Nietzsche’nin modern irrasyonalizmin gelişmesindeki özel pozisyonunu, kısmen ortaya çıktığı günlerin tarihsel durumu, kısmen de alışılmadık kişisel yetenekleri belirlemektedir. Etkinliğine emperyalist dönemin hemen öncesinde son verir. Bunun anlamı, her ne denli daha Bismarck çağında, gelecekteki savaşların bütün perspektiflerini yaşaması, yani imparatorluğun kuruluşunun, ona bağlanan umutların ve bu konudaki aldanışların, çağdaşı Bismarck’ın yıkılışının, II. Wilhelm’in düpedüz saldırgan bir emperyalizme girişmesiyle ve aynı zamanda Paris Komünü’nün ve büyük proleter yığın partisinin doğuşunun, yani sosyalistlerin yasa dışı ilân edilmesinin, işçilere karşı kahramanca savaşın da çağdaşı olması, ama öte yandan emperyalist dönemi görememiş olmasıdır.
Böylece, bir sonraki dönemin ana sorunlarını -gerici burjuvazi anlamında- mitsel biçimde ortaya atması ve çözümlemesi için de fırsat doğmuş olur. Bu mitsel biçim, onun yalnızca emperyalist çağın giderek daha çok egemenleşen felsefî anlatım tarzındaki etkisini artırmakla kalmaz; Nietzsche’nin, emperyalist kültürün etik vb. sorunlarım alabildiğine genel biçimde sergilemesini sağlaması nedeniyle de gerici burjuvazinin sürekli olarak -durum ve buna uygun gerici taktiğinin her türlü salınımının yanı sıra- önde gelen filozofu olarak kalmasına yol açar. Nietzsche’nin I. Dünya Savaşı’ndan önceki durumu buydu ve İkinci’den sonra da bu durumda kalır.
Ne var ki, nesnel olanağını az önce ana çizgileriyle sunduğumuz bu sürekli etki, Nietzsche’nin olağanüstü yeteneğinin kendine özgü çizgileri olmaksızın asla gerçekleşemezdi. Parazit entelijensiyanın emperyalist çağda gereksinme duyduğu sorunlara karşı özel yatkınlık, özel duyarlılık vardı onda; onları içten içe devindiren ve tedirgin eden nedir; onları en çok ne tür bir yanıt doyuma ulaştırabilir? Bu nedenle kültürün çok geniş bir çevresini kucaklayabilmektedir, onların yakıcı sorunlarını zekice aforizmalarla aydınlatabilecek; bu parazit sınıf entelektüellerinin gayrı memnun, hattâ çoğu zaman başkaldıran içgüdülerini bir biçimde aşırı devrimci gibi gözüken jestlerle doyuma ulaştırabilecek ve aynı zamanda da tüm bu sorunları öyle yanıtlayabilecek ya da en azından onlara verilecek yanıtlara öylesine işaret edebilecektir ki, bunlardaki her incelikte ve bütün nüanslarında emperyalist burjuvazinin güçlü-gerici sınıf içeriği duyumsanacaktır.
Bu düalizm, bu[rjuva] sınıfın toplumsal varlığından ve bu nedenle de duygusal ve düşünsel dünyasından doğmaktadır. Üç türlü olmak üzere: İlkin, nüanslara karşı en incelikli duyarlılık, en titiz aşırı duyarlılık ile birden baş gösteren, sık sık olmak üzere de histerik bir vahşiyanelikle birlikte görülen her türlü dekadanlığın asal belirtisi. İkincisi, ama bununla da sıkı bir ilişki içinde olan, çağın kültürüne karşı duyulan derin memnuniyetsizlik, Freud’un deyişiyle “kültürün yarattığı sıkıntı duygusu” (Unbehangen an der Kultur), ama bu öyle bir başkaldırı duygusudur ki, hiçbir koşulda birinin çıkıp da kendi parazit ayrıcalıklarını ve toplumsal temellerine el atmasına asla izin vermediği bir isyan duygusu, yani bu memnuniyetsizliğin devrimci karakteri felsefî bir kutsallık kazanacak olursa, ama aynı zamanda da toplumsal içeriğine göre demokrasi ve sosyalizme karşı bir savunmaya dönüşecek olursa bunu büyük bir coşkuyla selâmlar.
Üçüncü ve sonuç olarak Nietzcshe’nin etkinliği sırasında sınıfsal çöküş ve dekadanlık öyle bir dereceye ulaşır ki, burjuva sınıfa ilişkin öznel değerlendirmesi de önemli bir değişiklikten geçer; dekadanlık uzun süre yalnızca ilerici muhalif eleştirmenlerce gözler önüne serilir ve dekadanlığın belirtileri yerden yere çalınırken, burjuva entelijensiyanın büyük çoğunluğu “olabilecek dünyaların en iyisinde yaşadıkları” illüzyonuna sarılıp ideolojisinin düşsel “sıhhatini” ve ilerici karakterini savunurlar. Dekadanlığın şimdi farkına varmış olan entelektüellerin kendi kendilerini tanımlarken bizatihi birer dekadan oldukları bilinci giderek daha da büyük ölçüde olmak üzere merkezî bir yere oturur. Vakarlı, kendi kendisini yansıtan, oyunumsu bir relativizmde, kötümserlikte, nihilizmde vb. her şeyden önce bu değişim kendisini gösterir. Ancak bu yolun sonu -onurlu aydınlarda-, içtenlikli bir umutsuzluğa ve bundan doğan bir başkaldırı havasına (Mesihçilik vb.) çıkar.
Nietzsche şimdi artık bir kültür psikoloğu olarak, bir estetikçi ve ahlâkçı olarak dekadanlığın bu kendini tanıma olgusunun belki de en zeki ve alabildiğine çok yönlü bir temsilcisidir. Ama onun önemi temsilciliği de aşar: Dekadanlığın, çağının burjuva gelişiminin temel bir belirtisi olduğunu fark ettiği için ‘dekadanın-kendisiyle-baş-etmesinin’ yolunu göstermeye girişir. Çünkü dekadanlığın etkisi altına girmiş olan en diri ve en açık zihinli entelektüellerin içinde kaçınılmaz olarak onu aşma arzusu da doğar. Bu arzu, onların en büyük çoğunluğu için, yukarılara tırmanan yeni sınıfın, yani proletaryanın savaşlarının çekicilik kazanmasına yol açar; bu savaşımlarda toplumun olası iyileşme belirtilerini görmektedirler, her şeyden önce de yaşam biçimlerinde ve ahlâk konusunda ve bununla bağlantılı olarak da -doğal olarak ön planda da bu yer alır- kendilerinin iyileşebilme belirtilerini.
Bunun yanı sıra bu entelektüellerin en geniş kesiminin gerçek sosyalist dönüşümün ekonomik ve toplumsal önemi konusunda hiçbir fikirleri yoktur; bu dönüşümü salt ideolojik olarak düşünmektedirler ve bu nedenle de bu yönde verilecek bir kararın onların kendi sınıflarından radikal bir kopuşa ne bakımdan ve ne ölçüde yol açacağı, gerçekleştirilen bu tür bir kopuşun kendi yaşamlarında ne gibi bir etkisi olacağı konusunda belirgin bir tasavvurları yoktur. Bu hareket her ne denli karmaşık olsa da en ilerici burjuva entelijensiyanın geniş çevrelerini kendisine bağlar ve doğal olarak bunalım dönemlerinde özel bir heyecanla belirginleşir. Sosyalistler üzerindeki yasak günlerini düşünelim bir ve de Natüralizmin yazgısını, I. Dünya Savaşı’nı ve Almanya’daki ekspresyonist hareketi, Boulangerizmi ve Fransa’daki Dreyfus davasını vb…
Nietzsche’nin felsefesinin işlevi, yani “sosyal misyon”, burjuva entelijensiyanın bu tipini “kurtarmak”, “selâmete çıkarmaktır. Her türlü kopuşu, hattâ burjuvaziyle arasındaki her türlü ciddî gerilimi gereksiz kılan, bu gerilim sırasında insanda, âsinin ayakta kalmayı sürdürmesini ve hattâ “yüzeysel”, “dışsal” toplumsal devrimlerin karşısına “daha asal”, “kozmik”, daha çekici olan “biyolojik” devrimi yerleştirerek daha da ahlâkî derinliklere inilebileceği konusunda etik duygu yaratan bir yol göstermek üzere ortaya atılan ayartıcı bir felsefe. Üstelik de yığınlara karşı yönelen türden bir “devrim”, ki burjuva parazit emperyalist entelijensiyanın ayrıcalıklı geçmişini büsbütün kollayacak ve ekonomik ve kültürel ayrıcalıklara sahip olanların bu ayrıcalıklarından yoksun kalabilecekleri konusundaki kaygılarına patetik, saldırgan, bencil korkularını maskeleyecek bir anlam vermektedir.
Nietzsche’nin gösterdiği bu yol, bu katmanın düşünsel ve duygusal yaşamına derinlemesine işler ve gelişmiş dekadanlığı hiç terk etmez; yalnızca, bu dekadanlık kendini tanımanın yeni aracı sayesinde yeni bir açıklamaya kavuşur: İnsanlığın hakiki, asal yenilenmesinin gerçek, umut dolu filizleri özellikle de dekadanlıkta gizlenmektedir. Bu “sosyal misyon” denebilir ki, daha baştan Nietzsche’nin yeteneğiyle, en içsel düşünsel eğilimiyle, bilgisiyle uyum içindedir. Etkinliğinin yöneldiği toplumsal çevre gibi Nietzcshe’yi her şeyden önce kültür sorunları ilgilendirmektedir ve bunlar arasında da en başta olmak üzere sanat ve bireysel ahlâk ilgilendirmektedir. Politika her zaman için soyut, mitselleştirilmiş bir ufuk olarak belirir, ekonomi biliminde ise çağının her ortalama entelektüeli gibi aynı ölçüde bilinçsizdir.
Mehring (1) son derece haklı olarak Nietzsche’nin sosyalizme karşı dile getirdiği gerçeklerin Leoların, Treitschkelerin vb. düzeyini hiçbir zaman aşmadığına işaret etmektedir. Ama özellikle de kabaca, sıradan sosyalizm karşıtlığının rafine, zekice, hattâ kimi zaman doğru kültür ve eser eleştirisi ile olan bu ilişkisi (Wagner, natüralizm vb. eleştirisini düşünelim), düşüncelerini ve sunum biçimini emperyalist entelijensiya için alabildiğine çekici kılmaktadır. Bu çekiciliğin ne denli güçlü olduğunu bütün emperyalist dönem boyunca görebiliyoruz. Bu etki Georg Brandes’ten ve Strindberg, Gerhardt Hauptmann kuşağından başlayıp Gide’e, Malraux’ya dek uzanır. Ve özellikle de yalnızca entelijensiya gericiliğiyle de sınırlı değildir. Heinrich ve Thomas Mann ya da Bernard Shaw gibi aslında bütün etkinlikleri kesinlikle ilerici olan yazarlar da yine onun etkisi altında idiler. Hattâ birkaç Marksist entelektüel üzerinde bile güçlü bir etki yaratmayı bilmiştir. Hattâ Mehring bile -geçici olarak-, onu şöyle yargılamıştır: “Nietzschecilik sosyalizm için bir açıdan daha yararlı bile sayılır. Hiç kuşku yok ki Nietzsche’nin yazıları yetkin yazınsal yeteneğe sahip, hattâ belki de henüz burjuva sınıfı içinde yetişmekte olan ve en başta da burjuva önyargısını içeren karmaşaya kapılmış birkaç genç için çekicidir. Ancak onlar için Nietzsche, sosyalizme giden yolda salt bir geçiş noktasıdır.” (2)
Ancak bu Nietzsche’nin bakış açısının yalnızca sınıfsal temelini ve yoğunluğunu açıklamaktadır, yoksa sürekliliğini değil. Bu, hiç kuşkusuz onun felsefî yeteneklerine dayanmaktadır. Alman Rembrandt’tan günümüz Koestler’ine ve Burnham’ine dek gericilerin sıradan broşür yazarları, emperyalist burjuvazinin özellikle taktik gereksinimlerini az ya da çok demagoji yaparak doyuma ulaştırmanın daha ötesine hiç geçememişlerken, Nietzsche emperyalizm döneminde, dünya savaşları ve devrimler çağında gerici tutumun en önemli birkaç süreğen çizgisini eserlerinde saptayabilmiş ve formüle edebilmiştir. Bu konudaki düzeyini görebilmemiz için onu çağdaşı Eduard von Hartmann ile karşılaştırmak gerekir. Bu kişi, bir filozof olarak 1870 sonrası günlerin sıradan, gerici burjuva önyargılarını, “sağlıklı” (karnı tok) burjuvanın sınıfsal-önyargılarını özetlemiştir. Bu yüzden başlangıçta Nietzsche’ye göre çok daha büyük başarılar elde etmiş, ama emperyalist dönemde yine de tam anlamıyla bir unutuluşa gömülmüştür.
Daha önce de belirttiğimiz gibi Nietzsche’de tüm bunlar doğal olarak mitselleştirici bir biçimde gerçekleşmektedir. Kapitalizmin ekonomik yaşamı konusunda hiçbir şey bilmeyen, onun yalnızca üstyapı belirtilerini gözlemleyebilen, betimleyebilen ve açıklayabilen Nietzsche için çağın eğilimlerini kavramayı ve belirlemeyi ancak bu mümkün kılıyordu. Ama mitos biçimi Nietzsche’nin, emperyalist gericiliğin bu öncü filozofunun emperyalizmin kendisini yaşamamış olmasından da kaynaklanmaktadır. Nietzsche de tıpkı -1848 sonrası gericiliğinin filozofu-, Schopenhauer gibi gelişmekte olanın yalnızca filizlerini ve başlangıçlarını yaratan bir çağda iş yapmıştır. Gerçek itici güçleri bilemeyen bir düşünür, bunları yalnızca ütopik-mitik bir biçimde târif edebilirdi.
Nietzsche’nin felsefî önemi, tüm bunlara karşın onun belli başlı sürekli sağlam çizgilerini yine de saptamış olmasındadır. Buna doğal olarak, hem mitosun açıklama biçimi, hem de aforistik biçim yardım etmiştir ve az sonra yöneleceğimiz, burjuvazinin -her zaman için o günlere özgü çıkarlarının- ve ideologlarının gösterdiği çabalara göre, çok değişik biçimlerde, çok sık olmak üzere de tam tersi biçimde kümelendirilen ve açıklamak olanağı bulunan karakteristiğine az sonra yöneleceğiz. Ancak sürekli olarak hep Nietzsche’ye, durmaksızın dönüp dönüp “yeni” bir Nietzsche’ye bakılması, değişimde yine de sürekli olan bir şeyin varlığının işaretidir: Gerici burjuvazinin kalıcı değerleri bakımından ele alındığı ve parazit entelijensiyanın sürekli gereksinimlerinin ruhuna uygun olarak kaydedildiği bütün bir dönemin temel sorunları olarak emperyalizmin.
Hiç kuşku yok ki, bu tür bir entelektüel önceleme yetkin bir gözlem gücü ve soyutlama yeteneğinin belirtisidir. Bu açıdan Nietzsche’nin tarihsel pozisyonu Schopenhauer’inkine benzer. Felsefeleri de temel eğilimler bakımından sıkı bir biçimde birbiriyle bağlantılıdır. Burada etkinin tarihsel-filolojik sorunlarını vb. ortaya koymak istemiyoruz. Şu andaki girişimleri, Nietzsche’yi, Schopenhauer’in irrasyonalizminden ayırma ve onu aydınlanma ve Hegel ile bağlantı içine sokma girişimlerini çocukça buluyorum; daha açık belirtecek olursam, onda Amerikan emperyalizmi adına uygulanan ve şimdiye dek yapılmış en alt düzeydeki tarihsel çarpıtmanın dile geldiğini görüyorum. Schopenhauer ile Nietzsche arasındaki kendiliğinden anlaşılan farklılıklar vardır, ki bunlar Nietzsche’nin gelişimi sırasında, kendi çabalarını arındırması sonucu giderek daha da derinleşmiştir. Ama en çok da dönemin doğasından kaynaklanan farklılıkları yüzünden: Toplumsal ilerlemeye karşı gerçekleştirilen savaşta kullanılan araçlardaki farklılıklar yüzünden.
Ancak Nietzsche, entelektüel yapısındaki yöntembilimsel uyum ilkesini Schopenhauer’den almıştır ve salt zamana, yani yenilmesi gereken muhalifine uygun olarak kapitalizmin dolaysız savunusunu daha da revize etmiş ve geliştirmiştir. Bu temel ilke, doğal olarak daha da keskinleşen sınıf savaşının ortaya çıkarttığı koşullar sonucu kısmen yeni somut biçimlere bürünür. Özet olarak Schopenhauer’in kendi zamanının ilerici düşüncelerine karşı bir savaşıma giriştiğini ve genel etkinlikleri de entelektüel ve ahlaksal açıdan düşük değerde gösterdiğini söylemek mümkündür. Buna karşılık Nietzsche, gericilik adına, emperyalizm adına etkin bir eylem çağrısında bulunur. Bundan da şu sonuç çıkar ki, Nietzsche’nin, Schopenhauer’deki imge ve irade ikiliğini bir yana bırakması ve budist irade mitosunun yerine, başat olmaya uğraşan irade mitosunu geçirmesi gerekirdi. Dahası Nietzsche, tarihi soyut bir biçimde yadsıyan Schopenhauer konusunda da ne yapacağını bilemez. Tıpkı Schopenhauer için olduğu gibi doğal olarak Nietzsche için de bir gerçek tarih yoktur. Buna karşılık Nietzsche’deki saldırgan emperyalizm savunmacılığı tarihin mitselleştirilmesi biçimine bürünür.
Sonuç olarak, burada en temel öğelerini kısaca sıraladığımız Schopenhauer’in savunmacılığının biçimine bakıldığında, her ne denli dolaysız olsa da yine de toplumsal-politikaya ilişkin gerici desteklerini açıkça, hattâ meydan okuyan bir kinizmle dile getirir. Buna karşılık Nietzsche’de dolaysız savunuculuk ilkesi sunuş biçimlerine de işler: Emperyalizmden yana saldırgan-gerici tutumu aşırı devrimci jest biçiminde anlatım bulur. Demokrasi ve sosyalizme karşı savaşın, emperyalizm mitosunun, barbar etkinliğe çağrının henüz hiç görülmemiş bir dönüşüm olarak, “her türlü değerin yeniden değerlendirilmesi olarak”, “tanrıların bir şafağı olarak” belirmesi gerekir: Emperyalizmin dolaysız savunuculuğunun demagojik biçimdeki etkili sahte devrimi olarak.
Nietzsche felsefesinin bu içeriği ve bu yöntemi, yazınsal anlatım biçimiyle, yani aforizmayla çok sıkı bir bağlantı içindedir. Nietzsche’nin sürekli etkisinde kaldığı değişimi her şeyden önce bu tür bir yazınsal biçim mümkün kılmaktadır. Eğer yorum için toplumsal olarak, örneğin Hitlerizmin yenilgiye uğramasından sonra olduğu gibi, özdeyiş (aforizma) gerekliyse, kalıcı içeriğin yeniden işlenmesinin karşısına, entelektüel dünyalarının bağlantısını sistematik biçimde açıklamış olan düşünürlerde görülen engeller çıkmaz. (Tabiî ki Descartes, Kant ve Hegel’in yazgısı emperyalist dönemde gericiliğin bu tür engelleri de aştığını göstermektedir.) Ama Nietzsche’de bu görev çok daha basittir; her bölümde ön plana o ânın gereksinimlerine uygun olarak bunlar arasında bağlantılar kurmasını sağlayacak çeşit çeşit aforizmalar yerleştirir. Buna bir öğe daha eklenir. Her ne denli temel amaçlar parazit entelijensiyanın ideolojik anlayışlarıyla uyum içinde olsa da, kaba ve aleni üslupları, önemsiz sayılamayacak bir çevre üzerinde sistematik olarak itici bir etki yaratacaktı.
Demek ki Nietszche yorumunun birkaç istisna dışında (her şeyden önce de Hitler faşizminin yolunu düzleyenler hariç) Nietzsche’nin kültür eleştirisine, ahlâk psikolojisine sarılması ve Nietzsche’den “masum”, bundan sonraki entelektüel-ahlâkî “elit”in tinsel sorunlarıyla uğraşan bir düşünür yaratması hiç mi hiç rastlantı değildir. İşte Brandes ve Simmel artık bu durumdadır, daha sonra da Bertram ve Jaspers ve günümüzde de Kaufmann’ın durumu budur. Sınıfsal tutum bakımından bu doğrudur, çünkü Nietzsche’nin kazanmış olduğu büyük çoğunluk daha sonra bu tutumdan çıkacak olan bir sonraki pratik adımları da atmaya da hazırdır. Heinrich ve Thomas Mann gibi tipler bunun istisnasıdır.
Ancak bu, aforistik anlatım tarzının sadece etki bağlantısıdır. Bu tarza içeriden bakalım. Akademisyen felsefeciler tarafından Nietzsche’nin yüzüne, hem de sık sık olmak üzere, bir sistematiğinin olmadığı ve bu nedenle de onun gerçek bir filozof olmadığı vurulmuştur. Nietzsche’nin kendisi çok kararlı bir biçimde her türlü sisteme karşı çıktığını belirtir: “Sistematik yaratıcılarının hiçbirine güven duymuyorum ve onların tuttuğu yoldan ayrılıyorum. Sisteme yönelik irade onur eksikliğidir.” (3)
Bu öyle bir yönelimdir ki, daha önce Kierkegaard’da gözlemleme olanağı bulmuştuk. Bu yönelim bir rastlantı değildir. Burjuva felsefesinin, Hegelciliğin dağılmasıyla açığa çıkan bunalımının, verili bir sistemin doyurucu olmadığının anlaşılmasından çok daha fazla bir anlamı vardı; bu binlerce yıl hüküm süren sistematik bir düşüncenin bunalımıydı. Hegel sistemiyle bu çaba, bütün dünya için çökmüştü, varoluşunun yasallıkları idealist ilkelerinden, yani insanî bilincin öğelerini başlangıç noktası alarak homojen bir biçimde düzenlenmesinden ve bu biçimde kavranmasından gelmektedir. Taslağını kabaca sunuyorsak da, idealist sistem düşüncesinin bu kesin kırılışı sonucu ortaya çıkan temel değişikliklerin burada yeri yoktur.
Nietzsche’nin sisteme karşı çıkışı, çağının görececi, bilinemezci eğilimlerinden gelişir. Hiç kuşku yok ki aforistik açıklama tarzı, Nietzsche’nin bu bakış açısıyla çok sıkı bir ilişki içindedir. Ama bunun ötesinde etkin olan bir başka motif daha vardır. Genel bir olgu olarak, ideoloji tarihinde bir toplumsal gelişmeye yalnızca filizlendikleri sırada dikkat edebilen, ama bunlarda artık yeniyi de sezen ve bunu, özellikle de ahlâk alanında kavramsal olarak yansıtmaya çabalayan türden entelektüel kavrayışlar, düşüncelerinde gelişmelerin keskin bir biçimde gözlemlenmiş ve değerlendirilmiş belirtileriyle, gelişmenin kendisinin salt sezinlenişi arasında gerçekleşen bu karışımın, denemeci, aforistik biçimlerin özü en uygun biçimde yansıttığını düşünürler. Bu Montaigne’de ve Mandeville’de, La Rochefoucauld’dan Vauvenargue’e ve Camfort’a dek Fransız ahlâkçılarında da göze çarpar. Nietzsche biçim bakımından bu yazarların çoğunun alabildiğine çekimine kapılır. Ama temel yönelimlerin içeriksel karşıtlığı bu biçimsel çekimi bütünlemektedir. Önemli ahlâkçılar -çoğunluğu ilerici bir ruha sahiptir-, mutlakçı-feodal bir toplumda artık kapitalizmin ahlâkını eleştirmekteydiler. Buna karşılık geleceğin Nietzsche tarafından öncelediği şey, gelmekte olan, nitelik açısından daha abartılı bir gericiliğin, emperyalist dönemin öngörüsüdür. Biçimsel akrabalığını yalnızca öngörüsünün bu soyut olgusu belirlemektedir.
Şimdi artık şu soruyu soralım: Nietzsche ile ilgili olarak sistemden söz etmeye hakkımız var mı? Kimi aforistik tümcelerini sistematik bir bağlantı içinde açıklamaya kalkışmamız doğru olur mu? Sanıyoruz: Bir filozofun düşüncelerinin sistematik bağlantı içinde olması eski bir olgudur ve çöküşlerini de aşıp yaşamayı sürdürür. Bu sistematik bağlantının, gerçek bağlantının yaklaşık olarak doğru bir yansıması olup olmadığı ya da sınıfsal olarak, idealistik olarak vb. çarpık olup olmadığı fark etmez; bu tür sistematik bağlantı genel olarak filozof adına layık her filozofta vardır. Tabiî ki kimi filozofların kendi eserlerine sağlamak istediği kurgulamayla uyuşmaz. Marx gerçek bağlantının bu tür bir yeniden yapılanmasının kaçınılmazlığını Herakleitos ve Epikuros fragmanlarıyla ilişkili olarak gösterir, ancak şunu da ekler: “Eserlerine, örneğin Spinoza gibi sistematik bir biçim vermiş olan filozoflarda bile sistemin hakiki içsel yapısı, bilinçli olarak çözümledikleri biçimden büsbütün ayrılmaktadır.” (4)
Notlar
(1). Mehring: Werke, Berlin, 1929. VI. 191.
(2). Mehring: Besprechung von Kurt Eisners Psyhopatthia spiritualis, N eue
Zeit, X . evf.. II. 668. vd.(3). Nietzsche: Werke VIII. 64. N ietzsche’yi 16 ciltlik toplu eserleri baskısından (Kröner, Leipzig) alıntılıyoruz ve bunu da yalnızca cilt ve sayfa numarası vererek yapacağız.
(4). Marx’ın Lassalle’a mektubu. 1858. V. 31. Ferdinand Lassalles machgelassene Briefe und Schriften, herausge geben von G. Meyer, Berlin, 1922. III. 123.
György LUKÂCS, “NIETZSCHE : EMPERYALİST İRRASYONALİZMİN KURUCUSU”, Macarcadan Çeviren: Vural Yıldırım, Epos Yay., Ankara-2014.
Orjinal Makaleler: Nietzsche mint az imperialista korszak irracionalizm usânak megalapitöja, 1952. Egzisztencializmus, 1949.