Ekolojik Emperyalizmin Kıyamet Saati – Suat Parlar

Ekolojik Emperyalizmin Kıyamet Saati - Suat Parlar


Ölüm kapitalizmi, tüm dünyayı laboratuvarda tasarlanmış bir “ikinci yaradılışla” piyasa tanrısına kurban ediyor. Dinlerin sözde temsilcilerinin suç ortaklığında ve sessiz paydaşlığında, beşeriyetin kutsallık ve ahlâk adına tüm inanç, birikim ve ilkeleri yok sayılıyor. Biçimsel sembollerin medyalaştırılmış mücadele alanlarında kolayca kendini bulan “dindarlık”, tekellerin binlerce çeşit canlıyı yok etmesini, gen ticaretini, hayatın patent haline getirilerek satılmasını ilgiye değer bulmazken; tekeller “ikinci yaradılıştan söz ediyorlar.

Kutsal kitapların adalet, eşitlik, hürriyet ve kula kulluk etmeme mesajlarını; çürümüş bir sembolizmin ilkellikleriyle metalaştıran medya tekelleri, piyasa, faiz, tefecilikle uzlaştırdıkları dinsel değerleri, yakında sayısal keşiflerle “ikinci yaradılış” kavramına da bağlarlarsa şaşırmamak gerekir. Tüm alanlarda çöpleştirilen beşeriyetin, inançlarının bu saldırının dışında kalacağını düşünmek için ise ruhunu satılığa çıkarmış olmak gerekiyor. Dünyanın biyolojik kaynaklarının yeniden sömürgeleştirilmesinde araç olarak kullanılan gen teknolojisi, “öjenik” teorilerine dayanıyor. “Öjenik” terimi, Charles Darwin’in kuzeni Sir Francis Galton tarafından ortaya atıldı. Olumlu-olumsuz olarak ikiye ayrılan kavram; olumsuz anlamıyla, istenmeyen biyolojik ayırt edici özellikler taşıyanların yok edilmesini kapsıyor. Olumlu öjenik ise, bir organizma ya da ırkın karakteristiklerini “düzeltmek” için seçimli yetiştirmeyi kullanmakla ilgili sayılıyor. “Öjenik”in anavatanı ABD’dir.

Amerikan toplumunun beyni öjenik dogmalarla yıkanmıştır. ABD’nin bu “öjenik” sicili ile biyoteknolojinin birlikte ele alınması, kapitalist “uygarlığın” olmazsa olmaz koşuludur. Bu sentez, ırkçılığın XXI. Yüzyıl’da bürünebileceği biçimlere ışık tutuyor. Ancak, önce kökleri hatırlatmakta yarar var:

“Bir gün, asıl görevimizin doğru türden iyi yurttaşın kaçınılmaz görevinin; kanını, arkasında, dünyada bırakmak olduğunu ve yanlış türden yurttaşların neslinin sürmesine izin vermenin görevimiz olmadığını kavrayacağız. Uygarlığın büyük sorunu, topluluk içinde az değerli ya da zararlı elemanlarla karşılaştırıldığında, değerli olanların görece artışını sağlamaktır… Tüm dikkatimizi soyaçekimin uçsuz bucaksız etkisine vermedikçe, sorunla yüz yüze gelinemeyebilinir… Yanlış kişilerin yetişmesinin tamamen önlenebilmesini çok istiyorum ve bu kişilerin zararlı doğası yeterince ortaya çıktığı zaman bu olmalıdır… Ebleh kişilerin arkalarında çocuk bırakmaları yasaklanmalı… İstenir türden kişilerin yetişmesine önem verilmelidir. ” (1)

Bu sözler Hitler’e değil, ABD’nin 26. Başkanı, eski New York polis şefi, emperyalist politikaların hırslı savunucusu, adının verildiği uçak gemileri halen dünya denizlerinde dolaşan Theodore Roosevelt’e ait. Başkanın bu görüşleri, WASP (White, Anglo-Saxon, Protestan) egemenlik gruplarının görüşlerini yansıtıyor. 1906 yılında kurulan “Amerikan Yetiştiriciler Birliği” (American Breeders Association), ilk öjenik komitesini topladı; amaç “insan ırkı üzerine araştırma yaparak bilgi vermek, üstün kanın değerini ve adi kanın toplumu tehdidini vurgulamaktı. ABD nin önemli sanayicilerinden Harriman’ın eşi bayan E H. Harriman’ın katkılarıyla, 1910 yılında New York’ta Cold Spring Harbor’da “Öjenik Sicil Bürosu” (Eugenic Record Office) kuruldu. 1910’dan sonra öjenik örgütlenme tüm ABD’ye yayıldı. 1928’de ise ABD’nin neredeyse tüm üniversite ve kolejlerinde öjenik okutuluyordu.

Bu bağlamda Harvard Üniversitesi Psikoloji Bölüm Başkanı William Mc Dougall’ın açıklamaları dikkate değer. Mc Dougall, demokrasinin daha az yetişmişler çoğunluğuyla sonuçlanacağından ve “en iyiler stokunu bertaraf edip devlet mekanizmasının elden gideceğinden bahisle, “siyasal hakların tek bir kasta özel olabileceği, biyolojik farklara dayalı bir kast sistemini” açıkça savunuyordu. ABD egemenlik sisteminin gizli gerçek kodları, en özlü temellerini bu öjenik kavramlarında bulur.

Başkan Coolidge, “öteki ırklarla” karışmanın yaratacağı bozulmalara dikkati çekiyordu. Doğum kontrolü savaşının liderlerinden Margaret Sanger, içlerinde bütün sevecenliği barındıran birçok tipin, insan stokundan çıkarılması gerektiği inkâr edilmez bir gerçektir, serin başlar tarafından denetlenmeyen, ılık yüreklerin fark gözetmeyen sevecenlik politikasıyla imdada yetişmesi, kendi kendilerine yeniden üremelerine ve gruplarını sürdürmelerine izin vermek olur.

Sanger, “Aydınlar arasında, daha yüksek doğum oranı isteğine verilecek ancak bir yanıt vardır; önce, yönetimden, deli ve ebleh yükünü sırtımızdan almasını istemek… çözüm kısırlaştırmadır.”

Öjenikçiler, Amerikan halkının biyolojik saflığını sağlamak adına kısırlaştırmayı en önemli araç olarak gördüler. XX. Yüzyıl’ın ilk çeyreğinde federal devletlerin çıkardığı yasalara dayanılarak on binlerce ABD vatandaşı kısırlaştırıldı.(2)

Indiana, 1907’de ilk kısırlaştırma yasasını çıkardı. Yasa bir “uzmanlar kurulunun onayı ile “budala, ahmak, katil ve devlet mevzuatındaki ötekilerden oldukları onaylanmış kişilerden olanların zorla kısırlaştırılmalarını emrediyordu.”

Amerikan kapitalist sistemi “mükemmel” kabul ediliyordu ve bundan sapmalar “zihin eksikliği”ne bağlanıyordu. 1914’te Harry H. Laughlin, “Amerikan Yetiştiriciler Birliği için hazırladığı raporda, Birleşik Devletler nüfusunun yaklaşık yüzde 10’unun “toplumsal olarak biyolojik çeşitliliği yetersiz” tesbitini yapıyor ve bu kesimin kısırlaştırılması zorunluluğunu savunuyordu. 1907-1914 yılları arasında 15 eyalette kısırlaştırma yasaları yürürlüğe kondu.

Bu kısırlaştırma yasalarının ABD Anayasasına uygunlukları, 1927’de Birleşik Devletler Yüksek Mahkemesinde onaylandı. Bu konuda yüksek yargıç Oliver Wendell Holmes, “Bütün dünya için en iyisi, kendi ahmaklarını beslemek yerine, toplumu kendi türlerini sürdürmekte açıkça yeteneksiz olanlardan korumaktır… üç ahmak nesil yeter.” diyordu.

1931’e gelindiğinde ise otuz eyalette kısırlaştırma yasaları yürürlükteydi ve on binlerce ABD yurttaşı ameliyatla kısırlaştırılmıştı. Kısırlaştırılanlara ilişkin olarak, Missouri Yasama Meclisinin kabul ettiği tasarıda sayılanlar fikir verebilir. Buna göre: “cinayet, haydutluk, tavuk hırsızlığı, bombalama, otomobil hırsızlığı hükümlüleri” kısırlaştırılacaktır.

1924 yılında çıkarılan ve 1965 yılına kadar yürürlükte kalan göç yasası ise, öjenikçilerin talepleri doğrultusunda düzenlendi. Göçün kısıtlanması için öjenikçilerin beklediği uygun ortam I. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıktı. Bolşevik Devrimi’nden sonra ABD’nin sosyalist bir yönetime geçmesi korkusu, işçi hareketi ve Amerikan milliyetçiliğinin güçlenmesi, öjenik bir göç yasasına büyük kamuoyu desteği sağladı. Özellikle bazı göçmen gruplarının biyolojik kusurlarını sergilemek için sayısız inceleme ve rapor piyasaya sürüldü.

Liberal toplumbilimci Eduward A. Roos, The Old World in the New (Eski Dünya Yenisinde) başlıklı bir rapor yayınladı. Ona göre, Slavlar, “bilgisizlik ve boş inanışla dolu edilgen insanlardı.” Akdeniz insanları, “zorbalığa eğilimli ve doğa karşısında mantıksızdılar.” Hindular, “uzun zaman en yüksek uygarlıklarla içli dışlı olmuşlar; ama bu ilişkiden ne fiziki olarak, ne de zekâ ya da ahlâk bakımından yararlanmakta başarılı olamamışlardı.”

Zenciler, “Kuzeylilerin gönüllü izleyicileriydiler ve sadece efendi ırkın ülkü ve isteklerinin daha çoğuna itaat etmeyi isterlerdi. Diğer yandan Kuzeyliler, çok enerjik, çalışkan, canlı, hayal gücü yüksek ve çok zeki” bir ırk oluyordu. Kısıtlama yasaları için öjenik kampanyanın merkezi, “House Committee on İmmigration and Naturalization” (Göç ve Yurttaşlığa Alma Meclis Komitesi)du. Öjenikçiler ABD’ye göçü denetliyorlardı.

Başkan Coolidge döneminin devlet bakanı James J. Davis, “Amerika Kuzeyli ırk denen temel stokuna sahip olduğu için her zaman gurur duymuştur… Biz ülkenin yasalarınca yurttaşlığa kabul edilemeyen tüm ırkları ve tüm ırklardan fiziksel ve zihinsel olarak ayrıca ruh ve ahlâk bakımından istenmeyen ve uygarlığımız için tehdit oluşturan bireyleri kıyılarımızdan uzak tutmalıyız.” diyordu.

Temsilciler Meclisi üyesi Robert Ailen ise, 3 Ocak 1913 tarihli konuşmasında, “Yabancı akımını kısıtlamak için ilk neden, Amerikan kanını saflaştırma ve saf koruma zorunluluğudur.” açıklamasını yapıyordu.

Tennesse temsilcisi J. Will Taylor ise, “Amerika, Roma’nın yaptığı gibi ve aynı nedenlerle uyuyup şarkı söylüyor. Roma da bizim olduğumuz gibi, aynı potada erimiş bir inanca sahipti. O, ırkı koruma içgüdüsünü yitirdi; bizim yitirdiğimiz gibi”, uyarısında bulunuyordu.

Yeni göç mevzuatı öjenikçilerin istediği hükümlerle Kongre’den geçti. “Ulusun kanını temizleme” adı altında gündeme gelen öjenik engizisyon Nazilere örnek oldu. Nazilerin öjenik savunucularından biri, “Irksal sağlık bilimcilerimizin destekledikleri, yeni ya da duyulmamış bir şey değil. Kültürel konularda ilk sıradaki ulus, ABD, bizim ithal etmeye çabaladığımızı çok önce tanımıştı.” (3)

Alman öjenikçileri, ABD’deki kısırlaştırma yasaları hakkındaki raporları okurken, Hitler’in Mein Kampf (Kavgam) kitabının ilk baskısı yayınlanıyordu. 14 Temmuz 1933’te, sonraki on iki yılda milyonlarca kişinin hayatına mal olacak kitlesel öjenik programı Almanya da Soyaçekim Sağlık Yasası adıyla yürürlüğe konuldu. Amerikan öjenikçileri, Almanya’nın, “bütün uygar ülkelerdeki öjenikçilerin düşündüklerinin en iyisine uyacak bir politikaya doğru ilerlediğini” açıkladılar.

1990’lara gelindiğinde yeni genetik mühendisliği araçlarıyla donatılmış bir öjenik anlayış yürürlüğe girdi. Büyük tekellerin laboratuvarlarında, moleküler biyologlar, her gün hangi genleri değiştirecekleri, yerleştirecekleri ve çeşitli türlerin kalıtsal kodundan silecekleri konusunda seçimler yapıyorlar. Bunlar öjenik kararlardır.

Yeni öjenik hareket, küresel tekelciliğin piyasa diktatörlüğüne ve kâr imparatorluğuna dayanıyor. Toplu kıyımlarda doruğuna ulaşan öjenik terör, bugün hayatın tüm kaynaklarına yönelik muazzam bir saldırıya dönüşüyor. Dünyadaki canlı yaşamı üzerinde dolaşan öjenik terörün kanlı hayaleti, köklerini ABD’nin bilim, hukuk, şirketler sisteminde buluyor. Biyoteknolojik araçlarla donanmış küresel kapitalizmin XXI. Yüzyıl a açılırken uygulamalarını yaygınlaştırdığı yeni ırkçı dalga şu tespitleri haklı çıkarıyor:

“Toplumlar, her zaman, varsıllar-yoksullar, güçlüler-güçsüzler ve seçkinler-kitleler diye bölünmüşler. Tarih boyunca, insanlar kast ve sınıflara ayrılmış, akıllıların binlercesi azınlığın çoğunluğa uyguladığı adaletsizlikleri haklı göstermekte kullanılmış. Irk, din, milliyet; tabakalaştırma ve zulmetmenin hep çok kullanılmış yöntemleri oldu. Şimdi, genetik değerlendirme ve genetik düzenlemenin ortaya çıkmasıyla toplum, gönlünde, yeni ve çok ciddi bir bölünme biçimi olasılığı yaşatıyor. Genotipe dayalı bir ayırım.” (4)

Harvard Tıp Okulunun 1996 yılında yaptığı, ABD’de “genetik ayırım” incelemesi, uygulamanın yaygınlığını gösteriyor. Genetik ayırım sigorta şirketleri, yönetim büroları, okullar vs. sayısız kurumda çoktan uygulanmaya başlanmış bile. Princeton Üniversitesi’nden moleküler biyolog Lee Silver’in çalışmaları ise, gen zengini ve doğuştan olmalar adını verdiği iki biyolojik sınıfın doğuşuna işaret ediyor. Nüfusun, yapay genlerle donatılmış ve topluma egemen olmaya başlayan küçük bir gen zengini toplulukla tanışmasının yakın olduğunu savunuyor Silver.

Bu bilim adamının değerlendirmesiyle, “Parasal güce sahip ana babaların çocuklarına pahalı bir özel okulda eğitim sağlama hakkını kabul eden biri, genetiği yeniden yaratan teknolojilerin kullanılmasını reddetmek” durumunda olamaz. Silver’in yazdıkları ise, küresel faşizmin vardığı noktayı gösteriyor. Silver diyor ki: “Gen zengini ile doğal olanlar arasında genetik farklılık zamanla büyüdükçe büyüyor ve artık doğal’dan gen zengini sınıfa küçük bir hareket var… Ekonomi, medya, eğlence sanayii ve bilgi sanayii her bakımdan gen zengini sınıfın üyeleri tarafından denetleniyor… Bunun tersine doğal olanlar düşük ücretli işler bularak ya da işçi olarak çalışıyor… Gen zengini ve doğal çocuklar, ayırılmış toplumsal dünyalarda yetişip yaşıyorlar; aralarında kontak kurulması şansı çok küçük… [Sonuçta] gen zengini sınıf ve doğal sınıf, birbirlerine halen insanın bir şempanzeye duyduğu kadar romantik ilgi duyan ve çapraz birleşmeye yeteneksiz, tamamıyla ayrı türlerde gen zengini insanlar ve doğal insanlar olmaya başlayacak.”

Yeni genetik teknolojilerin denetimi, uluslararası şirketlerin küresel egemenlik merkezlerinin ellerinde yoğunlaşırken; ürünler ve hizmetler, tüketiciler için “seçme özgürlüğünü genişletme kılığı altında pazarlanıyor, insan yaşam, üzerinde böyle muazzam bir gücün “yamyam”laşmış ölüm kapitalizmini temsil eden imparator şirketlere bırakması çöpleşmeyi büyük bir imha dalgasına dönüştürecektir.

Modern bilimin kurucusu Francis Bacon, gelecek kuşakları “insan imparatorluğunun mümkün olan her şeyi etkileme sınırlarını genişletebilmek” için, doğayı, “sıkmaya” , “eritmeye” ve biçimlendirmeye çağırıyordu. Bilimsel yöntemle silahlanmış Bacon, doğayı “fethetme ve ona boyun eğdirme gücü” ve “temellerini sarsma”dan söz ediyordu. İnsanın doğaya üstünlüğü konusundaki sistematik görüşler,burjuva “uygarlığı”nın düşünsel temellerini hazırlayan “Aydınlanma” çağını biçimlendirdi.

Isaac Newton, John Locke, Rene Descartes ve diğer “Aydınlanma” düşünürleri aynı zamanda doğanın sömürgeleştirilmesinden, ırkçılığa kadar uzanan bir fikrî birikimin de temsilcileri olarak, sermayenin dünyayı fethinin yol ve yöntemini döşediler. Bugünün moleküler biyologlarına ve ele geçirip sömürgeleştirdikleri son cepheyi, doğal yaşamın kalbi olan genetiği fethetmelerinde ortakları olan tekellere ilham veren bir dünya görüşü kurdular.

Doğanın ve yaşamın üzerinde bir denetim kurmak “Aydınlanma”nın idealidir. Doğayı çıkarcı burjuva dünya görüşü çerçevesinde biçimlendirmek, sermayenin kendi imgesinden bir doğa yaratmak hayatın reddidir. Genetik teknoloji bu temelde doğanın reddini temsil eder. Doğanın ve canlı yaşamın, sermayenin yararlanması için orada bulunuyor biçimindeki inancı, iyimser bir bakış açısıyla kapitalizmin “ilerlemeci” yönü olarak muhalif sol anlayışlar tarafından da paylaşılmaktadır. Modernizmin, biyoteknolojiye dayanarakhem insanı hem de doğayı “mükemmelleştirme” ütopyası, ölüm kapitalizminin egemenliği temelinde canlı yaşamını çöpleştirmeye dönük bir dizgedir…

Ekoloji; insan ve diğer canlıların birbirleriyle ve cansız çevreleriyle olan ilişkilerini inceleyen bir bilim dalıdır. Ekolojide canlı ve cansız bu iki unsurun bulunduğu her sistem bir ekosistem olarak tanımlanır. Bu sistemin en büyüğü gezegenin kendisidir. Ölüm kapitalizmi doğayı hoyratça tüketmeyi kâr sisteminin güvencesi sayıyor. Ancak ortaya çıkan bilanço, insanın ve doğanın bu kâr sistemi tarafından nasıl çöpleştirildiğini ortaya koyuyor.

Atmosfere her yıl 22 milyar ton karbon gazı karışıyor. Atmosfere karışan karbon gazının yüzde 37’si ABD’den kaynaklanıyor. Bugün tüm dünyada kullanılan otomobillerin yüzde 78’i zengin kapitalist ülkelerde bulunuyor. Ayrıca her yıl fosil yakıtlar yüzünden 6 milyar ton karbon gaz, atmosfere karışıyor. Orman alanları her yıl 17 milyon hektar azalıyor. Çöl alanları her yıl 6 milyon hektar genişliyor. Gelecek 40 yıl içinde dünya nüfusunun 10 milyarı bulması beklenirken, çölleşme, kuraklık nedeniyle her yıl ekilebilir tarım alanları yok olmaktadır. Yılda ortalama 25 milyar ton tarım alanı erozyonla kayboluyor. Kimyasal tarım ilaçları tekeller yönlendirmesiyle, ölçüsüz kimyasal ilaç ve gübre kullanımı toprağı mahvediyor. Ayrıca her yıl 10 ila 15 milyon hektar orman alanı yok ediliyor.

1950’den bu yana yeryüzündeki ormanlar 6 milyar hektardan 4 milyar hektara düştü. Yine her yıl 17.500 canlı türü yok oluyor. Ölüm kapitalizmi kendi yarattığı çöplerle dünyayı çürütüyor. OECD ülkelerinde kişi başına her yıl 10 ton çöp düşüyor. ABD’de kişi başına ortaya çıkan çöp, azgelişmiş ülke ortalamasının 16 katıdır. Tüketim mallarının yüzde 85’i zengin kapitalist ülkelerde gerçekleştirilirken, enerjinin yüzde 75’ini de onlar kullanıyor. Dünya gelirinin yüzde 15’ini alan yoksul Güney ve Doğu ülkelerinin çöp üretimine katkısının ne ölçüde olacağı ise açık.

Emperyalist ülkeler, çevre kirlenmesinin önemli bir sorun olmadığı (ya da çevre olgusu ile bugünkü kadar ilgilenilmediği) dönemlerde tüm dünyanın ve özellikle de yoksul Güney ve Doğu ülkelerinin doğal kaynaklarını sömürüp, arkalarında muazzam bir sorunlar yumağı bırakarak, sanayileşmelerini tamamladılar. Bu süreçte, emperyalist ülkeler, atmosferi, denizleri, içme suyu kaynaklarını kirletmiş, ormanları talan etmiş; değerli maden kaynakları ve hammaddeleri silahlanma faaliyetlerinde tüketmiş; kirli sanayilerini ve çöplerini ise Güney ve Doğu ülkelerine ihraç etmişlerdir.

Emperyalist egemenlik sistemi, “uygarlık”, gelişme, sanayileşme, ilerleme gibi meşrulaştırıcı kavramlarla dünyanın yok olma tehlikesine karşı duyarsızlığını sürdürmektedir. “Güneyli ülkelerin karşı karşıya oldukları ekolojik sorunların kaynağında, büyük ölçüde, Kuzeyli ülkeler ve emperyalist yağmacılıkları vardır. Çünkü Kuzey ülkeleri, Güney ülkelerine “doğanın dengesini bozmadan kalkınma” fikrini kabul ettirmeye çalışıyor olsalar da; kendileri sürdürdükleri büyüme ve kalkınma modelleriyle bunun tam tersini gerçekleştirmektedirler.

Öte yandan, Güney ülkelerinin ekonomik gelişme programları, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası gibi uluslararası finans kuruluşlarınca belirleniyor. Kuzey, bu kuruluşlar aracılığıyla kendi güdümündeki gelişme stratejilerini Güney ülkelerine dayatıyor. Buna göre, yoksul Güney ülkeleri, dünya pazarına sadece tarım ürünleri ve hammadde satarak girebiliyorlar.

Örneğin; Brezilya’da ordu, IMF’in önerdiği ekonomik programı uygulamaya koyduğunda, ülkenin güney bölgelerinde makinalı tarıma dayalı soya fasulyesi üretimini teşvik etti. Bu durum, milyonlarca topraksız köylünün işsiz kalarak Amazon bölgesinde tropik ormanlara göç etmesine yol açtı. Senegal’de büyük miktarda borç alan hükümet, bunu ödeyebilmek için yerfıstığı üretimini artırdı. Toprağın aşırı kullanımı, verimin düşmesine ve çölleşmeye yol açtı. Costa Rika’da ise, ABD ye sığır eti satabilmek için milyonlarca hektar ormanlık alan yok edilerek otlağa dönüştürüldü. Bu da, sonuçta büyük boyutta erozyona neden oldu.

Fildişi Sahili Cumhuriyeti’nde yabancı tekeller, ağaç kesme konusunda hükümetten öyle geniş imtiyazlar elde ettiler ki, ülkenin zaten azalmış olan tropik ormanları neredeyse tamamıyla yok oldu… Bunların yanında, sanayileşmiş Kuzey ülkeleri, sadece aşırı çevre kirlenmesine neden olan sanayilerini Güney ülkelerine kaydırıyorlar. Aynı zamanda zehirli kimyasal ve radyoaktif atıklarını da bu ülkelere ihraç ediyorlar. Bu tür atıkların 1 tonunun ABD ve Batı Avrupa’da depolanmasının maliyeti 250 ila 2.500 dolar arasında değişirken; Afrika’da depolanmaları için 3 ila 100 dolar arasında bir harcama yeterli oluyor. Kendi ülkelerinde yasaklanmış yiyecek ve ilaçları az gelişmiş ülkelere ihraç etmeye devam ediyorlar. Çernobil kazasından sonra Avrupa’da içilmesi yasaklanan sütler, süttozu yapılarak Asya ve Afrika’ya ihraç edildi.

Örneğin, Ford ve Volkswagen’in Brezilya’daki fabrikaları, Avrupa ve ABD’ye ihraç edilmek üzere egzozları filtreli otomobil üretiyor; Brezilya da satılanlara ise filtre takılmıyor… Arjantin ihrâc etmek üzere kurşunsuz benzin üretirken; bu benzini iç pazara veremiyor… Los Angeles kenti tek başına Hindistan’dan daha fazla enerji kullanıyor… Sanayileşmiş ülkeler, çevre bilimleri ve teknolojisi alanında da tekeli ellerinde bulunduruyorlar. Bu üstünlüklerini çevreye verdikleri önemle değil; bu sektörü de kâr getiren bir meta olarak az gelişmiş ülkelere pazarlama istekleriyle açıklamak gerekiyor.” (5)

Bu konuda, 12 Aralık 1991 tarihinde Dünya Bankası uzmanları tarafından hazırlanan ve bir bölümü İngiltere’de The Economist gazetesinde yayınlanan rapordan, Lawrence Summers’ın ileri sürdüğü görüşleri okumakta yarar var. Summers raporda şunları söylüyor:

“Şimdiye kadar hep az nüfuslu Afrika ülkelerinin kirlilik açısından bakir olduğunu düşündüm. Aramızda kalsın; ama artık Dünya Bankası’nın kirli sanayilerin az gelişmiş ülkelerde kurulmasını teşvik etmesi gerekmiyor mu? Bu önerim, ekonomik kaygılara dayanıyor. Zehirli atıkların, çalışanlara az ücret ödenen ülkelere gönderilmesinin günahı yoktur. Bunu göze almalıyız. Estetik ve sağlık nedenleriyle daha temiz bir çevre isteme hakkı, gelirle doğru orantılıdır. Kirli sanayiler, insanların prostat kanserine yakalanıncaya kadar yaşadıkları bir ülke için tehlike arzeder. Ancak, bu beş yaş altındaki ölüm oranlarının binde yirmiye ulaştığı bir ülkede fazla bir değişiklik yaratmaz. Şimdiye kadar ahlâkî nedenler ve sosyal kaygılar yüzünden gündeme getirilmeyen bu gerçeklerin artık Dünya Bankası’nın her önerisinde göz önünde tutulması gerekir.” Aslında Dünya Bankası’nın bu önerileri, “Kapitalist üretim biçiminin doğası gereği, belli bir noktanın ötesinde tüm rasyonel iyileştirmeyi dıştalar.”

formülasyonunu teyid ediyor.

Teknoloji fetişizmiyle devreye sokulan tüketim hastalığı, insanlığı üretim-tüketim-artı değer zincirinin kesintisiz varoluşunun kıskacında çürütüyor. Eşitsiz gelişmenin zembereğine sıkıştırılan yoksul halklar, her türlü kirli ticaretin konusu oluyor. ABD kendi sınırları içerisinde satılması yasaklanan zehirli tarım ilaçlarının 60 bin tonunu, 1990’ın Mart ve Mayıs aylarında Şili, Türkiye, Tayland, Taywan, Kolombiya ve Filipinler’e satıyordu. “Dünya Sağlık Örgütü” (WHO)’nün tahminlerine göre, her yıl 220 bin az gelişmiş ülke insanı bu tür maddelerin kullanılması sonucunda ölüyor. Ölüm kapitalizminin merkezi ABD ise, insanlığı zehirleme konusunda şampiyonluğu kimselere kaptırmıyor. ABD dünyadaki toplam karbondioksit emisyonunun (3.700.000.000 ton/yıl) yüzde 14,6’sını (540.000.000.000 ton/yıl) tek başına gerçekleştiriyor.

Kapitalizmin, sonsuz teknolojik ilerlemenin nimetlerini, kendini haklı çıkarma konusunda ideolojik bir araca dönüştürmesi, bilim ve teknolojiyi düşman sayan anlayışların da önünü açıyor. Oysa sorunun kökeninde yatan kapitalist sistemin varlığıdır. Büyüme-rekabet-şiddet temelinde yükselen köleci baskı ve sömürüye dayanan çıkarcı değer sistemi, doğanın tahribi, açlık ve insanlığın varoluş koşullarının mahvedilmesini “ilerleme” sayıyor. “Bugün karşı karşıya olduğumuz çevre açmazları doğrudan doğruya kapitalist bir dünya ekonomisi içinde yaşamamızın bir sonucudur.

Önceki bütün tarihsel sistemlerde ekolojiyi dönüştürmüş olmasına ve hatta önceki bazı sistemler belli bölgelerde, yöresel olarak var olan tarihsel sistemin ayakta kalmasını garanti altına alarak yaşayabilir bir dengeyi koruma imkânını ortadan kaldırmış olmasına rağmen; bütün yeryüzüne yayılan bu tür ilk sistem olması ve üretimi (ve nüfusu) daha önce hayal edilemeyecek bir oranda genişletmiş olması yüzünden, insanlığın gelecekte yaşayabilme imkânını tehdit eden tek sistem tarihsel kapitalizm olmuştur. Tarihsel kapitalizm bunu yapabilmiştir; çünkü bu sistemdeki kapitalistler, diğer bütün güçlerin onların faaliyetleri üzerine, sonsuz sermaye birikimi dışında başka değerler adına kısıtlamalar getirebilme yeteneklerini etkisiz kılmayı başarmışlardır.

Sorun tam da zincirlerinden kurtulmuş Prometheus sorunu olmuştur. Ama zincirlerinden kurtulmuş Prometheus, insan toplumunun bünyevî bir özelliği değildi. Halihazırdaki sistemin savunucularının övündükleri zincirden kurtarma işi başlı başına zor bir şeydi; ama sağladığı orta vadeli avantajlar, artık uzun vadeli dezavantajlarının gölgesinde kalmaktadır. Mevcut durumun politik iktisadı şöyledir. Tarihsel kapitalizm, tam da şu an içinde bulunduğu açmazlara (ekolojik yıkımı kontrol altına almayı başaramaması tek açmazı değilse bile, en önemlilerinden biridir) makul çözümler bulamadığı için gerçekten de krizdedir.” (6)

Kapitalizmin “endüstri devrimi” olarak taçlandırdığı süreç, fosil yakıtları ve minerallerin korkunç ölçüde tüketimi sonucunda sera etkisi gazlarının atmosferde birikmesine, küresel ısınmaya ve hava kirliliğine neden oldu. “Dünya Çevre Koruma Birliği”nin tespitleri ekolojik krizin boyutlarını ortaya koyuyor: Yeryüzünde her sekiz bitkiden biri yok oldu; 34 bin bitki ise, “Birlik” tarafından soyu tükenmekte olan organizmalar listesine alındı. Bilinen toplam bitki türünün 270 bin olduğu düşünülürse, durumun vehâmeti daha iyi kavranır. Kapitalist “uygarlığın” beşiği ABD, dünyada en fazla bitki türünün yok olduğu ülkelerin başındadır. Bu ülkedeki tüm bitki türlerinin yüzde 29’unu oluşturan 4.669 bitki türü yok olmaktadır (The New York Times, 9 Nisan 1998).

Türkiye de listenin üst sıralarında yer almakta olup, bitki türlerinin yüzde 21,7’sine karşılık gelen 1.876 bitki türünü yitirmektedir. Ulusal güvenlik kavramının, ekonomik, kültürel ve çevresel tehditleri de içerdiği ve XXI. Yüzyıl’da en önemli sorunun “çevresel güvenlik” kapsamlı olduğu düşünülürse, emperyalist saldırının bu boyutu karşısında az gelişmiş ülkelerin işbirlikçi kadrolarının konumu daha iyi anlaşılır. Su, gıda, orman, bitki örtüsü kaynakları uluslararası tekeller tarafından yağmalanan; emperyalist ülkelerin kirli sanayileri ve kimyasal atıklarının âdeta bir boru hattı ölçeğinde akışına maruz bırakılan bu ülkelerin silahlı bürokrasileri, sözde “ulusal güvenlik” garantisini Batılı silah tekellerinin neredeyse her gün bir yenisini ürettikleri silah teknolojilerinin çöplüğü olmakta buluyorlar.

Doğal kaynakların tükenmesi ve yaşam destek sistemlerinin yok olmasına rağmen, az gelişmiş ülkelerin Batıya ekolojik bağımlılığı sürmektedir. Bu bağlamda özellikle su kaynaklarının durumu önemlidir. Dünyadaki su miktarı 1.360.000.000 km³’tür. Bu miktar suyun yüzde 97’si okyanus ve denizlerdeki tuzlu sudur. Geriye kalan yüzde 3’lük pay yani 35 milyon km³, canlıların ihtiyaçlarını karşılayacakları tatlı su miktarıdır. Ancak bu yüzde 3’lük miktarın yüzde 72’sini kutuplardaki buz kütleleri ile dağ zirvelerindeki kalıcı buzullar oluşturur. Geriye kalan yüzde 22,4’lük kısım ise, elde edilebilirliği zor olan yeraltı sularıdır.

Sonuç olarak, canlıların ihtiyaçlarını giderebildikleri ve hayatın devamını sağlayan göl ve bataklıklar, toplam tatlı su miktarının yüzde 0,35’ini, nehir ve dereler yüzde 0,01’ini oluşturur. Güneş enerjisi ve yerçekimi sayesinde karalardan denizlere, denizlerden karalara su dolaşır. Karalardan buharlaşan su miktarı 72 bin km³ iken, karalara düşen yağış 119 bin km³ ’tür. Denizlerden buharlaşan 505 bin km³ suya karşın, denizlere yağış olarak 458 bin km³ su geri döner. Yani her yıl 47 bin km³ ’lük bir su miktarı, denizlerden karalara ulaşmaktadır. Bu miktar su, dünyanın yenilenebilen yıllık toplam su miktarıdır ve karalarda canlıların kullandığı su kaynaklarını besler.

Bu rakamların da gösterdiği gibi, su sonsuz bir doğal kaynak değildir. Dünyada 232 milyon insanı barındıran 26 ülke su kıtlığı çekmektedir. Dünya nüfusunun yüzde 40’ını oluşturan 80 ülke ise, yıl boyunca veya belli mevsimlerde su darlığı ile karşı karşıyadır. 1850 yılında insan başına 33 binm³, günümüzde ise 7.069m³ su düşerken; 2050 yılında bu rakamın 4.170m³ olacağı tahmin ediliyor. Bu temel yaşam kaynağı, “uygarlık” nimetleri olan zehirli kimyasallar, mikrobiyoloji ile kirlenme, kentsel atıklar, radyoaktif maddelerle yok edilmektedir.

Ölüm kapitalizminin kâr döngüsü bu süreci geriye dönülmez noktalara taşıyor: Ağır metal kirliliğin yanı sıra, “tarımda kullanılan gübre, zararlı böcek ve yabanî otlara karşı kullanılan ilaçlar, endüstrinin katı atıkları, maden çalışmaları bu tür kirliliğin başlıca nedenleridir. Mikrobiyolojik kirlenme yüzünden dünyada her yıl 250 milyon hastalık şikâyeti rapor ediliyor. Yaklaşık 3 milyar insan gerektiği gibi atık su toplama hizmetinden yoksun olduğu için sudan kaynaklanan hastalıkların verdiği zararlar kolay kolay kapatılamıyor.” (7)

Dünya Bankası’nın 1967-1989 dönemini kapsayan raporuna göre, su kaynaklarının yetersizliği, kalitesizliği ve kirlenmesi sonucunda her yıl beş yaşın altında 3 milyon çocuk ölüyor. Yine her yıl 200 milyon ishal vakası görülürken; 300 milyon insan paraziter hastalıkların yol açtığı rahatsızlıklarla boğuşuyor, 150 milyon insan sistosomya hastalığına, 300 milyon insan ise trahoma yakalanıyor ve bunların 5 milyonu kör oluyor. Ağır metal kirlenmesi sonucunda birçok nehir suyu kullanılamaz hale geldi.

Amazon Nehri’nin birçok kolu altın madenlerinden kaynaklanan atıklar yüzünden cıva ile kirlenmiş durumda. BM Çevre Programı tarafından düzenlenen Küresel Çevre Gözlem Sistemi (GEMS), 59 ülkede su gözlem istasyonları verilerine dayanarak, özellikle az gelişmiş ülkelerde bulunan nehirlerin yüzde 10’unda insan dışkılarından kaynaklanan kirlenme tespit etti. Avrupa nehirlerinde ise artık su yerine nitrat akıyor. Bu kıtanın nehirlerinde gözlenen nitrat oranı kabul edilebilir oranın 45 katı düzeyinde bulunuyor. Tarım atıkları ve gübrelerden kaynaklanan fosfat ile zararlı böceklere karşı kullanılan ilaçlar Tanzanya, Malezya, Kolombiya nehirlerini mahvetti.

ABD’deki Mississippi Nehrinin denize taşımış olduğu kirlilik yüzünden, nehrin döküldüğü Meksika Körfezi’nde oksijenin bulunmadığı 4.000 km²’lik ölü bir alan oluştu. Bilinenin aksine iç sular dünya yüzeyinin yüzde 1’ini kapsadıkları halde, bugün yaşayan hayvan türlerinin yüzde 12’sini barındırıyorlar. Oysa ki, okyanuslar dünya yüzeyinin yüzde 70’ini oluşturdukları halde yaşayan hayvan türlerinin sadece yüzde 7’si bu alanlarda bulunuyor. Tanınan balık türlerinin yüzde 41’i tatlı sular içinde yaşamaktadırlar. Ancak iç suların ekolojisi, endüstriyel atıklarla tahrip ediliyor. Hava kirliliği su kaynaklarının kalitesini düşüren başlıca etkendir. Fosil yakıtları yakarak elektrik üreten santraller, sülfürik asit ve diğer güçlü asit bileşimleri, otomobil egzozları, atmosferin nemine karışan tarımsal atıklar, yağmur suyunun dolayısıyla yüzey sularının kirlenmesine neden oluyor. İsveç, Norveç, Kanada, ABD’de on binlerce gölün suları asit içeriyor.

Su kaynakları endüstriyel amaçlarla kullanılırken, milyarlarca insanın elzem ihtiyaçları üzerinde durulmuyor. Metal, kimya, petro-kimya, gıda, kâğıt alanlarında zengin kapitalist ülkeler muazzam ölçeklerde su tüketiyorlar. İngiltere ve Fransa’da endüstriyel su kullanımı, genel tüketimin yüzde 71-87’sini oluştururken; ABD ve Japonya’da ise yüzde 31-46’lık oranlar söz konusudur.

Az gelişmişlik çemberini kıramayan, emperyalist sisteme bağımlı, borç kıskacında yüklü faizler ödemek zorunda olan ülkelerde de müthiş bir endüstriyel kirlenme yaşanıyor. Hindistan’ın Ganj Nehri’ne sadece 2 fabrikadan günde 250.000 litre atık su boşaltılırken, bu ülkenin tüm nehirlerinin yüzde 70’i endüstriyel kullanımla kirleniyor. Malezya’da ise 1979’dan itibaren kauçuk ve palmiye yağı endüstri kollarının yol açtığı kirlenme yüzünden nehir suları kullanılamaz duruma geldi. Su kullanımındaki eşitsizlik ise dünyanın düzenine uygundur. Kuzey Amerika’da yaşayan bir insan, Gana’da yaşayan bir insanın 70 katı daha fazla su tüketiyor. Bir Avrupalı kullandığı suyun yüzde 32’sini tuvalette harcarken, bu oran bir Hintli için sadece yüzde 1’dir.

Öte yandan Birleşmiş Milletler’in 1978 yılında yayınladığı bir çalışmada, 214 tane uluslararası su havzasından söz ediliyor. Bu olgu karmaşık bir çelişkiler yumağından beslenen ülkelerarası çatışma ve savaş potansiyellerini besliyor. Bu durumdan yararlanacak stratejiler konusunda ise en fazla ABD, İsrail, Almanya gibi ülkeler hazırlıklar yapıyor. Suyun ticarî bir mala dönüşüm süreci hızlanmaktadır. ABD’de suların yüzde 56’sı özel firmaların denetimindedir. Hindistan, Şili, Bangladeş, su kaynaklarını piyasanın eline veren ülkelerdir. Su giderek uluslararası piyasalara açılan bir ticarî mala dönüştürülürken, Orta Doğu dahil olmak üzere su bankaları kurulması gündemdedir. Bu arada İngiltere örneğinde olduğu gibi, su tümüyle özel sektöre de bırakılabilmektedir.

Dünyanın su açısından en problemli ve o ölçüde önemli kaynaklara sahip bölgeleri arasında Orta Doğu yer alıyor. Fırat, Dicle, Ürdün ve Nil Nehir havzaları bu bölgededir. Özellikle Türkiye’den doğan ve 455 km yol katedip Irak topraklarına giren ve bu ülkede 1.200 km mesafeyi tamamlayıp Kurna yakınlarında Dicle Nehri ile birleşerek Şattü’l-Arab ı oluşturan Fırat’ın konumu oldukça önemlidir.

Ayrıca, bu yüzey sularının yanı sıra hidroloji uzmanlarının Nubyan oluşumu adını verdikleri yeraltı su sistemi, içine Libya’nın güneyini, Mısır’ın güneybatısını, Çad’ın belli bölgelerini ve Sudan’ın kuzeybatısını alarak; Sina Yarımadası’na, İsrail in Negev bölgesine, Ürdün’ün güneyine ve Arabistan’a kadar uzanır. Yaklaşık 2,5 milyon km²’lik bu alanın altında bulunan yeraltı su sisteminin 50 milyar m³ fosil suyu içerdiği tahmin ediliyor. Diğer yandan bölge ülkelerinden Mısır, ihtiyacı olan gıdanın yüzde 80’ini, (Körfez’e ilk emperyalist müdahale öncesi) Irak yüzde 75’ini, Suriye tahıl tüketiminin yüzde 80’ini dışarıdan karşılamaktadır. Arap ülkelerinde tüketilen her 10 ekmeğin 7’si dışarıdan satın alınıyor.

Orta Doğu dünyanın en fazla gıda ithal eden bölgesi durumundadır. Sahra-Altı Afrika ve Kuzey Afrika ile birlikte Orta Doğu dünyada gıda güvensizliğinin en yoğun olduğu bölge. 1995 Aralık ayında Amman da düzenlenen Arap Gıda Güvenliği ve Yatırım Konferansı’nda, Arap Dünyası’nın çok kritik” bir gıda açığı ile karşı karşıya olduğu açıklandı. Arap Birliği üyesi 22 ülkenin yapmak zorunda oldukları gıda dışalımı, bu ülkelerin dış ticaret açıklarını 1995’te 160 milyar dolara çıkardı. 1995’te Batılı ülkelere gıda için 35 milyar dolar ödenirken, bu rakam 1996’da yüzde 40 oranında arttı. Bu kabarık faturada başı 20 milyon tonla buğday çekiyordu.

ABD, AB ve Avustralya uyguladıkları tarım politikaları ile fiyatlara istedikleri ek artışları sağlayacak arz sistemlerine sahiptirler. (1994 Mayıs’ında tonu 130 dolara satılan buğday, 1996 Mayıs’ında 260 dolara fırladı.) ABD’nin Irak ı işgalinin petrol, doğalgaz, hegemonya krizi, dolar-euro rekabeti, ABD’nin Almanya, Fransa, Japonya gibi müttefiklerine gözdağı vermesi yanında en önemli gerekçeleri arasında, bölgenin su ve tarım kaynakları üzerinde söz sahibi olma isteğinin de bulunduğu kanısı güçlüdür. Tüm CIA ve Pentagon ile bağlı kuruluşların raporlarında XXI. Yüzyıl’da su ve gıda savaşlarından söz edilmesi boşuna değildir.

Ölüm kapitalizmi tüm üretkenlik, gelişme, ilerleme mitoslarına rağmen muazzam bir yıkımın adıdır. Neden? Yine diğer gerekçelerle birlikte şu tespitlere bakmak yeterlidir: ABD’nin Maryland Üniversitesi’nde Çevre Ekonomisi Profesörü olan Robert Constanza başkanlığında ekoloji, ekonomi ve coğrafya uzmanlarının 1997 yılında yaptığı bir çalışma ile doğanın insanoğluna sağladığı hizmetlerin dolar olarak değeri araştırıldı. Sulama, enerji, içme suyu, ulaşım, yeraltı sularının da aralarında bulunduğu on yedi “eko-sistem hizmetinin en düşük yıllık değerinin ortalama 33 trilyon dolar olduğu hesaplandı (The New York Times, 20 Mayıs 1997).

Tüm insan faaliyetlerinin yarattığı toplam mal ve hizmetlerin değerini gösteren dünya GSMH sının 18 trilyon dolar olduğu düşünülürse, doğayı sömürgeleştirmesinin kapitalist “uygarlık” için tetiklediği ekolojik krizin sonuçları netleşir. Bu kriz hayatın tüm dayanaklarıyla çöpleşmesinden başka bir anlam taşımayacaktır.

Yine önemli bir örnek Malezya’dan: Bu ülkenin bataklıklarında yetişen mangrov ağaçlarının, sel baskınları ve fırtınaların şiddetini azaltıcı işlevlerinin ekonomik değeri, kişi başına 300 bin dolar olarak hesaplandı. Eğer, bu ağaçlan besleyen bataklıklar olmasaydı; Malezya da yaşayan insanları bu tür doğal felâketlerden korumak için kişi başına bu büyüklükte harcama yapılacaktı. (8)

Ancak doğanın ve canlı yaşamının tahribatı sürüyor. ABD korkunç bir tüketim merkezi olmaya devam ediyor. Dünya nüfusunun yüzde 5’ini oluşturan ABD, dünya gıda üretiminin yüzde 35’ini tüketiyor. Bir Amerikalı, bir Bangladeşliden 440 kat, Etiyopyalıdan 600 kat fazla enerji tüketiyor. Ekosistemlerin yok edilmesini önlemek için toplanan zirveler ise, uluslararası firmaların güç gösterisine dönüşüyor. Dünyanın en büyük hammadde kullanıcıları ve belli başlı mal üreticileri olan 500 dev firma, sadece dünya ticaretini kontrol etmekle kalmıyor, sanayinin ortaya çıkardığı sera etkisine yol açan gaz emisyonlarının yarısından fazlasını da üretiyorlar.

Tek başına Du Pont, CFC üretiminin yüzde 25’den fazlasını atmosfere salıyor. “BM Uluslarötesi Şirketler Komisyonu” (UNCTC) na göre, en büyük 20 tarım ilacı üreticisi şirket, bu ilaçların yüzde 94’ünün satışını gerçekleştiriyor. Birkaç kimya sanayi şirketi ise, neredeyse tüm toksik madde üretimini denetliyor. Uluslararası şirketler, kendi enerji tüketimlerinin çevre maliyetlerini içermemesi için, yatırımlarını çekme tehdidini kullanabiliyorlar.

Örneğin; Shell, Hoechst, Dow Chemicals gibi dev tekeller, 90’lı yıllarda bu alanda Hollanda Hükümeti’ni tehdit ettiler. Zirvelere damgasını vuran uluslararası firmalar, BM ile âdeta alay ediyorlar. Rio’da 185 ülkeden 3.500 delege, 1.500 çevre örgütü temsilcisi, 88 ülkenin liderleri, 30 bine yakın uzman, bürokrat, diplomat, gönüllü kuruluş temsilcisi ile toplanan “BM Çevre ve Gelişme Konferansına (UNCED), uluslararası şirketlerin istekleri yön verdi. 1992 yılında gerçekleştirilen “konferans”ta, UNCED’in Genel Sekreterliğini yapan Maurice Strong’un önceki görevi bir Kanada petrol şirketinin genel müdürlüğü idi. (9)

Strong, Rio Zirvesi ne; Chevron Şirketi Yönetim Kurulu Başkanı Kenneth Der, Nippon Steel Yönetim Kurulu Başkanı Akira Miri, Mitsubishi Yönetim Kurulu Başkanı Shinkroku Morakashi, Dow Chemicals Yönetim Kurulu Başkanı Frank Popoff gibi endüstri patronlarının oluşturduğu Business Council for Sustainable Development” konseyinin hazırladığı “Change Course” başlıklı bir rapor sundu. (10)

Zirve ye ilişkin olarak “Greenpeace” temsilcilerinden Mario Damato, Uluslararası 30 şirket, birleşerek, Rio toplantısına yön verecek kararların alınması için hükümet temsilcilerine baskı yaptılar. Bu baskılarında da başarılı oldular ve Rio toplantısı sonuçsuz kaldı. Uluslararası firmalar çevreci grupların olası tepkilerine engel olabilmek için hükümetleri baskı altına alıyorlar. Dünyadaki birçok hükümet, bu şirketlerin kuklası durumundadır.’ diyordu. Emperyalist egemenlik sistemi ve uluslararası şirketlerin süslediği, özünde kurulu düzene hizmet eden, tahripkâr, mutlaklaştırılmış ve piyasa tapınmasına dayalı “hızlı kalkınma” mitosu tabiatı paramparça etmektedir. Bu ekolojik kriz yaşam kaynaklarının geleceğini büyük bir tehlikeyle karşı karşıya bırakıyor. Ölüm kapitalizminin ise bu konuda çözümü bulunmuyor.


Notlar

1- Rifkin, a.g.e., s. 140.

2- Rifkin, a.g.e., s. 145.

3- Rifkin, a.g.e., s. 149.

4- Rifkin, a.g.e., s. 185.

5- Çevre Sorunları ve Kapitalizm, Göksel Demirer, Sorun Yay., İst., 1992, s. 61-62-63.

6- Wailerstein (2000), a.g.e., s. 95-96.

7- Su Politikası, Konuralp Pamukçu, Bağlam Yay., İst., 2000, s. 44-45.

8- pamukçu, a.g.e., s. 82.

9- Demirer, a.g.e., s. 40-41-42.

10- Demirer, a.g.e., s. 42.


Suat Parlar, Barbarlığın En Yüksek Aşaması: ABD, Anka Yay., İstanbul, 2004.