Uygarlığın Sinir Sistemi
İtalya, Orta Doğu petrollerinden yararlanmak isteyen tek endüstri ülkesi değildi. Japonya da bu konuda oldukça atak davranıyordu. Tümüyle ithal petrole sahip olan Japonya, Süveyş krizinden çok etkilendi. Bu amaçla Suudilerle görüşen Japonlar, Arabistan Petrol Şirketi adlı bir firma kurdular. Söz konusu şirket, 1959 Temmuzunda tarafsız bölge kıyısı açıklarında sondaj, faaliyetlerine başladı. Suudi ve Kuveyt hükümetleri, bu şirketin ayrı ayrı yüzde 10 hisselerini alırken, Japon Ticaret ve Sanayi Bakanlığı da geri kalan oran üzerinde ortak oldu. Arabistan Petrol Şirketi, 60’lı yılların ortalarında, Japonya’nın petrol ihtiyacının yüzde 15’ini karşılıyordu. 60’lı yıllarda petrol iyice bollaşıyordu ve bu ucuz yakıt Batının yaşam biçimini belirliyordu. Avrupa otoyollarla sarılıyor, otomobiller milyonlarca üretiliyordu.
1950-1965 yılları arasında, altı Ortak Pazar ülkesinde, enerji üretimi sağlanması konusunda petrole düşen pay yüzde 10’dan yüzde 45’e çıkarken, kömürünki yüzde 74’ten yüzde 38’e düşüyordu. Kömür sanayii ucuz petrolle rekabet edemiyordu. Avrupa, ithal petrole giderek bağımlı hale geliyordu. Ortak Pazar, 1957’de Louis Armand’ın başkanlığında bir uzman grubuna enerji durumu üzerine bir rapor hazırlatıyor. Uzmanlar, Avrupa’nın Orta Doğu petrollerine aşırı bağımlılığı konusunda uyarılar yapıyorlardı. Euratom aracılığı ile nükleer enerjinin geliştirilmesi gündeme geliyor; ancak petrol tekelleri bu çalışmaları engelliyordu. Ayrıca, Avrupa’nın birçok devleti petrolü bir vergi kaynağı olarak değerlendiriyor, 60’lı yıllarda vergiler benzin maliyetlerini aşıyordu. Bu arada giderek güçlenen Arap milliyetçiliğinin de odak noktası petroldü.
50’li yılların başından itibaren “Arap Petrol Eksperleri” olarak tanınan topluluk bir çok toplantı düzenliyordu. Başlangıçta amaç İsrail’e karşı bir petrol cephesi oluşturmak, uluslararası petrol şirketleri ile ilişkileri bu temelde düzenlemekti. Giderek bu toplantıların çerçevesi genişledi. Nasır’ın şahsında yükselen Arap milliyetçiliği, emperyalist egemenlik ve buna karşı çıkış teması ile bu toplantılara damgasını vurdu. 1957 yılında toplanan “eksperler”, Mısır’da yaptıkları toplantıda, bir rafineri tesisi, Arap tanker filosu ve yine Araplara ait petrol boru hattı yapılmasını gündeme getirdiler. Ayrıca, Orta Doğu petrolünü yönetecek, gelirleri artıracak, yabancı petrol tekellerini dengeleyecek bir “uluslararası kurul” veya “uluslararası konsorsiyum” kurulması fikri ortaya atıldı.
Orta Doğu ile eşzamanlı olarak Venezüella’da da, petrol tekellerine karşı ulusal bir tepki ve petrol programı gelişiyordu. 1958 yılında ülkeye anti Amerikancı bir hava hâkimdi. Ülkeyi ziyaret eden ABD Başkan Yardımcısı Richard Nixon, Karakas Havaalanından kalacağı yere hareket ettiğinde halkın saldırısına uğruyor, canını zor kurtarıyordu. Venezüella’da Petrol İdaresinin başında Perez Alfonso bulunuyordu; 1958 yılında Venezüella’da diktatörlük devrilince Alfonso, Madenler ve Hidrokarbonlar Bakanı olmuştu. Alfonso, petrolü çok ucuza satmanın, yenilenmesi imkânsız petrol kaynaklarını, zamanı gelmeden tüketeceği inancındaydı.
Üretici ülkeler için petrol, ulusal bir mirastı ve bunun yararları bugünkü kuşak kadar gelecek nesillere de aitti. Ondan gelen kaynak ve varlık heba edilmemeliydi. Elde edilen kazanç kalkınmada kullanılmalıydı. Petrol üretimi ve geliştirilmesi ile ilgili kararları yabancı petrol şirketleri değil, ulusal hükümetler almalıydı. Perez Alfonso, Venezüella’nın Orta Doğu ülkeleri ile birlikte hareket etmek zorunda olduğu görüşündeydi. ABD’de, petrol üretim, fiyat ve pazarlamasını düzenleyen “Teksas Demiryolu Kurumu”nu inceleyen Alfonso, uluslararası düzenleme ve tahsiste bu modelden yararlanma taraftarıydı. Ortak bir cephe kurulursa, ucuz Orta Doğu petrolü, Venezüella’nın temel gelir kaynağı olan petrol endüstrisini çökertemeyecekti.
1959 yılında, Başkan Eisenhower’ın, yerli ABD şirketlerini korumak üzere dışarıdan gelen petrole kota koyması ise, toplam petrol ihracatınım yüzde 40’ını bu ülkeye yapmayı plânlayan Venezüella’yı zora sokuyordu. Bu durumda Alfonso, rotasını Orta Doğuya çeviriyordu.
1954 yılında Nasır, İhtilâlin Felsefesi adlı kitabında, Arap petrolünü, Arap gücünün temel unsurları arasında sayıyordu. Nasır, “Petrol uygarlığın sinir sistemidir. Onsuz diğer bütün yan ürünlerin var olması olanaksızdır.” diyordu. Arap ülkelerinde, petrolün varili 10 sente mâloluyor ve muazzam kârlarla satılıyordu.Orta Doğu’da Nasırın bu ulusalcı siyasetinin en büyük destekleyicilerinden biri de Suudi Arabistanlı Abdullah Tariki idi. Suudi Arabistan ile Kuveyt arasında kervan işleten bir tüccarın oğlu olan Tarikî, olağanüstü bir zekâya sahipti. Önce Kuveyt daha sonra Kahire’de eğitim gören Tarikî, Nâsır çizgisini benimseyen bir Arap milliyetçisiydi. Kazandığı bir bursla Teksas’ta kimya ve jeoloji eğitimi gördü ve Texaco şirketinde yardımcı jeolog olarak çalıştı. ABD’de eğitim gören ilk Suudi teknokrat olarak, 1955’te Suudi Arabistan Petrol ve Maden İşlerinin başına getirildi. Kral ailesinin en sert eleştiricisi olan Tarikî, Kral Suud ile küçük kardeşi Faysal arasındaki güç mücadelesi sayesinde konumunu sürdürüyordu. Faysal, ABD ve Batı ile ilişkilerin pekiştirilmesinden yanaydı ve Tarikî’ye düşmandı. Tarikî, üretimden pazarlamaya kadar tüm aşamaları içerecek bir Suudi petrol şirketi kurmak istiyor, ARAMCO’nun millîleştirilmesini savunuyordu. Ancak 1959 yılında petrol fiyatlarındaki düşüş, önceliğin bu konu olmasını sağladı.
Bu fiyat düşüşünün temelinde, ABD politikaları bulunuyordu. 1948’de Amerikan tüketiminde ithal petrolün payı yüzde 8 iken, bu oran 1954’te yüzde 11’e yükseldi. Eisenhower, bunun üzerine şirketlerden ithalatı gönüllü olarak kısmalarını istedi. Buna rağmen ithalat yükseldi ve 1958’de, 1954 yılına göre 32 milyon ton artarak 85 milyon tona ulaştı. (1) Bunun üzerine Başkan Eisenhower, bir kararnameyle “zorunlu kısıtlama” uygulamasını yürürlüğe koydu. Kararname ile ham ve işlenmiş petrol için, yerli üretimi esas alan ve yerli rafineri şirketlerine bağlanan ve bu firmalar arasında bölüştürülen bir “devredilebilir” ithalat kotası sistemi uygulanacaktı. “Zorunlu kısıtlama” dünya petrol fiyatlarını allak bullak etti. 50’li yıllarda, Orta Doğu başta olmak üzere birçok bölgede petrol üretmeye başlayan, özellikle “bağımsız” şirketler, ABD’ye sokamadıkları petrol için yeni pazarlar aramaya başladılar. Petrol tekellerinin denetimi altındaki pazarlara girebilmek için fiyat indirimlerine gittiler.
Bu arada, Sovyet petrolünden de söz etmek gerekiyor. Sovyetler Birliği, 1940’ta 31 milyon ton petrol üretirken, bu rakam savaşta oldukça düşüyor ve 1945’te ancak 19 milyon tona ulaşıyordu. Savaş ertesinde artan üretim, 1950’de 38 milyon ton, 1959’da ise 129,5 milyon oluyordu. Sovyetler’in dünya üretimindeki payları 1950’de yüzde 5,5 iken, 1959’da yüzde 13’e ulaşıyordu. 1960 yılında ise, Sovyetler Birliği 148 milyon tonla dünyanın ikinci en büyük petrol üreticisiydi. İhracata gelince, 1932’de 6 milyon ton iken 1951 yılına kadar duruyor. 1951’de yeniden petrol ihracına başlayan SSCB, 1 milyon tonluk rakamı, 1958 yılında 18 milyon tona çıkarıyordu. (2) Sovyetler Birliği, petrol şirketlerinden daha düşük fiyatlarla satış yapıyor; takas ve” kredi anlaşmalarıyla dünya pazarlarına giriyor ve alıcılara elverişli koşullar sağlıyordu. Petrol tekellerinin yapay fiyat uygulamalarını reddeden Sovyetler, bu ihracat politikası ile dünya pazarındaki eski yerini yeniden buluyordu. 50’li yılların sonunda başlayan fiyat düşüşlerinde en önemli etkenler arasında, Sovyetler’in ucuz petrol politikasını da vurgulamak gerekiyor. Öncelikle, İtalya ile 1960 yılının başında yapılan anlaşmaya petrol tekelleri tepki gösteriyor ve bunun bir NATO sorunu olarak değerlendirilmesini istiyorlardı.
Fiyat düşüşlerinde başka etkenler de vardı. 1945’ten sonra, Batı Avrupa ve ABD’de artan talep ile bu ülkelere akan petrol miktarının yükselmesi fiyatlarda düşmeyi getiriyordu. 1948- 1945 yıllarında Orta Doğu petrolünün fiyatı, ortalama olarak 2,20 dolardan 1,70 dolara iniyordu. 1956 Süveyş krizi sonrasında, eski petrol alanlarının dışında da üretime geçilmesi, piyasaya “bağımsızlar”ın girmesi, SSCB’nin artan ihracatı, talep-arz dengesizliğine yol açıyor ve bir “artı kapasite” ortaya çıkıyordu. 1959-1960’larda, Güney Amerika ve Orta Doğu petrolünün fiyatı düşmeye başlıyordu. 1960 Ağustosunda fiyatlar, 1953 seviyesinin de altına indiriliyordu. Bu fiyat indirimlerinde, Sovyetler’in, İtalya ve Hindistan anlaşmaları da etkiliydi. Hindistan rafinerileri için Sovyetler son derece ucuz petrol teklifinde bulunuyordu. Rafinerilerin sahibi olan petrol tekelleri sıkışmıştı.
1959 yılının Ocak ayında, Orta Doğu’da bulunan dört büyük üretici ülkede varil başına 18 cent indirime gidilmesi, bu ülkeleri muazzam bir vergi kaybı ile karşı karşıya bıraktı. Bu arada Exxon Yönetim Kurulu başkanı Monroe Rathbone, fiyatları daha da indirmeye karar verdi. 1960 ‘da Exxon’un, Rockefeller Merkezinin yönetim kurulu odasında alman karar, Orta Doğu’da ilan edilen fiyatlarda varil başına 10 centlik yeni bir indirim yapıldığı yönündeydi. BP, Shell gibi büyük tekeller karara tepkiliydi; ancak “kardeşler” birbirine öylesine bağlıydı ki, hepsinin sonunda Exxon’u izlemesi zorunluydu. “Kartel”, Exxon’un yönetim kurulu odasında alınan kararlar doğrultusunda tüm petrol üreticisi ülkelerin gelirlerini bir kalemde silebiliyordu. Özellikle, Sovyetler’in ucuz petrol politikasını engellemenin yolu, fiyat indirimi ve petrol ithalatına kota konulmasından geçiyordu. “Soğuk Savaş”ın en önemli dinamikleri arasında bulunan petrol egemenliği açısından, yeni bir aşamaya geliniyordu.
1958’den itibaren CIA raporları, Sovyetler’in, “uluslararası petrol alanında önemsenmesi gereken bir kuvvet” olduğu teşbihlerini içeriyordu. Gerçekten de, 50’lerin sonu itibarıyla Sovyet üretimi, Orta Doğu toplamının beşte üçüne ulaşıyordu. ABD’nin kota sistemi yıllarca yürürlükte kaldı. Eisenhovver yönetimi süresince, ithal petrolün, iç tüketimin yüzde 9’unu geçmesine izin verilmedi. 1962 yılında Kennedy yönetimi, kotaları daha da sıklaştırdı. Johnson yönetimi de bu sistemi devam ettirdi. Böylece yerli petrol işletmesinde daha büyük yatırımlara gidildi.
ABD, dünya pazarlarında “açık kapı” siyaseti izlerken, kendi pazarını devletçi düzenlemelerle kapatıyordu. Yerli petrol, düşük fiyatlı yabancı ithalat karşısında korunurken, 1968 yılına gelindiğinde ABD üretimi 1958 yılına oranla yüzde 29 artış gösteriyordu. Amerikan devlet aygıtı, sistemin uzun vadeli çıkarlarını planlayarak zorunlu kotayı uygularken; bunun yararına uluslararası petrol tekellerini de ikna ediyordu. Yerli üretim tabanının korunması, ABD petrol politikasının esasını teşkil ediyordu…
1960 yılında Exxon’un fiyat indirimine gitmesi, Orta Doğunun tüm petrol üreticilerini birleştirdi. Üretici ülkeler, Orta Doğu petrol üretiminin dayandığı afişe fiyat sistemini korumak ve bu indirime karşı koymak için ortak tedbirler aldılar. “Afişe fiyat” sistemi nasıl işliyordu. Piyasaya yeni giren “bağımsız” şirketler dışında, İran’da ve Arap ülkelerinde çalışan tüm petrol şirketleri, İngiliz ve Amerikan tekellerinin yan kuruluşlarıydı. İran karteli, British Petroleum’un beş dev Amerikan Şirketinin (Exxon, Mobil, SOCAL, Gulf, Texaco), Fransız Petrol Şirketi ile Royal Dutch-Shell’in ortaklığıydı. Irak’ta IPC yine BP, Shell, Fransız Petrol Şirketi, Exxon ve Mobil’in elindeydi. Suudi petrolüne hakim ARAMCO ise, Texaco, Mobil, Exxon, SOCAL’in denetimindeydi. Kuveyt Oil Company’de ise BP ile Gulf Oil ortaktı. Bu şirketler, petrol üretiyor, pazarlama ile uğraşmıyor, bu işi ana şirketlere bırakıyorlar; onlar da dünya ölçüsünde dağıtımı gerçekleştiriyorlardı.
Başlangıçta yan şirketler, ana şirketlere düşük fiyatla ham petrolü satıyor; elde edilen para da, bu düşük fiyat üzerinden petrolün üretildiği ülke tarafından vergilendiriliyordu. Ana şirketler, ucuza aldıkları tüm rekabetleri dışlayan bu “kartel” petrolünü “geçerli” fiyatlarla pazarlıyordu. Bu fiyat ise, maliyeti oldukça yüksek Amerikan petrolünün fiyatı esas alınarak belirleniyordu.
Dolayısıyla üretici ülkeler oldukça düşük rakamlarla yetiniyor; ancak petrol tekelleri muazzam kârlar elde ediyordu. Yarı-yarıya diye adlandırılan anlaşmaların yürürlüğe girmesi ile (İran’da halk hareketi, Nâsırizmin yükselişi, Irak İhtilâli, Sovyet petrol politikası, İtalya’dan Mattei’nin yeni yol arayışı gibi etkenler ve Venezüella’nın ulusalcı teknokratlarının Orta Doğuda çabaları sonucu yarı yarıya sistemi başlıyor; tekeller zorlanıyordu.) yönetime katılma hakkı, üretici ülkelerin petrollerinin satışına yönelik ilgilerini artırdı. Gelirleri bu petrolün satışına bağlıydı.
Dolayısıyla, fiyat tarifelerinin dengeli bir biçimde tutulması için güvence istiyorlardı. Resmî tarifeler yüksek tutuluyordu artık. Ancak yine de ilan edilen bu fiyatlar, ABD petrolünün fiyatının oldukça altındaydı. Fakat “afişe fiyatlar” yeterince yüksek bulunmuyor; petrol tekelleri açıklanmayan fonlar, muhasebe hileleri ile kârlarına kâr katıyorlardı. İşte bu ortamda Exxon, İran Körfezinde ve Trablusgarp rafinerisinde satılan ham petrolün fiyatını, hükümetleri bile uyarmak zahmetine katlanmadan ton başına yüzde 7,5 düşürdü. Piyasalar, ucuz Sovyet petrolüne boğulmuş vaziyetteydi; Libya ve Cezayir petrolü de pazarda yerini almıştı. Ancak afişe fiyatlarda indirime gidilirken; örneğin benzin istasyonlarında satılan, işlenmiş petrolün fiyatı aynı kalıyordu.
50’li yıllarda, Libya petrolü de pazarlara akmaya başlamıştı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Libya’nın askerî konumu oldukça önemliydi. Amerika’nın doğu yarıküredeki en önemli üslerinden biri olan Wheelus Hava Üssü Libya’da bulunuyordu. Birbirinden ayrı üç eyalet birleştirilerek gerçekleştirilen yönetimin başına Kral İdris getirildi. 1955 yılından itibaren ülkede petrol alanında çalışmalar yoğunlaştı. Aynı yıl çıkarılan petrol yasaları ile Irak, İran, Suudi Arabistan benzeri büyük alanları kapsayan imtiyazlar, daha küçük paylara bölünüyor; ancak muazzam kârlar vaad eden düzenlemeler getiriliyordu. Libya’daki arama faaliyeti ise, 1959 Nisanında ürünlerini veriyordu.
Akdeniz’in yaklaşık yüz kilometre güneyinde Zelten bölgesinde, Standard Oil of New Jersey, büyük bir petrol yatağına rastladı. Aslında Standard Jersey (Exxon), Venezüella’nın da en büyük petrol üreticisiydi; Irak petrolleri ile İran’da bulunan kaynaklar yanında, ARAMCO’nun yüzde 30 hissesine de sahipti. Ancak Libya petrolünü şirket oldukça önemsiyordu. Şirketin üretim koordinatörü M.A. Wright, “Libya’nın ta içine girişimizde amaçlarımızdan biri, Orta Doğu petrolüyle yarışacak petrol bulmaktı.” diyordu. Ayrıca Exxon, diğer bölgelerde olduğu gibi Libya’da politik riskler bulunmadığı yaklaşımına sahipti!
1961 yılına gelindiğinde, Zelten’in yanı sıra on iki petrol yatağı daha keşfediliyordu. Libya petrolü, çok yüksek kaliteli, “tatlı” tabir edilen düşük sülfürlü türdendi. İran Körfezinin daha ağır, yüksek oranda mazot içeren ham petrolünün tersine Libya petrolü, çok yüksek oranda benzin veriyordu. Ayrıca, ulaşım açısından ülkenin konumu oldukça elverişliydi. Petrolün Süveyş Kanalı veya Ümit Burnu gibi yollardan nakliyesine gerek yoktu. Libya petrolü, Akdeniz üzerinden İtalya’nın rafinerilerine ve Güney Fransa’ya rahatlıkla ulaştırılıyordu. (1965 yılma gelindiğinde Libya dünyanın altıncı büyük üreticisiydi. Dünya petrol ihracatının yüzde 10’u bu ülkenin payına düşerken, 60’ların sonunda günde 3 milyon varil üretime ulaşıyordu. 1969’da kuyu başına verimde Suudi Arabistan’ı geçiyordu.) Libya petrolünün bol üretimi ile birlikte Süveyş Savaşı sonrası fiyat düşüşü sürüyordu. ABD’ye kota yüzünden giremeyen Libya petrolü, bulunan her fiyata Avrupa pazarına akıyordu.
50’li yıllarda Amerika emperyal nüfuzunu pekiştiriyor; dolar dünyada en güçlü para birimi olmayı sürdürüyor; ABD, askerî gücünü göstermekten çekinmiyordu. ABD, risk ve sisteme yönelik tehditleri etkisiz kılacak kurumlar yaratıyordu. Amerika, kapitalist enternasyonalin temel dayanağı olarak petrol egemenliğini görüyordu.
1953 yılında, ABD tekelleri başta olmak üzere yedi kız kardeşin her birinin 200’er milyon varil petrolü varken; 1972’de on üç petrol tekeli, ortalama olarak şirket başına 2 milyar varil rezerve ulaşıyorlardı. Kapitalist sistemin tekelleri ve “bağımsızlar” birlikte aynı yıl 112 milyar varillik bir rezervi kontrol ediyorlardı. Bu düzenin askerî, politik, ekonomik güvencesi, eski imparatorlukların nüfuzunu devralan ABD’ydi. “Savaş sonrasında ABD ve İngiltere bölgedeki nüfuzlarını korumuşlar ve Orta Doğudaki petrol çıkarlarını kesinlikle garantiye bağlamışlardı. Bilhassa siyasî bir plan üzerinde gerçekleştirdikleri bu garanti, daha ziyade kolonyal bir gücü sembolize ediyordu. İngiliz ve Amerikalıların “en başta gelen madde” dedikleri petrol, kuvvetli bir kontrol altına alınmıştı.” (3)
Şeytan Pisliğiyle Yeşeren OPEC
Exxon’un fiyat indirimi, petrol ihraç eden ülkeleri harekete geçirdi. “Kızıl Şeyh” olarak adlandırılan Abdullah Tarikî, Perez Alfonso’ya bir telgraf çekti. Tarikî ve Alfonso, petrol üreten ülkeleri acilen toplantıya çağırdılar. Bu arada Irakta, Abdulkerîm Kâsım’ın kurduğu ihtilâl hükümeti, Nâsır’ın etki alanından uzak durmak için petrol politikasından yararlanmak istiyordu. Irak yeni bir örgütlenme ile Nâsır’ın Arap petrol konferanslarında elde ettiği gücü ve petrol üreticisi olmayan Mısır’ın giderek artan nüfuzunu bertaraf etmeyi plânlıyordu. Bu temelde Irak, petrol ihraç eden ülkeleri kapsayan bir organizasyon için harekete geçti. Toplantıya Arap olmayan iki ülke, Venezüella ve İran da davetliydiler.
Petrol tekelleri, durumun vehametini çabuk algıladılar. 8 Eylül 1960’ta, Shell fiyatları iki ilâ dört sent yükseltti. Ne var ki, Bağdat toplantısını engelleyemedi. 10 Eylülde Suudi Arabistan, Kuveyt, İran, Venezüella temsilcileri ile Katar gözlemcisi, Irak’ın başkentinde buluşuyordu. Bu toplantı için en büyük çabayı gösterenlerden Alfonso ise, Venezüella Hükümetine yapılan darbe girişimi nedeniyle toplantıya katılamıyordu. (İsteyen bu darbe girişimini bir rastlantı olarak yorumlayabilir.) Ayrıca bu sırada, Bağdat’ta da bir darbe ihtimaline karşı alarma geçilmiş, tanklar ve askerler kenti kuşatmıştı. Tüm bu olumsuz koşullara rağmen toplantı gerçekleştirildi ve yeni bir teşkilat kuruldu; Petrol İhraç Eden Ülkeler Teşkilatı (OPEC).
Fiyat indirimleri “tekel”ini elinde bulunduranlara karşı yeni bir “tekel” oluşuyordu. OPEC’in ilk bildirisinde, “Petrol firmalarının bundan böyle fiyat değişikliği konusunda öngörecekleri tutuma karşı, üye ülkeler, artık çekimser kalmayacaktır. Üyeler, petrol firmalarından, fiyatları sabit ve tüm gereksiz dalgalandırmalardan uzak tutmalarını isteyecektir. Üyeler, ellerindeki tüm olanakları seferber ederek; mevcut fiyatları, indirim öncesi fiyatlar düzeyine çıkarmaya çabalayacaklardır.” (4)
Kuruluş bildirisinde, üye ülkeler, ortak sorunlarını dile getiriyorlardı: Hepsi kalkınmak ve bütçelerini denkleştirmek için, petrol gelirlerine ihtiyaç duyuyordu. Petrol, hızla tükenen bir varlıktı; başka ekonomik faaliyetler bunun yerini almazsa üretici ülkeler krizlere sürüklenecekti. Petrolde görülen fiyat dalgalanmaları, sadece üye ülke ekonomilerini dengesizliğe sürüklemekle kalmıyor; tüketici ülkeleri de olumsuz yönde etkiliyordu.
Meksika bağımsızlık hareketi, İran’da Musaddık, Venezüella’da ulusal akım, Alfonso ve Tarikî gibi yetenekli önderler, OPEC’e giden yolun kilometre taşlarıydı. Ancak bu süreci hızlandıran etken, ucuz Sovyet petrolünün, Avrupa ve üçüncü dünya ülkelerine akışının yarattığı fiyat indirimi oluyordu. Bir OPEC yetkilisi şunları söylüyordu: “Petrol tekeli olmaksızın OPEC kurulamazdı. Biz petrol şirketlerinin kitabından sadece bir yaprak aldık.
Kurban, dersini öğrenmişti.” OPEC’in kurucuları, petrol tekelleri ile onları eleştirenlerin çalışmalarını dikkatle izliyorlardı. Özellikle Tarikî gibi genç ve ulusalcı Arap teknokratlar, petrol tekellerine yapılan her saldırıyı özenle gözlediler. Örneğin, ABD “Federal Ticaret Komisyonu”nun 1952 yılındaki raporundan alınan bazı gerçekler, OPEC’in kuruluş toplantısında tekrar ediliyordu. OPEC ‘in beş kurucu üyesi, dünya ham petrol ihracının yüzde 80’ini sağlayan ülkelerden oluşuyordu. Özellikle, petrol tekellerinin fiyat düzenini vurduğu Venezüella, bu tür bir teşkilatın en büyük destekçisiydi. Çünkü bu ülkede petrolün maliyeti, Orta Doğuya göre oldukça yüksekti. Ayrıca Venezüella, üretimini yılda ancak yüzde 3 artırabilirken; bu oran Orta Doğu’da yüzde 10-20’yi buluyordu. Böylece petrol fiyatlarının düşmesi, Venezüella’nın petrolden elde ettiği geliri, önüne geçilmez biçimde azaltmaktaydı. İşte bu nedenle, 1959 baharında, Venezüella Madenler ve Hidrokarbonlar Bakanı Perez Alfonso, Kahire’de; İran, Birleşik Arap Cumhuriyeti (Mısır-Suriye arasında kurulan ve kısa süren birlik), Suudi Arabistan, Kuveyt ve Irak yetkilileriyle görüşüyor; sonuçta bir “danışma komitesi” kuruluyordu.
23 Ağustos 1960’da, Irak Petrol Bakanlığının çağrısı ile yapılan toplantıda; petrol fiyatlarını tek yanlı olarak düşüren şirketlere karşı çıkılması, fiyatların eski düzeyine çıkarılması için petrol tekellerinin zorlanması, fiyat düşüşlerini önlemek için üretimi düzenleyici bir sistem kurulması kararlaştırılıyordu. OPEC (Organization of Petroleum Exporting Countries) üyeleri, 16 Ocak 1961’de Karakas’ta ve 28 Ekim 1961’de Tahran’da ikinci ve üçüncü konferanslarını topluyorlardı. (1961-1975 arası OPEC’e Katar, Libya, Endonezya, Birleşik Arap Emirlikleri, Cezayir, Nijerya, Ekvador ve Gabon da katılıyordu. Böylece on üç OPEC üyesi, dünya piyasasında yer alan tüm petrolün yüzde 85’ini ihraç eder duruma geliyordu.)
Petrol tekelleri başlangıçta OPEC’i ciddiye almadılar. Exxon’dan Howard Page, “Biz OPEC’in işlemeyeceğini biliyor, onun için de pek umursamıyorduk.” diyor. OPEC’in ilk Genel Sekreteri Fuad Ruhanînin gözlemine göre şirketler “OPEC yokmuş” gibi davranıyorlardı. 1960 Kasım’ında, OPEC’in kuruluşundan iki ay sonra, CIA’nın “Orta Doğu Petrolü” için düzenlediği raporda, bu teşkilata sadece dört satır yer veriliyordu. İlk yıllarda OPEC, sadece iki konuda etkili oldu. Petrol tekelleri karar alırken OPEC’e danışıyorlardı ve ilan edilmiş resmî fiyatların indirilmesi söz konusu olmuyordu.
Üye ülkelerin hepsinde, İran hariç (Musaddık dönemi güçlü ulusalcı akım ve halk hareketinin birikimi nedeniyle) toprak altı rezervler halen imtiyaz sahibi firmalara aitti. Ayrıca dünya pazarlarında yaşanan aşırı bolluk, pazarı daraltıyor ve ihracatçı ülkeleri kıran kırana rekabete sürüklüyordu. Bu pazarlara girmek için ülkeler petrol tekellerine bağımlıydı. OPEC, 60’lı yıllarda gelişen antiemperyalist, sömürgeleşmeden kopma hareketi ve üçüncü dünyada gelişen ulusal-devrimci akımlarla bağ kurmadı. Ayrıca petrolle ilgili temel yaptırımları uygulayamadı.
Bu arada Suudi Arabistan’da Kral Faysal işbaşına geldi. Batı yanlısı ve ABD ile sıkı ilişkileri savunan Faysal, Arap milliyetçiliğinin kararlı düşmanıydı. Nasırın etkisini kırmak, Kral’ın en önemli hedefleri arasındaydı. Suudi Arabistan-Mısır gerginliği, Yemen’de bu iki ülke arasında temsilî bir savaşa dönüştü. Öte yandan 1963 yılında Alfonso’nun istifası ve Amerikancı güçlerin etkisinin artması ile birlikte artık Venezüella da Amerika’nın bölgede geliştirdiği “ilerleme ittifakı” içinde anahtar ülke olmanın yollarını arıyordu. OPEC içindeki bu çizgi, ABD’nin egemenliğinde yürüyen petrol düzeni ile çatışmayı değil, uyumu getiriyordu. OPEC üyesi ülkeler arasındaki petrol gelirleri rekabeti siyasî-askerî çelişkileri de körüklüyordu.
1961 yılında Kuveyt, İngiltere’den ayrılıp tam bağımsız olduğunda, Irak bu ülkenin kendisine ait olduğunu bildirip işgal tehdidinde bulunuyordu. İngiltere’nin Kuveyt’e asker göndermesi üzerine Irak işgalden vazgeçiyor ve OPEC’teki üyeliğini askıya alıyordu. İran ve Suudi Arabistan, bölgede gelişen milliyetçi, devrimci akımlardan, Nâsır’ın yükselişinden rahatsızlık duyuyor; petrol gelirlerinin en kısa zamanda artırılmasını istiyorlardı. Bu amaçla, petrol üretiminin ve satışının artmasını savunan İran Şahı Rıza Pehlevî, “İran bir numaralı üretici durumuna getirilmelidir. Uluslararası petrol düzenleme sistemi teoride iyi, pratikte kötüdür.” diyordu.
Bu arada, Kral Suud’la hareket eden Tarikî, Faysal’ın yönetime gelmesiyle 1962’de işten atılıyor; Petrol Bakanlığına Ahmed Zeki Yamanî oturuyordu. Tarikî, Suudi Arabistan’dan sürgün ediliyor; ancak Arap halkının petrol denetimine sahip olmasını savunan kararlı anti emperyalist çizgisini koruyor; petrol tekelleri ile savaşını sürdürüyor; öteki üretici ülkelere danışmanlık, gazetecilik yapıyordu. OPEC’in diğer “babası” Perez Alfonso ise, 1963’te görevinden istifa ediyor ve OPEC’e müthiş eleştiriler getiriyor; etkisizliğini ortaya koyuyordu Alfonso, petrolden “şeytan pisliği” diye söz ediyordu.
60’lı yıllar boyunca iç çelişkileri, petrol tekelleri çıkarları ile uyuşan üyeleri, ABD egemenliğini kabullenişi OPEC’i çürüyen dinamiklere oturttu. 60’larda OPEC değil, ABD ithal kotaları, Sovyet petrolü ve rekabeti konuşuluyordu. OPEC’in kuruluşundan bir ay sonra, petrol şirketlerinin temsilcilerinin de katılımıyla “Arap Petrol Kongresi” toplandı. Beyrut’ta yapılan toplantıda Tarikî, petrol tekellerini, kârlarını gizleyerek üretici ülkeleri iki milyar dolarlık muazzam bir gelirden yoksun bırakmakla suçladı.
ARAMCO’nun, çeşitli yöntemlerle yüzde elli-yüzde elli sistemini yüzde 68 ARAMCO, yüzde 32 Suudi Arabistan biçimine dönüştürdüğünü açıklayan Tarikî’ye ise petrol tekelleri cevap veremediler. “Yedi Kız Kardeş”in muhasebe sistemleri, bugün de bilinmeyen sırlar arasındadır! OPEC’in ilk Genel Sekreteri olan Fuad Ruhanî ile Nedim Paçacı, Batılı şirketlere karşı son derece ılımlı bir politika izliyorlardı. Ruhanînin yerini alan Iraklı Abdurrahman Bazzâz ise, dinî ve politik konularda daha kararlıydı. Ancak OPEC’in en etkili üyesi Suudi Arabistan’da Batı yanlısı bir isim, Zeki Yamanî, Tarikî’nin yerini aldıktan sonra, teşkilatın çizgisi belli olmuştu.
1962 yılında Petrol Bakanlığı görevine atanan Zeki Yamanî, Mekkeli bir yargıcın oğluydu. Kahire’de hukuk öğrenimi gördükten sonra New York Üniversitesi ve Harvard’da öğrenimine devam etmişti. “Batılılaşmış” Yamanî’nin Petrol Bakanı olması, ARAMCO ortağı dört şirket tarafından çok olumlu karşılandı. Yamanî, petrol şirketi yetkilileriyle dosttu ve New York seyahatlerini çok seviyordu. ARAMCO ve Dışişleri Bakanlığı, Suudi Arabistan Kraliyet ailesini yetiştirmek için büyük çaba harcamıştı. 1953’te babası Kral İbn-i Suud’un yerini alan Suûd, ABD tarafından tutulmuyordu. Ancak 1962’de kardeşi Faysal’ın, krallığı “zarif” bir saray darbesi ele geçirmesi, Amerika’yı rahatlatıyordu.
Daha 1946 yılında ABD Dışişleri Bakanı Dean Acheson’un dikkatini çeken Faysal, Arap milliyetçiliğine, Nâsırizme, her türlü devrimci akıma şiddetle düşmandı. Suudi Arabistan gelirinin artacağını bilmesine rağmen üretimini kısmıyordu. 1965 Temmuz’unda Tripoli’de yapılan OPEC toplantısında üyeler, her ülkenin üretim artışına sınırlar getirdiler. Suudi Arabistan ve Irak yüzde 9, İran yüzde 14, Kuveyt yüzde 5, Libya yüzde 33 artışa gidebilecekti. Ancak Suudiler bu toplantıya katılmadılar ve o yıl için yüzde 18 artışa gittiler.
1967’de OPEC bu girişimden vazgeçti. Petrol tekelleri, OPEC’i ciddiye almıyorlardı. Her ülke ile ayrı ayrı müzakerelere oturuyor ve birini diğerine karşı koz olarak kullanıyorlar; böl-yönet taktiğini uyguluyorlardı. OPEC’i ABD’de en iyi izleyen isim John Jay Mc Cloy’du. Harvard’da hukuk öğrenimi gören Mc Cloy, petrol diplomasisinin önemli adları arasındaydı. Wall Street’in tanınmış adları arasına giren Mc Cloy, Rockefeller’in sırdaşıydı. Mc Cloy’un dikkate değer görev ve bağlantıları, petrol tekellerinin ilişkilerini aydınlatması açısından önemlidir.
İkinci Dünya Savaşı’nda ABD Savunma Bakanlığı Müsteşarı olan Mc Cloy, Almanya’da ABD Yüksek Komiserliği görevinde de bulundu. Dünya Bankası Başkanlığı da yapan Mc Cloy, Chase Manhattan Bankası Yönetim Kurulu üyeliğinde de bulundu. Başkan Kennedy, 1961’de Mc Cloy’u güvenlik, savunma, silah denetimi ve Almanya konularında danışmanlığa atadı. Mc Cloy, ABD’de Yedi Kız Kardeşe karşı açılan anti tekel davalarda şirketleri savunuyordu. Mc Cloy, bu nitelikleri ile ABD’de başkanlar üstü, gerçek gücü ve egemenliği temsil eden bir konumda bulunuyordu. Kennedy’nin petrol konusunda danışmanı olan Mc Cloy, Başkan’ı OPEC konusunda uyardı. Mc Cloy, “OPEC birlik içinde hareket etmeyi başarırsa, Batılı petrol şirketlerine toplu pazarlık için yetki verilmesi gerekebilir.” diyordu.
Petrol tekellerinin temsilcisi Mc Cloy, OPEC’in ortak hareket etmeyeceğini elbette biliyordu; ama bunu bir tehdit olarak sunuyor ve bu sayede güvenlik ile dış politika gerekleri” adına, ABD’nin anti tekel yasaları petrol tröstlerine uygulanmıyor, Kennedy yönetimini izleyen tüm başkanlar da bu konuda tekellerle uyum içinde çalışıyorlardı.
Notlar
1- Gürel, a.g.e., s. 102-103.
2- Gürel, a.g.e., s. 100
3- Odel, a.g.e., s. 226.
4- Sampson, a.g.e., s. 190.
Suat Parlar, Barbarlığın Kaynağı Petrol, Anka Yay., İstanbul-2003.