmazlık ve metanet kazandıran yüzlerce yıllık bir eğitimden geçmiş bulunuyordu. Başka bir hayat bilmediği için gerek dünya gerekse ahiret değerlerine göre, batıl inançlarla karışık bir saygı beslediği padişahına sadıktı. Milliyetçilik, çok uzak ve anlaşılmaz bir kavramdı onun için. Yine de, Abdülhamit rejimi altında koşullar daha da kötüleşmiş ve özellikle terhis zamanı çoktan geçmiş erat, evine, ailesinin yanına dönmek isteğini dışa vurmaya başlamıştı. Subaylar gibi erler de para yüzü görmemekteydi, yiyeceği kötü, üstü başı bakımsız, sürdürdüğü hayat bir hayvanınkinden az farklıydı. Yasal hizmet süresinin iki katı çalıştırılmaktaydı ve Yemen gibi imparatorluğun uzak köşelerine gönderilenin geri dönme olasılığının olmadığı herkesçe bilinmekteydi.

İngiliz gözlemcilere göre 1903-1908 arasında Yemen’de 100 bin asker ölmüştü. Ramsaur’un Türk ordusunun eratına ilişkin değerlendirmeleri, sadece o döneme özgü olmayıp genel nitelikleriyle ordunun bu kesiminde yer alan insanların darbe süreçlerindeki edilgen tutumlarını açıklayacak ipuçları sağlıyor:

Türk ordusunun eratı, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kayıtlı üyeleri olmasalar da, Cemiyet üyesi olan subayları onları ihtilale hazırlamaya başlamışlardı. Türk askeri inanılmayacak kadar cahil olmakla birlikte, temel önyargılarına dokunulmamak koşuluyla aynı oranda güvenilir bir kişilik sahibiydi. Paşaların anlayamayacağı kadar uzaktılar, ama kendinden bir kıdem üstte olanı, bir çocuğun babasını izlediği gibi izler ve aynı çocukça saflıkla söyleneni yapardı.

1906 yılında ordu içinde gösteriler, amirlere ve rejime açık karşı koymalar biçiminde ortaya çıkıyordu. “Rus Askeri Deniz Ajansı”nın 4 Aralık 1906 tarihli bültenine göre:

2 Aralıkta Türk deniz birlikleri arasında büyük karışıklıklar belirdi. 400 kadar denizci Merkez Komutanlığı amiri Ahmet Paşa’nın dairesine saldırıp paşayı ve üç adamını yaraladılar, daireyi ise tahrip ettiler. Bu olayların nedeni; aylıkların verilmemesi ve görev süreleri dolanların yedeğe ayrılmamalarıydı. Saldırganlar, yedeğe ayrılacaklar için padişah iradesinin çoktan verildiğini, Ahmet Paşa’nın ise bu emri durdurarak yerine getirmediğini söylüyorlar.(17)

Kara Kuvvetlerinde de ayaklanmalar oluyordu. 9 Aralık 1906’da İstanbul’da bulunan görevlinin Rus Deniz Bakanlığı’na gönderdiği raporda yer alan bilgileri Kars şöyle aktarıyor:

Türk donanmasının tayfaları arasındaki karışıklıklarla birlikte 2. Hassa Tümeninde de benzer olaylar daha az şiddetli olarak meydana geldi. 1. Tümenin askerleri, Talim çağrısına uymadılar. Olayın nedeni araştırıldı ve emrin yerine getirilmeyiş nedeninin, tayfalar arasındaki kargaşalıkların aynı olduğu anlaşıldı: Görev süresi dolmuş olanların yedeğe ayrılma işlemlerinin yapılmayışı. Yedekler hemen ertesi gün bırakıldı ve sorun kapandı.

2. Hassa Tümeni, Yıldız’ı korumakta ve saraya yakın bir yere yerleştirilmiş bulunmaktadır. En güvenilir birlik sayılan bu tümen bütün askerler içinde maaşlarını en düzenli ve eksiksiz alan tek tümendir. Örneğin İstanbul’da bulunan 1. Hassa Tümenine yılda 12 yerine 7 veya 8 ay maaş verilmektedir. En güvenilir askerleri arasında meydana gelen kargaşalıklar, kuşkusuz sultanı çok etkiledi. Terhis edilen askerlere armağanlar yolladı ve iki yaverini, terhis edilenlerin gemilere bindirilişi sırasında hazır bulunmak, onlara selamlarını iletmekle görevlendirdi.

Bakü gazetesi 28.7.1906 tarihli nüshasında Trabzon’dan Yemen’e giden Türk ulaştırma gemisinde çıkan isyanı haber veriyordu. Gemi bunun üzerine Trabzon limanına dönmek zorunda kalıyordu. Bakü’de yayınlanan İrşad gazetesi, Erzurum’dan alınan haberlere göre, İstanbul’dan Yemen isyanını bastırmak amacıyla gönderilen 800 askerin görev yerine gitmeyi reddettiklerini bildiriyordu. Petersburg telgraf ajansı, 3 Şubat 1907’de, Süveyş kanalında “Hudeybe” gemisinden birçok askerin firar ettiğini haber veriyordu. Gemiden kaçanların sayısı 300 civarındadır. Bunlardan onu öldürülüyor veya boğuluyor diğerleri ise kaçmayı başarıyorlardı. Bir başka Bakü gazetesi Taze Hayat’ın haberine göre, Arap isyanını bastırmakla görevli bir tabur asker isyan ederek Arapların safına geçiyordu. Askerler tugay komutanına saldırıp onu öldürüyorlardı. Anadolu, Arabistan ve Türkiye’nin Avrupa bölümünde bulunan birliklerde karışıklıklar birbirini izliyordu. Makedonya’nın büyük merkezlerinden Üsküp’te askerler, görev sürelerinin sona ermesine rağmen terhis edilmedikleri gerekçesiyle 15 Mayıs 1907’de şehrin telgrafhanesini, demiryolu istasyonunun telgraf bürosunu işgal ediyorlar ayrıca yabancı elçilikler önünde gösteri yapıyorlardı.

Rus gemisi “Kolhida”nın kaptanı Sergeyev, 11 Nisan 1908 tarihli ve 48 numaralı raporunda Karadeniz donanması ve limanları başkomutanına şu haberi veriyordu:

6 ve 7 Nisan günleri Türk deniz birliklerinde itaatsizliklerin baş gösterdiğini haşmetmeaplarına bildiririm. Denizciler karavanaları yemeyip kazanları fırlatmışlar ve üç yıl hizmet etmeleri gerektiği halde 6 yıl hizmet ettirildiklerini söylemişlerdir

7 Nisan’da olaylar Sultana yansıtıldı. Bunun sonucunda Bahriye Nezaretine bağlı yedeklerin dağıtılması emredildi. (18)

Rejimin, üst düzey askeri bürokrasiye dayanma ve kendisine bağlı bir İstibdat paşaları grubu üzerinden orduyu denetim altında tutma siyaseti hızla çözülüyordu. Rejimin zulmü ve ağır ekonomik koşullar altında ezilen askerler, denizciler “doğal olarak üstlerini ve hükümeti protesto ediyor, isyan ve olaylara katılıyor, bazen de açıkça ayaklanan tarafa geçiyorlardı”.

Rejimin çürümesi, Makedonya’dan Yemen’e halkların isyanını tetikleyen zemini besliyordu. Bu arada Yemen’de çıkan isyanları bastırmak için imparatorluğun dört bir yanından asker toplanıyor ve bölgeye gönderiliyordu. Ancak, mali kaynakları yetersiz, ordusu perişan durumdaki yönetimin isyanı bastırması mümkün olmuyordu. Yemen’deki isyanı bastırmak amacıyla gönderilen askerleri taşıyan gemilerin Süveyş kanalından geçiş ücretleri bile ödenemiyordu. İstibdat rejimine karşı askeri başkaldırıların yoğunlaşmasında Yemen’in Türk ordusunun “mezarı” haline gelmesinin etkisi büyüktür. Yemen’de her yıl ortalama 10 bin asker ölüyordu. Sultan, isyanın bastırılması amacıyla hem askeri şiddet uyguluyor hem de bölgedeki kabile yöneticilerine “reform” vaadinde bulunuyordu. Yemen’e sadece Anadolu’dan değil, Suriye’den de asker sevk ediliyordu. Böl ve yönet ilkesi doğrultusunda Arapları birbirine kırdıran Sultan’ın bu siyasetine bir süre sonra kardeşleriyle vuruşmak istemeyen Arap askerler isyan ediyorlardı. Anadolu’dan binlerce genç insan Yemen’de tüketiliyor böylece “tehdit” olarak görülen ordunun enerjisi dışarıya yöneltiliyordu. Ayaklananların safına katılan asker sayısı her geçen gün artıyordu. Bölgeye Anadolu’dan gönderilen askerler açlıktan, sıcaktan, salgın hastalıklardan kırılıyorlardı. Halife Sultan, Müslümanların “imamı” iddiasını taşıyan Abdülhamit, Yemen halkına zulmetmekte tereddüt etmiyordu. 1907 yılı başında İstanbul’dan gönderilen Feyzi Paşa, “önüne çıkan bütün köy ve kentleri yerle bir etmiştir.”

Bakü’de yayınlanan “Taze Hayat” muhabirinin gözlemleri 1907 yılında gazetenin 57. sayısında yer alıyordu:

Aç askerler ellerine ne geçerse yağma ve yok ediyorlardı. Halk, dağlara ve çöllere kaçıyor. Yemenliler de aynı biçimde, Türkler gibi sert davranıyorlar.

İstibdat rejimine “öldürücü darbenin vurulmasında” ordu alt kademeleri önemli bir rol oynuyorlardı. 1908 hareketi, vergi isyanlarıyla düzene karşıtlığını ortaya koyan ve İttihat ve Terakki’nin propagandasından etkilenmiş olan askerlerin aynı cephede birleşmesi temelinde başarıya ulaşıyordu. Ordunun alt kademelerinin katıldığı eylemler oldukça yaygındır. Egemen tarih görüşü bu eylemleri Makedonya ile sınırlamakta ve II. Meşrutiyet’in ilanına varan hareketleri idealist bir grup subayın “devleti kurtarmak” amacına bağlamaktadır. Oysa 1906 yılından itibaren sadece Makedonya’da değil Anadolu’daki kıtalarda da erler arasında kaynaşmalar başlamıştır. Erler arasındaki propaganda çalışmalarını İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne bağlı küçük rütbeli subaylar gerçekleştiriyordu. Ülkedeki “askeri huzursuzluk” sivil tepkilerden daha ciddi boyutlardaydı. “İttihat ve Terakki Cemiyeti erler arasında, geciken maaş ödemelerinden kaynaklanan huzursuzluğu da kullanarak, yaygın ve sürekli bir propaganda etkinliğinde bulunuyordu.” (19) Subay ve erler arasında propaganda faaliyeti yürüten İttihat ve Terakki üyeleri kılıktan kılığa giriyorlar bu sayede onlarla daha rahat temas kuruyorlardı.

İttihat ve Terakki’nin önde gelen şahsiyetlerinden Halil Menteşe anılarında Cemiyet’in en önemli sorumluluk mevkilerinde görev yapan Dr. Nazım’ın 1908 hareketine açılan süreçte İzmir’deki çalışmalarının askerlerle ilgili bölümünü şöyle anlatıyor:

Doktor: Biz ihtilale karar verdik. Rumeli’de ihtilale başlayınca Sultan Hamid’in ilk el koyacağı ordu, İzmir Kolordu’su olacaktır. Cemiyet beni kolordu zabitleriyle İzmir’in münevver gençlerini cemiyete bağlamaya memureten gönderdi (…)

Doktor İzmir’de Meşrutiyet ilanına kadar gizli olarak vazifesini yaptı. İzmir Kolordu zabitanını ve İzmir’in münevverlerini Cemiyet’e bağladı. Yakup Ağa adıyla yaşadı. İki çeşmelikte bir tütüncü dükkânı açmış, önüne de fes kalıpları koymuş, isteyenlerin feslerini kalıplar, fakat müsait gördüklerine de ihtilal kalıbını geçirirdi. Bir aralık tüccardan Başik Efendi’nin kâtibi olmuş, bu sayede memleket dâhilinde de seyahat edip vazifesini genişletmiştir… Rumeli’de ilk ihtilal tabancası patladığı gün Milas’ta bende misafirdi. Havadisi alır almaz, “Hareket başladı” demiş, fırlayıp gitmişti. Doktor Nazım böylece bir seneyi mütecaviz İzmir’de vazife görmüş, yüzlerce zabiti… Cemiyet’e bağlamıştır. (20)

9 Şubat 1907’de yaklaşık 24 bin asker Yemenden İskenderun’a geri getirildi ve burada terhis edildi. 12 Şubat günü topluca kaymakama çıktılar; yiyecek ve iki yıllık birikmiş maaşlarını istediler ve taleplerinin karşılanmaması halinde şehri yağmalayacakları tehdidinde bulundular. Yüksek rütbeli devlet memurlarından ikisi telgrafhane de rehin alındı. Rehineler, İstanbul’dan Halep Valisi’ne askerlerin maaşlarının ödenmesine ilişkin bir telgraf gelince, serbest bırakıldılar. 1907 Eylülünde Bitlis, Erzurum, Trabzon, Mamuret-ül Aziz ve Diyarbakır’daki birlikler “açıkça ayaklandılar” Hükümet isyancı erleri bastırmak için şiddet kullandı ve Erzincan’daki 4. Ordu’ya bağlı birliklerinin müdahalesi sırasında çok sayıda isyancı öldürüldü. Eylül ayı sonunda Manastır Vilayeti’ne bağlı Florani’da maaşlarının ödenmesini isteyen askerler ayaklandılar ve telgrafhaneyi ele geçirerek 3. Ordu komutanına ve Saray’a telgraf çektiler. Kasım 1907’de isyan dalgası başkenti de kapsadı. Harbiye Nezareti’nde görevli askerler ayaklandılar ve istekleri karşılanıncaya kadar baraklarına dönmeyeceklerini bildirdiler. Birkaç gün sonra isyan Harbiye mektebine sıçradı. 1908 yılı Ocak ayında, İstanbul’da Bahriye Nezareti’ne bağlı tersanelerde çalıştırılan 15 bin asker gecikmiş maaşlarının ödenmesi talebiyle ayaklandılar.”(21)

1908 Ocak ayından itibaren Edirne’deki askeri birliklerde başlayan huzursuzluk Mart ayında isyana dönüştü. Askerlerin maaş taleplerini karşılamak için hükümet 20 bin liralık kredi talebiyle Osmanlı Bankası’na başvurdu. (22)

Askeri ve sivil isyanların yoğunlaştığı vilayetler arasında Diyarbakır, Bitlis gibi “Hamidiye Alayları”nın baskıları ile bunalan yerler vardı. “Hamidiye Alayları” II. Abdülhamit’in “sağ kolu” ve Doğu politikası’nın ardındaki “şeytan” olarak nitelendirilen Şakir Paşa’nın önerileri doğrultusunda örgütleniyordu. “Hamidiye Alayları”nın kuruluş fikri 4. Ordu Müşiri Zeki Paşa’ya ait olsa da, Şakir Paşa’nın Rus Kazak Alayları’nı yakından gözlemlemesi nedeniyle Sultan’ın bu konudaki fikrinin oluşumunda esaslı bir etkiye sahiptir. (23)

Şakir Paşa 1878-1889 döneminde Petersburg Büyükelçisi olarak görev yapıyordu. “Şakir Paşa’nın, Osmanlı Devleti’ne üstünlük sağlamış Rusya’nın iktisadi ve sosyal sahalarda bu kendini toparlama devresinde Petersburg’da bulunması ona çok şey kazandırdı. Şakir Paşa burada edindiği bilgiler ışığında, bilhassa Hamidiye Alayları’nın kurulması ve okullarda takip edilecek eğitim programları konularında Mabeyn ve Babıâli’ye raporlar vermiş ve bunların bir kısmını da daha sonra kendisi Anadolu’da uygulama imkânı bulmuştur.” (24)

İstibdat rejiminin çelik çekirdeğinde yer alan ve oldukça önemli görevlerde bulunan Şakir Paşa, 1856’da “Mekteb-i Fünun-u Harbiye”’den mülazım rütbesiyle mezun olmuş, Avrupa seyahatinden dönüşünde Rusçuk’a uğrayan Sultan Abdülaziz tarafından binbaşılığa terfi ettirilmiştir. Osmanlı-Rus Savaşı’na katılan Şakir Paşa, pek çok komutan Divan-ı Harbe gönderildiği halde soruşturmaya uğratılmıyor ve Umum-ı Erkan-ı Harbiye Riyaseti, Divan-ı Harb ve Tenkisat-ı Askeriye Komisyonu üyeliği görevine getiriliyordu. 1878’de rütbesi Müşirliğe yükseltilen Şakir Paşa St. Petersburg’a elçi tayin ediliyordu.

“Hamidiye Alayları”nın kuruluşu (1890) sırasında Saray’da Yaver-i Ekrem olarak bulunan Paşa, bu konudaki çalışmalara “aktif” olarak katılıyordu. “Hamidiye Alayları”nın kuruluş ve örgütlenme planları İstanbul’da Şakir Paşa’nın görev yaptığı heyet tarafından hazırlanıyor uygulama görevi de Zeki Paşa’ya veriliyordu. 16 Mayıs 1891’de Hamidiye Süvari Alayları’nı eğitecek olan subaylar görev yerine gönderiliyorlardı. Bu özel savaş aygıtı, bölgede Ermeniler, Türkler ve Kürtler üzerinde İstibdat Rejimi’nin gayri nizami askeri uzantısı olarak büyük baskı uyguluyordu. Hamidiye Alayları’nın köylü halk üzerinde uyguladığı talan, yağma ve zorbalık, Diyarbakır’da 1903 Temmuz’unda ayaklanmaya neden oluyordu. 1906-1908 döneminde Doğu Anadolu kentlerinde meydana gelen ayaklanmalarda, temel talep “Hamidiye Alayları”nın kaldırılması veya denetim altına alınmasıdır. (Sultan Hamit döneminde biçimlendirilen bu özel askeri aygıt daha sonra bölgeye yönelik uygulamalarda kalıcı bir nitelik kazanıyor ve en son Koruyuculuk sistemi ile yeniden canlandırılıyordu. “Modern” kapitalist devletin temel askeri ve politik dinamiklerinin oluşumunda, İstibdat Rejimi’nin birikimleri oldukça etkilidir)

“Hamidiye Alayları’nın askeri “reform” sürecinin bir parçası biçiminde değerlendirilmesi kayda değer. “Hamidiye Alayları”nın sadece Ermenilere değil Diyarbakır vilayetinde yaşayan “Müslümanlara Yaptığı Zulümler” bölge genelinde olanlara ilişkin ipuçları sunuyor:

Viranşehir’de Milli aşireti reisi Temüroğlu, Hamidiye Mirlivası İbrahim Paşa’nın emriyle, Hristiyanlara ait köyler hariç bütün İslâm köylerini yağmaya yakmaya başladılar. Bu Hamidiye aşiret alayı, yalnız Diyarbekir şehrine değil, Diyarbekir’e merbut şark, şimal dağ kazaları müstesna olmak üzere bütün vilayet kazalarına merbut köyleri müstemleke haline sokmuştu. Ellerindeki askeri silah sayesinde aşiretten olan hasımlarını da istisâle, tenkile muvaffak oldular. Kazalarda bulunan seyyar ve süvari jandarmalar ve hatta takibe çıkan piyade muzaffaf askerlerini de, elindeki tüfengi almak için türlü işkencelerle mahv ve şehid ederlerdi. Hükümet merkezine (dayanarak) ve merbut oldukları (Erzincan’daki) 4. Ordu Müşiri Çerkes Zeki Paşa’nın himayesinde yapmadıkları fezahat kalmamıştı… Valileri tahkir, ahaliyi tahvif eden bu İslâm haini, yalnız Abdülhamit ve etrafındaki en yakın zalemeyi her sene arap yağlarıyla ve altın çıkınları ile doyurdu. Müşir Zeki Paşa’nın senevi sürreleri de ayrıca (Erzincan’a) gönderilirdi. (25)

1905 yılında Diyarbakır’da telgrafhaneyi işgal eden halk, “İbrahim Paşa ve avanesinin askerlikten” atılmasını isteyen telgraflar çekiyorlar, Abdülhamit’e ayrıca Müşir Zeki Paşa ile Başkâtip Tahsin Paşa’yı şikâyet ediyorlardı. Ancak bu müracaatla, bir “selam-ı şahane” ve “Heyet-i Tahkikiye” gönderileceği vaadi dışında karşılık bulmuyordu. 1905’deki bu eylemden sonra 1908’de ikinci bir isyan patlak veriyor ve yine telgrafhane işgal ediliyordu.

Tüm askeri ve sivil isyanlar, 1908 ihtilaline açılan süreçte içiçe gelişiyor, İttihat ve Terakki Cemiyeti de İmparatorluğun her yanına yayılan bu başkaldırı dalgasını yönlendirmeye çalışıyordu ancak temel doğrultu yine “batılılaşma” idi.


Notlar

1- Petrosyan, age, s. 236.

2- Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, c. I., kısım 1., Ankara 1963, s. 338.

3- Zafer Kars, Belhelerle 1908 Devrimi Öncesinde Anadolu, İst., 1984, s. 28.

4- Kars, age, s. 30.

5- Petrosyan, age, s. 238.

6- Yusuf Hikmet Bayur, age, s. 339.

7- Ramsaur, age, s. 150.

8- Bayur, age, s. 339.

9- Kars, age, s. 98.

10- Kars, age, s. 108.

11- Kars, age, s. 103-104.

12- Kars, age, s. 105.

13- Kars, age, s. 109.

14- Kars, age, s. 110.

15- Ramsaur, age, s. 175.

16- Ramsaur, age, s. 137.

17- Kars, age, s. 112.

18- Kars, age, s. 114-116.

19- Aykut Kansu, 1908 Devrimi, Çeviri: Ayda Erbal, İst., 1995, s. 111.

20- Halil Menteşe, Osmanlı Mebusan Meclisi Reisi Halil Menteşe’nin Anıları, İst., 1986, s. 119-120.

21- Kansu, age, s. 113.

22- Kansu, age, s. 114.

23- Bayram Kodaman, Şark Meselesi Işığı Altında Sultan Abdülhamit’in Doğu Anadolu Politikası, İst. 1983, s. 35-37.

24- Dr. Ali Karaca, Anadolu Islahatı ve Ahmet Şakir Paşa (1838-1899), İst. 1993, s. 21-22.

25- Kars, age, s. 153.


Suat Parlar, Askeri Modernleşme Yoluyla Bayraksız İstila, Bağdat Yay., Şubat 1997, İstanbul.