Nietzsche’nin Modern İrrasyonalizmin Gelişmesindeki Özel Pozisyonu – György Lukacs

Nietzsche’nin Modern İrrasyonalizmin Gelişmesindeki Özel Pozisyonu - György Lukacs


Nietzsche’nin modern irrasyonalizmin gelişmesindeki özel pozisyonunu, kısmen ortaya çıktığı günlerin tarihsel durumu, kısmen de alışılmadık kişisel yetenekleri belirlemektedir. Etkinliğine emperyalist dönemin hemen öncesinde son verir. Bunun anlamı, her ne denli daha Bismarck çağında, gelecek­teki savaşların bütün perspektiflerini yaşaması, yani imparatorluğun kuruluşunun, ona bağlanan umutların ve bu konuda­ki aldanışların, çağdaşı Bismarck’ın yıkılışının, II. Wilhelm’in düpedüz saldırgan bir emperyalizme girişmesiyle ve aynı zamanda Paris Komünü’nün ve büyük proleter yığın partisinin doğuşunun, yani sosyalistlerin yasa dışı ilân edilmesinin, iş­çilere karşı kahramanca savaşın da çağdaşı olması, ama öte yandan emperyalist dönemi görememiş olmasıdır.

Böylece, bir sonraki dönemin ana sorunlarını -gerici burjuvazi anla­mında- mitsel biçimde ortaya atması ve çözümlemesi için de fırsat doğmuş olur. Bu mitsel biçim, onun yalnızca emperya­list çağın giderek daha çok egemenleşen felsefî anlatım tarzın­daki etkisini artırmakla kalmaz; Nietzsche’nin, emperyalist kültürün etik vb. sorunlarım alabildiğine genel biçimde sergi­lemesini sağlaması nedeniyle de gerici burjuvazinin sürekli olarak -durum ve buna uygun gerici taktiğinin her türlü salınımının yanı sıra- önde gelen filozofu olarak kalmasına yol açar. Nietzsche’nin I. Dünya Savaşı’ndan önceki durumu buydu ve İkinciden sonra da bu durumda kalır.

Ne var ki, nesnel olanağını az önce ana çizgileriyle sunduğumuz bu sürekli etki, Nietzsche’nin olağanüstü yeteneğinin kendine özgü çizgileri olmaksızın asla gerçekleşemezdi. Para­zit entelijensiyanın emperyalist çağda gereksinme duyduğu sorunlara karşı özel yatkınlık, özel duyarlılık vardı onda; onla­rı içten içe devindiren ve tedirgin eden nedir; onları en çok ne tür bir yanıt doyuma ulaştırabilir? Bu nedenle kültürün çok geniş bir çevresini kucaklayabilmektedir, onların yakıcı so­runlarını zekice aforizmalarla aydınlatabilecek; bu parazit sı­nıf entelektüellerinin gayrı memnun, hattâ çoğu zaman başkaldıran içgüdülerini bir biçimde aşırı devrimci gibi gözüken jestlerle doyuma ulaştırabilecek ve aynı zamanda da tüm bu sorunları öyle yanıtlayabilecek ya da en azından onlara verile­cek yanıtlara öylesine işaret edebilecektir ki, bunlardaki her incelikte ve bütün nüanslarında emperyalist burjuvazinin güçlü-gerici sınıf içeriği duyumsanacaktır.

Bu düalizm, bu[rjuva] sınıfın toplumsal varlığından ve bu nedenle de duygusal ve düşünsel dünyasından doğmaktadır. Üç türlü olmak üzere: İlkin, nüanslara karşı en incelikli duyar­lılık, en titiz aşırı duyarlılık ile birden baş gösteren, sık sık ol­mak üzere de histerik bir vahşiyanelikle birlikte görülen her türlü dekadanlığın asal belirtisi. İkincisi, ama bununla da sıkı bir ilişki içinde olan, çağın kültürüne karşı duyulan derin memnuniyetsizlik, Freud’un deyişiyle “kültürün yarattığı sıkıntı duygusu” (Unbehangen an der Kultur), ama bu öyle bir başkaldırı duygusudur ki, hiçbir koşulda birinin çıkıp da ken­di parazit ayrıcalıklarını ve toplumsal temellerine el atmasına asla izin vermediği bir isyan duygusu, yani bu memnuniyet­sizliğin devrimci karakteri felsefî bir kutsallık kazanacak olursa, ama aynı zamanda da toplumsal içeriğine göre demok­rasi ve sosyalizme karşı bir savunmaya dönüşecek olursa bu­nu büyük bir coşkuyla selâmlar.

Üçüncü ve sonuç olarak Nietzcshe’nin etkinliği sırasında sınıfsal çöküş ve dekadanlık öy­le bir dereceye ulaşır ki, burjuva sınıfa ilişkin öznel değerlendirmesi de önemli bir değişiklikten geçer; dekadanlık uzun süre yalnızca ilerici muhalif eleştirmenlerce gözler önüne se­rilir ve dekadanlığın belirtileri yerden yere çalınırken, burjuva entelijensiyanın büyük çoğunluğu “olabilecek dünyaların en iyisinde yaşadıkları” illüzyonuna sarılıp ideolojisinin düşsel “sıhhatini” ve ilerici karakterini savunurlar. Dekadanlığın şim­di farkına varmış olan entelektüellerin kendi kendilerini ta­nımlarken bizatihi birer dekadan oldukları bilinci giderek daha da büyük ölçüde olmak üzere merkezî bir yere oturur. Va­karlı, kendi kendisini yansıtan, oyunumsu bir relativizmde, kötümserlikte, nihilizmde vb. her şeyden önce bu değişim kendisini gösterir. Ancak bu yolun sonu -onurlu aydınlarda-, içtenlikli bir umutsuzluğa ve bundan doğan bir başkaldırı ha­vasına (Mesihçilik vb.) çıkar.

Nietzsche şimdi artık bir kültür psikoloğu olarak, bir este­tikçi ve ahlâkçı olarak dekadanlığın bu kendini tanıma olgusunun belki de en zeki ve alabildiğine çok yönlü bir temsilcisi­dir. Ama onun önemi temsilciliği de aşar: Dekadanlığın, çağı­nın burjuva gelişiminin temel bir belirtisi olduğunu fark etti­ği için ‘dekadanın-kendisiyle-baş-etmesinin’ yolunu göster­meye girişir. Çünkü dekadanlığın etkisi altına girmiş olan en diri ve en açık zihinli entelektüellerin içinde kaçınılmaz olarak onu aşma arzusu da doğar. Bu arzu, onların en büyük çoğun­luğu için, yukarılara tırmanan yeni sınıfın, yani proletaryanın savaşlarının çekicilik kazanmasına yol açar; bu savaşımlarda toplumun olası iyileşme belirtilerini görmektedirler, her şey­den önce de yaşam biçimlerinde ve ahlâk konusunda ve bununla bağlantılı olarak da -doğal olarak ön planda da bu yer alır- kendilerinin iyileşebilme belirtilerini.

Bunun yanı sıra bu entelektüellerin en geniş kesiminin gerçek sosyalist dönü­şümün ekonomik ve toplumsal önemi konusunda hiçbir fikir­leri yoktur; bu dönüşümü salt ideolojik olarak düşünmekte­dirler ve bu nedenle de bu yönde verilecek bir kararın onların kendi sınıflarından radikal bir kopuşa ne bakımdan ve ne öl­çüde yol açacağı, gerçekleştirilen bu tür bir kopuşun kendi yaşamlarında ne gibi bir etkisi olacağı konusunda belirgin bir tasavvurları yoktur. Bu hareket her ne denli karmaşık olsa da en ilerici burjuva entelijensiyanın geniş çevrelerini kendisine bağlar ve doğal olarak bunalım dönemlerinde özel bir heye­canla belirginleşir. Sosyalistler üzerindeki yasak günlerini düşünelim bir ve de Natüralizmin yazgısını, I. Dünya Savaşı’nı ve Almanya’daki ekspresyonist hareketi, Boulangerizmi ve Fransa’daki Dreyfus davasını vb…

Nietzsche’nin felsefesinin işlevi, yani “sosyal misyon”, burjuva entelijensiyanın bu tipini “kurtarmak”, “selâmete çıkarmaktır. Her türlü kopuşu, hattâ burjuvaziyle arasındaki her türlü ciddî gerilimi gereksiz kılan, bu gerilim sırasında in­sanda, âsinin ayakta kalmayı sürdürmesini ve hattâ “yüzey­sel”, “dışsal” toplumsal devrimlerin karşısına “daha asal”, “kozmik”, daha çekici olan “biyolojik” devrimi yerleştirerek daha da ahlâkî derinliklere inilebileceği konusunda etik duy­gu yaratan bir yol göstermek üzere ortaya atılan ayartıcı bir felsefe. Üstelik de yığınlara karşı yönelen türden bir “dev­rim”, ki burjuva parazit emperyalist entelijensiyanın ayrıcalık­lı geçmişini büsbütün kollayacak ve ekonomik ve kültürel ayrıcalıklara sahip olanların bu ayrıcalıklarından yoksun kalabi­lecekleri konusundaki kaygılarına patetik, saldırgan, bencil korkularını maskeleyecek bir anlam vermektedir.

Nietzsc­he’nin gösterdiği bu yol, bu katmanın düşünsel ve duygusal yaşamına derinlemesine işler ve gelişmiş dekadanlığı hiç terk etmez; yalnızca, bu dekadanlık kendini tanımanın yeni aracı sayesinde yeni bir açıklamaya kavuşur: İnsanlığın hakiki, asal yenilenmesinin gerçek, umut dolu filizleri özellikle de deka­danlıkta gizlenmektedir. Bu “sosyal misyon” denebilir ki, da­ha baştan Nietzsche’nin yeteneğiyle, en içsel düşünsel eğilimiyle, bilgisiyle uyum içindedir. Etkinliğinin yöneldiği top­lumsal çevre gibi Nietzcshe’yi her şeyden önce kültür sorunları ilgilendirmektedir ve bunlar arasında da en başta olmak üzere sanat ve bireysel ahlâk ilgilendirmektedir. Politika her zaman için soyut, mitselleştirilmiş bir ufuk olarak belirir, ekonomi biliminde ise çağının her ortalama entelektüeli gibi aynı ölçüde bilinçsizdir.

Mehring (1) son derece haklı olarak Ni­etzsche’nin sosyalizme karşı dile getirdiği gerçeklerin Leoların, Treitschkelerin vb. düzeyini hiçbir zaman aşmadığına işa­ret etmektedir. Ama özellikle de kabaca, sıradan sosyalizm karşıtlığının rafine, zekice, hattâ kimi zaman doğru kültür ve eser eleştirisi ile olan bu ilişkisi (Wagner, natüralizm vb. eleştirisini düşünelim), düşüncelerini ve sunum biçimini emper­yalist entelijensiya için alabildiğine çekici kılmaktadır. Bu çe­kiciliğin ne denli güçlü olduğunu bütün emperyalist dönem boyunca görebiliyoruz. Bu etki Georg Brandes’ten ve Strindberg, Gerhardt Hauptmann kuşağından başlayıp Gide’e, Malraux’ya dek uzanır. Ve özellikle de yalnızca entelijensiya ge­riciliğiyle de sınırlı değildir. Heinrich ve Thomas Mann ya da Bernard Shaw gibi aslında bütün etkinlikleri kesinlikle ilerici olan yazarlar da yine onun etkisi altında idiler. Hattâ birkaç Marksist entelektüel üzerinde bile güçlü bir etki yaratmayı bilmiştir. Hattâ Mehring bile -geçici olarak-, onu şöyle yargılamıştır: “Nietzschecilik sosyalizm için bir açıdan daha ya­rarlı bile sayılır. Hiç kuşku yok ki Nietzsche’nin yazıları yet­kin yazınsal yeteneğe sahip, hattâ belki de henüz burjuva sını­fı içinde yetişmekte olan ve en başta da burjuva önyargısını içeren karmaşaya kapılmış birkaç genç için çekicidir. Ancak onlar için Nietzsche, sosyalizme giden yolda salt bir geçiş noktasıdır.” (2)

Ancak bu Nietzsche’nin bakış açısının yalnızca sınıfsal temelini ve yoğunluğunu açıklamaktadır, yoksa sürekliliğini de­ğil. Bu, hiç kuşkusuz onun felsefî yeteneklerine dayanmakta­dır. Alman Rembrandt’tan günümüz Koestler’ine ve Burnham’ine dek gericilerin sıradan broşür yazarları, emperyalist burjuvazinin özellikle taktik gereksinimlerini az ya da çok demagoji yaparak doyuma ulaştırmanın daha ötesine hiç geçe­memişlerken, Nietzsche emperyalizm döneminde, dünya savaşları ve devrimler çağında gerici tutumun en önemli birkaç süreğen çizgisini eserlerinde saptayabilmiş ve formüle edebilmiştir. Bu konu­daki düzeyini görebilmemiz için onu çağdaşı Eduard von Hartmann ile karşılaştırmak gerekir. Bu kişi, bir filozof ola­rak 1870 sonrası günlerin sıradan, gerici burjuva önyargılarını, “sağlıklı” (karnı tok) burjuvanın sınıfsal-önyargılarını özetlemiştir. Bu yüzden başlangıçta Nietzsche’ye göre çok daha bü­yük başarılar elde etmiş, ama emperyalist dönemde yine de tam anlamıyla bir unutuluşa gömülmüştür.

Daha önce de belirttiğimiz gibi Nietzsche’de tüm bunlar doğal olarak mitselleştirici bir biçimde gerçekleşmektedir. Kapitalizmin ekonomik yaşamı konusunda hiçbir şey bilme­yen, onun yalnızca üstyapı belirtilerini gözlemleyebilen, betimleyebilen ve açıklayabilen Nietzsche için çağın eğilimleri­ni kavramayı ve belirlemeyi ancak bu mümkün kılıyordu. Ama mitos biçimi Nietzsche’nin, emperyalist gericiliğin bu öncü filozofunun emperyalizmin kendisini yaşamamış olma­sından da kaynaklanmaktadır. Nietzsche de tıpkı -1848 son­rası gericiliğinin filozofu-, Schopenhauer gibi gelişmekte olanın yalnızca filizlerini ve başlangıçlarını yaratan bir çağda iş yapmıştır. Gerçek itici güçleri bilemeyen bir düşünür, bunları yalnızca ütopik-mitik bir biçimde târif edebilirdi.

Nietzsche’nin felsefî önemi, tüm bunlara karşın onun belli başlı sü­rekli sağlam çizgilerini yine de saptamış olmasındadır. Buna doğal olarak, hem mitosun açıklama biçimi, hem de aforistik biçim yardım etmiştir ve az sonra yöneleceğimiz, burjuvazi­nin -her zaman için o günlere özgü çıkarlarının- ve ideolog­larının gösterdiği çabalara göre, çok değişik biçimlerde, çok sık olmak üzere de tam tersi biçimde kümelendirilen ve açık­lamak olanağı bulunan karakteristiğine az sonra yöneleceğiz. Ancak sürekli olarak hep Nietzsche’ye, durmaksızın dönüp dönüp “yeni” bir Nietzsche’ye bakılması, değişimde yine de sürekli olan bir şeyin varlığının işaretidir: Gerici burjuvazinin kalıcı değerleri bakımından ele alındığı ve parazit entelijensiyanın sürekli gereksinimlerinin ruhuna uygun olarak kayde­dildiği bütün bir dönemin temel sorunları olarak emperyaliz­min.

Hiç kuşku yok ki, bu tür bir entelektüel önceleme yetkin bir gözlem gücü ve soyutlama yeteneğinin belirtisidir. Bu açı­dan Nietzsche’nin tarihsel pozisyonu Schopenhauer’inkine benzer. Felsefeleri de temel eğilimler bakımından sıkı bir bi­çimde birbiriyle bağlantılıdır. Burada etkinin tarihsel-filolojik sorunlarını vb. ortaya koymak istemiyoruz. Şu andaki girişimleri, Nietzsche’yi, Schopenhauer’in irrasyonalizminden ayırma ve onu aydınlanma ve Hegel ile bağlantı içine sokma girişimlerini çocukça buluyorum; daha açık belirtecek olur­sam, onda Amerikan emperyalizmi adına uygulanan ve şim­diye dek yapılmış en alt düzeydeki tarihsel çarpıtmanın dile geldiğini görüyorum. Schopenhauer ile Nietzsche arasındaki kendiliğinden anlaşılan farklılıklar vardır, ki bunlar Nietzsche’nin gelişimi sırasında, kendi çabalarını arındırması sonucu giderek daha da derinleşmiştir. Ama en çok da dönemin do­ğasından kaynaklanan farklılıkları yüzünden: Toplumsal iler­lemeye karşı gerçekleştirilen savaşta kullanılan araçlardaki farklılıklar yüzünden.

Ancak Nietzsche, entelektüel yapısındaki yöntembilimsel uyum ilkesini Schopenhauer’den almıştır ve salt zamana, yani yenilmesi gereken muhalifine uygun olarak kapitaliz­min dolaysız savunusunu daha da revize etmiş ve geliştirmiş­tir. Bu temel ilke, doğal olarak daha da keskinleşen sınıf sava­şının ortaya çıkarttığı koşullar sonucu kısmen yeni somut bi­çimlere bürünür. Özet olarak Schopenhauer’in kendi zamanı­nın ilerici düşüncelerine karşı bir savaşıma giriştiğini ve ge­nel etkinlikleri de entelektüel ve ahlaksal açıdan düşük değer­de gösterdiğini söylemek mümkündür. Buna karşılık Nietzsc­he, gericilik adına, emperyalizm adına etkin bir eylem çağrı­sında bulunur. Bundan da şu sonuç çıkar ki, Nietzsche’nin, Schopenhauer’deki imge ve irade ikiliğini bir yana bırakması ve budist irade mitosunun yerine, başat olmaya uğraşan ira­de mitosunu geçirmesi gerekirdi. Dahası Nietzsche, tarihi so­yut bir biçimde yadsıyan Schopenhauer konusunda da ne ya­pacağını bilemez. Tıpkı Schopenhauer için olduğu gibi doğal olarak Nietzsche için de bir gerçek tarih yoktur. Buna karşılık Nietzsche’deki saldırgan emperyalizm savunmacılığı tarihin mitselleştirilmesi biçimine bürünür.

Sonuç olarak, burada en temel öğelerini kısaca sıraladığımız Schopenhauer’in savunmacılığının biçimine bakıldığında, her ne denli dolaysız olsa da yine de toplumsal-politikaya ilişkin gerici desteklerini açıkça, hattâ meydan okuyan bir kinizmle dile getirir. Buna karşılık Nietzsche’de dolaysız savunuculuk ilkesi sunuş biçimlerine de işler: Emperyalizmden yana saldırgan-gerici tutumu aşırı devrimci jest biçiminde anlatım bulur. Demokrasi ve sosyalizme karşı savaşın, emperyalizm mitosunun, barbar etkinliğe çağrının henüz hiç görülmemiş bir dönüşüm olarak, “her tür­lü değerin yeniden değerlendirilmesi olarak”, “tanrıların bir şafağı olarak” belirmesi gerekir: Emperyalizmin dolaysız sa­vunuculuğunun demagojik biçimdeki etkili sahte devrimi olarak.

Nietzsche felsefesinin bu içeriği ve bu yöntemi, yazınsal anlatım biçimiyle, yani aforizmayla çok sıkı bir bağlantı içindedir. Nietzsche’nin sürekli etkisinde kaldığı değişimi her şeyden önce bu tür bir yazınsal biçim mümkün kılmaktadır. Eğer yorum için toplumsal olarak, örneğin Hitlerizmin yenilgiye uğramasından sonra olduğu gibi, özdeyiş (aforizma) ge­rekliyse, kalıcı içeriğin yeniden işlenmesinin karşısına, ente­lektüel dünyalarının bağlantısını sistematik biçimde açıklamış olan düşünürlerde görülen engeller çıkmaz. (Tabiî ki Descartes, Kant ve Hegel’in yazgısı emperyalist dönemde gericiliğin bu tür engelleri de aştığını göstermektedir.) Ama Nietzsche’de bu görev çok daha basittir; her bölümde ön plana o ânın ge­reksinimlerine uygun olarak bunlar arasında bağlantılar kur­masını sağlayacak çeşit çeşit aforizmalar yerleştirir. Buna bir öğe daha eklenir. Her ne denli temel amaçlar parazit entelijensiyanın ideolojik anlayışlarıyla uyum içinde olsa da, kaba ve aleni üslupları, önemsiz sayılamayacak bir çevre üzerinde sis­tematik olarak itici bir etki yaratacaktı.

Demek ki Nietszche yorumunun birkaç istisna dışında (her şeyden önce de Hitler faşizminin yolunu düzleyenler hariç) Nietzsche’nin kültür eleştirisine, ahlâk psikolojisine sarılması ve Nietzsche’den “masum”, bundan sonraki entelektüel-ahlâkî “elit”in tinsel sorunlarıyla uğraşan bir düşünür yaratması hiç mi hiç rastlan­tı değildir. İşte Brandes ve Simmel artık bu durumdadır, daha sonra da Bertram ve Jaspers ve günümüzde de Kaufmann’ın durumu budur. Sınıfsal tutum bakımından bu doğrudur, çünkü Nietzsche’nin kazanmış olduğu büyük çoğunluk daha sonra bu tutumdan çıkacak olan bir sonraki pratik adımları da atma­ya da hazırdır. Heinrich ve Thomas Mann gibi tipler bunun is­tisnasıdır.

Ancak bu, aforistik anlatım tarzının sadece etki bağlantısıdır. Bu tarza içeriden bakalım. Akademisyen felsefeciler tara­fından Nietzsche’nin yüzüne, hem de sık sık olmak üzere, bir sistematiğinin olmadığı ve bu nedenle de onun gerçek bir fi­lozof olmadığı vurulmuştur. Nietzsche’nin kendisi çok karar­lı bir biçimde her türlü sisteme karşı çıktığını belirtir: “Siste­matik yaratıcılarının hiçbirine güven duymuyorum ve onların tuttuğu yoldan ayrılıyorum. Sisteme yönelik irade onur eksik­liğidir.” (3)

Bu öyle bir yönelimdir ki, daha önce Kierkegaard’da gözlemleme olanağı bulmuştuk. Bu yönelim bir rastlantı değildir. Burjuva felsefesinin, Hegelciliğin dağılmasıyla açığa çıkan bunalımının, verili bir sistemin doyurucu olmadığının anlaşılmasından çok daha fazla bir anlamı vardı; bu binlerce yıl hüküm süren sistematik bir düşüncenin bunalımıydı. Hegel sistemiyle bu çaba, bütün dünya için çökmüştü, varoluşunun yasallıkları idealist ilkelerinden, yani insanî bilincin öğelerini başlangıç noktası alarak homojen bir biçimde düzenlenmesinden ve bu biçimde kavranmasından gelmektedir. Tas­lağını kabaca sunuyorsak da, idealist sistem düşüncesinin bu kesin kırılışı sonucu ortaya çıkan temel değişikliklerin burada yeri yoktur.

Nietzsche’nin sisteme karşı çıkışı, çağının görececi, bilinemezci eğilimlerinden gelişir. Hiç kuşku yok ki aforistik açıklama tarzı, Nietzsche’nin bu bakış açısıyla çok sıkı bir iliş­ki içindedir. Ama bunun ötesinde etkin olan bir başka motif daha vardır. Genel bir olgu olarak, ideoloji tarihinde bir top­lumsal gelişmeye yalnızca filizlendikleri sırada dikkat edebi­len, ama bunlarda artık yeniyi de sezen ve bunu, özellikle de ahlâk alanında kavramsal olarak yansıtmaya çabalayan türden entelektüel kavrayışlar, düşüncelerinde gelişmelerin keskin bir biçimde gözlemlenmiş ve değerlendirilmiş belirtileriyle, gelişmenin kendisinin salt sezinlenişi arasında gerçekleşen bu karışımın, denemeci, aforistik biçimlerin özü en uygun biçimde yansıttığını düşünürler. Bu Montaigne’de ve Mandeville’de, La Rochefoucauld’dan Vauvenargue’e ve Camfort’a dek Fransız ahlâkçılarında da göze çarpar. Nietzsche biçim bakımından bu yazarların çoğunun alabildiğine çekimine kapılır. Ama temel yönelimlerin içeriksel karşıtlığı bu biçimsel çeki­mi bütünlemektedir. Önemli ahlâkçılar -çoğunluğu ilerici bir ruha sahiptir-, mutlakçı-feodal bir toplumda artık kapitalizmin ahlâkını eleştirmekteydiler. Buna karşılık geleceğin Nietzsche tarafından öncelediği şey, gelmekte olan, nitelik açı­sından daha abartılı bir gericiliğin, emperyalist dönemin ön­görüsüdür. Biçimsel akrabalığını yalnızca öngörüsünün bu so­yut olgusu belirlemektedir.

Şimdi artık şu soruyu soralım: Nietzsche ile ilgili olarak sistemden söz etmeye hakkımız var mı? Kimi aforistik tümcelerini sistematik bir bağlantı içinde açıklamaya kalkışmamız doğru olur mu? Sanıyoruz: Bir filozofun düşüncelerinin siste­matik bağlantı içinde olması eski bir olgudur ve çöküşlerini de aşıp yaşamayı sürdürür. Bu sistematik bağlantının, gerçek bağlantının yaklaşık olarak doğru bir yansıması olup olmadığı ya da sınıfsal olarak, idealistik olarak vb. çarpık olup olmadı­ğı fark etmez; bu tür sistematik bağlantı genel olarak filozof adına layık her filozofta vardır. Tabiî ki kimi filozofların ken­di eserlerine sağlamak istediği kurgulamayla uyuşmaz. Marx gerçek bağlantının bu tür bir yeniden yapılanmasının kaçınıl­mazlığını Herakleitos ve Epikuros fragmanlarıyla ilişkili ola­rak gösterir, ancak şunu da ekler: “Eserlerine, örneğin Spinoza gibi sistematik bir biçim vermiş olan filozoflarda bile sis­temin hakiki içsel yapısı, bilinçli olarak çözümledikleri biçim­den büsbütün ayrılmaktadır.” (4)



Notlar

(1). Mehring: Werke, Berlin, 1929. VI. 191.

(2). Mehring: Besprechung von Kurt Eisners Psyhopatthia spiritualis, N eue
Zeit, X . evf.. II. 668. vd.

(3). Nietzsche: Werke VIII. 64. N ietzsche’yi 16 ciltlik toplu eserleri baskısından (Kröner, Leipzig) alıntılıyoruz ve bunu da yalnızca cilt ve sayfa numarası vererek yapacağız.

(4). Marx’ın Lassalle’a mektubu. 1858. V. 31. Ferdinand Lassalles machgelassene Briefe und Schriften, herausge geben von G. Meyer, Berlin, 1922. III. 123.


György LUKÂCS, “NIETZSCHE : EMPERYALİST İRRASYONALİZMİN KURUCUSU”, Macarcadan Çeviren: Vural Yıldırım, Epos Yay., Ankara-2014.
Orjinal Makaleler: Nietzsche mint az imperialista korszak irracionalizm usânak megalapitöja, 1952. Egzisztencializmus, 1949.