Burjuva Akıl, Özel Mülkiyetçi Eşitsizlikleri Kutsayan Dini İdeoloji ile Aynı Saftadır – Suat Parlar

Burjuva Akıl, Özel Mülkiyetçi Eşitsizlikleri Kutsayan Dini İdeoloji ile Aynı Saftadır - Suat Parlar


İbrani ve Hıristiyan egemenlik ilahiyatları doğayı şeytanlaştırırlar. Doğa, beden ve ruh ikiciliğinin metafizik kurgularıyla ele alınır. İnsani öz parçalanır. Feurbach’ın anlatımıyla: “Tanrı, saf bir ruh, temiz bir bilinç, etik bir kişilikken, Doğa, en azından kısmen, karışık, karanlık, boş ve ahlâkdışı bir varlık” olarak değerlendirilir. Hıristiyan egemenlik ilahiyatı insan-doğa- Tanrı ilişkisini parçalar. Feurbach bu anlayışı şöyle özetler:

İnsan kendini doğadan ayırır. Bu ayrım, onun Tanrı’sı olur. Tanrı’nın doğadan ayrılması, insanın doğadan ayrılmasıdır.

Yahudi yaradılış öğretisi, Hıristiyanlığa içerilmiştir. Doğaya egemenlik konusunda Marksçılık dâhil olmak üzere tüm “ilerlemeci” dünya görüşlerinin kaynağında, Yahudi öğretisinin ilkeleri bulunur. “Yahudi yaratılış öğretisi, insanın doğayı kendi isteklerinin ve gereksinmelerinin bir hizmetçisi, dolayısıyla da düşüncede de iradenin bir ürünü yaptığı noktada ortaya çıkar” diye yazar Feurbach. Doğa ile insan ve bilinç bütünlüğünün ideolojik parçalanma süreci ilk sınıflaşma olgusuyla birlikte başlar. Feurbach bu süreci mükemmel bir açıklıkla tasvir eder:

İnsan, kendini pratik bir çıkış noktasına yerleştirirse ve dünyaya buradan bakarsa, bu pratik çıkış noktasını kuramsal bir hale getirirse, doğayla çelişir; doğayı kendi zevkinin, kendi pratik bencilliğinin kölesi haline getirir. Bu bencil, pratik görüşün açıklaması şudur: Doğa ve dünya bir emir sonucu oluşmuş ya da yaratılmıştır.

Tanrı emretti ve dünya bu emre uyarak ortaya çıktı. “Yaralanma”, Yahudiliğin temel kuramıdır. Özel bir kutsal varlığa inanmak Yahudiliğin karakteristik inancıdır;

Tanrı’ya inanmak, mucizelere inanmaktır; ancak mucizelere inanmak, doğanın keyfi bir eylemin sonucu olarak görülmesiyle gerçekleşebilir.

Su kendini sağlam bir kütle gibi ikiye böler, toz bite, asa yılana dönüşür; aynı anda, gök hem karanlık hem de aydınlık olabilir, güneş bir anda ortadan kaybolabilir. Doğanın tüm bu çelişkileri İsrail’in mutluluğu için, kendini İsrail dışında hiçbir şeye adamayan, İsrailli insanların bencilliği olan Tanrı’nın emriyle gerçekleşir.

Feurbach’ın tespit ettiği Yahudiliğin “temel kuramı” olan “yararlanma” ve doğaya efendilik ve “bencillik” ilâhiyatı, eşitsizlikçi toplumsal sistemlerin ideolojik çekirdeğinde Hıristiyanlığı da etkileyerek yerini aldı, süreç içinde burjuva dünya görüşünün koordinatlarına içerildi. Konumuz açısından, Avrupa merkezci ideolojinin; emperyalist fetihçilik, köle ticareti, mali sermayenin asalaklığı, endüstri köleciliği ve doğanın tahribine dayalı zenginlik mekanizmalarını meşrulaştıran soy zincirinde Yahudilik, sosyo-ekonomik bir durum olarak en önemli halkalar arasındadır.

Yahudilerin eski kabile düzeni hakkındaki bilgilerin esas kaynağı, Tevrat’tır. Mülkiyet düzenine geçişle birlikte eskinin kurum ve geleneklerinin kendisine din ile kutsal kitaplarda sığınacak bir yer bulmaları doğaldır. Bu çerçevede, M.Ö. V ve IV. yüzyıllarda, yazıya geçirildiği gibi, yüzyıllar boyunca oluşan kolektif anılar; farklı dönemleri kapsayan olgu ve hikâyeler Tevrat’ta “tabakalaşmış”lardır. Tevrat’ta anlatılanlar, aslında bu efsane ve hikâyelerin yazıya döküldüğü dönemden çok öncesine aittirler. Böylece, Yahudilerin geçmişteki toplum düzenlerine ilişkin olarak Tevrat’tan yararlanmak mümkündür.

Tevrat’ta henüz toprakta özel mülkiyetin olmadığı bir dönemi yansıtan şu satırlar yer alır:

Rabbindir yeryüzü ve onun doluluğu (Mezmur, XXIV.l) Ve yer, daimi surette satılmayacaktır, çünkü yer benimdir [=Tanrınındır]. (Levililer, XXV, 23)

Yahudi köylüsünün ilkel kolektivizmin güçlü anılarına dayanan “birlik” ülküsü Yehova’da simgeleşiyordu. Thomson “İlk Filozoflar” da “İsrail’in sıradan halkı, kendi ata kurumlarıyla devamlı ilişki sayesinde kabile geleneklerini korumakla kalmıyor, ticaretin ve savaşın ortaya çıkardığı ekonomik ve toplumsal değişikliklerin bu gelenekleri tehdit ettiğini gördükçe ateşli bir bağlılıkla sarılıyorlardı onlara. Sözcüleri, göçebelik günlerinden beri İsrail’in koruduğu demokratik ilkelerin kalıtçıları ve koruyucuları olan peygamberlerdi” diye yazar: Eşitsizlikçi düzen halkı isyan ettirir. Yine Thomson’un verdiği bilgilere göre:

İÖ dokuz ve sekizinci yüzyılın İsrail’indeki kadar, sömürülen kitlelerin kendi dilleriyle ifade ettikleri acılarını eski dünyada başka hiçbir yerde bulamayız.

Thomson Yunan toplumundaki benzeri çıkışlarla İsrail’de yaşananları kıyaslar ve “Hesiodos küçük bir çiftçiydi, işçileri her şeye rağmen çalışmaya zorlar ve onları bir daha geri gelmez geçmişlerinde kalan altın çağ masallarıyla avuturdu” diye yazar. Oysa Yahudi peygamberi “Amos, işçilere değil onların adına konuşan, zalimleri Yehova’nın öfkesiyle korkutan gelecek yıllarda yeni bir bolluk çağı sözü veren bir çobandı.” Attika köylüleri de benzer acılar içinde kıvranıyorlardı. Ama onların bilinen tek konuşmacısı, tepkilerini, yakınmalarını kendi sınıfının çıkarlarını geliştirme adına araç olarak kullanan bir soylu yani Solon’ du. Oysa “İbrani Peygamberlerinde, tarihte ilk kez olmak üzere malsız-mülksüz köylü sınıfı kendi sesini bulmuştu.” Amos şöyle haykırıyordu:

Amaziah da Amos’a dedi, Ey! Sen bilici, git, Judah toprağına kaç ve ekmeğini orada ye ve orada peygamberlik et, ama bir daha Bethel’de peygamberlik etme; çünkü burası kralın tapınağıdır ve krallık evidir. Sonra Amos cevapladı ve Amaziah’a dedi, ben peygamber değilim, ne de bir peygamber oğluydum, ama bir çobandım ve Firavun inciri yetiştiricisiydim ve Tanrı sürünün peşinden gitmekten aldı beni ve Tanrı dedi bana, git, İsrail halkına peygamberlik et…

Duyun bunu, Ey sizler ki yoksulları yiyip yutarsınız ve güçsüzleri yarı yolda bırakırsınız, yeni ay ne zaman gidecek ki biz mısırı satabilelim? Diyerek ve sebt günü ki buğdayı pazara sürebilelim, ölçeği küçülterek, miskali büyülterek ve hırsız terazilerle dağıtır gibi yaparak ki gümüşle satın alabilelim güçsüzleri ve bir çift ayakkabıya yoksulları ve buğdayın süprüntüsünü satalım…

Bekle o günler gelir, dedi Tanrı, o gün köylü ürünü toplayanın karşısına çıkacak ve üzümü çiğneyene kim ki ekti tohumu ve dağlardan tatlı şarap damlayacak ve bütün tepeler eriyecek.

Bu haykırış benzer toplumsal koşullarda bulunan Attika köylülerini ve emekçilerini bir “altın çağ” ile avutmakla birlikte sınıflı toplumun eşitsizliklerinin ızdırabını dile getiren Ozan Hesiodos’un dizeleriyle birlikte okunduğunda daha net bir tablo ortaya çıkar:

Heyhat, demek ki gökyüzünün beni

Alçakça yaşanılan bu kederli zamana atması gerekiyormuş.

Bu çağ daha önce ya da daha sonra gelemez miydi?

Oysa bugün yeryüzünde bet bereketin kalktığı

Acı ve kederli bir yokluk çağı yaşıyoruz.

Zeus’un görevlendirdiği, gece ve gündüz

Çalışan insanlar türlü sıkıntılar içinde bocalıyor.

Ama yakında Zeus, insanın beşikten çıktığı an

Yaşlandığı bu çağı mezara sokacaktır.

Bu çağ ki çocukları babadan, babaları, çocuklardan uzaklaştıran

Kimsenin kimseye saygı duymadığı, görevlerin unutulduğu

Kimsenin dostu ve konuğu kalmadığı bu çağ son bulacak.

Amansız saldıranlar antları hiçe sayacak, hakka karşı

Alay ederek bir tek canlı bırakmayacaklar.

İşte o zaman, gök kubbeye doğru birlikte

Utanç ve Nemesis, gövdeleri parlak giysilerle, uçacaklar

İnsanın kendilerini attığı uzak yerlere gidecekler

Tanrıların gösterecekleri yere yerleşecekler

Bizse burada acılar içinde kalacağız.

Yırtıcı kuşlar gibi güçlüler güçsüzlere saldıracak.

İsrail ile Attika toplumsal düzenleri eşitsizlik ve özel mülkiyetçi kurumların yerleşme sürecinde benzer sarsıntılar içindeydi. İsrail’de yoksulların sözcülüğünü peygamberler yaparken Attika’da bu iş “altın çağ” avuntusunu yayan ozanlara düşüyordu. “Altın çağ” Tevrat’ta “Eden Bahçeleri” olarak belirtilir. İşte Hesiodos, bu çağın özlemini çeker. Çiftçi çocuğudur ve kardeşi Perses, soylu sınıf mensupları arasından seçilen yargıçlara rüşvet vererek mallarını ele geçirmiştir. Çünkü eşitsizlikçi toplumda mülkiyet kavgaları, yasalar vardır. Yaşanılan bu çağda, nedenleri anlaşılamayan oyunlar dönmektedir. Çürüme her alanı kapsamaktadır. Söz yine Hesiodos’ta,

Ey Perses, kulağına küpe et diyeceklerimi:

Karnını doyur da öyle kalkış kavga dövüşe

Başkalarının malı için, gücün yetmeyecek bir daha

Bunu yapmaya, neyse burada bitirelim kavgamızı

Artık üleştik mirasımızı, ama çok şeyleri

Çalıp götürdün” hediye yiyici baylara,

Yaltaklanıp iyice, gönüllüdür onlar böyle işlere”

Sınıflı toplumun tüm tezahürleri yaşanırken, insanlığı “utanç ve pervasızlık” kaplamıştır. Hesiodos’un anlatımıyla:

“Kötü bir utanç yoksula yoldaşlık eder.

Utanç insanlara hem dokunur hem de faydalı olur.

Utanç yoksullarda, pervasızlık zenginlerde bulunur.

Malın çalınmışı değil, Tanrı vergisi olanı hayırlıdır.

Bir kimse büyük varlık toplarsa yumruk gücüyle

Ya da diliyle, yağma ederse çok kez olduğu gibi

Kazanç hırsı aklını yanıltınca

İnsanların, utanmazlığı utancı susturunca…

Hesiodos büyük bir çaresizlikle, böylelerini Tanrı’yla “korkutmaya” çalışır. Yakında Yunan topraklarında boy gösterecek olan töreci düşünceler, ezenleri durdurmaktan ziyade ezilenleri teselli etmeye yönelik kuralları ortaya koyacaklardır. Hesiodos, Tanrı’yı şöyle yardıma çağırır:

Karartıverirler Tanrılar bahtını, kalmaz evinin bereketi

Bu adamın, pek kısa sürer varlığın yoldaşlığı

Böylesine Zeus kendi kızar, sonunda da ona

Haksız işlerine karşılık yükler ağız ceza.

Bu eşitsizlikler Yahudi toplumunda da büyük sorunlara neden oluyordu. Krallık fikri yönetici sınıf tarafından gücünü sağlamlaştırma aracı olarak halka zorla dayatıldı. Yehova ise halkın kendisi tarafından, acılarının ve emellerinin temsilcisiydi. Sınıfsal eşitsizlikler ve özel mülkiyetçilik Yahudi kabilelerinde çelişkileri besliyordu. Artık geçmişin ortak mülkiyet düzeni yerini hızla özel mülkiyete bırakıyordu. Tevrat özel mülkiyeti kutsallaştıran ve hırslı bir biçimde koruyan amansız hükümler içerir:

Adam çalıp satan yahut elinde bulunan kimse mutlaka katlolacaktır. (Çıkış-21/16) Eğer bir hırsız (duvar) deler iken bulunur ve vurularak ölür ise, onun için kan yoktur. (Çıkış, 22/2)

Eğer üzerine güneş doğmuş ise, onun için kan vardır, tamamıyla tediye edecektir. Eğer bir şeyi yok ise, sirkat ettiği şey için satılabilir. (Çıkış 22/3)

Tevrat’ta, “Çalmayacaksın… Komşunun evine tamah etmeyeceksin; komşunun karısına yahut kölesine yahut cariyesine yahut öküzüne yahut eşeğine yahut komşunun hiçbir şeyine tamah etmeyeceksin” düzenlemesi. yer alır (Musa’nın Emirleri, Çıkış XX, 15, 16). Burada komşunun karısı da tamah edilme “tehlikesi” bulunan mallar arasında sayılıyor. Özel mülkiyete dayalı eşitsizlikçi düzenle birlikte gelişen ataerkillik olgusu, Yahudi toplumunda temel sosyal ilişki biçimleri arasında yerini alıyor. Bu konuda Tevrat’taki hükümler özel mülkiyete dayalı ataerkil egemenliği pekiştirir:

Zahmetini ve gebeliğini ziyadesiyle çoğaltacağım; ağrı ile evlât doğuracaksın ve arzun kocana olacak, o da sana hâkim olacaktır. (1)

Kölelik bu egemenliği katmerli hale getirir. Bap 21’de Tevrat şu hükümleri içerir:

Eğer İbrani bir köle alırsan, sana altı yıl hizmet edecek: ve yedincide hür olarak meccanen çıkacaktır. Eğer yalnız geldiyse yalnız çıkacaktır; eğer karısı ile geldi ise o zaman karısı kendisi ile birlikte çıkacaktır. Eğer efendisi ona bir kadın verir ve o kendisine oğullar yahut kızlar doğurursa, kadın ve çocuklar efendisinin olacak ve kendisi yalnız kalacaktır. Fakat eğer köle açıkça: Efendimi ve karımı ve çocuklarımı seviyorum, hür çıkmayacağım derse… Kendine ebediyen hizmet edecektir.

İnsanın mülk edinilmesine kutsallık kazandırılırken büyük bir acımasızlıkla, köle karısını, çocuklarını bırakmak ile ölene dek zincirlerini taşımak arasında bir seçime zorlanmaktadır. Yine kölelerle ilgili hükümlere göre:

Bir kimse kölesini yahut cariyesini değnek ile döver ve eli altında (dövülen) ölür ise, ondan mutlaka intikam alınacaktır. (Çıkış 21/20)

Bu “intikam”ın ne olduğu belirtilmiyor ve istisnası düzenleniyor:

Lâkin eğer bir gün yahut iki gün yaşar ise, ondan intikam alınmayacaktır, zira onun malıdır.

Kölelere yapılanların karşılığında verilen cezalar “ekonomik” nitelikte olup son derece hafiftir. Tıpkı Hammurabi kanunlarında olduğu gibi Tevrat’ta da sınıf adaleti, köklü düzenlemelerle geleceğe uzanan mülkiyet hukuku ve ideolojisinin çekirdeğine yerleşmiştir.

Ve bir adam kölesinin gözüne yahut cariyesinin gözüne vurur ve kör ederse, onu, gözüne bedel azat edecektir.

Oysa hür insanlar için cezalar, “kısas” hukukuna dayanır:

Bir kimseyi darp edip öldüren kimse, mutlaka katlonulacaktır. (Çıkış 21/12)

Pederini ve validesini döven kimse, mutlaka katlonulacaktır. (Çıkış 21/15)

Pederini ve validesini şetmeden kimse, mutlaka katlonulacaktır. (Çıkış 21/15)

Eğer zarar hâsıl olur ise cana can. (Çıkış 21/23)

Göze göz, dişe diş, ele el, ayağa ayak. (Çıkış 21/24)

Yanığa yanık, yaraya yara, bereye bere kısas edeceksin. (Çıkış 21/25)

Ve her kim bir adam öldürür ise, mutlaka katlonulacaktır. (Levililer)

Kırığa kırık, göze göz, dişe diş olarak bir adama ettiği sakatlık kendine edilsin. (Levililer)

Gözün merhamet etmesin. Cana can, göze göz, dişe diş, ele el, ayağa ayak (kısas olacaktır) (Tesniye)

Tevrat’ta “zina”da büyük bir yer tutar. Musa’nın İkinci Kitabı’nda yer alan On Emir’den birisi de “zina etmeyeceksin” der. Bu “Emir”e uymamanın cezası ölümdür. Musa’nın Birinci Kitabında, “Yahuda’ya: Gelinin Tamar zina etmiştir ve hem de işte, zina ile gebe kalmıştır, diye bildirildi. Yahuda dedi: Onu çıkarın ve yakılsın.” (Bap 38). Ataerkillik, özel mülkiyetin egemenliği, mirasla perçinlenen erkek üstünlüğü Yahudilik ile Tektanrıcılığın güçlü sosyal ve hukuki güvencelerine kavuşur ve eşitsizlikçi toplumsal düzenlerin genetiğine işlenir. Örneğin, evlenen kızın bakire olmadığı anlaşılırsa cezası ölümdür.

Eğer bir adam bir kadın alır ve ona yaklaşır ve ondan nefret ederse ve ona ayıp şeyler isnat edip ismini kötülerse ve: Bu kadını aldım ve ona yaklaştığım zaman kendisinde kızlık nişanlarını bulamadım, derse; o zaman genç kadının babası ve anası, genç kadının kızlık nişanlarını alacaklar ve kapıya, şehrin ihtiyarlarına getirecekler… Ve o şehrin ihtiyarları o adamı alıp kendisini tedip edecekler ve yüz şekel gümüş para cezasına onu mahkûm edip kadının babasına verecekler… Ve o kadın o adamın karısı olacak; bütün ömrünce onu boşayamayacaktır. Fakat bu şey, genç kadında kızlık nişanları bulunmadığı, hakikatse; o zaman genç kadını babasının evinin kapısına çıkaracaklar ve şehrin adamları onu taşla taşlayacaklar ve ölecek, çünkü babasının evinde zina etmiş olmakla İsrail’de alçaklık etmiştir ve aranızdan kötülüğü kaldıracaksın. (Bap 22)

Bu hükme göre kızı bakire çıkan baba ödüllendirilirken, tersi olduğu anda kadın taşlanarak öldürülmektedir.

Zinayı ölümle cezalandıran Tevrat’ta fuhuşa aynı ölçüde yer verilmiyor. Musa’nın Beşinci Kitabı’nda bulunan hüküm fuhuş hakkında şunları söylüyor:

İsrail kızlarından ve İsrail oğullarından kendilerini fuhşa vakfetmiş kimse olmayacaktır. Kadın fuhşunun kazancını yahut erkek fuhşunun ücretini, herhangi bir adak için Allahın Rabbin mabedine getirmeyeceksin; çünkü bunların ikisi de Allahın Rab’be mekruh şeylerdir. (BAP 23)

Bu hüküm son derece esnektir bir yandan “kendilerini fuhşa vakfetmiş kimse olmayacaktır” hükmü getirilirken, diğer yandan fuhuş yapanların kazançlarının adak olarak mabede verilmesi yasaklanır. Bu fuhuşun örtülü bir biçimde filen kabulü anlamına gelir. Zinaya ölüm cezası verilirken pazar, kâr, kazanç ilişkileriyle ilgili olan fuhuş için konulan yaptırım bundan elde edilen gelirin adak olarak “mabede getirilmemesidir.”

Zinanın affı yoktur ve çok sayıda hükümle cezasının ölüm olduğu vurgulanmıştır. Mülkiyet ve miras hukukunun, kadın üzerindeki ataerkil egemenliği perçinleyen kurumlaşması sınıflı toplumun temel işleyiş yasasıdır. Zina konusundaki bu sert hükümler onur ve ahlâkla ilgili olmaktan ziyade özel mülkiyetçi değerlerin korunmasıyla bağlantılıdır. Zira Musa’nın Birinci Kitabı’nda anlatılan ilişkiler tüyler ürperticidir:

Ve Lut Tsoardan çıkıp dağda oturdu ve iki kızı onunla beraberdi; çünkü Tsoarda oturmaktan korktu ve o ve iki kızı bir mağarada oturdular. Ve büyük kızı küçüğüne dedi: Babamız kocamıştır ve bütün dünyanın yoluna göre yanımıza girmek için memlekette erkek yoktur; gel babamıza şarap içirelim ve babamızdan zürriyeti yaşatmak için onunla yatarız. Ve o gecede babalarına şarap içirdiler ve büyük kız girip babası ile yattı ve onun yatmasını ve kalkmasını bilmedi. Ve vaki oldu ki, ertesi gün büyük kız küçüğüne dedi: İşte, dün gece babamla yattım; bu gece de ona şarap içirelim ve babamızdan zürriyet yaşatmak için gir, onunla yat. Ve o gecede dahi babalarına şarap içirdiler ve küçük kız kalkıp onunla yattı ve onun yatmasını kalkmasını bilmedi. Lut’un iki kızı böylece babalarından gebe kaldılar. (BAP 19)

Burada anlatılanlar ataerkillikle bütünleşen özel mülkiyetçiliğin ikiyüzlü çirkefliğini ortaya koyuyor. Lut’u sarhoş eden kızları onun koynuna giriyorlar ve üst üste iki gece bu durum tekrarlanıyor. Öz kızlarıyla ilişkiye girecek ölçüde sarhoş olan Lut, bunun ayırdında bulunamayacak bir vaziyetteyken onları hamile bırakıyor. Bu kadar sarhoş bir insan, cinsel ilişkide bulunamaz ve üstelik kızlarını tanıyamayacak kertede içkiliyse bir kadını hamile bırakması mümkün olmaz. Lut ikiyüzlü bir faydacılığın en uç örneklerinden biri oluyor. Beşeri sınır tanımayan “yarar” ölçüsünün kutsallık temelinde sistemleştirilmesi özel mülkiyete dayalı eşitsizlikçi toplumların ideolojik, politik, kültürel, sosyal, hukuki çekirdeğine derinden işlemiştir.

Bu kutsallığın örneğin “kısas” hukuku gibi çarpıcı şiddet içeren yönleri, gündelik hayatta (yasaların örtüsüyle) “ilerleme” ideolojisinin başarısını kanıtlayacak tarzda ortadan kaldırılmış yanılsaması yaratılırken; “modern” devletin sistemli baskı teknolojileri ve kirli savaşlar ile yıkıcı fetihlerin temel düzeneklerine içerilmiştir. Tıpkı “ilerleme” adı altında kadının sistemin muazzam ideolojik, politik, ekonomik, kültürel, cinsel açılardan kuşatılarak anonim bir sömürü ve kâr kaynağına dönüştürülmesinde olduğu gibi. Kadına kozmetik peçe takan kapitalizm onun endüstri köleliğini, sistemin tüketicilik kalıplarına uyumunu, cinsel özgürlük adı altında nesneleşmesini “ilerleme” yanılmasıyla örter.

Burjuva “akıl”, özel mülkiyetçi eşitsizlikleri kutsayan dini ideoloji ile aynı saftadır. Yahudi toplumunda güç kaynaklarını ele geçiren egemenlerin sistemli düşüncelerinin, Tek Tanrıcı felsefelere bu arada Pavlusçu Hıristiyanlığa içerilmesi ve İslâmiyet’i çürüten etkileriyle kuşatması “yarar” ölçüsünün dünyevi iktidarı tüm yönleriyle meşrulaştıran bir ilâhiyat birikimi yaratır. Bu birikimin özel mülkiyeti, eşitsizliği, insanın mülk edinilmesini, emeğin ortaya çıkardığı zenginliklere küçük bir azınlığın el koymasını, kadın üzerinde miras ve mülkiyet ilişkileri temelinde hâkimiyeti içeren unsurları “lâik” ve “ilerleme” yanlısı burjuva akılcılığının kıskançlıkla sahip çıktığı ideolojik ilkeleri mayalandırır.

“Yarar” ölçüsü Yahudi egemenlik ilahiyatının özüdür. Bu ölçü özellikle kadının metalaştırılması, faiz, mülk edinme konularında olanca iğrençliğiyle Kutsal metinlerde anlatılır. İsrail’in (Eski Ahid) Tekvin bölümü Bab II’den aktarıyorum:

Sam yüz yaşında idi ve Tufan’dan iki yıl sonra Arpakşad’ın babası oldu ve Arpakşad’ın babası olduktan sonra, Sam beş yüz yıl yaşadı ve oğullar ve kızlar babası oldu. Ve Arpakşad’ın oğullarının oğulları ve oğullarının oğullarının oğulları oldu ve bunlardan Terah’ın üç oğlu oldu ki, biri Abram, biri Nahor, biri de Haran idi. Ve bunlardan Haran’ın kardeşleri Abram ile Nahor kendilerine karılar aldılar ve Abram’ın karısının adı Saray idi. Ve Abram, karısı Saray’ı ve kardeşinin oğlu Lut’u ve kazanmış oldukları bütün mallarını ve edinmiş oldukları canları aldı ve Kenan illerine gitmek üzere çıktılar ve Kenan iline geldiler (…) Ve memlekette kıtlık oldu ve Abram orada konuk olmak üzere Mısır’a gitti, çünkü memlekette kıtlık ağırdı. Ve Mısır’a girmesi yaklaştığı zaman karısı Saray’a dedi ki: “İşte, biliyorum ki, sen görünüşü güzel bir kadınsın ve olur ki Mısırlılar seni görünce, bu O’nun karısıdır, derler ve beni öldürürler, ama seni sağ bırakırlar. Senin yüzünden bana iyi davranılsın ve senin yüzünden canım sağ kalsın diye, O’nun kardeşiyim, diyesin.” Ve Abram, Mısır’a girdiği zaman, Mısırlılar, Saray’ın çok güzel olduğunu gördüler. Ve Firavun’un beyleri O’nu görüp Firavun’a övdüler ve Saray, Firavun’un sarayına alındı ve kadının yüzünden Firavun Abram’a iyi davrandı ve Abram’ın koyunları, sığırları ve eşekleri ve köleleri ve cariyeleri ve dişi eşekleri ve develeri oldu. Ve Tanrı, Abram’ın karısı Saray’ın Firavun’un yatağına girmesinden dolayı, Firavun’u ve onun sarayını büyük vuruşlarla vurdu. Firavun, Abram’ı çağırıp: “Bana bu yaptığın nedir? Saray’ın senin karın olduğunu neden bana bildirmedin? Niçin, bu benim kız kardeşimdir, dedin? Ben de O’nu karı olarak aldım ve şimdi, işte karın, al git” dedi.

İbrahim Peygamber (Abram), koyunlar, sığırlar, dişi eşekler, köleler, cariyeler, develer karşılığında ve canını kurtarmak için karısını, kız kardeşimdir diyerek Firavun’a sunuyor. Mülkiyete kazandırılan kutsallık sınır ve onur tanımıyor. Üstelik bu durumu bilmeyen Firavun’un cezalandırılması ise hiçbir adalet ölçüsüne sığmıyor. Ancak “yarar” ilkesine kazandırılan bu ilahi meşruluğun, mülkiyetle kaynaştırılması, mal biriktirme, insanları aldatma, kadın istismarını olağanlaştırıyor. Abram (İbrahim) büyük bir servetin sahibidir. Mülkiyet ilişkilerinden kaynaklanan çelişkiler, peygamberleri bile birbirine düşürüyor ve bu durum kutsal kitaplara yansıyor. Eski Ahid (İncil) Tekvin-Bab 13’den aktarıyorum:

Abram, yeğeni Lut’u da yanma alıp, kendisi ve karısı ve kendisinin olan her şeyle birlikte Mısır’dan güneye yola çıktı. Ve Abram, sürülerde ve gümüşte ve altında çok zengindi. Abram’la giden Lut’un da koyunları ve sığırları ve çadırları vardı. Ve birlikte oturmaları için yer onları taşıyamıyordu; çünkü onların malı çoktu ve birlikte oturamıyorlardı ve Abram’m sürülerinin çobanları ile Lut’un sürülerinin çobanları arasında çekişme oluyordu. Ve Abram yeğeni Lut’a dedi: “Rica ederim, benimle senin aranda ve benim çobanlarımla senin çobanların arasında çekişme olmasın, çünkü sen kardeşimin çocuğusun. Bütün ülke senin önünde değil mi? Rica ederim, benden ayrıl. Sen sola gidersen ben sağa, sen sağa gidersen ben sola giderim.” Ve Lut gözlerini kaldırdı ve bütün Erden bölgesindeki Sodom ve Gomorra, Tanrı’nın bahçesi gibi, her yerde suyun bol olduğunu gördü ve Lut bütün Erden bölgesini kendisine seçti ve Lut doğuya göç etti ve birbirilerinden ayrıldılar ve Lut, Sodom’da çadır kurdu.

Abram (İbrahim) kutsal kitabın tanıklığına göre, “sürülerde ve gümüşte ve altında çok zengindi.” Bu ölçüde bir servete sahip kişinin Tek Tanrılı egemenlik ilahiyatlarının en önemli şahsiyetlerinden olması, eşitsizlikçi özel mülkiyet sistemlerinin ideolojik, politik, sosyal, hukuki temellerinin kurumlaşması açısından son derece etkilidir. İlksel sermaye birikimi başlığı altında değerlendirilen ve sanki tarihsel açıdan kapitalizme ön gelen bir dönemi açıklıyormuş gibi görünen süreçler bileşkesi, özünde süreklilik dinamiklerine dayanır.

Kölecilik, sömürgecilik, uluslararası ticaret, yağma, talan, kadın ticareti, katliam ve işkence sistemi üzerine kurulu artık sızdırma mekanizmaları tarihin bazı aşamalarının özgün işleyiş koşullarıyla sınırlı değildir. Süreklilik günümüze akan binlerce yıllık bir birikime içerilmiştir. Kadının mülk edinilmesi ve satılması, tıpkı kölecilik ve sömürgecilikten kaynaklanan sermaye birikim süreçlerinde olduğu gibi sınıflı toplumun olmazsa olmazıdır.

Tüm eşitsizlikçi egemenlik sistemleri mülkiyet ve miras ilişkileri temelinde zinayı yasaklar ancak fuhuş örtülü bir kabul görür. Kadın, erkek ve çocuk bedeni cinsel sömürü konusu olarak muazzam bir kâr kaynağıdır. Kadın ticareti kutsanmıştır. Çünkü kâr ve mülkiyeti doğuran her türlü iş egemenlik ilahiyatlarının meşrulaştırıcı onayına dayanır. Abram (İbrahim) gibi kutsal bir kişiliğin servetinin kaynağında, öz kardeşi olarak tanıttığı eşinin “Firavunun yatağına girmesi” sonucunda kendisine bağışlananlar olduğunu “Eski Ahid” yazıyor. Bu servet oldukça büyüktür. Öyle ki Abram (İbrahim) büyük sürülere sahip olup bu nedenle yine kendisi gibi “koyunları ve sığırları ve çadırları vardı” denilen yeğeni Lut ile çekişme halindedir.

Bu iki kutsal şahsiyetin, “sürülerinin çobanları arasında” çekişmenin dünyevi olduğu ve ekonomik güç savaşından kaynaklandığı açıktır. Abram (İbrahim) ve Lut oldukça zengin şahsiyetler olarak toplumsal açıdan üst sınıflara mensupturlar. Diğer yoksul İbrani peygamberleri gibi yoksulların, ezilenlerin safında olmak bir yana mülkiyetten kaynaklanan mücadeleler içindedirler. İncil (Eski Ahid) Tekvin. Bab 19’dan devam ediyorum. Bu Bab’da Abram İbrahim, karısı Saray’da Sara olarak anılıyor. Tanrı böyle istiyor. Lut’tan ayrılan İbrahim için şunlar söyleniyor:

Ve İbrahim güneye göç etti. Gerar’da konuk oldu. Ve İbrahim karısı Sara için “Bu benim kızkardeşimdir.” Dedi. Ve Gerar Kralı, Sara’yı aldı. Ve Allah, Gerar kralının rüyasına girdi. Ve Allah rüyasında Gerar Kralı’na dedi: “Yattığın kadın, İbrahim’in karısıdır. Bu kenti de yok edeceğim.” Gerar Kralı, bilmediğini söyledi. Ve Allah dedi: “Ve şimdi adamın karısını geri ver; çünkü o peygamberdir ve senin için dua ‘ eder ve yaşarsın. Vermezsen, bil ki, sen ve senin olanlar öleceksiniz.

Gerar Kralı, İbrahim’i çağırıp O’na dedi: “Bana yapılmaz işler yaptın. Benden ne kötülük gördün de, karını, kardeşim diye koynuma verdin?

İbrahim “Karım yüzünden beni öldürecekler diye düşündüm” dedi. Sara, gerçekten de İbrahim’in baba bir, ana başka kızkardeşiydi. Gerar Kralı, İbrahim’e, koyunlar ve sığırlar ve köleler ve cariyeler ve bin parça gümüş verdi.

İbrahim aslında “baba bir, ana başka kız kardeşi olan eşini Firavun’a verdikten sonra aynı davranışı tekrarlıyor. Gerar Kralını eğer Tanrı rüyasında haberdar etmese, bunu öğrenmesi imkânsızdır. İbrahim “yararlı yalan” üzerinden kâr ediyor. Burada kârın konusu aslında kız kardeşi olan karısı Sara’dır. Böylece servet biriktiriyor. Sermaye sahibi oluyor. Gerar Kralı da tıpkı Firavun gibi İbrahim’e, “koyunlar ve sığırlar ve köleler ve cariyeler ve bin parça gümüş” veriyor.

İlksel sermaye birikiminin kutsallaştırılması ve bu konuda “yarar ölçüsünü tüm beşeri onur sınırlarını zorlayarak düzenleyen egemenlik ilâhiyatları açısından mülk sahibi sınıflara, tek Tanrılı dinlerin sağladığı meşruluğun en önemli halkası İbraniliktir. Kendinden sonraki egemenlik ilahiyatları üzerinde büyük etkileri olan İbrani birikiminin özel mülkiyetçiliğin kâr kaynaklarını alabildiğine geniş bir alana yaymasının kadınların mülkiyet ilişkilerine konu olması bakımından yıkıcı sonuçları oldu. Üstelik bu düzenlemelerin kaynağında Hammurabi Yasaları bulunmaktadır. Tüm özel mülkiyetçi, eşitsizlikçi toplumsal düzenlerin “çağdaş” olanlar da dâhil köklerinde Hammurabi’den (Sümer’de başlangıç halinde bulunan) süzülen birikimin mayası vardır.

Konuya devam etmeden önce kadının mülk ve ticaret konusu olması üzerinde durmak amacıyla bu kitabın sunuş yöntemine uygun biçimde bir parantez daha açıyorum:

“O dönemde Yahudiler karılarını ya para ile satın alır, ya da istilâ ettikleri milletlerden kadın çalarlardı. Çalınan bu kadınlar tutsak ya da cariye olurlardı. Ama bunlar öz karı yerine geçmezlerdi. Hazreti Süleyman’ın yedi yüz karısı, üç yüz de metresi vardı. Yahudilerde babaerkillik üzerine kurulu aile örgütlenmesi yerleşince, kız evlâtlar mirastan yoksun kaldılar. Sonraları bu kuralı şu şekilde değiştirdiler: Eğer erkek evlât yoksa kız evlât mirasa girebilirdi. Ama kızlar kocalarını başka aşiretlerden seçerlerse, ortaya yeni bir sorun çıkardı. Bu mirasa sahip kızlar başka aşirete gidince, aşiretin malı da o aşirete geçmiş oluyordu. Buna engel olmak için Musa, kızların kendi aşiretleri içinde evlenmelerine karar verdi. Böylece eski evlenme kanunları, mülkiyet şerefine bozuldu (…) Yahudilerde kadına gösterilen nefret o kadar ileri gitmiştir ki, kadın havrada erkeklerle yan yana ibadet dahi edemezdi. Yahudi anlayışına göre, kadın ne dinsel, ne de siyasal toplantılara katılamaz. Kadın sadece bir gölge bir sıfırdır. Kişisel mülkiyetin kurulmasıyla, kadının erkeğe bağlı olması kesinlik kazanmıştır. Bu bağlılık sonucu olarak kadın, aşağı bir yaratık olarak görülmüş ve küçümsenmiştir.”(2)

Kanunlar ve gelenekler (eşitsizlik esasına göre düzenlenirken, babaerkillik özel mülkiyeti, mirası, kadının bağlılığını, tutsaklığını ve ticaret konusu olmasını getirdi.

Hammurabi, İbrani (Musa) yasaları, Yunan eşitsizlikçi felsefesinin biri-kimi Roma hukukuna aktı ve günümüze uzanan mülkiyet ilişkilerinin hukuki kural, kurum ve geleneklerini temellendirdi. Önemli toplumcu düşünür Bebel, bu süreci anaerkilliğin ortadan kaldırılmasıyla bağlantılı olarak şöyle açıklıyor:

Kişisel mülkiyetin, buna bağlı olan verasetin doğmasıyla, sınıf ayrılıkları ve sınıfsal çatışmalarda birlikte doğdu. Zamanın ilerlemesiyle, mülkiyet sahipleri mülksüzlere karşı ortak nedenlerle birleştiler. Mülkiyete sahip olanlar yönetimi ellerine geçirmeyi düşündüler ve bunu kalıtsal (ırsî) hale getirdiler.

Maliyecilik bir zorunlulukla geldi. O zamana dek bilinmeyen borçlanma sorunu ortaya çıktı. Dış düşmanlara karşı savaş, iç menfaat kavgaları, ticaret, sanayi ve tarım alanında meydana gelen çeşitli çıkarlar ve ilişkiler karışık bir kanun düzeninin doğmasına sebep oldu. Kavgaları çözümlemek, toplumsal makineyi düzenli işletmek gereği, genel bir yöneticiler bünyesinin, adliyeciliğin doğmasına sebep oldu. Kölelerle köle sahipleri, borçlularla alacaklılar arasındaki sorunları çözümlemek zorunluluğu da bu bünyenin doğmasına yardım etmiştir. Böylece, bütün bu ilişkilerin denetimi, düzenlenmesi ve korunması; yargılanıp cezalandırılması için bir kuvvete ihtiyaç duyuldu. Temeli, çarpışan çıkarlar üzerine kurulan toplumsal düzenlemenin ürünü olarak devlet meydana geldi (…) Anaerkil dönemde yazılı kanunlar yoktu. Koşullar basitti. Gelenekler kesindi. Ama yeni ve karışık düzen içinde yazılı kanunlar bir zorunluluk oldu. Bu kanunları uygulamak için özel dairelerin kurulması gerekti. Hukuki sorunlar karıştıkça özel bir sınıf türedi. Bunlar kanunları inceledikçe, hukuki işleri bir kat daha karıştırdılar. Bunlar da yargıçlar ve avukatlardır. Kanunun toplumsal bünye ile olan ilgisinden ötürü, yargıçlar ve avukatlar gayet üstün bir yer tuttular. Zamanın ilerlemesiyle, yeni medeni kanunlar eski klâsik anlamını ancak Roma devletinde buldu. Roma kanunlarının etkisi zamanımıza kadar geldi.” Roma’da sistemleştirilen özel mülkiyete dayalı “aile hukuku” özünde malvarlıklarının dağılmaması ilkesine göre işler. Roma hukukunun “evrensel” ideoloji vurgularının iç mantığı günümüze akan birikime işler. “Hukuk başlangıçta boş inançlarla birleşir, daha sonra kutsallaştırma eylemlerine kayar, sonra dini bir görevin ifası niteliğine bürünür, oradan da dini kisvesinden sıyrılmış olsa bile bir metafiziğe bağlı kalan idealist ve aşırı saygılı bir hukuk anlayışına dönüşür. (3)

Roma’da soylu sınıfa mensup ve varlıklı kadınlar babaerkil düzenlemelerin kısıtlamalarına karşın servetlerini idare etmek hakkına sahip bulunuyorlardı. Roma’da kadınlar çürümeden paylarına düşeni fazlasıyla aldılar. Fuhuş, aldatma, sefahat alabildiğine yaygındı. Kadının zevk ve kâr aracı olarak kullanılması konusunda Roma, eşitsizlikçi sistemlerin birikimine büyük katkılarda bulundu. Bebel’in çarpıcı anlatımıyla:

Roma’nın zenginliği, görkemi arttıkça, kötü zevkler, sefahat ve ahlâksızlık da son dereceye geldi. Roma serseriliğin, serüvenciliğin, eğlence ve safahatın merkezi oldu. Roma’nın bu ahlâk çürüklüğü bütün uygar dünyaya yayıldı. Kadınla erkek ahlâksızlıkta yarışa çıktılar. Genel fahişelerin sayısı korkunç bir surette arttı. Bir zamanlar Roma’da oğlanların sayısı kadın fahişelerden çoktu.” Fahişelik, Roma’da kurumlaşmış, sosyal yaşamın ve pazar ilişkilerinin olağan bir unsuruna dönüşmüştür: “Fahişeler Roma sokaklarında büyük bir saltanatla gezerlerdi. Fahişe, zencilerin taşıdığı bir saltanat arabasına kurulur, gerdanını elmaslar, çıplak kollarını bileziklerle süsler, elinde bir ayna ile kendini gösterirdi. Arabanın arkasına birçok genç oğlanlar, hadım ağaları, flüt çalanlar dizilir, arabanın önüne cüceler, iki yanına fahişenin âşıkları geçer, kadın bu âlâyı valâ ile gezerdi.

Bu sefahat ve rezaletler Roma’nın çöküşüne kadar sürdü. Seneca’nın anlattığına göre, bir kadının meclise kabul edilmesi için yetenekleri değil, kaç kocası olduğu sorulurdu. İhanet ve aldatma genel idi. Kadınlar kanunun vereceği cezadan kaçmak için, kendilerini fahişe yazdırırlardı. Hatta Roma’nın en aristokrat kadınları bile, bu fahişeler listesinde yazılıdır.

Zina, miras ve mülkiyet düzenlemeleriyle çatıştığı için ağır bir biçimde cezalandırılırken, fuhuş bir kâr ve servet kaynağı olarak diğer tüm eşitsizlikçi sistemlerdeki gibi Roma’da da fiili bir himaye altındadır. Zina yapan kadının cezadan kurtulmak için “fahişeler listesi”ne yazılması bu durumun tarihteki en uç örnekleri arasındadır.

Köleci mülkiyet ilişkilerinin kurumlaşması, zenginlik ve güç kaynaklarını ele geçiren özellikle egemen sınıftan erkeklerin kadın “satın alacak” bir ekonomik olanağı tekelleştirmesini sağladı. Bu durum kadını ticari bir mala dönüştürdü. Miras ve mülkiyet hukuku ile boyunduruk altına alınan kadın sınırlanırken, erkek alabildiğine geniş bir cinsel “özgürlük”ten yararlanıyordu. Zina ve fuhuş bu tarz bir ekonomik temelden kaynaklandı, eşitsizlikçi toplumların ortam kurumu haline geldi. Büyük bir sosyal, ahlâki, beşeri çürüme bu mülkiyet sisteminde mayalandı. Fahişelik Roma örneğindeki boyutlara ulaştı. Fahişelik sınıflı toplumların sosyal çekirdeğine öylesine yerleşmiştir ki örneğin Hitit’lerde “baba ve oğlu bir köle kadın yahut bir fahişe ile yatarlarsa” der ve köle kadın ve fahişe arasında ayrım gözetir. (4)

Özel mülkiyet temelinde örgütlenen eşitsizlikçi toplumlarda kadın-erkek ilişkilerinin nasıl zehirlendiğini yine Roma’dan yani “Batı uygarlığı”nın soy zincirindeki en önemli halkaların başlıcasından okuyalım. Bebel’in anlatımıyla:

Bu sefahatlardan başka, uygar savaşlar, evlilik ve doğumda büyük bir azalışa sebep oldular. Roma şehirlerinin sayısı ve nüfusu müthiş bir şekilde azaldı. August, çıkardığı bir kanunla herkesin çocuk sahibi olmasını mecbur kıldı. Çocuk sahibi olanlara, olmayanlardan büyük üstünlükler tanındı. Bekârların, en yakın akrabalarından başka kimseden miras almaları yasaklandı. Çocuğu olmayanların mirası devlete kalırdı. Kocalarını aldatan kadınlar, servetlerinin yarısını kocalarına vermeye zorunluydular. Bu nedenle birçok erkekler, aldatması ihtimali çok olan hoppa kadınlarla evlenmeyi yeğlerlerdi. Plutarch bu konuda der ki: “Romalılar miras bırakmak için değil mirasa konmak için evlenirler.” Tiberius, bu nüfus azlığı karşısında yeni bir kanun yayımladı. “Babası, büyükbabası ve kocası bir Roma şövalyesi olan kadınlar, kendilerini fahişe yazdıramazlar, fuhuş yapamazlar. Fahişeler listesine adını yazdıran evli kadınlar, İtalya’nın dışına sürülür.” Ama erkeklere hiçbir ceza verilmezdi. Mahkeme tutanaklarına bakılacak olursa, bu dönemde koca öldürmek ve zehirlemek, çoğunlukla rastlanılan olaylar arasına girdi.

Roma’nın eylemli kötülük dizgesi geleceğe miras bırakmak üzere iki toplumsal kurumu, mülkiyet ve aileyi kendinden önceki birikim temelinde pekiştirmekle kalmadı, fuhuşu sistemleştirdi. Bu toplumsal yapının çürümüşlüğü kendisini özellikle Kaligula’nın imparatorluğu döneminde görülmemiş ölçülerde sergiledi:

İşkenceler, iftira ve cinayetler, ihanet ve tecavüzler önüne çıkanı alıp götüren bir çığ gibi her geçen gün büyüyor, engel tanımayan bir sel gibi bütün imparatorluğa yayılıyordu. Ahlâk buhranı son haddini bulmuştu. İmparator Kaligula kayınpederini ve yeğenlerini gözünü kırpmadan öldürtmüş, kız kardeşlerini birer birer günahkâr yatağında kirlettikten sonra gözde dalkavuklarına ikram etmişti. Bir gün zavallı bir esire eziyet eden küçük kızı Julia’yı memnunlukla yaşaran gözlerle seyretmiş “Şuna bakın” demişti. “Kaligula’nın kızı olduğunu ispat ediyor.” (…) Sarayda verilen muhteşem bir ziyafette İmparator birden yerinden kalkarken yüksek devlet memurlarından birisinin karısına sokulmuş, esir pazarından cariye beğenir gibi evire çevire seyrettikten sonra hemen oracıkta kadına, kahredici bir çaresizlikle kıvranan kocasının gözleri önünde tecavüz etmişti (…) İmparator Kaligula: Baş cellât, baş işkenceci (…) Kaligula’nın Roma’sında işkence ve idam en ince, en derin bir sanat haline gelmiştir. Bir mahkûm kocaman bir testereyle ikiye bölünürken diğeri vücudu idrarını yapamayacak şekilde sımsıkı bağlanarak ve ağzından şarap dökülerek dev bir balon gibi şişirilip patlatılıyordu. Bazılarına ölüm bile az görülüyor, bu zavallılar ufacık demir parmaklıklı bir kafese sokuluyor ve aylarca, bir vahşi hayvan gibi böğürtülüyordu. Her hafta İmparator mahkûmlar listesini gözden geçirerek o haftanın ölüm ve işkence programını hazırlıyordu. Sonra yeni bir usûl buldu. Oğullar işkenceyle öldürülürken işkence odasında babalar da hazır bulunduruluyor, yaşlı adamın gözü önünde genç oğulun işkencesi nihayet bitip zavallı son nefesini verince, baba imparatorun sofrasında, kadeh kaldırıp kahkahalar atmaya davet ediliyordu. (5)

Kaligula Roma’nın ürünüydü. O sistemin tüm pisliğini temsil ediyordu. Roma devletinin bünyesi o kadar sağlamdı ki, deli bir hükümdarın çılgınlıklarını kımıldamadan, umursamadan rahatça taşıyabiliyordu. Roma egemenlik sisteminin korkunç eşitsizlikleri, fetihçiliği, mülkiyet ilişkilerinin yarattığı kutuplaşma ve köleciliği, Kaligula Neron vb. imparatorlar ile Mesalina gibi fahişe imparatoriçeler yaratıyordu. Tarihçi Juvenal’in anlattığına göre İmparator “Klod her gece içkinin ve ölçüsüz yemenin etkisiyle sızıp horlamaya başlayınca, Mesalina yanına nedimelerinden birini alarak sessizce sarayından çıkıyordu. Karanlıktan faydalanarak ve kıyafet değiştirerek, bir geneleve gidiyordu. Orada imparatoriçe için ayrılmış bir oda vardı… Takma adı Lisika’ydı. Müşterilerine iyi davranır ve normal tarife üzerinden ödenen ücreti alırdı.”

Roma’da ezen ezilen kavgası zirvededir. Bu kavgalardan ilki, Lucius Sergius Katilina’nın (İÖ 109-61) liderliğindeki isyandır. Katilina’nın karşısında yer alan Çiçero, “Görevler” adlı yapıtında tüm eşitsizlikçi düzenlerin ortak var oluş ilkesini şöyle savunur:

Varlıklıların elindeki toprağı almak ve borçları silmek ha? Fakat bu, devletin temellerini sarsmak demektir. Çünkü devletin görevi mülkiyeti korumaktır… Borç olarak verdiğim kendi paramı köylüden geri istememeliymişim, bu da ne demek oluyor?

Katilina isyanına katılan komutan Manlius ise, “Bütün anlaşmazlıkların ve savaşların kaynağı olan zenginliği istemiyoruz. İstediğimiz sadece özgürlüktür.”

Roma’nın mülkiyet ve aile düzeni, hukuk vasıtasıyla günümüze akan bir sosyal, ekonomik, ideolojik birikimi mayalandırdı. Köleci mülkiyetin hukuk, ideoloji, kültür ve aileye sinmiş olan sürekliliklerinde Roma son derece etkilidir. Roma hukuku, “özgür insan” ile köle ayrımına dayanır. “Köle hukuk süjesi değildir. Bundan dolayı ne mamelek haklarına, ne aile haklarına malik olamaz. Köleler arasında evlilik yoktu. Cinsiyete dayanan birleşmeleri hayvanlarınkine eş idi. Aralarında akrabalık yoktu. Hürlerde yakın akrabalar arasındaki cinsi münasebet bir suç olduğu halde köleler arasında hayvanlarda olduğu gibi cezayı müstelzim değildir. Köle hukuk objesidir. Başkasının mülkiyetindedir. Efendisi köle üzerinde, keyfine tâbi hudutsuz bir hâkimiyet hakkına sahiptir.” (6)

Köle bu niteliğiyle, “İtalya’daki tarlalar üzerindeki irtifak hakları” ve “araba çeken ve yük taşıyan hayvanlar” ile aynı statüdedir. Roma insanın mülk edinilmesi ve kadın üzerindeki ataerkil egemenliği sistemleştiriyordu. Kadın sürekli egemenlik altına alınması gereken bir varlık olarak görülüyordu. Kadın, ev reisinin (pater familias) egemenliği altındadır (Roma İmparatorluğunu bir başka çalışmada daha geniş biçimde ele alacağım).

Roma’nın çürümesini, Lenin’in “Kıtlıkla Savaş Üzerine Rapor”da yer alan genel çözümlemesi ışığında ele almak mümkündür:

“Bir insan öldüğü zaman, götürülüp gömülür; ama bir devrim meydana geldiğinde böyle olmaz. Eski toplum öldüğü zaman, onun cesedini tabuta koyup gömemezsiniz. O, bizim aramızda ayrışıp dağılır; ceset çürür ve bizi zehirler.”

Roma devleti, hukuku, ordusu, gelenekleri, imparatorluk ideolojisi egemen sınıflarının alışkanlıkları ve kadına bakışı ile kendinden sonrası için son derece etkili bir birikimi şekillendirdi. Bir “bataklığa” dönüşen çürüyen ve sosyal yapısı parçalanan köleci toplum zehirli mülkiyet ideolojisini kalıt olarak bıraktı. Roma Devleti’nin zehirli ölü kabuğu; hukuk ve mülkiyet ilişkileriyle bütünlüklüydü. Bu bağlamda Roma, hep canlandırılmak istenen egemenlik “ütopyaları”nın merkezine yerleşti.

Roma’nın kapitalist “uygarlık” açısından önemi büyüktür. Zira Antikçağ’da meta üretimi ve değişim ilişkilerinin gelişmesi özel mülkiyete büyük bir toplumsal alan açıyor, bu gelişme kölecilikle iç içe yumaklanıyordu. İşte bu temelde köleci ekonomik ve toplumsal egemenlik Roma’da zirveye çıkıyor, “ilkel kolektif mülkiyetin en kesin yıkıma” uğraması burada gerçekleşiyordu. Roma’da sadece tüketim malları, taşınabilir üretim araçları, insanlar, kadınlar değil, aynı zamanda toprak da tümüyle özel mülkiyet konusu haline geliyordu. Bu mülkiyet imparatorluğunda günlük ekonomik faaliyetler, düzenlemesini Roma Hukukunda bulan resmi bir dizgeye oturtuluyordu. Böylece özel mülkiyet, hukuk, devlet ve aile köleciliğin pisliğiyle bulanarak geleceğe uzanıyordu. Sınırsız ve denetimsiz mülkiyet anlayışının egemenliği, Roma tarafından tüm Akdeniz dünyasına zorla kabul ettiriliyordu.

Eski Yunanda zaman zaman görülen isyanları önlemek için çelişkileri hafifletmeye yönelik eşitsizlikleri törpüleme girişimlerine Roma tarafından set çekilecektir. II. Yüzyılın başlarında Sparta Kralı Nabis’e zenginleri topraklarından sürüp mülklerini toprak kölelerine ve kölelere dağıttığı için Roma savaş açacaktır. Romalılar; zaferden sonra da, bu toprakların eski sahiplerine geri verilmesini şart koşuyorlardı. Eski Yunan topraklarında yaşayan halkın bağımsızlık girişimleri Roma emperyalizmi tarafından eziliyordu. Bu bağımsızlık mücadelelerine, en yoksul halk tabakalarına dayanan kişiler önderlik ediyordu. Büyük toprak sahipleri ise Romalı istilacılarla işbirliği yapmakta bir an tereddüt etmiyorlardı. İ.Ö 146’da yurtseverler yenildiğinde işbirlikçi Yunan aristokratlarının “Yenilmemiş olsaydık, işimiz bitikti” diyerek sevinç gösterilerinde bulunduklarını tarihçi Polubios’tan öğreniyoruz. Roma’nın mülkiyetçiliği, bireyciliği, haz düşkünlüğü ideolojiye damgasını vurdu.

Kölecilik ve eşitsizlik Roma egemenlik ideolojisinde mülkiyet ile birlikte mutlaklaştırılır. Romalı düşünür, hukukçu ve siyasetçi Cicero, kimilerinin “köle doğası”na sahip olduklarını vurgular. El işleriyle uğraşanların “aşağı bir durumda” olduklarını söyler. Yine Cicero, tüccarlar ve bankerlerin yanındadır. O bireysel “akıl” değerlerini üstün mülkiyet anlayışıyla bütünleştirir. Roma köleciliğinin pratik yaşamı ve hukuk günümüz kapitalizmini hazırlarken, fetihler, egemen sınıfların zenginliğine zenginlik katan yağma mekanizmaları kurulmasının temellerini pekiştiriyordu. Roma emperyalizminin temelindeki toplumsal bağ, toprak ve mülkiyet sahiplerinin, ezilen halklar karşısındaki örgütlü çıkarlarıydı.

Bu dünyanın entelektüel alandaki kalıcı birikimi: Bir yandan aile ilişkileri çerçevesinde, diğer yandan da mülkiyetin ve sözleşmelerin doğurduğu bağlantılar içinde bireyin, özel haklarının bir sisteme konulması oluyordu. Bu sistem, Roma hukukudur. Bir yurttaşlık ve aile statüsüne bağlanan geleneksel mülkiyet anlayışı, alabildiğine genişletilerek, bir maddi varlığın zilyetliğinden türeyen, mutlaklaştırılan ve bireyselleştirilen hukuk temeline oturtuldu.

Çok geçmeden filozoflar bile kapsamı ne olursa olsun her türlü mülkiyetin, hukuka uygun biçimde elde edildiği andan itibaren meşruluk kazandığını kabul etmeye koyuldular. Cicero, “mal sahipliğinde eşitlik istemek suçtur.” diyor ve ekliyordu “bundan daha büyük musibet düşünülemez. Seneca ise “şerefli zenginlik” kavramını eleştiriyor ve “filozoflara parayı yasaklamayı bırak artık; bırak filozof da büyük bir servet edinebilsin… Gerçek bilge zenginliği sevmez; ama yoksulluğa yeğ tutar.. Gerçek bilge, zenginliği itmez” diyordu.

Neron’un hocası olan Seneca (İÖ 3- İ.S. 65) üç yüz milyon sestertius’a varan muazzam bir servet biriktiriyordu. Bu paranın çoğunu, İngiltere’ye verdiği borçlarla sağlamış ve aldığı aşırı faiz, Roma egemenliğine başkaldırının nedenlerinden biri oluyordu. Mülkiyet sisteminin hukuki güvenceleriyle çerçevelenen eşitsizlikler çürümeyi, sefaleti, fuhuşu besliyordu.

Servet son derece eşitsiz bir şekilde dağılmış bulunuyordu. Nüfus, bir yanda az sayıda milyonerler öte yanda tam yoksul proleterya olmak üzere kesin ve keskin bir şekilde iki sınıfa bölünmüştü. Roma’nın güzel manzaralı tepelerinde varlıklılar, muhteşem villa ve konaklarında aklın hayal edemeyeceği her tür lüks içinde hayatın tadını çıkarırlarken, aşağıda kalabalık vadilerin daracık sokaklarında, yoksul halk, insanlardan ve doğadan gelebilecek (yangın, salgın hastalık, su baskını vb. gibi) her türlü felâkete karşı tam bir felâket içinde, sefil hayatını sürdürmek zorunda idi. Bütün ülkede, her yerde, senatörlerin ve diğer varlıklıların muhteşem villaları ile köylünün zayıf zavallı kulübesinin yan yana yer alışı, taşrada da durumun çok farklı olmadığının somut kanıtı idi.

Bütün büyük şehirlerde işsiz-güçsüz binlerce insan caddeleri dolduruyordu. Roma’da her gün muntazam olarak 200.000 kişiye bedava yiyecek dağıtılıyordu. Bunların belki hepsi başıboş aylak değildi; içlerinde geçici olarak işsiz kalanlarla, son derece az olan kazançları kendilerini yaşatmaya yetmeyen işçiler de vardı. Fakat herhalde bu durum, sağlıklı bir toplumun müesseseleşmiş olarak devamına göz yumacağı bir şey değildi. 200 bin kişi alan yarış alanları, 35 bin kişinin gladyatör karşılaşmalarını seyredebildiği stadyumlar vardı. Bu türlü gösterileri seyretmek için hiçbir işin yapılmadığı gün sayısı, Augustus’un yönetimi sırasında (ölümü M.S. 14), yılda 66 iken, giderek artmış, İmparator Marcus Aurelius (ölümü. M.S. 180) zamanında 135’i bulmuştu. (7)

Roma tüm görkem ve azametine rağmen, başından beri mevcut çürüme dinamiklerinin iyice yumaklandığı bir ortamda yeni çelişkilerle karşı karşıya kalıyordu. Bu çelişkiler yoğun bir sınıf mücadelesinde cisimleniyordu. Roma iç savaşlarla sarsılıyordu. Roma’nın önemli tarihçisi Titus Livius, Volkslar şehrin kapılarına dayandıkları sırada patlayan isyanı şöyle anlatır:

Aynı zamanda şehirdeki vatandaşlar da birbirlerine düşmüştü ve başkanlarla plebler arasında içteki anlaşmazlık, esas olarak borçları nedeniyle hizmet etmeye mecbur bırakıldıklarından, gitgide büyüyen bir nefrete dönüşmüştü. (8)

Burada kastedilen ve “Nexus” denilen kişiler, borcunu ödeyemediği için alacaklının kölesi olmakla yükümlü bulunanlardır. Titus Livius “bu kişiler hürriyetleri ve salâhiyetlerini elde etmek için vatanlarından uzakta muharebe etmekteyken açık açık şikâyette bulunuyorlardı. Onlar köle durumuna gelmişlerdi ve vatanlarındaki yurttaşların da baskısını hissediyorlardı” diye yazar.

Bu “yurttaşlar” alacaklılardır. “Öyle bir duruma gelinmişti ki plebler” için “harb zamanında düşmanlar arasında bulunmak daha emniyetli olmuştu.” Livius, isyana öncülük eden bir kişiden söz eder ve şunları yazar:

Talihsizliğin bütün kötü izlerini taşıyan yaşlı bir adam, Forum’un ortasına koştu. Üstü başı kir-pas içindeydi, vücudunun durumu daha da kötüydü. Çünkü rengi soluktu ve zayıflıktan yarı ölü gibiydi. Bundan başka dağınık saç ve sakalı yüzüne vahşi bir görünüm vermişti. Görünümünün korkunçluğuna rağmen onun kim olduğu anlaşılamamıştı. Onun rütbeli bir kimse olduğu anlaşılamamıştı. Onun rütbeli bir kimse olabileceğini söylüyorlardı. Oturanlarda merhametlerinden diğer askeri rütbeleri açıktan açığa ona atfediyorlardı. Adamın kendisi çeşitli savaşlardaki şerefli hizmetinin bir delili olarak taşıdığı göğsündeki yara izlerini gösterdi. Bu durumun ve sefaletinin sebebi sorulduğunda… Sabin harbindeki askeri hizmeti sırasında, düşmanın tahribatının sadece onun ekinlerine zarar vermekle kalmadığını, aynı zamanda kulübesinin de yakıldığını, kendisine ait olan her şeyin yağma edildiğini ve sürülerinin de sürülüp dağıtılmış olduğu cevabını verdi.

Bundan sonra anlatılanlar, Roma’da sistemli hale gelen ve kapitalizmin ideolojik, ekonomik, hukuki yönlerden fiziki şiddet içermeden ancak insanı tüketerek işlettiği borç köleliğinin köklerini ortaya koyuyor:

Sonra kendisi için hiç de uygun olmayan bir zamanda mecburi vergi ödemek zorunda kalmıştı. Bu nedenle borçlu durumuna düşmüştü, Aldığı borçlar yüksek faizle daha da büyüyüp çoğalınca, babasından ve daha da önce büyük babasından kalan çiftliğinde bulunan şeyleri ilk olarak vermiş, daha sonra da malından en son kalanları da elinden çıkarmış ve sonunda onlar bulaşıcı bir hastalık gibi onun şahsına ve bedenine hücum ederek kaçırmışlardır. Alacaklısı onu sadece bir esir olarak değil, fakat aynı zamanda bir mahkûm olarak bir işkence odasına kapatmıştı. Sonra onlara yakında kamçılanmasının izlerini taşıyan ürperti veren sırtını gösterdi. Görülen ve işitilen bu şeylerin neticesinde büyük bir karışıklık meydana geldi. Karışık¬ık şimdi yalnız Forum’da kalmamış, fakat şehrin içlerine doğru her tarafa yayılmıştı. Zincire vurulmuş ve görünmeyen zincirlerle bağlanmış olanlar her taraftan meydana doluştular.

Engels’, “Antik dünyada, sınıf mücadelesi, ana çizgileriyle alacaklılar ile borçlular arasında cereyan eder ve Roma’da, pleb olan borçlunun batışı ile sona erer; onun yerini köle alır” diyor. Borç köleliği Antik çağ ile sınırlı kalmıyor; “görünmeyen zincirler” kişileri, kurumları, ülkeleri bağlıyor. Roma’nın borç köleliği olanca canlılığıyla varlığını sürdürüyor.


Notlar

1- Kitabı Mukaddes Eski ve Yeni Ahit (Tevrat ve İncil), Musa’nın Birinci Kitabı, Bap 3, İstanbul, 1974.

2- August Bebel; Kadın ve Sosyalizm, Çeviri: Sabiha Zekeriya Sertel, 2. Baskı, Ankara, 1980, s. 36-37.

3- Monique-Roland Weyl, Gerçekte ve Eylemde Hukukun Payı, Çeviri; Şiar Yalçın, İstanbul, 1975, s. 47.

4- Hitit Kanunu, Avram Galanti, İstanbul, 1931.

5- Pierre Dominique, Jean Laurent, Michel Garder; İhtilaller ve Darbeler Tarihi, 3. Baskı, Sabiha Bozbağlı, İstanbul, 1974, s. 48-49.

6- Paul Koschaker; Roma Hususi Hukukunun Ana Hatları, Çeviri: Dr. Kudret Ayiter, Ankara, 1975, s. 76.

7- Doç. Dr. Mehmet Selik; İktisadi Doktrinler Tarihi, İstanbul, 1973, s. 59-60.

8-  Titus Livius, Roma Tarihi (Şehrin Kuruluşundan itibaren), Kitap 2, Çeviri: Doktor Sabahat Şenbark, İstanbul, 1994, s. 42.


Suat Parlar, Emperyalist Köleciliğin Borçlular Hapishanesi, Bağdat Yay., Aralık-2007, İstanbul.