Soğuk Savaş sonrasında Amerikan askerî harcamaları dünyanın en büyük askerî bütçelerine sahip altı ülkenin (Rusya, Japonya, Fransa, İngiltere, Almanya Çin) toplamına eşit hatta 1996 yılı itibariyle üzerinde bulunuyordu. The Military Balance’ın 1997/1998 tarihli hesaplamalarına göre ABD harcamaları (1995 değerleriyle) 1996 yılında 265,823 milyar dolarken söz konusu altı ülkenin toplamı 265,260 milyar dolardır.
Bu durumda ABD’nin dünya askerî harcamaları içindeki payı, Amerikan Soğuk Savaş harcamalarının zirvesini oluşturan 1985 yılındakinden daha büyüktür. 1985 yılı itibariyle dünya askerî harcamalarının % 30’unu gerçekleştiren ABD 1996’da bu oranı % 33,3’e çıkardı. Yine 1996 yılı itibariyle dünya askerî harcama toplamının % 8,7’si Rusya’ya, % 4,5’i Çin e, %5,5’i Japonya’ya, % 24’ü NATO’nun geri kalanına, % 24’ü ise diğer ülkelere aittir. Bu koşullarda, ABD askerî bütçesinin iki ülke ile eşzamanlı savaşa göre; İran, Irak, Kuzey Kore’yi kapsadığı savı temelden geçersizdir. Washington’un Sovyetlerin çözülmesi sonrasında yarattığı “uluslararası terörizm”, “uyuşturucu ticareti”, “haydut devletler” tarzındaki tehdit kaynaklarından özellikle “haydut devletler” stratejik bir kılıf oluşturmaktadır. Irak, İran, Küba, Kuzey Kore, “haydut devletler” ilân edilerek, ABD’nin bu ülkelere karşı, “yaşamsal çıkarlarına saldırması halinde” kendisini “irrasyonel ve intikamcı” göstermek için, nükleer silah cephaneliğinden yararlanması gerekliliği savunulmaktadır.
Birleşik Devletlerin nükleer silah cephaneliğinden sorumlu olan ABD Stratejik Komutanlığı’nın 1995 tarihli Essentiald of Post-Cold War Deterrence (Soğuk Savaş Sonrası Caydırıcılığın Esasları) adlı raporunda, “Nükleer silahlardan yararlanmanın salt ‘haydut devletlere yansıttığımız’ tavrın bir parçası olmadığı; ayrıca ‘bütün, hasımlarımıza’ yönelik olduğu” vurgusu önemlidir (1). Bu belgede yer alan görüşler, ABD’nin “herkesle kavgalı bir deli görünümünü vermesi” gerektiğini ileri süren Nixon’un “Delilik teorisi”nin tıpkı diğer stratejik doktrin ve formülasyonlar gibi yürürlükte olduğunun göstergesidir. Nixon’un teorisi, gayri resmî nitelik taşımasına rağmen, ABD Stratejik Komutanlığı’nın 1995 tarihli bu resmî plânlama belgesinde canlanmaktadır. Bilgi Edinme (Özgürlüğü Yasası uyarınca açıklanan bu “gizli” yüksek plânlama, belgesi, ABD tarafından fiilen örtüldü, yok sayıldı. Çünkü adı geçen belge son derece açıklayıcı mahiyettedir ve günümüzde yaşananların arka plânını aydınlatmaktadır. Özellikle ABD emperyalizminin Irak’ı işgaliyle yürürlüğe koyduğu örgütlü cinayet, katliam, ırza tecavüz, hırsızlık, tarihi eserlerin yağmalanmasını teşvik etme, işkence gibi eylemlerin ABD ordusunun “kriminalize” (olmasıyla ilgisinin bulunmadığı bunun sistemli bir stratejik doktrinin uygulama mantığına dayandığını çıkarıyor. Söz konusu raporda şu görüşlere yer veriliyor:
ABD, nükleer cephaneliğini kullanarak, yaşamsal menfaatleri saldırıya uğradığında, aklı mantığı bir tarafa atıp kin duygusuyla hareket eden bir görünüm vermelidir. Bütün hasımlarımızın önünde bu özelliği ulusal kişiliğimizin bir parçası olarak çıkarmalıyız. Kendimizi gereğinden çok akılcı ve serinkanlı göstermek bize zarar verir. ABD hükümeti içindeki kimi elemanların kontrolünü yitirmiş bir kişilik sergileyebilmeleri olgusu, hasmın karar mekanizmalarına yön verenlerin kafasında hem korku ve şüphe uyandırmaya, hem de varolan korku ve şüpheleri pekiştirmeye varabilir.
Bu “Delilik teorisi” 1950’de İsrail’de iktidardaki İşçi Partisi tarafından icat edilmiştir. Dönemin başbakanı Moşe Şaret günlüğünde parti liderlerinin deliliği öven söylevler verdiğini kaydeder. Moşe Şaret, eğer isteklerimiz kabul edilmezse “çıldırın” (nishtagea) uyarısında bulunur. Giderek yetkinleşen terör stratejisi İsrail tarafından kesintisiz olarak uygulanırken, 50’li yılların ortalarında başta Moşe Dayan olmak üzere Ben Gurion’un öğrencileri ısrarla “Ortadoğu’da ateşi tutuşturmak” gerektiğinden söz ediyorlardı. İşçi Partisi yetkililerinden David Hacohen, Şaron’a “deliler gibi hareket etmeye mecbur” olduklarını öğretiyordu. Böylece Araplar korkutulurken, batı da baskı altına alınabilecekti (2). Dünyanın en büyük askerî aygıtına sahip ABD’nin bu terör stratejisi devasa silahlanma harcamaları ile birlikte düşünüldüğünde insan soyunun geleceği açısından yarattığı tehdit iyice netleşir. “Delilik teorisi”ni uygulamaya koyan bu terör stratejisinde İsrail yine model ve dizginsiz deney alanıdır. İsrail’in varlığına yönelik Arap tehdidi imajını uyandırmak ya da bu tehdidi provake etmek için terör ve baskının nasıl kullanıldığını, o dönemin Siyonist devlet hiyerarşisindeki iki numaralı adamın kaleminden okuyalım:
Plânladığımız düzmece olaylar ve düşmanlıklar zinciri üzerine; çok daha fazla kan dökülmesine neden olan, provokasyon amacıyla hazırladığımız çatışmalar üzerine; adamlarımız tarafından tezgâhlanan, hepimize felaketten başka bir şey getirmeyen, ancak olayların akışını belirleyecek istikrarsız bir ortam yaratan yasadışı işler üzerine uzun süre düşündüm.
Şaret’in anılarında açıkladığı bu tarz eylemler İsrail toplumunda kuşatılmışlık duygusunun yaratılması, düzmece Arap tehlikesi mitinin tamamlanması açısından zorunluydu (tıpkı ABD kamuoyunun 11 Eylül sonrası şartlandırılmasında olduğu gibi) İdeolojik açıdan bütünlüklü bir topluluk olan İsrail toplumu, Asya ve Kuzey Afrika’dan gelen kitle göçleri sonucunda kültürel ve sosyal farklılaşma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. Kuşatılma duygusu ile yaratılmaya çalışılan dayanışma ortamı ise savunma amaçlı bir bütünleşmeye yönelik değildi. Toplumun, uygulanan politikaları ve terörü tümüyle desteklemesi zorunluydu. Bu amaçla “ahlâki engeller ortadan kaldırılmaya” çalışılıyordu. İsrail Güvenlik Doktrini mutlak anlamı ve faşist içeriği temelinde terörü yüceltir, ahlâkı reddeder. Bu konuda Şaret günlüğünde şunları yazıyor:
Pragmatik gerçeklerle misilleme anlayışını haklı çıkarmaya çalışıyoruz… Mutlak intikam ilkesini haklı çıkarmadan önce, farkında olmadan bu duygunun önündeki ruhsal ve ahlâki engelleri yok ederek intikamın ahlâki bir değer olarak yükselmesini sağladık. Bu duygu kamuoyunun büyük bir bölümünde özellikle gençlerde egemen halde, ancak ilk kez Şaron’un taburunda bizzat devletin kullanıldığı “kutsal bir ilke” değerini kazandı… Gözümüzün önünde günbegün yerleşen olgu, hukukun çiğnenmesine ve ahlâki düşkünlüğe karşı artık hiçbir duyarlılık kalmamış olmasıdır… Bizler için hukuku çiğneyen bir devlet alışılmamış bir şey değildir. Bu konu, bizi sadece bir krizin tehdidi altında olduğumuzda veya bu nedenle ortaya çıkan kötü bir sonuçla karşılaştığımızda, gücümüzden ve etkimizden yitirdiğimizde rahatsız etmektedir. Ahlâki sorunlara, ahlâki açıdan değil, pragmatik açıdan yaklaşıyoruz… Bir keresinde İsrail askerleri kör bir intikam hırsıyla birkaç Arap’ı öldürmüştü… Bu olaydan hiçbir ders çıkarılmadı, hiç kimsenin rütbesi indirilmedi. Kimse görevinden alınmadı. Sonra Kafr Kasem olayı gerçekleşti… Sorumlular bundan da hiçbir ders almadı. Ancak bu, kamuoyunun, polisin, ordunun olaylardan hiçbir ders çıkarmadığı anlamına gelmez: Çıkardıkları ders Arap kanını serbestçe akıtabilecekleri oldu.
ABD ile İsrail’in stratejik askerî doktrin sicillerinde “Delilik teorisi” ile bütünleşen terör ve tecavüz kampanyaları bilinçli, plânlı, tümüyle ordunun emir-komuta zincirine bağlı uygulamalarıdır. 1948’de İsrail ordusunun Dveima köyünde yaptıklarına ilişkin olarak bir askerin 9 Haziran 1979 tarihli Davar gazetesinde çıkan açıklamaları bu verilecek binlerce örnekten sadece bir tanesidir.
80-100 Kadar erkek, kadın ve çocuk öldürülmüştü. Çocukları kafalarına sopalarla vurarak öldürüyorlardı. Her evden en az bir kişinin canına kıyılmıştı. Köylerde erkek ve kadınlar, yiyecek ve su verilmeksizin evlere kapatılıyorlardı. Sonra da sabotajcılar gelip evleri havaya uçuruyordu. Bir kumandan, bir ere emir vererek, havaya uçurmak istediği bir evin içine iki kadın kapatmasını söyledi. Bu arada bir asker, öldürülmeden önce bir Arap kadının ırzına geçtiğini anlattı. Yeni doğmuş çocuğu olan Arap kadına birkaç gün süreyle etraf temizlettirildikten sonra kadın ve çocuk öldürüldü. Harika bir adam diye nitelenen iyi yetiştirilmiş, iyi bir eğitim görmüş kumandanlar, aşağılık katiller haline gelmişti. Hem de gelişen korkunç olayların içinde ister istemez bu duruma düşmüş değillerdi. Aksine soykırımı ve yok etme metotlarını bilinçli olarak kullanıyorlardı. Onlara göre dünyada ne kadar az Arap kalırsa, o kadar iyiydi.
ABD ve İsrail’in terör stratejileri, doktriner birikimleriyle bağlantılıdır. Terörün zayıfın silahı olduğuna dair yargılar, ciddi bir analitik hatadır. Gerçekte, diğer şiddet araçları gibi terörizm de güçlünün silahıdır. Ancak bu silah zayıfa izafe edilmektedir çünkü güçlü olan doktriner sistemleri de kontrol tekeline sahiptir ve onun katliamı, tecavüzü, soykırımı, yağması terör eylemi sayılmaz. Nazilerin terör aygıtını olduğu gibi devralan ABD ordusu karşı ayaklanma, kontrgerilla, düşük yoğunluklu çatışma alanlarında yükselen emperyalist güç olarak stratejik doktrin mirasından yararlanma imtiyazını kullandı. ABD’nin küresel askerî harcamaların neredeyse % 35’lik kısmını gerçekleştirdiği olgusu akılda tutularak bu terör aygıtının varlığı incelenirse insanlığın karşı karşıya olduğu tehdidin boyutları anlaşılır.
Muazzam ölçeklere ulaşan nükleer tahrip kapasitesi, devasa konvansiyonel silah yığınağı, küresel üsler sistemi Birleşik Devletler’in dünyanın her yerinde “düşük yoğunluklu” terör savaşlarına girebilmesinin güvencesidir. Tüm rakiplerin toplamı kadar askerî harcama yapan bir gücün terör stratejisini, misilleme kaygısı veya kabul edilebilir ölçüde direniş dışında tehdit yaşamadan uygulaması bu kapasite ile bağlantılıdır. Sovyetlerin çözülmesi ile birlikte Reagan yönetiminin eski görevlilerinden Elliott Abrams tarafından dillendirildiği üzere, “ABD ilk defa, dünyanın herhangi bir yerinde bir Rus tepkisinin ortaya çıkabileceği endişesi duymaksızın” güce başvurabilmektedir. ABD emperyalizminin dizginsiz terör stratejisinin arka plânında devasa askerî aygıtının güveni yatmaktadır.
Bağımsızlıkçı milliyetçiliği 3. Dünya’dan silmeye kararlı olan ABD “silahça zengin” Sovyetler Birliği’nin yerine “hedefçe zengin” bu ülkeleri koydu ve “haydut devletler” kategorisini yarattı. “Terörizme karşı savaş” Orta Amerika, Ortadoğu, Güney Afrika ve Asya’da muazzam şiddet kampanyalarıyla gerçekleştirilmektedir. Bu gerekçe Amerikan ekonomik, politik, askerî çıkarları için tıpkı komünizm gibi perde işlevi görüyor. Amerikan ordusunun terör stratejisini uygulamak için oluşturduğu düzeneğin köklerini II. Dünya Savaşı sonrasında bulmak mümkündür:
II. Dünya Savaşı ertesinde ABD, faşistlerin ve onların işbirlikçilerinin lehine olarak dünyanın pek çok yerindeki faşizm karşıtı direnişleri bastırma görevine geri dönmüştür. Bunların yapılabilmesi için Lyon Kasabı adıyla bilinen, Fransa’da korkunç katliamlardan sorumlu bir Nazi olan Klaus Barbie Amerikan istihbaratı için Fransa casusu olarak göreve alınmıştır. Bundan çok daha çarpıcı bir örnek, Hitler’in Doğu Avrupa istihbarat operasyonlarından sorumlu olan Reinhard Gehlen’in aynı görevle CIA’in Doğu Almanya istihbaratı için göreve alınmasıdır. Onun görevi, Hitler tarafından cesaretlendirilen bölge ordularıyla birlikte ABD’nin desteğiyle Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da askerî operasyonlar düzenlemekti… Daha sonra, bu faydalı kişiler artık Avrupa’da korunamadığı dönemde, Vatikan ve faşist papazların yardımıyla ABD’ye getirilmiştir. Bunlar Gestapo’nun icat ettiği işkence metotlarını öğreterek, Lâtin Amerika’da Neo-Nazi ulusal güvenlik devletlerinin kurulmasına yardımcı olarak ve Orta Amerika’da ABD’nin eğittiği güvenlik güçleri içinde çalışan ölüm müfrezeleri kurarak ABD çıkarlarına hizmet etmeyi sürdürmüşlerdir (3).
General Reinhard Gehlen, Almanya’nın 1945’te çöküşüne kadar Hitler’in Doğu Cephesi İstihbarat başkanı iken, on bir yıl sonra Konrad Adenauer’in başbakan olduğu Batı Alman Hükümetinin Federal İstihbarat Dairesi (BND) başkanı oldu. Gehlen’i bu göreve taşıyan ABD Ordu İstihbaratı ve CIA’di. Rockefeller İmparatorluğunun sadık hizmetkârı olan ve Nazilerin ABD’deki çıkarlarını hukuk firmaları aracılığıyla takip eden Dulles Bira¬derler (aynı dönemde CIA direktörlüğü ve dışişleri bakanlığı görevlerinde bulundular) Gehlen’in en büyük destekçileriydi.
Gehlen, Amerikalıları büyük bir beceri ile idare etti. Amerikalılar onu, ilgi çekici, bilgili ve garip biri olarak değerlendiriyorlardı. CIA ile ilişkisinin inişleri ve çıkışları vardı fakat bu ilişki yıllar boyunca her iki taraf için de rahat oldu. Gerçekten, Gehlen operasyonu CIA’in en beğenilen operasyonlarından biri oldu “Ailen Dulles bunu seviyordu,” diyor, uzun süre örgütün gözlemciliğini yapmış olan eski bir üst düzey CIA görevlisi. “Çok gizliydi, bir tür klüptü. Bu muhteşem bir iş, yağlı kuyruk olarak değerlendiriliyordu,” diyor. Ve Gehlen, 1950’lerin ortasındaki kritik bir dönemde hem Almanya’da hem de Birleşik Devletler’de büyük etki yaratan küçük bir grup tarafından tanınıyordu. Başbakan Adenauer, ABD Dışişleri Bakanı John Foster Dulles ile yakın bir ilişki kurdu. Foster’in ağabeyi CIA Başkanı Allan Dulles, Gehlen’e büyük destek verdi. Ve çemberi tamamlayacak şekilde Adenauer’in de Gehlen ile yakın ilişkileri vardı (4).
ABD’nin organize ettiği uluslararası terör ağlarında, Naziler, ölüm mangaları, Siyonist katiller iç içedir. “Dünya Anti-Komünistler Birliği” adlı örgüt Başkan Reagan döneminde küresel çapta cinayetler ve suikastlar düzenliyordu. Bu örgütün lider kadrosunda ABD’nin koruduğu eski Naziler vardı.
Amerika’nın terör stratejisi, olağan hukuktan bir sapma değil binlerce tarihsel örneğin kanıtladığı gibi askerî-politik doktrin birikiminin temel bir unsurudur. ABD’nin nüfuz alanında bulunan ülkeler açısından terör halkçı, bağımsızlıkçı, devrimci akımların bertaraf edilmesinde kullanılır.
ABD’nin koşullarına uyan devletlerde demokratik prensipler bir dereceye kadar uygulanabilir… Kaynakların ordunun, oligarşinin, iş çevrelerinin ve profesyonel seçkinlerin elinde bulunması, gücünü halktan alan organizasyonların sesinin kısıldığı bir ortamda, politika sistemin ve medyanın bütünüyle kontrol altında tutulmasını garanti altına alır. Halkın taleplerinin bastırılmasının yollarından biri de terördür. Halkın terör yoluyla susturulması ABD’nin tercihidir ve sopayla halkın üzerine yürüyen hükümetlerin Washington’un gözünde itibarı ve kredisi artar… Halkın muhalif olduğu politikalar karşısında sessiz kalmasını sağlayabilmek için klasik bir yöntem vardır: Yüreklere korku salmak. Halk, malının ve canının bir düşman tehdidi altında bulunduğuna inandırılırsa, muhalif olduğu programların uygulanması karşısında sessiz kalmayı tercih eder (5).
ABD küresel bir terör imparatorluğunu yönetmektedir. “Beşinci özgürlük” yani soyma, sömürme, hüküm altına alma ve her türlü güce başvurma, ABD emperyalizminin tüm ezilen dünya halklarını rehine olarak tuttuğu terör rejiminin kurucu ilkesidir. ABD, IV. Reich’tir. Tüm Nazi doktrinlerini içermiş ve küresel egemenliğin ihtiyaçları doğrultusunda yenilenmiştir. ABD destekli ölüm mangaları, Lâtin ve Orta Amerika’da terör devletleri kurmuşlardır. ABD ile SS’ler arasında II. Dünya Savaşı sonrası kurulan ittifak, ölüm kampları ile ölüm mangalarını birbirine bağlayan halkayı örmüştür. ABD Lâtin Amerika başta olmak üzere hemen her müttefikinde ordular ile ilişki kurar. Lâtin Amerika silahlı kuvvetleri için ABD ordusu siyaset plânlamacılarının şu tespiti tüm diğer müttefikler açısından da geçerlidir: “Lâtin Amerika’daki siyasal gruplar içinde en az Amerikan karşıtı olan grup ordudur.”
ABD’nin küresel terör imparatorluğunun uzantısı olan ordular, standart doktrin yapılarını, Washington’da imal edilmiş stratejilere “millî” etiketini yapıştırarak içermektedirler. Birleşik Devletler bursları ile bu ülkeye eğitime gelenler açısından, “teknik bir stajın Amerikan yaşam tarzına (American Way of Life) sonsuz bir hayranlık ve köklü bir sadakat duygusu yaratması işten bile değildir (6).”
Lâtin Amerika başta olmak üzere müttefik orduların “Kuzey Amerikalılaştırılması” amacıyla binlerce subay ABD’de eğitim görmektedir. Özellikle Panama Kanal Bölgesindeki okullardan Fort Gulick’teki ünlü US Army School of the Americas (USARSA) Washington’un terör imparatorluğunun standart askerî doktrin ve uygulamalarının öğretildiği bir merkez oldu. USARSA tipi okullar, yoğun bir anti-komünist ideoloji, karşı-devrimci felsefe, kontrgerilla eğitimini Soğuk Savaş süresince gerçekleştirdiler. 1974 yılında USARSA 30.000 öğrencisi için bir kutlama töreni düzenledi. Ancak ABD dışındaki Amerikan üslerinde eğitim gören stajyer subaylarla birlikte düşünülür ve buna bir de diğer okullarda eğitimden geçirilenler eklenirse Pentagon patentli “ulusal” orduların nasıl organize edildiği daha iyi anlaşılır.
İdeolojik eğitim konusunda USARSA’nın ünü tartışılmaz olmakla birlikte, Souther Command’a bağlı bulunan Inter-American Air Force Academy, Inter American Geotic Survey School gibi merkezlerde de kontrgerilla eğitimi özellikle Güney Amerikalı subaylara yoğun bir biçimde verildi. Soğuk Savaş’ın ilkel anti-komünist beyin yıkama programlarıyla birlikte yürütülen kontrgerilla stajı pek çok subay için kariyer merdivenlerini hızla tırmanmanın ilk adımı oldu. ABD’nin küresel terör imparatorluğunun geliştirilmesinde bu merkezlere çok iş düştü:
Her halükârda, Pentagonun isteğiyle Lâtin Amerikalı subayları iç savaş için hazırlamak üzere kurulan USARSA’nın anti-komünizme ve Amerikan yanlısı beyin yıkamasına ölçüsüz bir yer verdiği tartışma götürmez. Karşı-devrimci savaş derslerinin yanında teknik nitelikte dersler bile bir komünizm tehlikesini ön plâna çıkarmaktadır. Subaylara yönelik ders programının % 20’si komünizmle ilgilidir. Ayrıca, Fort Gulick’e gelen öğrenciler, … fevkalade kaba, tam bir Soğuk Savaş kafasının ürünü bir sürü broşür yağmuruna tutulmaktadır. Stajyer subayları siyasal bakımdan etkileme isteği çok güçlüdür (7).
Bu yöntem, eğitim anlayışı ve teknik içerikleri değiştirilen yeni tehdit senaryoları, Lâtin ve Orta Amerika’da ABD’nin stratejik çıkarlarının gerekli kıldığı yeni ittifaklar çerçevesinde yürütülmektedir. Emperyalizm kavramını çalışmalarında kullanmayı teorik düzey açısından sakıncalı bulan ve post-modernizm sabuklamasına dayalı analitik değerden yoksun kavramları çıkış noktası yapan bazı “tarafsız-akademik” çevreler için küreselleşmenin “sonsuz barış” vaadini taşıyan ABD ordusunun Irak’ta yaptıkları bir sapmadır ve “kriminalize” olma göstergesidir. Oysa, Soğuk Savaş’ta iyice kurumlaşan terör strateji, taktik ve uygulamalarının doktriner, kurumsal birikiminin sürekliliğinde yaşanan katliam, şiddet, tecavüz döngüsü ABD emperyalizminin kalıcı askerî dinamiğidir.
“Delilik teorisi”nin insan aklının sınırlarını zorlayan terör uygulamalarına ABD tarihinden binlerce örnek verilebilir. Ancak El Salvador’da ABD’li “uzmanlar”ın denetiminde gerçekleştirilen katliamlar yukarıda açıklanan birçok unsuru toparlamaya yardımcı olacak mahiyettedir. El Salvador’u “çarmıha geren” ABD, 70’lerde bu ülkede kurulan ve “halk örgütleri” olarak bilinen köy birliklerine, kooperatiflere, sendikalara, kurtuluş ilahiyatını savunan halktan yana din adamlarına yönelik büyük bir saldırı kampanyası başlattı. Şubat 1980’de El Salvador başpiskoposu Oscar Romero, Başkan Carter’a bir mektup yazarak ülkeyi yöneten cuntaya askerî yardım göndermemesini istedi. Başpiskopos, bu tür yardımların “en temel insan haklarına saygı duyulması için” mücadele eden “halk örgütlerine karşı adaletsizliği ve baskıyı artırmak” için kullanılacağını belirtiyordu. Bu mektuptan birkaç hafta sonra Başpiskopos Romero bir ayin sırasında öldürüldü. Romero’nun suikastçılarına para ve eğitim ABD tarafından sağlanıyordu.
Suikasttan iki hafta önce, 7 Mart 1980’de, El Salvador’da sıkı yönetim ilân edilmiş ve halka karşı savaş güçlü bir şekilde ABD’nin sürekli desteği ve katkısıyla başlamıştı. Büyük çaplı ilk saldırı, Honduras ve Salvador ordularının eşgüdümlü bir askerî harekatı olan ve en az 600 kişinin acımasızca öldürüldüğü Rio Sumpul’daki büyük katliamdı. Bebekler palalarla parça parça doğranmış, kadınlar işkenceden geçirilmiş ve boğulmuştu. Katliamdan sonra nehirde günlerce ceset parçaları bulunmuştu… Bu savaşın asıl kurbanları köylülerdi; ayrıca sendikalılar, öğrenciler, rahipler ya da halkın çıkarları için çalıştığından şüphelenilen herkes de savaşın hedefi durumundaydı. Carter’ın yönetimdeki son yılı olan 1980’de, ölü sayısı 10.000’e yaklaşmışken, Reagan iş başına gelince bu sayı 13.000’e yükselmiştir. Ekim 1980’de, yeni başpiskopos, güvenlik güçleri tarafından “savunmasız sivil halka karşı sürdürülen imha ve soykırım savaşı”nı kınamıştır. İki ay sonra ise cuntanın sivil cumhurbaşkanı olarak atadığı, ABD’nin gözdesi “ılımlı” Jose Napoleon Duarte “bozguncuğa karşı halkın yanında kahramanca savaştıkları” gerekçesiyle güvenlik güçlerini övgüye boğmuştur. “Ilımlı” Duarte’nin rolü, askerî yöneticilere kılıf olmak ve ABD’den gelen dört rahibenin askerlerin tecavüzüne uğrayıp öldürülmesinden sonra ABD fonlarının kesilmemesini sağlamaktı. Rahibelerin tecavüze uğrayıp öldürülmesi, ABD’de bazı protestolara yol açtı; Salvadorluları öldürmek kabul edilebilir, fakat Amerikalı rahibeleri öldürmek kesin bir Halkla ilişkiler hatasıdır! Basın-yayın organları, Carter yönetiminin ve bu yönetimin kurdurduğu araştırma komitesinin izinden giderek, olayın üzerinde durmadı. Yeni iş başına geçen Reagancılardan, özellikle Dışişleri Bakanı Alexander Haig ile BM Büyükelçisi Jeane Kirkpatrick, bu toplu cinayeti haklı göstermeye çalışarak çok daha ileriye gitti. Yine de, göstermelik bir yargılama yapılmasının daha uygun olacağı düşünülüyordu; birkaç yıl sonra görülen davada, katiller cuntası ve tabiî ki cuntanın büyük patronu temize çıkarıldı (8).
Kasım 1986’da Cizvit Papazı öldürüldü.
Cizvitleri, Amerika Birleşik Devletleri tarafından kurulan, eğitilen ve donatılan seçkin askerî birlik, Atlacatl Taburu öldürmüştü. Tabur, Mart 1981’de, on beş karşı-ayaklanma uzmanının ABD Özel Kuvvetler Okulu’ndan El Salvador’a gönderilmesiyle oluşturulmuştu. Taburun işi, başlangıçtan itibaren katliam yapmak olmuştur… Atlacatl Taburu, Aralık 1981’de katliam, tecavüz ve kundaklamaların yapıldığı bir çılgınlık nöbeti sırasında, binden fazla sivilin öldürüldüğü bir operasyona katıldı. Daha sonra da köylerin bombalanmasına ve yüzlerce sivilin kurşunlanarak, boğularak ve başka yöntemlerle öldürüldüğü bir katliama katıldı. Kurbanların büyük çoğunluğunu kadınlar, çocuklar ve yaşlılar oluşturuyordu. Atlacatl Taburu, Cizvitleri öldürmeden kısa bir süre öncesine kadar ABD Özel Kuvvetleri tarafından eğitilmekteydi. Bu durum, Taburun var olduğu süre boyunca tekrarlanmıştır. Tabur, en büyük katliamlarını hep ABD eğitiminden döner dönmez gerçekleştirmiştir.
El Salvador’un “yeni gelişmekte olan demokrasi”sinde, aralarında henüz 13 yaşındaki çocukların bile bulunduğu gençler, gecekondu bölgelerinden ve mülteci kamplarından toplanarak askerlik yapmaya zorlanıyordu. Bu gençlerin, çoğunlukla şehvet ve sadizm öğeleri içeren cinayetlere hazırlanmaları için, Nazi SS’lerinden uyarlanan, fiili gaddarlık ve tecavüz denemelerine bol bol yer veren ayinlerle beyinleri yıkanıyordu. El Salvador ordusunda verilen eğitimin içeriği, 1990 yılında ABD Dışişleri Bakanlığı’nın bütün itirazlarına rağmen Teksas’ın siyasal sığınma hakkı tanıdığı El Salvadorlu bir kaçak tarafından açıklanmıştır. Bakanlık, kaçağın El Salvador’a teslim edilmesini istemiştir. (Kaçağın adı, kendisini Salvador ölüm mangalarından korumak için mahkeme tarafından saklı tutulmuştur.)
Bu sığınmacının anlattıklarına göre, askere alınan acemi erlerden köpekleri ve akbabaları boğazlarını ısırıp kafalarını kopararak öldürmeleri isteniyordu; acemi erlere, ayrıca, usta askerlerin şüpheli muhalifleri -tırnaklarını sökerek, kafalarını keserek, vücutlarını parçalara ayırarak ve kopuk kollarıyla oynayıp eğlenerek- öldürmeleri de izletiliyordu (9).
Salvador’da ABD’Ii “uzmanlar” tarafından verilen eğitimin sonuçlarını America adlı Cizvit dergisinde Katolik bir rahip olan Daniel Santiago grafiklerle açıklamıştır.
Santiago’nun sözünü ettiği bir köylü kadın, bir gün eve döndüğünde üç çocuğunu, annesini ve kız kardeşini bir masanın etrafında otururken bulmuştur; her birinin kesik kafası masanın üstüne gövdesinin önüne dikkatle konmuş ve elleri her gövde kendi kafasını okşuyormuş gibi” kafaların üstüne yerleştirilmişti.
Salvador Ulusal Muhafızlarından olan katiller, 18 aylık bir bebeğin kafasını istedikleri yerde tutmakta zorlanınca, ellerini kafasının üstüne çivilemişlerdi. Masanın tam ortasında, kanla doldurulmuş büyük bir plastik kâse, büyük bir zevkle sergilenmekteydi. Peder Santiago’ya göre, bu tür korkunç sahnelere hiç de seyrek rastlanmıyordu: El Salvador’da ölüm mangaları insanları öldürmekle yetinmiyor, insanların kafalarını kesip mızraklara takıyor, mızraklara takılmış kafaları tarlaları işaretlemek için kullanıyor. Salvador polisi, erkeklerin bağırsaklarını sökmekle kalmıyor; kurbanların cinsel organlarını ağızlarına tıkıştırıyor. Ulusal Muhafızlar, Salvadorlu kadınlara tecavüz etmekle yetinmiyor, kadınların rahimlerini kesip çıkarıyor, kesip çıkardıkları rahimlerle de kurbanların yüzlerini örtüyor. Çocukları öldürmek onlara yetmiyor, çocuklar, etleri kemiklerinden ayrılana kadar dikenli tellerin üzerinde sürükleniyor ve bu sahne çocukların annelerine-babalarına zorla seyrettiriliyor (10).
ABD ordusunun yönetim ve denetiminde taammüden soykırım uygulaması sonucunda on binlerce kişi katledilirken bir milyondan fazla El Salvadorlu da mülteci oldu. 70’lerden 80’li yılların sonuna kadar sadece Orta Amerika da halk hareketlerinin bastırılması sırasında ABD’nin yönlendirdiği ve desteklediği güçler 200.000 kişiyi öldürdüler. Washington etiketli terör stratejileri “günümüzde demokrasinin zaferi için esin kaynağı” olarak nitelendirilirken, Afganistan’da ABD ile silah-arkadaşı konumundaki “özgürlük savaşçıları” henüz Washington’u İslâm düşmanı ilân etmemişlerdi. Aynı şekilde, emperyalist komplolarla paramparça edilen Balkanlar’a NATO ve ABD askerî müdahalesinin “gecikmesini” batının çifte standartlı olmasına izafe ederek bir an önce bombardımanların başlamasını talep eden İslamcılar için de Amerika halen “komünist” rejimlerle mücadele müttefiki idi. Anti-komünist haçlı seferi ile Lâtin ve Orta Amerika, Afrika, Balkan halklarına kan kusturan ABD yönünü İslâm ülkelerine çevirinceye kadar ne Salvador’da, ne Nikaragua’da ne Honduras’ta yaşanan katliamlar ne de Şili ve Arjantin cuntaları İslâmcılar açısından protestoya değer görüldü.
Kennedy yönetimi sırasında, ABD’nin egemenliğindeki Lâtin Amerika ordularının görevi “kutsal savunma”dan, “iç güvenlik” yani kendi halkına karşı savaşa kaydırıldı. Bu çok önemli karar, 1961-1966 yılları arasında karşı-ayaklanma plânlama dairesinin başında olan Charles Maechling’in daha sonra açıkladığı üzere: “Heinrich Himmler’in imha mangaları yöntemini kullanan ABD’yi doğrudan suç ortağı durumuna sokmuştur.” ABD’nin tüm müttefikleri “millî güvenlik devleti” kapsamında kontr-gerilla devletlerine dönüşmüştür. Bu dönemde 1965 yılı itibariyle Türkiye’de de Dev-Kurt’un (Devleti Kurtarma Plânı) gündeme alınması ve ABD ile doğrudan bağlantılı Türk-İslâm sentezi kadrolarının örtülü terörle Türkiye sathında harekete geçirilmesi bugün İslâmî kesimde büyük problemler yaratan Soğuk Savaş İslâmı’nın yapılanmasında belirleyicidir.
ABD’nin II. Dünya Savaşı sonrası IV. Reich’e dönüşüm sürecinde görev yapmış olan tüm başkanlar savaş suçlusudur. ABD’nin öncelikleri ile çakışmayan herkesi Soğuk Savaş süresince “komünist”, Sovyetlerin çözülmesi sonrasında “terörist” ilân eden Washington yönetimlerinin “güvenlik politikalarının özünü Birleşik Devletler Deniz Kuvvetleri Komutanı A. M. Gray 1990 Mayısında yaptığı açıklamada şöyle vurguluyordu:
Soğuk Savaş’ın bitmesi güvenlik politikalarımızı yeniden gözden geçirmemizi gerektirir, bunların kayda değer derecelerde değiştirilmesini gerektirmez.
Zengin ile yoksul arasında bulunan ve giderek derinleşip genişleyen uçuruma karşı gelişmemiş ülkelerin duyduğu hoşnutsuzluk hızla artmaktadır. Buralarda çıkacak olan ayaklanmalar istikrarı sarsacak, bizim için hayati önemi olan ekonomik kaynaklara, askerî noktalara ulaşabilmemizi güçleştirecektir. Bizim ve müttefiklerimizin ve potansiyel rakiplerimizin bu stratejik kaynaklara giderek daha fazla muhtaç hale gelmesi durumun vahametini daha da artıracaktır. Bu bölgelerde istikrar olsun istiyorsak, kaynaklarını çıkarlarımıza uygun kullanmayı arzuluyorsak, ülke dışındaki vatandaşlarımızın can güvenliğinin ve dünyanın dört bir yanında bulunan tesislerimizin devamlılığının sağlanması bizim için bir anlam ifade ediyorsa ve caydırıcı rol oynamayı sürdüreceksek o zaman bu hedeflere varmamızı mümkün kılacak yeterince iyi donatılmış, yeterince hareketli bir silahlı gücü ulusumuzun emri altında hazır tutmamız gerekecektir (11).
Bu silahlı güç kontrgerilla hareketlerinden psikolojik savaşa kadar geniş bir faaliyet yelpazesinde yer alır. Gray’in “güvenlik politikaları”nın değişmez prensiplerine yaptığı vurgu stratejik doktrin birikimin sürekliliği bağlamında değerlendirilmelidir.
ABD’nin 1960’lardan itibaren gündemine aldığı ve “dolaylı-saldırı” adı verilen savaş taktikleri, dünyanın dört bir yanında yıllar boyu geliştirilen ve kontrgerilla kavramıyla simgeleştirilen ancak süreç içinde etiketleri değiştirilen teorileri besledi. ABD terör imparatorluğunun oluşumunda “mahalli kuvvetler” tanımı ile aşağılanan ve başına kavramsal bir çuval geçirilen orduların rolünü, “dolaylı-saldırı” uzmanı Glenn Snyder şöyle açıklıyor:
“Dolaylı-saldırı”ları önlemek için, politik, askerî, ekonomik bir sıra yardımlar yapılmalıdır. Askerî yardımların ilk hedefi, mahalli silahlı kuvvetlerin eğitimi ve silah donatımı olmalı… Mahalli kuvvetlerin eğitimi, partizan savaş ve taktikleriyle, karşıt savaş taktiklerinin öğretilmesi esasına oturtulmalı. Bununla beraber, pratikte görüldüğü gibi mahalli kuvvetlere bel bağlanmaz. Amerikan Silahlı Kuvvetlerinin de bu harplere katılması gerekmektedir. Zira, partizanlara karşı savaşacak gönüllü birlikleri maalesef bizim dünyamızda yok. Bu bakımdan gönüllü birliklerin iş ve ödevlerini, mecburen Amerikan askerlerinin görmesi gerekiyor. Mahalli kuvvetlerin bütün komuta ve idare organları Amerikan uzmanları tarafından kontrol edilmeli. Fakat bu kontrol işleri o ülke kamuoyundan gizli tutulmalı (12).
Günümüzde terörist terimi “partizan” kavramının yerine geçmiştir. Ancak “mahalli ordular” nitelendirmesi aynı kalırken içerik olarak “lejyoner”lik meşruiyet temellerini yitiren bu askerî örgütlerin tarifi açısından daha geniş imkânlar sunmaktadır. ABD bakımından ise “gönüllü birlikler” eksikliği, özel güvenlik şirketlerinin Irak işgalinde görüldüğü üzere kiralık askerler kullanılmasıyla giderilmektedir.
ABD Ordusu günümüzde “Askerî yardım, danışmanlık ve eğitim görevlerini Gayri-nizami savaş ve iç savunma, yabancı iç savunma, terörizm ve karşı-terörizm rollerinin örtüsü olarak nitelemektedir. FM 31-32 Özel Kuvvetler Talimnamesi, hem ABD’nin hem de İsrail’in terör stratejilerine ışık tutuyor. Söz konusu belgeye göre:
Öldürme ve kaçırma, sosyo-politik amaçlarla, saldırı bağlamında kullanılan yasadışı operasyonlardır. Ayaklananların kilit adamlarını ve ulus-aşırı teröristleri yakalamak ya da öldürmek için yapılan resmî eylemler (termination) yasal ve savunma amaçlıdır. Öldürme ve kaçırma, istenen amaçlara ulaşmak için başvurulan, dolaysız, ayırıcı ve seçici, esas olarak kesin sonuçlu, ekonomik ve bazen de biricik yoldur.
Terör stratejisine dayalı uygulamalar fayda-maliyet analizlerinin soğukkanlı biçimliliği ile yapılmaktadır. Küresel olarak ABD ve bölgesindeki askerî süper güç konumuyla İsrail, muazzam askerî yıkım kapasitelerine dayanarak terörün tüm biçimlerini uygulamaktadırlar.
Bu konuda ABD’nin Vietnam Savaşı’nda geliştirdiği strateji, taktik, yöntem ve ideoloji, bazı değişikliklerle halen yürürlüktedir.
ABD Hükümetinin Nikaragua’ya karşı gayri-nizami savaş (UW) için hazırlattığı el kitabı Psychological Operations in Guerilla Warfare, belki de elimizdeki, 1960’lardaki anlayışın esas olarak hiç değişmeden yürürlükte kaldığını belgesel olarak doğrulamaya en yakın kanıt sayılabilir. Bu talimatname, terörün “haklı” kullanım yöntemlerini (gerçi karşı-gerillaların değil, ABD destekli gerillaların doğru eylemlerinden söz ederek) ayrıntılı biçimde sayıyor ve 1960’lardaki ABD Ordusu eğitim belgelerinde geçen aynı kanıtları tekrarlayıp aynı terimleri kullanıyor (hatta içinde 1967’ye ait bir ordu sahra talimnamesinden harfiyen alınmış parçalar da var). Bunun gibi, karşı ayaklanmacılığın özel bir disiplin, Unconvertional War-UW (Gayri nizami savaş)ın bir yönü ve yan dalı olarak tanımlanmasında Amerikan doktrininde sımsıkı yerinde duruyor. ABD Ordusu’nun Özel Kuvvetleri de hem karşı- ayaklanma hem de UW alanında uzman ve eğitici olarak baş sorumluluğu üstlenmeye devam ediyorlar; gerçekte, bu gün yabancı askerî personelin eğitimi için denizaşırı ülkelere gönderilen Amerikan eğitici elemanlarının çoğu Özel Kuvvetler personelinden oluşuyor (13).
Birleşik Devletler’in terör stratejisi, ulusal güvenlik devletinin, olağan dış politika aracıdır. Amerikan “gerçekçiliği”ne dayalı ulusal güvenlik ideolojisi, “düşmanlarla” uğraşırken hukuk ve ahlâkla frenlenmez. “Zafer” ve “kazanç” elde etmeye göre programlanmış askerî anlayış, şiddetin her türlüsünü meşru kılar. ABD dış politikasının ulusal güvenlik etiketi “yasallık” sınırları içinde kalınıyormuş yanılsaması içindir. Oysa Washington’un dış politikada temel aracı dizginsiz terör kullanımıdır. ABD emperyalizminin askerî-politik liderleri açısından “Terörizmi benimseme sürecinin bir öğesi, hedeflerini insanlıktan dışlamaktır. Bu süreç Asya’daki savaşların yürütülme tarzıyla çok ileri noktalara götürülmüş, savaş alanlarının uzaklığı ve bürokrasinin soyutlamalarıyla da kolaylaştırılmıştır. Batılı ve Beyaz olmayan dünya, genel olarak Marksist etkilere açık ve Amerikan değerlerine ve yaşam tarzına karşı tehdit oluşturur nitelikte görülür. Bu 3. Dünyalı düşmanlar, ayrıca fanatik canavarlar, canları beş para etmeyen insan-altı yaratıklar gibi gösterilir. Bu derece ilkel, kaba bir terörist yönelim, özellikle Vietnam’da karşı-devrimci savaşın âdeta içine işlemiş, ürün imhası programları, kırsal kesimi besin maddelerinden yoksun bırakma ve Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin etkisinde olduğundan kuşkulanılan yerlerde tüm sivil altyapıyı kitle halinde imha etmeyi öngören Phoenix programı gibi uygulamalarla doruğa varmıştır (14).”
ABD terör stratejisini uygularken, muazzam bir propaganda düzeneğini işletir. Ortada herhangi bir devrimci kalkışma yokken bile, teröre başvurmak Washington için tipik bir davranıştır. ABD’nin temsil ettiği terörizm, devrimci hareketlerin yayılmasından tamamen bağımsız olarak gelişmektedir. Son yıllarda terörizm devrimci sol, radikal İslâmcı hareketler ve Filistin Ulusçuluğu ile özdeş gösterilerek büyük bir psikolojik savaş yürütülmektedir. Artık imajlar olgulara egemendir. İmajları biçimlendirip yayabilenler, aynı zamanda gerçekliğin kamuoyları tarafından algılanmasını kontrol ediyorlar. Hatta sol eğilimli aydınlar bile bu yoğun psikolojik savaş karşısında terörizmi sömürülen yoksulların politikalarına bağlayan fabrikasyon öncüllerden yola çıkıyorlar.
ABD’nin başını çektiği emperyalist sistem açısından terörizm başlığı altında 3. Dünya’ya karşıt ideolojiler topyekûn bir dizge içinde cepheleştirilmektedir. Artık 3. Dünya’nın bir tehdit olarak algılanması için herhangi bir eylemde bulunmasına gerek yoktur. Tek başına nüfus artışı bile, 3. Dünya halklarının, Batı kültürü ve toplumları için bir tehdit olarak algılanmasına yeterlidir.
Artık problem, tek bir terörist, bir grup sömürgecilik karşıtı milliyetçi veya belli bir rejim ve hatta İslâm gibi bir dinin bütünü değildir. Sorun artık yaşayan ve üreyen 3. Dünya’nın kendisidir. Gerçekte bu, görev bekleyen Batı askerî gücüyle desteklenen yeni, yüksek teknolojili Sosyal Darwinizm’dir (15).
3. Dünya’da nüfus patlaması sonucunda “Batıyı işgal” edecek “nüfus sürüleri” tehdidi yoğun bir ırkçılıkla ele alınmaktadır. Terörizmin ideolojik ve kültürel kaynağı olarak gösterilen İslâm ile Batı arasında toplumsal bir Soğuk Savaş tüm tezahürleriyle ortadadır. “3. Dünya Milliyetçiliği” kavramı etrafında odaklanan “kötü adam tiplemeleri” Şii militanlardan, Somalili savaşçılara, Filistinlilerden, radikal başlığı altında toplanan İslâmcılara, bağımsızlıkçı milliyetçilerden, solcu devrimcilere kadar emperyalist egemenliğin tüm düşmanlarını kapsıyor. 3. Dünya’nın uygarlığa yabancılığı, emperyalist terör stratejisinin taammüden soykırım düzeneğinin meşruiyet prensibidir. 7 Şubat 1993’te Sunday Telegraph’ın editörü yazısında: “Çirkin, şeytani bir ruh 3. Dünya’da dolaşmaktadır, buna göz yumulamaz; yapılacak tek şey onu Romalıların Kartacalıları ezdiği gibi ezmektir,” diyor. Roma İmparatorluğu’na yapılan vurgunun anlamını Emperyalizmin Sosyolojisi adlı makalesinde Joseph Schumpeter’in satırlarıyla birlikte okumak aydınlatıcı olacaktır. Schumpeter şunları yazıyor:
Dünyanın bilinen hiçbir köşesinde, tehlike veya gerçek bir saldırı altında olmadığı iddia edilen çıkarlar yoktu. Eğer bu çıkarlar Roma’ya ait değilse, Roma’nın müttefiklerine ait çıkarlardı ve eğer Roma’nın hiç müttefiki yoksa, bu müttefikler icat edilirdi. Böyle bir çıkarın ileri sürülmesi tamamen imkânsız olduğunda, o zaman da neden, ulusal şerefe edilen hakaret olurdu. Savaş her zaman bir meşruiyet havasıyla onurlandırılırdı. Roma her zaman kötü niyetli düşmanlarca saldırıya uğruyor, her zaman bir nefes alanı için savaşıyordu. Dünyanın her tarafını düşmanlar kaplamıştı ve çok açık ki Roma’nın görevi, onların şüphe götürmez saldırgan tasarımlarına karşı bekçilik yapmaktı.
Rand’ın emperyalist ideologlarından Francis Fukuyama Tarihin Sonu ve Son İnsan makalesinde, uygar ülkelerin “3. Dünya ü-zerinde yaptırım gücü olacak bir polis örgütü” kurmasını önerirken Kartaca’nın ezilmesi stratejisinden yana tavrını formüle eder. “Fanatik, aşırı, radikal, terörist” 3. Dünya’ya duyulan kinin yoğunluğu, bu ülkelerin muazzam petrol, doğalgaz, maden yatakları, tarım ve su kaynakları, kültürel zenginlikleri ile doğru orantılıdır. Avrasya kıtasının petrol, doğalgaz, su ve tarım zenginlikleri yanında muazzam mineral rezervlerine sahip olan İslâm ülkeleri ise küresel egemenlik stratejisinde kilit önemdedir. Kültürel ırkçılıkla da beslenen 3. Dünya’ya yönelik kin ve terör dalgası, “onun global istikrara yönelik bir temel tehlike olarak” görülmesinden kaynaklanmaktadır. Hammaddeler açısından zengin ancak askerî güçleri yetersiz bu ülkeler “terörist devletler” olarak nitelendirilirler. Son dönemde, milliyetçilik, bağlantısızlık ve dinî radikallik gibi kavramlar birleştirilerek, 3. Dünya’dan kaynaklanan “terör” tehdidi kurgusu ön plâna çıkarılmaktadır. Herhangi bir özerklik veya bağımsızlık isteği, otomatik olarak Batı’nın çıkarlarına saldırı olarak nitelendirilmekte ve toplumsal Soğuk Savaş’ın yeni etiketi haline getirilen “terörizm”le damgalanmaktadır.
ABD emperyalizminin taammüden soykırım programıyla uygulamaya koyduğu terör stratejisinin doktriner alt yapısının oluşumunda Henry Kissinger’in büyük katkısı vardır. 10 Aralık 1974’te Kissinger ve Ulusal Güvenlik Kadrosu tarafından hazırlanan Ulusal Güvenlik Etütleri Muhtırası 200: Dünya Nüfus Artışının ABD’nin Denizaşırı Çıkarları Açısından Etkileri (National Securty Study Memorandum 200: Implications of VVorldıuide Population Groıoth for US Security Oversas Interests) NSSM 200 başlıklı belgede soykırımın ABD hükümetinin resmî millî güvenlik politikası olması öneriliyordu (16). Gizliliği daha sonra kaldırılan NSSM 200, dünya nüfusunun en fazla sekiz milyarda tutulmasını savunuyor. 2075’te tahmin edilen yirmi iki milyar nüfustan kaçınılmasını öneriyor. NSSM 200, nüfus artışını dizginlemenin savaş ve devrimlerin önlenmesindeki rolünü vurguluyor ve “gıda kontrolünün” zorunluluğunu iddia ediyor. Sanayileşmiş ülkelerin ihtiyacı olan enerji ve hammadde kaynaklarının azgelişmişlerin nüfus artışı yüzünden tehdit altında olduğu belirtilirken NSSM 200, Çin dışında 13 ülkeyi özel hedef seçiyor, bunlar: Hindistan, Pakistan, Bangladeş, Nijerya, Meksika, Brezilya, Türkiye, Filipinler, Endonezya, Tayland, Mısır, Kolombiya ve Etiyopya’dır.
ABD’nin “terörist” etiketi ile damgalayarak muazzam bir yıkımın hedefi haline getirdiği ülkeler (Irak, Kuzey Kore, Somali) yanında The Bangkok Post yazarlarından Khor’un “küresel yönetişim” konulu bir konferanstan aktardığına göre “başarısız devletler” kavramı da gündeme getirilmektedir. “Başarısız ülkeler” sadece “terörist” kabul edilenleri değil İran, Mısır, Nijerya gibi kendi halkına iş, eğitim ve gelişim sağlayamayan ülkeleri de içeriyor. Pek çok ülkede halkın büyük bölümünün emperyalist sistemle bütünleşen ve giderek komprador nitelikli neo-liberal oligarşilere dönüşen rejimler kıskacında iş, barınma, eğitim ihtiyaçlarının karşılanmadığı açıktır. “Başarısız devletler” kapsamının muazzam geniş bir yelpazeye yayılması, bu ülkelerin sınırlarına yakın bölgelerde veya kendi içlerinde “terörü” önleyemedikleri gerekçesiyle birlikte, emperyalist müdahalenin “insani” çerçevede son derece tehlikeli girişimlerle ve üstelik gelecekte halkların da desteğiyle gerçekleştirileceğinin işaretidir.
ABD’nin öncüsü ve örgütleyicisi olduğu terör stratejisinin felsefi-sosyolojik arka plânı, küreselleşme ideolojisinin yanılsamalarından besleniyor. Batı uygarlığının nimetleri olarak sunulan refah, tüketim, demokrasi, insan hakları azgelişmişlik zembereğinde sıkıştırılan ülkelerin işkencehanelerinden beslenir. Küreselleşme adı verilen süreç, emperyalist merkezlerin zenginliğinin tüm dünyaya yayılması yönünde değil tam tersine her yerin 3. Dünya başlığı altında anlatılanlara dönüşümü doğrultusunda işler. 3. Dünya ise giderek salt bir işkence/cinayethaneye dönüşmektedir.
Küreselleşmiş serbest piyasa diktatörlüğünde zengin emperyalist merkezlerin varlığı yoksul ülkelere bağlıdır. Devletler ise; bu bağlamda beşeriyeti “hayvan gibilik” sarmalına çekmede insanı tarihsel bir özne olmaktan soyutlayan aygıtlar haline getirilmektedir. İnsanlar artık doğrudan doğruya “yapan” bir özne konumuyla tarihsel failler olmaktan çıkarılırken “tarihin sonu” ilân edilmektedir.
Bilinen klasik Batı rejimleri ve polis devletleriyle “tarihin sonunu” getirmek mümkün değildir. Tam bu noktada ortaya terör devleti çıkar. Bir kara mizah örneği olarak terör devletinin kendini tanımlamada kullandığı ölçüt ise “terörle mücadele”dir. Devletin iç ve dış faaliyetlerinin terörle mücadele gerekçesine dayandırılması ölçüsünde, yönetme gücünü terörden alan bir rejimin ortaya çıkması kaçınılmazdır.
Yeni Dünya Düzeni, merkezî emperyalist ülkelerden çevrenin yoksul ülkelerine gidildikçe yoğunlaşan oranda terör rejimlerine dayanır. Bu rejimler ise neredeyse tüm meşruiyet kaynaklarını terörle mücadele temeli üzerine kurarlar.
Tıpkı ABD emperyalizminin “Delilik teorisi”nde olduğu gibi belirsizliğin ve akıllara sınır çizen şiddetin dışımızdaki büyük güçler tarafından plânlandığı düşüncesi müthiş bir dehşet duygusunu yaratır.
Terör, siyasi hedeflerine ulaşmak amacıyla insanları dehşete düşürmek, dehşet içinde tutmak suretiyle paralize etmek, yani kendi hedeflerini formüle edip bu yolda mücadele vermekten aciz bir felçli haline getirmektir. Ne zaman, ne yüzden başına neler gelebileceğini bilmeyen insan terörize edilmiş insandır; insanları bu hale getirenler de teröristtir… Günümüzdeki anlamıyla ilk ve baş terörist doğrudan doğruya Amerikan devletidir: İstediği birey, grup, örgüt ya da devleti istediği anda terörist ilân eder ve de terörist ilân edilen gerçek ya da hükmi kişi, o andan itibaren hiçbir hakkı bulunmayan, mevcut ve mümkün hukuksal statülerden hiçbirine girmeyen bir varlıktır artık; yani her şeye müstahak, dolayısıyla terörle mücadele ettiğini söyleyen için de her yol mubah, her şey meşru. Terörist (olduğu iddia/ilân edilen) eğer bir devletse, bu demektir ki, savaş ilân etmeye gerek kalmaksızın toprakları üzerinde müdahalede bulunulabilecek, sivil yapılardan sığınaklarına her yeri bombalanabilecek, yani savaş hukuku çerçevesinde dahi muhatap olarak kabul edilmeyecektir. Birey bazında ise, terörist (olduğu iddia/ilân) ne vatandaştır ne de düşman; ne tutukludur ne de savaş tutsağı; dolayısıyla aynı anda hepsi olabilir, daha doğrusu hepsidir: terörist düşman olarak öldürülür, vatandaş olarak da ele geçirilir; yani terörist, genel olarak ölü ele geçirilendir ya da ölü olarak ele geçirilen her kim ise terörist odur (17).
ABD sistematik uluslararası soykırım doktrini ile barbarlığın en yıkıcı kampanyalarından birini gündeme almaktadır. Bu artık sonun başlangıcıdır. Dünya ya emperyalizmden, soykırımdan, etnik-dinî saldırganlıktan kurtulacak ya da savaşı sürekli egemenliğin bir aracı olarak gören kapitalist-emperyalist “soykırımcı psikopatlar” tarafından yönetilen bir cehennem müsveddesine dönüşene kadar hiçbir uzlaşma ihtimali olmayacaktır. Bundan “çıkış yok”. Tarihin en büyük mücadelesi tüm tezahürleriyle artık gündemdedir.
Notlar
1- Noam Chomsky, Amerikan Müdahaleciliği, Aram Yayınları, Çev: Taylan Doğan-Barış Zeren, İstanbul, 2001, s. 21.
2- Livi Rokach, İsrail’in Kutsal Terörü, Belge Yayınları, Çev: Zeynep Neşe, İstanbul, 1984, s. 1.
3- Noam Chomsky, Korsanlar ve İmparatorlar, Gerçek Dünyada Uluslararası Terörizm, Akademi Yayınları, çev: Fatma Ünsal, İstanbul, 1991, s. 199.
4- Marry Ellen Reese, General Reinhard Gehlen CIA Bağlantısı, Sorun Yayınları, Çev: Kerem Özdemir, İstanbul, 1999, s. 206.
5- Noam Chomsky, ABD Terörü- Terörizm Kültürü, Pınar Yayınları, Çev: Taha Cevdet, İstanbul, 1991, s. 161-221.
6- Alain Rouque, Latin Amerika’da Askeri Devlet, Alan Yayınları, çev: ŞirinTekeli, İstanbul, 1986,s. 146.
7- Rouque, age., s. 146.
8- Noam Chomsky, Sam Amca Ne İstiyor? İkinci Dünya Savaşı’ndan Günümüze Amerikan Politikaları, Minerva Yayınları, İstanbul, 2000, s. 43-44.
9- Chomsky, (2000), age., s. 46-47.
10- Chomsky, (2000), age., s. 47-48.
11- Noam Chomsky, Demokrasi: Gerçek ve Hayal, Pınar Yayınları, İstanbul, 1995, s. 59.
12- M. Fahri, Amerikan Harp Doktrinleri, Yön Yayınları, İstanbul, 1996, s. 311.
13- Michael Mc Clintock, Amerikan Doktrini ve Karşı Ayaklanmacı Devlet Terörü, “Silinen Yüzler Karşısında Yüzler”, Ayraç Yayınları, Hazırlayan: Cemal Güzel, Ankara, 2002, s. 300-301.
14- Mc Clintock, age., s. 327.
15- Frank Füredi, Emperyalizmin Yeni İdeolojisi, Pınar Yayınları, çev: Enis Arslanoğlu, İstanbul, 1998, s. 173.
16- Yarın Dergisi, Mart, 2004, s. 31.
17- Kadir Cangızbay, Hiç Kimsenin Cumhuriyeti, Ütopya Yayınları, Ankara, 2000, s. 86-87.
Suat Parlar; Emperyalist Müdahale Doktrinleri ve NATO, Livane Yay., 1. Basım, İstanbul – 2004.