Dünya Bankası, kapitalist dünya düzeninin oluşturulması, sürdürülmesi ve geliştirilmesi için organize edilmiş bir kuruluştur. Bu kuruluşun işlevini ve faaliyetlerini analizlerimize katmadan yapacağımız her değerlendirme sığ kalmaya mahkumdur. Ulusal düzeydeki talanın, uluslararası talanla olan bağlantılarını birbirinden kopuk algılamak kapitalizmin doğasını anlamadan fikir yürütmek anlamına gelir. Eğer “benim kapitalizmle sorunum yok” diyerek olanları anlama çabası içindeyseniz, tuzunuzun kuru olmasından kaynaklanan kişisel çelişkilerinizin darlığı ile oyalanırsınız. Her geçen gün yıkıma uğrayan insanlığın genel kazanımlarının birikerek çevrenizden sizi kuşatmaya başlamasıyla kapitalizm sorununuz haline mutlaka gelir. Metropollerden kaçarak, Ege’ye yerleşerek kurtulabileceğinizi sansanız bile mutlaka kapitalizm yarattığı yıkımlarla sizi orada da bulacaktır. Tuzunuzun kuru olmasına güvenerek hangi kapıdan çıkarsanız çıkın, mutlaka içeriye çıkarsınız ve bu dört duvar dünyadır.
Kapitalizmin Bunaltan Bunalımları
İngiltere’deki Cromwell İhtilali ve ardından gelen Fransız İhtilali ile tarih sahnesine çıkan burjuvazinin bazı pürüzler olsa da vazgeçemediği tutkusu ekonomik liberalizmdir. Ulus-devletlerin diğer bir deyişle de cumhuriyetlerin oluşum süreçlerindeki temel hedef “milli”lik vurgusu olsa da ulusal kapitalizmin inşasında ekonomik liberalizm en büyük tutku olma özelliğini kaybetmemiştir. Zaman içinde ikisi de birbirini besleyen bir bütünlük halinde olmuşlardır. Osmanlı döneminde İttihat-Terakki’nin “milli burjuvazi” yaratma politikaları cumhuriyet döneminde devam etmiş ve bu sürecin de merkezinde ekonomik liberalizm tutkusu başköşede yerini almıştır. İzmir İktisat Kongresi’nin gündemi olan ekonomik liberalizm, ulus-devletin oluşum sürecinin sıkıntılarına rağmen 1929 buhranına kadar akıllardan hiç çıkmamıştır. Ulus-devletin inşası sürecinde “milli iktisat” programı çerçevesinde devlet eliyle “milli burjuvazi” yaratma projesi birlikte yürümeye devam etse de zorunluluklar ortaya korporatist bir modelin çıkmasına neden olmuştur.
Kapitalizm ve onun havarilerinin doymak bilmeyen barbarlığı sonucunda meydana gelen Kuzey Amerika ve Avrupa merkezli 1929 buhranı, artık devletin ekonomiye müdahalesini kabul etmeyen Klasik görüşün bir kenara bırakılmasını zorunlu hale getirmiştir. Ekonomik liberalizmin yerine yüksek tarifeler, ithalat kısıtlamaları, yasakları, yüksek oranlı devalüasyonlar, ihracat teşvikleri ile iç ve dış dengeyi sağlamayı amaçlayan müdahaleci bir iktisat politikasına başvurmaktan başka çareleri kalmamıştır. Bu bunalım dünyada 50 milyon insanın işsiz kalmasına, yeryüzündeki toplam üretimin %42 oranında ve dünya ticaretinin de %65 oranında azalmasına neden olmuştur. Halkların içine düştüğü bu yoksullaşmayı fırsata çeviren Nazi Partisi Almanya’da iktidara gelir. Kapitalizm bir de en aşırı ve haylaz olan öz evladı faşizmle karşı karşıya gelmiştir.
Türkiye’de, İkinci Dünya Savaşı sırasında, Birinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi karaborsa ve öteki “olağanüstü” yolların kullanılması sonucunda tüccarların elindeki sermaye önemli ve anlamlı bir düzeye erişmiştir. Olağanüstü kârlar öyle bir birikimi ortaya çıkarmıştır ki, hükümet bir gecede milyoner olan fırsatçılardan “Varlık Vergisi” adı altında bir sermaye vergisi almaya karar vermiştir. Kendilerine vergi konulanlar, bundan kaçınmanın çeşitli yollarını buldukları için, toplanan vergi tutarı hükümetin beklediğinin çok altında olmuştur. Türkiye’de de diğer kapitalist dünyanın tutkusu olan ekonomik liberalizme hayranlık besleyen bir bakış açısı olsa da, 1950’lili yıllara kadar zorunluluklardan dolayı devletçilik modeli sürmüştür. Bu modelin diğer sebeplerinden biri de yükselen sosyalizm dalgasına karşı alınan kaba bir Keynesyen önlem hamlesidir. Çünkü zayıf bir özel girişim kesimi sosyalizm tehlikesine karşı güçlü bir güvence sağlama ihtimalini barındırmamaktadır. Savaş sonrasının bir diğer değişimi her anlamıyla yıkıma uğramış Avrupa’nın ve özellikle de “batmayan güneş” İngiltere’nin tarihsel emperyal rolünü Amerika’ya devretmesi olmuştur.
Söylemde Liberal Eylemde Marshall
Bütün dünya kapitalist tutkular yüzünden büyük yıkımlar yaşayıp korumacı ve devletin ekonomiden elini çekemediği bir modelde mecburiyetten dolayı ikame ederken, kapitalistlerin ekonomik liberalizm özlemi hiç bitmedi. 1950’lilerde iktidara gelen Demokrat Parti iktidarı programında devletçiliği dışlamayan bir çizgideydi. Zaten CHP daha önce zorunluluklardan dolayı liberalizm tutkusunu devletçi çizgiye çekmek zorunda kalmıştı. Ancak DP iktidarı aldıktan sonra kendi programındaki devletçilik anlayışını yok sayarak “çeşitli nedenler altında kurulmuş olan işletmeleri, kamu hizmeti gören ve ana sanayi ile ilgili olanlar dışında belli bir plan içinde elverişli koşullarla bir özel girişime devretmeye çalışacağız” demeye başlamıştır. DP iktidarı ne kadar liberal söylemler içinde olsa da, 1930-1946 döneminde “devletçi” diye nitelendirilen uygulamalarla temelde aynıydı. Her ne kadar resmen yadsınmışsa da, devletçilik, Demokrat Parti hükümeti zamanında da sürdürüldü. Bu süreklilik, seçim zamanlarında devletçiliğin suçlanmasına ve özel girişimciliğin resmen yerine konmasına karşın gerçekleşmiştir.
1960 Sonrası karma ekonomi modeli devam ettirilmiştir. Zaten ulusal kapitalizmin, uluslararası kapitalizmin ortaya koyduğu ekonomi programından farklı olarak hareket edebilmesi mümkün değildi. Hangi parti iktidara gelirse gelsin ve hangi söylemler içinde olursa olsun, sonuçta dünya kapitalist düzeninin oluşturduğu kurumların önlerine koydukları programı uygulamak zorundaydılar. Hatta partiler iktidara gelmek için bu programı “biz daha güzel uygularız” diye birbirileriyle de yarış içinde olurlar. Emperyalizmin onayını ve desteğini almak seçimi kazanmanın yollarından biridir.
Şikago Oğlanları
Dünya kapitalist sisteminin politik ve ekonomik programlarını dikte ettirdiği kurumlar vardır. En başta söylediğimiz Dünya Bankası bunlardan biridir. Dünya Bankası, 1944 yılında ”Uluslararası Yeniden Yapılanma ve Kalkınma Bankası” adı ile kurulmuştur. Gelişmekte olan ülkelere kalkınma planları hazırlayıp krediler sağlar ve bunların uygulanıp uygulanmadığının takibini yapar. Büyük buhran ve üzerine gelen korkunç yıkımlar yaratan savaştan ders almamış olan Kapitalistlerin tutkusu olan liberalizmin tekrardan “neo” ön eki alarak sahne alışının mimarı da Dünya Bankası’dır.
İlk laboratuvarı Şili’de kurarlar. Ne tesadüftür ki, 1973’te Şili’de CIA destekli askeri bir darbe olur. İktidara gelen General Augusto Pinochet’nin ekonomi politikalarını şekillendiren Şikago Oğlanları (Chicago boys) tarafından neoliberalizmin temelleri atılmıştır. 1957-70 yılları arasında ABD hükümetinin bursuyla Chicago Üniversitesi İktisat Bölümü’nde bizzat Milton Friedman’ın öğrencisi olan bir grup Şili’li iktisatçı, henüz toplumsal ve siyasi koşullar mevcut değilken neoliberal bir ekonomik ve toplumsal düzen kurmak için gerekli yol haritası üzerine eğitim almışlardır. Tabii ki bütün bu süreç Dünya Bankası’nın takibinde olmuştur. Böylelikle Şili’de neoliberal devlet oluşumunun ilk büyük deneyi hayata geçirilmiş ve sadece kapitalizmin çevre ekonomilerinde değil, merkez ekonomilerinde de neoliberal politikaların şekillenmesi için önemli bir model oluşturulmuştur.
Dünya Bankası Çocukları
Peki Türkiye’de “Şikago Oğlanları” olarak tabir edilen tipte ekonomistler yok mudur? Olmaz olur mu! Üstelik bunlar Dünya Bankası’nda çalışmış kadrolardır. Bunlardan birincisi Nihat Erim Başkanlığında 12 Mart 1971 yılında kurulan Kabinede görev alan Atilla Karaosmanoğlu, ikincisi de 5 Aralık 1979’da kurulan Süleyman Demirel hükümetinde Başbakanlık Müsteşarı olarak görev alan Turgut Özal’dır. Bir diğeri de eski başbakanlardan Bülent Ecevit’in ‘2001 krizi’nin ardından ekonomiden sorumlu Devlet Bakanlığı koltuğuna oturttuğu Kemal Derviş’tir.
Ama bunlar içinden en çarpıcı olanı Turgut Özal’dır. Turgut Özal, 1978’de ilan edilen Washington Uzlaşısı’nın akabinde görev almaya başlamıştır. Kendisi daha önce Dünya Bankası’nda çalıştıktan sonra MSP’den siyasete girmek istemiş ama seçilememiştir. Washington Uzlaşısı’nın amacı neydi? “IMF, Dünya Bankası ve Amerikan Hazinesi, ABD’nin merkezinde olacağı küresel bir serbest piyasa düzeni öngördüler. ABD (ve Batı) kapitalizminin etrafında bütün dünya, halka halka, iç içe geçirilecekti. Bu, Batı merkezli, kapitalist bir piyasa imparatorluğu olacaktı.” (1) Turgut Özal’ın göreve gelmesinden kısa bir süre sonra Demirel 24 Ocak 1980’de yeni ekonomik modeli açıkladı. Ne tesadüftür ki 12 Eylül 1980’de Türkiye’de darbe oldu.
“Netekim” Serbest Piyasa
Darbeden sonra Başbakanlık koltuğuna oturan Turgut Özal ile birlikte 24 Ocak Kararları’nın uygulanması da başlamıştır. 24 Ocak Kararları ile Türkiye ekonomisinin temel ekonomi modeli değişmiştir. Bu kararlardan sonra Türkiye “serbest piyasa ekonomisi”ne geçiş yapmıştır. Ekonomi serbest piyasa anlayışıyla kapitalist dünyaya entegre edilmeye çalışılırken, kar maksimizasyonu ve rekabetçi fiyat politikaları üzerine yeni bir ekonomi anlayışı dizayn edilmiştir. Özel sektörün ve girişimciliğin önü açılmaya çalışılmıştır. Bu kararlarla devletin ekonomiden elini çekmesi istenmiş, süregelen Yabancı sermaye girişinin kolaylaştırılması ve yabancı sermayeye yönelik teşvik edici uygulamalar hayata geçirilmiştir.
Nasıl ki, Thatcher ve Reagan ikilisi kendi ülkelerinde uygulamaya başladılarsa, Türkiye’de de aynı şekilde yürürlüğe girmiştir. Thatcher, görece sosyal devlet özelliği taşıyan İngiltere’de her şeyi inanılmaz biçimde özelleştirmiştir. Amerika Serbest piyasa inancı içindeki vahşi kapitalizmi körüklemeyi hiç ihmal etmemiştir. Bu dalgayla birlikte sosyalist blok ülkeleri de çöküş yaşayarak liberalizmin akıntısına kapılmışlardır. Ama tabii ki, bu programı Türkiye’de uygulamak zamana yayılmak zorunda kalmıştır. Yapısal uyum sürecinin gecikmesi sermaye çevrelerinde sürekli huzursuzluk yaratır. Türkiye’de programın gerçek anlamda sert bir biçimde uygulanması ve gecikmeyi telafi edişi AKP’nin iktidara gelmesinden sonra olmuştur. Türkiye’nin 50 milyar dolarlık en değerli ve yaşamsal iktisadi kurumları piyasaya (ve yabancılara) satılmıştır. Bunların bir bölümünü “yabancı kamu kuruluşları” almışlardır. İnanılmaz boyuttaki halkın tek sermayesi olan her türlü değer büyük bir özelleştirme harekatı ile karşı karşıya kalmıştır.
Toplumsal Cumhuriyet Düşmanı “The World Bank”
Dünya Bankası ve IMF’nin neoliberal yapısal uyum politikaları kapsamında az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde uyguladıkları politikalar, söz konusu ülkelerde sosyal harcamaların kısılmasına, çeşitli sektörlerde uygulanan sübvansiyonların azaltılmasına ya da tamamen kaldırılmasına neden olmuştur. Uygulandıkları ülkelerde, işsizlik oranlarının artması, gelir dağılımının bozulması ve yoksulluk sorununun derinleşmesi şeklinde sonuçlar da doğurmuştur. Eğitimden sağlığa kadar tüm alanlardaki özelleştirmeler büyük çöküşün habercisi olmuştur. Sosyal haklar budanmaya başlanmıştır. Tekel işçilerinin, SEKA işçilerinin durumunu hepimiz canlı olarak yaşadık. Kapitalistlerin vahşi piyasa koşullarına zorladığı dünya Mağrip’ten, Akdeniz’e, Avrupa’ya ve Güney Amerika’ya kadar tümüyle ayağa kalkmış durumda şu anda. 2008’de Amerika’nın yaşadığı kriz, 1978’de ilan edilen Washington Uzlaşısı’nı tarihin çöplüğüne atmış olsa da, kapitalizmin vahşi saldırısı emeğin dünyasına altından kalkılamayacak yükler bindirmiştir.
Sanat Sosyal Bir Haktır
Bütün bunları neden mi anlattım? Tabii ki karma ekonomiyi ya da devletçi ekonomi modellerini savunmak için değil. Ülkemin aydınlarının ve sanatçılarının içinde oldukları haklı tedirginliğin temel nedenlerinin anlaşılabilmesi için. Sanatçı ve aydın dostlarımız elden ele şu metni dolaştırıyorlar;
“Değerli Basın Mensupları;
Hükümetin başta Devlet Opera ve Balesi ,Devlet Tiyatroları, Devlet Senfoni Orkestraları, Devlet Halk Dansları Topluluğu, Devlet çok Sesli Korosu olmak üzere toplam 52 sanat kurumunun kapatılmasını öngören yasa tasarısı bizim ve çocuklarımızın geleceğini yok ediyor. Bizler Cumhuriyet’in kültür-sanat kurumlarının kapatılmasına sonuna kadar karşıyız. Yapılması planlanan model baskıcı ve gerici bir modeldir ve sanatın özgürlüğünü elinden almaktadır. Bunun yanı sıra Eğitim fakülteleri, güzel sanatlar liseleri, konservatuvarlar da topun ucunda. Türkiye’de sanatın ölüm fermanı olan 52 sayfalık yasa tasarısı mecliste yarın, öbür gün onaylanabilir. Cumhuriyet’in çağdaş sanat kurumları tek tek yok ediliyor. Esasında hepimizin bildiği gibi asıl yok edilmek istenen laik Cumhuriyetimizdir.”
Oysa ki; Devlet Tiyatroları’nın özelleştirilmesi tartışması 2012’de, dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın AK Parti Genel Merkez Gençlik Kolları 3. Olağan Kongresi’nde yaptığı konuşmada:
“Devlet eliyle tiyatroculuk olmaz. Özel bir yönetim değil, tiyatroları özelleştirmeye götürüyorum.’‘
sözleri ile gündeme gelmişti. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın sitesinde yer alan ve “Türkiye Sanat Kurumu Kurulması ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” taslağı (TÜSAK), Devlet Tiyatroları dahil pek çok kurumunu ilgilendiren düzenlemeler öngörüyordu.
Plan Bütçe Komisyonu’nda Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın bütçesi konuşulurken dönemin Bakanı Nabi Avcı’ya konu ile ilgili bazı sorular yöneltilmişti:
Milletvekili Kadim Durmaz: Sayın Bakanım, Devlet Opera ve Balesinin özelleştirilmesi için çeşitli çalışmalar yapıldığını geçtiğimiz günlerde basınla paylaşmıştınız. Net bilgi vermediniz. “Özelleştirme durumu belli değil ama çalışma yapılıyor.” demiştiniz. Bu, Devlet Opera ve Balesinin önümüzdeki süreçlerde özelleştirileceğinin bir sinyali midir?
Milletvekili Erkan Aydın: Kurumlar arasında Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu, Devlet Tiyatroları, Devlet Opera ve Balesi gibi birçok kurumun yapıları değiştirilerek taşınmazlarının satılacağına dair torba yasayla da önümüze Mecliste kanunlar geldi.
Komisyondaki bu soruları yanıtsız bırakan dönemin Bakanı Avcı, konu ile ilgili olarak Ağustos ayında Yunus Emre Enstitüsü tarafından düzenlenen bir toplantıda şunları ifade etmişti:
“Şu an söz konusu olan, görüşülmekte olan Devlet Tiyatrolarının bütünüyle Kültür ve Turizm Bakanlığının uhdesinden çıkarılıp, özel bir kurum haline getirilmesi değil, onlarla birlikte, Devlet Tiyatrolarıyla birlikte bazı devlet kurumlarının elinde olan bazı varlıkların, gayrimenkullerin Özelleştirme İdaresi eliyle değerlendirilmesi.
Ama biliyorsunuz, daha önce de kamuoyunda tartışılan sanat kurumlarının, mesela İngiltere örneğinde olduğu gibi kendi kendilerini yönetecek bir özerk yapıya kavuşturulmasına ilişkin tasarılar, öneriler, hem camianın kendi içerisinden hem de basından gelen öneriler vardır. Bu tamamen ayrı bir tartışma konusu. Bu tamamen gayrimenkullerle ilgilidir, Özelleştirme İdaresi tarafından değerlendirilmektedir.”
Ayrıca Bakan Avcı, 30 Ekim’de gazetecilerle yaptığı toplantıda ise tiyatrolar ve sanatçılarla ilgili düzenleme yapıldığını belirtmiş ancak konu ile ilgili ayrıntılı bilgi vermemişti.
Milletvekili Aydın’ın “torba yasalarla önümüze geldi” dediği yasa tasarısı ise, Ağustos ayında Meclis Genel Kurulu’nda görüşülen 80 maddelik Torba Yasa (Yatırımların Proje Bazında Desteklenmesi, İki İl Merkezinin Değiştirilmesi ve Bazı Kanun ve KHK’larda Değişiklik Yapan Kanun Tasarısı). Ancak görüşmeler sırasında, Atatürk Orman Çiftliği, Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü, Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu’nun özelleştirilebileceği ile ilgili düzenleme tasarıdan çıkartılmıştı.
1980 Öncesindeki devlet kapitalizmine bile “sosyalizmi yıktık” diyen Turgut Özal’dan, “halk küfesini sırtımızdan atacağız” diyen Tansu Çiller’e ve günümüze kadar yürüyen Dünya Bankası’nın direktifleri doğrultusunda bir program vardı. Bu program çerçevesinde ve buna bağlı olarak politik liberalizmin de argümanlarının dönem dönem işin içine karıştığı bir süreçten sonra gerek ulusal, gerekse de uluslararası kapitalizmin talanına karşı ülkemin aydınlarının ve sanatçılarının bir cümle olsun söylememiş olması insanın içini acıtıyor doğrusu.
Mesela; okulların adlarının “İmam Hatip” yapılmasının sonuçlarından biri de eğitimde özelleştirmeyi hızlandırmış olmasıdır. Aba altından gösterilen bir sopa gibi kullanılan “İmam Hatipleştirme”, çocukları için kaygıya düşen velileri özel okullara yönlendirmiştir. Sosyal haklarını aramaları gerekirken, büyük sıkıntılar içine girerek okul paraları ödemek zorunda kalmışlardır. Devlet ekonomiden elini çeksin diyenler, çocuğunu özel okula gönderen velilere devletin verdiği teşvik paraları hakkında neden konuşmadılar acaba? Ya özel okula verecek parası olmayan veliler?
Devleti sadece kendi serbest piyasalarının güvenliği olacak bir zor aygıtı olarak görenler, haliyle devletin sosyal bir organizasyon olduğunu unutturma çabası içindeler. Devlet sosyal bir organizasyondur. Dolayısıyla, emeklilik, eğitim, sağlık ve sanat da sosyal haklardır. Sanat yapmak için eğitim hakkı, sanatın icra edilmesi hakkı ve seyircinin de sanatla buluşabilmesi hakkı vardır. Bu haklar ortadan kaldırılarak, sanat eğitimi, sanatın icra edilmesi ve seyredilmesi koşullarını vahşi kapitalizmin doğasının içine fırlatıp attığınız taktirde, yozlaşması ve yok olması kaçınılmaz olacaktır. Bu kamuya ait kurumların özelleştirme yoluyla ortadan kaldırılması süreci şimdilik kızağa çekilmiş olsa da, mutlaka tekrar gündeme gelecektir. Benim aydın ve sanatçı dostlarımdan beklentim; “cumhuriyet”i talep ederlerken, “cumhuriyet”in de toplumsallaştırılmasını talep etmeleridir.
Notlar
(1). Prof. Erol Manisalı, Batı’nın Yeni Türkiye Politikası, sayfa 94, Cumhuriyet Kitapları, 2008.