Sartre’ın ‘Soykırım Bildirisi’ne Karşı Aybar’ın Raporu – Mehmet Ali Aybar

Sartre'ın 'Soykırım Bildirisi'ne Karşı Aybar'ın Raporu - Mehmet Ali Aybar


“Bizler yargıç değiliz. Bizler tanığız. Görevimiz insanoğlunun bu korkunç suçların tanıklığını üstlenmesini sağlamak ve insanlığı Vietnam’da adaletin safında birleştirmektir.”
Bertrand Russell


Genellikle Russell Mahkemesi olarak anılan Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi Bertrand Russell’ın önderliğinde Vietnam’da Amerika Birleşik Devletleri tarafından işlenen savaş suçlarını araştırmak ve dünyaya duyurmak amacı ile kurulmuştur. Mahkeme, 1966’da kurulmuş, oturumları ise 1967 yılında Stokholm ve Kopenhag’da yapılmıştır. 18 ülkeden temsilcilerden oluşan Russel Mahkemesi uluslararası alanda büyük ilgi görmüş ve yankı uyandırmış olmasına karşın Amerika Birleşik Devletleri’nde önyargılı ve gösteri amaçlı bir oluşum olarak algılanmış ve görmezden gelinmeye çalışılmıştır. Mahkeme üyeleri genellikle sol görüşlü barışseverlerden oluşmaktadır, üyeler arasında bazı Amerikalılar olsa da ne Amerika’nın ne de Vietnam’ın temsilcileri bu oluşumda yer almıştır. Mahkeme’de Vietnamlıların yanı sıra Amerikalı askerlerin de ifadelerinden yararlanılmıştır.

Mahkeme üyeleri

  • Bertrand Russell (Onursal Başkan) – Filozof ve matematikçi
  • Jean-Paul Sartre (İdari Başkan) – Filozof
  • Vladimir Dedijer (Mahkeme ve oturum başkanı)- Hukuk doktoru ve tarihçi
  • Wolfgang Abendroth – Hukuk doktoru ve siyaset bilimi profesörü
  • Gunther Anders – Yazar ve filozof
  • Mehmet Ali Aybar – Uluslararası avukat ve milletvekili, Türkiye İşçi Partisi Genel Başkanı
  • James Baldwin – Roman ve deneme yazarı
  • Lelio Basso – Uluslararası avukat, İtalya Parlamentosu milletvekili ve Uluslararası İlişkiler Komisyonu üyesi, Roma Üniversitesi’nde profesör, PSIUP (İtalyan Sosyalist Proleter Birlik Partisi) başkanı
  • Simone de Beauvoir – Yazar ve filozof
  • Lazaro Cardenas – Meksika eski devlet başkanı
  • Stokely Carmichael – Barışçıl Öğrenci Koordinasyon Komitesi başkanı
  • Lawrence Daly – Büyük Britanya Ulusal Madenciler Sendikası genel sekreteri, sosyalist
  • Dave Dellinger- Amerikalı pasifist, Liberation’ın editörü, 5. Cadde Gösteri Komitesi başkanı
  • Isaac Deutscher – Tarihçi
  • Haika Grossman – Hukukçu, Yahudi özgürlük savaşçısı
  • Gisèle Halimi – Paris Barosu avukatı, Djamila Bouhired’in müdafii, Cezayir’deki Fransız baskısına dair eserlerin yazarı
  • Amado V. Hernandez – Filipinler’in saray şairi, Demokratik İşçi Partisi Başkanı, Ulusal Filipinli Yazarlar Örgütü fiili başkanı
  • Melba Hernandez- Küba, Vietnam’la Dayanışma Komitesi başkanı
  • Mahmud Ali Kasuri- Pakistan Ulusal Meclisi’nde milletvekili, Pakistan Yüksek Mahkemesi’nde avukat
  • Sara Lidman- Yazar
  • Kinju Morikawa – Avukat, Japonya Medeni Haklar Birliği başkan yardımcısı
  • Carl Oglesby – Demokratik Toplum İçin Öğrenci Girişimi eski başkanı, oyun yazarı, siyasal makale yazarı
  • Shoichi Sakata – Fizik profesörü
  • Laurent Schwartz – Matematik profesörü
  • Peter Weiss – Oyun yazarı

Mahkemenin ulaştığı sonuçlar

  • ABD hükûmeti uluslararası hukuka göre Vietnam’a karşı saldırı suçu işlemiştir.
  • ABD hükûmeti ve silahlı kuvvetleri Sivil hedeflere karşı yoğun ve sistemli bombardıman yaptığı için suçlu bulunmuştur.
  • Tayland hükûmeti, ABD’nin işlediği saldırı suçuna ortaklık ettiği için suçlu görülmüştür.
  • Filipinler hükûmeti, ABD’nin işlediği saldırı suçuna ortaklık ettiği için suçlu görülmüştür.
  • Japonya hükûmeti, ABD’nin işlediği saldırı suçuna ortaklık ettiği için oy çokluğu ile suçlu görülmüştür. Kararın aleyhine oy kullanan üyeler Japonya’nın ABD’ye hatırı sayılır yardımı dokunduğunu ancak saldırı suçuna iştirak ettiğini düşünmediklerini belirtmişlerdir.
  • ABD hükûmeti uluslararası hukuka göre Laos’a karşı saldırı suçu işlemiştir.
  • ABD silahlı kuvvetleri savaş hukukunca yasaklanan silahlar kullanmıştır.
  • ABD silahlı kuvvetleri savaş esirlerine savaş hukukunca yasaklanan muamelelerde bulunmuştur.
  • ABD silahlı kuvvetleri sivillere uluslararası hukukça yasaklanan insanlık dışı muamelelerde bulunmuştur.
  • ABD hükûmeti Vietnam halkına karşı soykırım yapmaktan suçlu bulunmuştur.

20 Kasım 1967’de mahkeme üyelerinden Jean Paul Sartre mahkemeye bir ‘Soykırım Bildirisi’ sunmuştu. Bu bildiride, Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan Ermeni tehciri de soykırım örneği olarak anılmıştı. Mahkemenin üyelerinden biri de, dönemin Türkiye İşçi Partisi Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar’dı. Aybar, aynı oturum içerisinde bu iddiaya itiraz etmiş ve bir rapor hazırlamıştı. Aybar’ın mahkemeye sunduğu bu rapor sonrasında, Jean Paul Sartre, ‘Ermeni Soykırımı’ iddiasını, ‘Soykırım Bildirisi’nden çıkarmıştı.

Mahkeme üyelerini ve Jean Paul Sartre’ı ikna etmeyi başaran Aybar’ın kendi kaleminden sunduğu raporun ilgili bölümünü okuyalım:


Ermeni sorunu (1)

Russell Mahkemesi bölümünü noktalarken, Sartre’ın, soykırımla ilgili açıklamasının neden olduğu bir tartışmadan kısaca söz etmek isterim. Buna tartışma denmez aslında; olayın değerlendirilmesinin farklı bir açıdan yapılması demek daha doğru olur. Sartre hazırladığı metni bizlere okudu. İnsanlık tarihinde soykırımın eski bir suç olduğu belirtiliyor ve bu arada Ermeni soykırımından da söz ediliyordu. Olayların soykırım suçu olarak nitelenemeyeceğini söyledim.

Dedim ki; soykırım kasıtlı bir suçtur, üstelik tasarlanmış bir suçtur. Yani etnik bir gurubun yok edilmesini amaçlayan, bunun başarılması için izlenecek yolun ve maddesel eylemlerin önceden tasarlanarak sap­tandığı bir suçtur. Tasarlanmış olma keyfiyeti, suçun işlenmesi için vazgeçilmez bir koşuldur. Bir etnik gurup üç beş kişiden ibaret değildir. Onbinlerce, hatta milyonlarca kişiden oluşur. Bunların tümünü, hiç değilse büyük çoğunluğunu yok etmedikçe amaca varılamaz. Binlerce kişiyi öldürmek için silahlı örgütlerin kurulması, bunların eğitilmesi gerekir. Ya da bu işi orduya yaptırmak gerekir. Yok edilmesi tasarlanan etnik grup, yurdun belirli bölgelerinde yaşıyorsa, bu bölgelere karşı savaş operasyonlarına benzer silahlı saldırılar düzenlemek gerekir. Çoğunluğun arasına karışmış bir halde yaşıyorlarsa, yok edilmeleri için daha değişik operasyonlara başvuru­lur. Her ikisi de ancak devlet eliyle yürütülüp sonuçlandırılacak operasyonlardır.

Oysa Türklerle Ermeniler yüzyıllar boyunca yan yana, içiçe yaşamış, bu yüzden pekçok ortak yanları bulunan iki etni’dir. Sürtüşmeler XIX. yüzyılın sonlarına doğru, büyük devletlerin Osmanlı İmparatorluğunun parçalanmasını amaçlayan kışkırtmalarıyla başlamıştır. Sözü edilen olaylar Birinci Dünya Savaşı sırasında meydana gelmiştir. Birinci Dünya Savaşı sırasında kimi Doğu ve Güneydoğu illerimizde toptan öldürme olayları olmuştur. Rus ordularının ilerlemesinden yararlanan kimi Ermeni çeteleri Türk köylerini basmış, kadın, çocuk, genç, ihtiyar ayırdetmeden masum insanları öldürmüşlerdir. Türkler de Ermenileri kadın, çocuk, genç, ihtiyar ayırdetmeden öldürmüşlerdir. Bundan başka bu illerde yaşayan Ermeniler “tehcir” edilmiş, yani göç ettirilmiştir. Ve göç sırasında öldürmeler, kötü işler olmuştur.

O yıllarda çocuktum. Ermeni dost­larımız vardı. Onlar bize, biz onlara giderdik. Bu olaylar babamı, anamı, ailemizin tüm kişilerini pekçok üzmüştü. Sık sık konuşup tartışırlardı. “’Tehcir” sözcüğünü ilk kez bu tartışmalarda duymuştum. Ama şunu da belirtmek gerekir: Bu iller dışındaki Ermenilerle Türkler arasında herhangi bir çatışma, bir kanlı olay olmamıştır. Doğu ve Güneydoğu illerindeki karşılıklı kıyımlar, toptan adam öldürmeler, Türk-Rus savaşının bir uzantısıydı. Osmanlı devletinde Türklerle Ermeniler yüzlerce yıl barış içinde yaşamışlardır. Yüksek devlet hizmetlerine atanmışlardır. Bu olaylar sınır illerinde savaş ortamında oluşmuştu. Savaşın bir uzantısı idi. Nitekim başka illerde olmamıştır. Bundan dolayı, bu kanlı olaylar soykırım olarak nitelenemez. Devletçe bir soykırım politikası izlendiği ileri sürüle­mez. Oysa soykırım olaylarının arkasında, dolaylı biçimde de olsa, her zaman devlet vardır.

Mahkemede bu mantık ve gerekçelerle “Ermeni soykırımı” dey­imine karşı çıkmıştım. Soykırımın tasarlanmış ve genellikle devlet tarafından işlenen bir suç olduğu hakkındaki görüşüm haklı bulunmuş ve Sartre, “Ermeni soykırımı” ile ilgili bölümü raporundan çıkartmıştı. (2)

Göçettirme (tehcir) sırasındaki olayların, İttihat ve Terakki iktidarınca tasarlanıp gerçekleştirildiğini kanıtlayan herhangi bir olay, bir belge de yok ortada. Ama İttihat ve Terakki Genel Merkezi’nin olayı onaylamadığı izlenimi veren bir belge var. “İmparatorluğun Çöküşü” adlı kitabında partinin genel sekreteri Mithat Şükrü Bleda, Doğu illerimizde görevli kimi valilerin davranışları kaygı uyandırdığından bunların Merkeze çağrıldığını ve yerlerine başkalarının atandığını kaydettikten sonra, Diyarbakır Valisi Doktor Reşit beyle, aralarında şu konuşmanın geçtiğini yazmaktadır:

Doktor Reşit bey Merkezi Umumiye gelmiş ve benimle görüşmek istediğini bildirmişti. Derhal kendisini kabul ettim. Karşımdaki koltuğa otur­duğu zaman her ikimizin de sinirli olduğu göze batıyordu. Kendisine ciddi bir lisanla sordum:

Siz, dedim, hekimsiniz… Ve bu sıfatla can kurtarmakla vazife­lisiniz. Nasıl oldu da bunca insanın yakalanıp ölümün kucağına atılmasına göz yumdunuz?

Doktor bey yüzüme baktı ve uzunca bir sükûttan sonra, en az benim kadar sert bir lisanla cevap verdi:

“Hekim olmak bana milliyetimi unutturamazdı.”

Reşit, elbette bir doktordur ve doktorluğun getirdiği çerçeve içinde davranışlarını ayarlamak zorunda idi. Ne var ki Doktor Reşit her şeyden önce dünyaya bir Türk olarak gelmişti.

“Milliyetim herşeyden önce gelir. Diyarbakır’da bulunduğum süre içinde o bölgedeki Ermenilerin dışarıdan ve içerden nasıl yardım gördüklerini ve kendilerine nasıl vaatlerde bulunularak zehirlendiklerini, aldıkları yardımlarla nasıl refah içinde yaşadıklarını, bütün bunların sonucu memlekete karşı korkunç duygularla beslenip vatanımızın hayatına kastettiklerini benim gibi yakından görüp tetkik etmek imkânını ve fırsatını bulmuş olsaydınız, bugün burada bana böyle tarizlerde bulunmazdınız. Doğudaki Ermeniler aleyhimize öylesine kışkırtılıyorlardı ki, şayet onlar yerlerinde bırakılmış olsalardı çevremizde canlı olarak bir tek Türk bulmak, bir tek Müslümanın yaşadığını görmek imkânsız ola­caktı. Diyarbakır’da bulunduğum zaman süresinde bunların sicillerini inceledim, yaşantılarını takip ettim, düşüncelerini öğrendim. Evlerinde yaptırdığım araştırmalar gayeleri hakkında bana kesin kararlar verme imkânını bahşetti. Bazı evlerde ele geçirdiğimiz silah ve cephane koca bir orduyu bir anda yokedecek sayı ve vasıflarda idi. Korkunç ve müthiş bir teşkilâtları var ve yalnız bulundukları bölgede değil, memleketin dört bir yanına uzanan kolları ile bu teşkilât, serbest bırakıldığı takdirde, çok geçmeden Anadolu’da Türk’ü mumla ara­mamız gerekecek. Yani ya onlar bizi, ya biz onları… (…) Yani anlaya­cağınız, bizleri meşru müdafaa için harekete sevk eden onlardır. (…) Bu iki ihtimal arasında mütereddit kalamazdım. İhtimallerden birisini tercih etmek zarureti vardı ve seçimimi yaptım. Türklüğüm hekimliğime galebe çaldı, bu başka türlü olamazdı ve olmadı da. Sonunda ‘Onlar bizi ortadan kaldıracaklarına biz onları ortadan kaldırmalıyız’ dedim.” (3)

Sartre’ın raporundaki Ermeni Soykırımı ile ilgili bölüme karşı çıktığım günlerde, Mithat Şükrü Bleda’nın anıları henüz yayımlan­mamıştı. İttihat ve Terakki Partisi’nin bir no’lu sorumlusunun ağzından “tehcir” kararı alındığını ve bu zorunlu göçler sırasında Ermenilerin öldürüldüğünü öğreniyoruz. Mithat Şükrü bey, Doktor Reşit beye: ‘‘(•••) nasıl oldu da bunca insanın yakalanıp ölümün kucağına atılmasına göz yumdunuz?” diyor. Demek ki göç sırasında Ermeniler öldürülmüştür. O yıllarda en yetkili kişilerden birinin ağzından öğreniyoruz bunu. Ben Mithat Şükrü beyi tanıdım. Sakin, güven veren bir kişiliğe sahipti. Mithat Şükrü beyle Doktor Reşit bey arasında geçen konuşma da inandırıcıdır. Bir gerçek karşısındayız: Göç sırasında herhangi bir yargılama yapılmadan, haklarında bir hüküm bulunmadığı halde öldürülmüşlerdir. Bu emri Diyarbakır Valisi doktor Reşit beyin verdiği anlaşılıyor.

Reşit bey şöyle konuşuyor:

“Oysa onların mütecaviz davranışlarıyla bizleri ortadan kaldırmak için hazırladıkları artık gizlenemez hale gelmişti. Yani anlayacağınız bizleri meşru müdafaa için harekete sevk eden onlardır. Vaziyet bu merkezde olunca kafamı ellerimin arasına alıp düşündüm. “Hey doktor Reşit, dedim kendi kendime, ortada iki ihtimal var. Ya Ermeniler Türkleri temizleyecek ve memlekete sahip çıkacak veya Türkler tarafından temizlenecekler.” Bu iki ihtimal arasında mütered­dit kalamazdım. İhtimallerden birisini tercih etmek zarureti vardı ve seçimimi yaptım. Türklüğüm hekimliğime galebe çaldı, bu başka türlü olamazdı ve olmadı da. Sonunda ‘Onlar bizi ortadan kaldıracaklarına biz onları ortadan kaldırmalıyız dedim’. (…) Ya tarihi mesuliyetiniz? Şayet bu hareketimden dolayı tarih huzurunda mesul tutulursam ona da eyvallah. Başka milletlerin hakkımda yazdıkları ve yazacakları benim umurumda değil.” (4)

Mithat Şükrü beyin açıklamalarından, hükümetin “şüpheli Ermenilerin” sınır bölgelerinden uzaklaştırılması için, sadece uzaklaştırılmaları için karar aldığı anlaşılıyor.

Mithat Şükrü bey şunları yazıyor bu konuda:

“Ermenilerin dış etkilerle ayaklandığını ve dışardan yardım gördüklerini biliyorduk. Bu noktayı göz önünde tutarak hudut şehir ve kasabalarımızda bazı şüpheli Ermenileri o böl­gelerden geri çekiyorduk. Bu konularda aşırı davranışlarıyla Merkezi Umumi’nin dikkatini çeken doktor Bahaddin Şakir’in (5) tutumu endişe yaratmıştı. İttihat ve Terakkinin bu güçlü elemanı öylesine tarizlerde bulunuyordu ki, zaman zaman kendisini ikaz etmek ihtiyaç haline geliyordu. Durumu daha iyi incelemek ve bazı radikal tedbirler almak gayesiyle Doğu vilayetlerimizdeki bazı valileri merkeze davet edip yerlerine başkalarını göndermeyi münasip bulmuştuk. (…)

“Bu arada Diyarbakır Valisi doktor Reşit bey de geri çağrılanlar arasında yer almıştı.” (6)

Bunları rejimin başta gelen yetkililerinden genel sekreter Mithat Şükrü bey yazıyor. Yazış biçiminden, üsluptan da başlıca yetkililerden biri olduğu belli oluyor. Bunları gerçek olarak kabul etmek zorun­dayız. Bu yazılanlardan, şayet Makyavelce bir tertip karşısında değilsek ki hiç ihtimal verilemez, Ermeni Soykırımı diye bir Devlet politikası yoktur. Üstelik kanlı olayların sorumluluğunu üstlenenler arkadaşlarıdır, onlar da rejimin ileri gelen kişileridir.

Demek ki mahkemedeki tutumumuz doğrudur. Olaylar savaşın uzantısıdır. Ve Soykırım olarak nitelendirilemez: Devletçe tasarlanmış ve gerçekleştirilmiş olaylar değildir bunlar. Devlet şüpheli görülen Ermenilerin bölgeden uzaklaştırılmasını istemiştir. Bu kadar. Ama kimi valiler bu önlemi, bölgede yaşayan tüm Ermenileri içeren bir göç biçimine dönüştürmüşler ve bunların, kadın, çocuk, ihtiyar ayrımı yapılmadan yok edilmelerini, ya açıkça, ya kapalı biçimde emretmişlerdir. Doktor Reşit beyin itiraflarından çıkan sonuç budur. Gerçek budur. Bu da ağır bir suçtur. Ceza yasalarında yeri olan ağır suçlardır. Oysa başta adı geçen valilerden başlanarak, sorumlular hakkında hiçbir işlem yapılmamış, bu ünlü kişilerin hiçbiri mahkem­eye verilmemiştir. Çünkü üst düzeydeki yöneticilerin arkadaşlarıdır bu valiler. Ayrıca olayları onaylayan yöneticiler de vardır bunların arasında.

Mithat Şükrü bey:

“O devirde doktor Reşit gibi düşünenler az değildi, ne var ki devlet ağır şartlar altında tam bir bunalım içindeydi” (7)

diyor.

Her konuda olduğu gibi, politikada da gerçekçi olmak şarttır. Gerçekler her zaman insanın karşısına çıkar. Gerçek devlet adamları, gerçek politikacılar, olaylara, hele yakın bir geçmişteki olaylara sırt çevirmezler. Gerçeklere sırt çeviren, gerçekleri yadsıyan bir politika devlete, ulusa asla yarar sağlamaz. Gerçekler kabul edilir ve sonra yorumlanır; ters yorumlar yapanların karşısına gerçeklerle çıkılır. Gerçekçi yorumlarla… Örneğin göç sırasında birkaç kişi hastalıktan ölmüştür. Durum bundan ibarettir diyerek işin içinden çıkılamaz.

Şimdi de Talât Paşa’nın anılarına bakalım. “Tehcir” olayı ile ilgili neler yazıyor görelim. İttihat ve Terakki’nin bu ünlü lideri, o günlerde İçişleri Bakanı idi. Savaşın başlaması ile birlikte Muş, Bitlis ve Van illerinde, Ermeni komitelerinin vermiş oldukları talimat uyarınca isyanlar çıkarıldığını belirttikten sonra şunları söylüyor:

Bunun üzerine umumi karargâhta Ermenilerin tehciri hakkında bir kanun hazırlanarak heyeti vükelâya arzedildi. Ben bu kanunun tamamı ile tatbiki aleyhinde idim. Jandarmalar tamamen, polisler ise kısmen ordu hizmetine alınmış ve yerlerine milisler konmuştur. Tehcirin bu vasıtalarla yapılması halinde çok çirkin neticeler elde edileceğini biliyordum. Binaenaleyh istikbali düşünerek, bu kanunun tatbik edilmemesinde ısrar ettim ve meriyete girmesini de geciktirm­eye muvaffak oldum.

Bir müddet sonra Van, Ruslar veya daha doğrusu Ermeni gönüllü çeteleri tarafından işgal edildi. Bu çetelerin Taşnak komitesinin, Osmanlı Meclisi Mebusanı’nda da âza bulunan iki reisi olan Pastırmacıyan ve Papazyan’ın emri altında oldukları sonradan öğrenildi. Canlarını kurtarmaya muvaffak olan bazı kimselerin verdik­leri ifadeden Van’ın işgali sırasında kaçamamış olan İslâm halkın öldürüldükleri, kadınların şerefleriyle oynandığı ve birçok genç evli kadın ve kızların evlerde toplattırılarak bu evlere umumhane nazarile bakıldığı anlaşılıyor. Van’dan kaçan ve binlerce kadın, erkek ve çocuktan ibaret olup silâhları bulunmayan halk üzerine Ermeniler tarafından makineli tüfek ateşi açılmıştır.

Van’daki bu hadiseleri dahildeki diğer isyankâr hareketler takip etmiştir; kıtalarına iltihak etmek üzere gönderilen bazı münferit askeri birliklerin bu çeteler tarafından öldürüldüğü anlaşılmıştır. Kumandanlar tarafından karargâhı umumiye gönderilen raporlardan anlaşıldığına göre Müslümanlara karşı şehirlerde, köylerde ve şose­lerde yapılan katliâm ve taarruzlar Rus cephesinde o civar halkından teşkil olunan askerler üzerinde çok kötü tesirler bırakmıştır.

Bu müzakereler esnasında meslekdaşlarımdan bazıları beni hissiz­lik ve vatana sadakatsizlikle itham edecek kadar ileri gittiler. Filhakika ordu, azamî derecede tehlikeli bir vaziyette bulunuyordu. Ordunun, bu hususta bir kanun çıkmadan önce dahi icap eden tedbir­leri alması imkânı mevcuttu. Bu bakımdan kanunu daha fazla uzat­makta fayda yoktu. Bu kanun ordu ve kolordu kumandanlarına isyan eden halkı münferiden veya toplu bir halde başka mıntıkalara sevketmek salâhiyetini veriyordu. Harp yüzünden memleketin her tarafında örfi idare ilân edilmiş olduğundan sivil idare de askeri kuvvetin elinde bulunuyordu. Tehcire evvelâ Erzurum’da başlandı. Erzurum valisi Tahsin Bey Dahiliye Nezaretine sevkiyat sırasında Ermenilerin, Kürtlerin taarruzlarına uğramış olduklarını bildirdi. Valiyi telgraf başına çağırarak yardım için orduya müracaat etmesini, ve faillerin de şiddetle cezalandırılmasını emrettim. Filhakika ordu kumandanlığı bir tabur asker gönderdi ve ele geçirilebilenler kurşuna dizilmek suretiyle cezalandırıldılar.

Sevkiyat sırasında Karahisar ve Urfa’da isyan çıkmıştır. Bu hâdi­seler hakkında aşağıda mufassal izahat verilecektir:

İsyan hareketleri önce Zeytun’da başlamıştır. Seferberliğin ilânını müteakip Ermeniler alenen isyana başlamış, vergileri ödemekten imti­na etmiş ve asker toplanması hususunda verilen emirlere muhalefet etmişlerdir. Askerlik vazifelerini ifa zımnında askerlik şubelerine giden Müslümanlara sokakta taarruz edilmiş ve bunlar soyulmuş ve öldürülmüştür. Zeytun halkı subay ve kumandanları emri altında bir milis teşkil etmişti; bu suretle “Zeytun İhtilâlci Alayı” ismi altında şehirleri müdafaa etmek istiyorlardı. Tabii bu imkânı bulmadıklarından mavzer ve martin silâhlariyle dağa çıkmışlar ve Müslüman köylerine taarruz ve askerî nakliyatı izaç etmeye başlamışlardır.

17 Ağustos 1914’de yani seferberlikten birkaç gün sonra Enderunlu Müslümanlar taarruza uğramış, paraları çalınmış ve içlerinden bir çoğu da öldürülmüştür. Aynı gün istimval yapmakta olan bazı jandarma subayları üzerine ateş edilmiş ve Maraş yolu üzerinde Beşanlı köyünden birçok Müslümanlar öldürülmüştür. Günlerce süren takipten sonra bu haydutlardan altmış beşi, üzer­lerinde birçok bomba, dinamit, martin ve gıras tüfekleri olduğu halde yakalanabilmiştir.

Bir müddet için sükûnet teessüs ettikten sonra, müteakip senenin kânunusani ayında isyan harekâtı yeniden canlanmıştır; bu seferki taarruzlar doğrudan doğruya Osmanlı memurların ikametgâhlarına ve jandarma kıtalarına karşı yapılmıştır. Zeytun’da Hınçak komitesi reisi Çakıroğlu Patos’un reisliği altında yapılan toplantıda hükümet konağına hücum edilerek cephanenin ele geçirilmesine, bütün memurların aile efradı ile birlikte öldürülmesine ve telgraf hatlarının tahribine karar verilmiştir. Tahrikçiler başka başka evlerde oturduk­larından ve işaret de vaktinde verilemediğinden bu korkunç komplo icra edilmeden önce öğrenilmiştir.

1915 Senesinde Zeytun Ermenileri, Maraş’tan Zeytun’daki jandar­malara cephane gönderildiğini haber almışlar; cephane nakliyatını soymak üzere yollara gizlenmişler fakat nakliyat başka bir yoldan yapıldığı için bu niyetlerini tatbik edememişlerdir. Bunun üzerine onyedi kişiden ibaret bir jandarma koluna hücumla altısını öldürüp ikisini yaralamışlardır. Bundan başka Zeytun ile Maraş arasındaki tel­graf hatlarını tahrip ederek bu suretle bu yollarda hâkimiyeti elde etmişlerdir.

27 Şubat 1915’te Maraş vali muavini sükûneti iade maksadiyle Zeytun’a gelmiştir. Gece devriye ile birlikte şehirde dolaşırken âsiler tarafından öldürülmüştür. Ertesi günü askerlik şubesine gitmekte olan bir Müslüman da öldürülmüştür.

Komitenin talimatı üzerine kaçmış olan birçok Ermeni, asilerle birleşmiştir. Bunlar yeniden jandarmaların cephanesini ele geçirmek istemiş ve kışlaya hücum etmeye karar vermiştir. Bunlar, evvelemirde hükümet konağına giderek bir asker ve bir jandarma öldürmüşler, memurları ve ailelerini tehdit etmişler ve gerek âdi ve gerek siyasi bütün Ermeni suçluları hapishaneden kurtarmışlardır. Bunlardan altı yüz ilâ yedi yüz kadarı Zeytun’un en yüksek noktası olan Tekke man­astırına yerleşmiş ve burasını tahkim etmişlerdir. Takip esnasında jan­darma binbaşısı Süleyman Bey ile yirmi asker öldürülmüştür. Her ne kadar asilerin bazıları ele geçirilmişse de, diğerleri karanlıktan istifade ederek kaçmışlardır. Kaçanlar askerlere, memurlara, jandarmalara ve bilhassa Müslüman ahaliye hücumla cinayetler işleyen çeteler teşkil etmişlerdir. Bu çetelerden biri beş Müslüman öldürmüş, bir diğeri bir Ermeni köyü olan Odicak’a sığınarak bir jandarma ve on dört Müslüman öldürmüştür. Zeytun isyanında reislik etmiş olan Melkon ismindeki bir Ermeni tevkif olunduğu zaman komitenin İngilizlerin, İskenderun’a çıktığı haberini yayarak Osmanlı hükümetine mümkün olduğu kadar fazla müşkülât çıkarılması emrini vermiş olduğunu bildirmiştir. Melkon’un diğer ifadelerine nazaran isyanın tahrikçi­lerinden bir çoğu Osmanlı hükümeti tarafından iyilik görmüş kimsel­erdir. Hükümet onlara ait birçok silâh, bundan başka komitenin mührünü ve aleyhlerine delil teşkil eden bir sürü vesikayı müsadere etmiştir.

Bitlis, Erzurum, Mamuretülâziz, Diyarbakır, Sivas, Trabzon, Ankara ve Van vilâyetlerinde komite kezalik merkezler teşkil etmişti. Bunlar daha harp başlamadan önce teşkilâtlarını kurmuş ve komitenin emirleri dairesinde harekete geçmeye hazırlanmışlardı.

VAN. Harp ilânını müteakip Rus orduları Ermeni gönüllülerle bir­likte hücuma geçtikleri zaman Van’daki Ermeni halkının durumu değişti. Bazılarının memur ve askerlere hücum etmek üzere birleşmiş olmalarına rağmen, müessir bir harekette bulunabilmeleri için zaman lâzımdı. Muhtelif kısımlara gönderilen emirler Ruslarla birlikte harekete geçilebilmesi için Ruslar gelinceye kadar beklemenin zarurî olduğu yolunda idi. Derhal harekete geçilmesi çok kan dökülmesine sebebiyet verecek, karla kaplı olan yollar ise Rusların çabuk iler­lemelerine imkân vermeyecekti. Rus subayları ile yapılan andlaşmalar mucibince Ruslar hududa tecavüz eder etmez Ermenilerin Ruslara ilti­ca edeceği açık olarak itiraf ediliyordu. Bu yeni anlaşmalardan haber­dar olmayan bazı Ermeni köylüleri, kadı İsmail Efendi ile birkaç jan­darmayı öldürerek telgraf hatlarını kesmişlerdir.

1915 Senesinde Kimar köyünde koyunların sayıldığı bir sırada bir isyan hareketi başgöstermiş, bin kadar Ermeni meydana çıkarak Müslümanlara hücum etmiş ve jandarmaları kumandanları Süleyman efendi ile birlikte öldürmüştür.

Kendilerini müdafaa maksadiyle, iki Müslüman köyü arasında bulunan köylerdeki Ermeniler, Ermenilerle meskûn yerlere taşınmış ve ihtilâle hazırlanmaya başlamıştır. Genç Ermeniler esaslı noktaları işgal ederken komitenin diğer azaları silâh altına davet ediliyordu. Bitlis, Van ve Çatak arasındaki telgraf hatları tahrip edilmiş, hükümet merkezleri taarruza uğramış ve iki kişi öldürülmüştü. Köylerde ise Müslüman halkı öldürmeye teşebbüs ediliyordu.

Ermeniler, Çatak, Havasur, Timur ve Kadeş’teki isyan hareketleri­ni bastırmak üzere vilâyet merkezinden kıtaların yola çıkarılmış olduğunu öğrenen Vanlı Ermeniler Hamit ağa kışlasını ve jandarma ve polis binalarını ateşe vermiş ve şehir içinde vahşî bir katliâmda bulun­muşlardır.

Yalnız Van şehrinde isyan eden Ermenilerin sayısı beş bini geçiy­ordu ve hepsi de en yeni silâhlarla teçhiz edilmişti. Bunlar mevkilerini son hadde kadar müdafaa ediyorlardı. Şehirdeki hükümet konağını, askeri müesseseleri, Düyunuumumiye binasını, Osmanlı Bankası şubesini, ve diğer binaları tahrip etmiş ve Müslüman mahallelerini ateşe vermiştir. Yedi yüz kadar âsi Van müstahkem mevkiini el bombalariyle uçurmuştur. Bu isyan hareketleri Nisana kadar devam etmiştir. Nisan ortalarına doğru asgari dörder yüz kişilik Ermeni çeteleri Rus zabitlerinin kumandasında hududu geçmeye başlamıştır. Yapılan çarpışmalar neticesinde ‘Müstakil Ermenistan’ ibarelerini taşıyan bayraklar ve ‘intikam’ gibi kelimeleri havi levhalar ele geçiril­miştir.

Talât Paşa örnekleri sıralıyor: İzmit, Adapazarı, Bursa, Adana, Samsun, İzmir, Urfa, Şarkı Karahisar, Yozgat. Adlarını vererek hangi köylerin basıldığını, kaç kişi öldürüldüğünü, bir bir açıklıyor. Silâhlı Kuvvetlerin karşı harekâtını ayrıntıları ile anlatıyor ve anılarını şöyle sürdürüyor:

Memleket dahilindeki umumi isyan üzerine ordu idaresi tehciri her yerde tatbike başlamıştır. Bunun üzerine her iki kuvvetler arasında hakikî bir dahilî harp şeklini alan şiddetli çarpışma ve döğüşler başlamıştır. Türk askerleri ve halkı Ermenilerin Türk nüfusunu ortadan kaldırmak niyetinde bulunduğuna ve Türk devletinin istiklâ­line son vermek için Ruslarla birleşmiş olduğuna kani idiler. Anadolu’nun muhtelif yerlerinde sevkiyat başlayınca bu İstanbul’daki Ermeniler arasında ve bilhassa komitelerde fevkalâde heyecanı mucip oldu. Ermeni komitelerinin idare merkezi, yani dış teşkilâtın dimağı İstanbul’da bulunuyordu. Bu şehir ayni zamanda bütün askeri hareket­lerin de merkezi idi. Binaenaleyh umumî karargâh evvelemirde İstan­bul’da bir isyan hareketi imkânını önlemek ve Boğazların müdafaasını teşkilâtlandırmak üzere emri altında olan polis müdüriyetine komite işleriyle uğraşan herkesi tevkif etmek ve örfi idare mıntıkası dışına götürmek emrini vermiştir. Bu emir verilir verilmez polis müdürü beni haberdar etti. Mevzubahis şahısların bir kısmı Katkasyalı idi; hepsi bir gecede tevkif olunarak Konya’ya gönderildiler. Sonradan gönderilen tahkikat komisyonu tarafından bunların kendilerini Ankara’ya divanı harbe götürmekte olan jandarmalar tarafından vurul­dukları tesbit edilmiştir. Bunun üzerine bu jandarmalar divanı harbe verilmiş ve muhtelif cezalara ve hattâ ölüm cezasına mahkûm edilmişlerdir.

Vartakes Efendiye müteaddit defalar İstanbul’u terk etmesini tavsiye ve hattâ kendisine nakdî yardım vaat ettim. Bundan ailesi dahi haberdardır. Fakat kendisi gitmedi. Sonradan İstanbul’daki komite teşkilâtında olduğu için yerini terketmediği anlaşıldı.

Divanı harbin kararı üzerine sürgünler Diyarbakır’dan geri geti­rildiler. Bunlar tehcir komisyonuna dahil oldukları için sevklerine mâni olmak istedim. Fakat askerî makamlar tarafından yola çıkarılmışlardı. Yapılan tahkikattan anlaşılıyor ki, kendileri Ahmet ve Hilâl adında iki serserinin hücumuna uğramışlardır; bu sonuncular divanı harp tarafından ölüme mahkûm edilmiştir.

Gerek resmi tahkikat dosyalarında ve gerek intihap dairelerinden geri gelen mebusların verdiği malûmattan anlaşılıyor ki, vicdansız, ahlâksız ve âdi bazı kimseler vaziyetten şahsen istifade etmek istemişler ve bu gibiler bir çok cinayetlerin işlenmesinde âmil olmuşlardır. Umumi valiler ve valiler mesuliyet korkusuyla hâdiseleri mümkün olduğu kadar ehemmiyetsiz göstermeye ve kabahati kısmen Kürt ahaliye yüklemiştir. Mebusların verdiği malûmat cidden feci idi. Birçok geceler uyku uyuyamadım. Bir taraftan sivil makamlara icap eden tedbirleri almaları için emir verdim, diğer taraftan askerî makamlardan failleri cezalandırmak ve ahaliyi korumak üzere kıtalar göndermelerini şiddetle talep ettim. Bundan başka devletin en yüksek mercilerinden, temyiz mahkemesi ve devlet şûrası azalarından ve ceza mahkemeleri reislerinden dört tahkikat komisyonu teşkil edip Anadolu’ya gönderdim. Bu komisyonlar birçok memurları azlederek mahallî divanı harplere verdiler. Tahkikat zabıtlarının bir sureti komisyonlar tarafından Babıâli’ye verildi; bu suret (arşiv) hazinei evrakta mahfuzdur.

Gerek tehcirler ve gerek isyan yüzünden Ermeniler çok zarar vermiştir. Bunu itiraf etmek lazımdır, fakat şark vilayetlerindeki Müslümanların da Ermeni vatandaşlarımız yüzünden aynı miktarda zayi­ata uğradıkları bir vakıadır.

Rusların Van’ı, Bitlis’i, Muş’u ve Erzurum’u işgali sırasında yapılan ve bizzat Ruslar tarafından itiraf olunan zulüm ve cinayetler ve o derece vahşicesine yapılmıştı ki, Müslüman halk artık ikametgâhlarında kalmaya cesaret edemeyerek aç ve çıplak olarak hicrete başlamıştır. Bu suretle hicret eden Müslümanlardan altı yüz bin kişi ölmüştür. Ermeni fırkacıları tarafından kendi programlan lehine istismar edilen ve bütün mesuliyeti hükümete yükletilmek istenen bu Ermeni meselesi izah ettiğim şekilde cereyan etmiştir.

Esas itibariyle askerî bir ihtiyat tedbirinden başka bir şey olmayan tehcir, vicdansız ve seciyesiz insanların elinde bir facia şeklini almıştır. Maksadım bu hareketlerin çirkinliğini gizlemek değildir. Sadece bu hadiselerden dolayı bütün hükümeti ve İttihat ve Terakki komitesi idare merkezini ve bu işle hiçbir alâkası olmayan azalarını itham etmenin haksızlık ve keyfî hareket olduğunu söylemek istiyorum. İttihat ve Terakki komitesi azaları Ermenilere karşı yapılan hareketlerden dolayı son derece müteessirdirler ve daima bu hadiseleri önlemek üzere hükümet üzerinde müessir olmaya çalıştılar.

Bazı faillerin divanı harpler tarafından mahkûm edilmedikleri iddialarına karşı ihtilâl sırasında İrlanda’da bir çok İrlandalıyı kendi eliyle öldürmüş olan bir İngiliz subayının İngiliz divanı harbi tarafından mec­nun olduğu esbabı mucibesiyle serbest bırakıldığını, kezalik katil Jaucas’ın jüri tarafından beraat ettirildiğini zikretmek kifayet eder. Belki bazı Türk divanı harpleri karar verirken şahsi hislerine kapılmışlardır. Buna mukabil hükümetin bu faillerin harpten sonra daha sıkı bir takibe maruz tutulacaklarına dair bir kararı vardır. Ben sevkleri sırasında Ermenilere yapılan muameleleri tamamiyle itiraf ve hadiseleri oldukları gibi nakletmek cesaretini gösterdim. Hakikati söylemek cesaretini göster­mek ve Ermenilerin Müslümanlara yapmış olduğu cinayet ve zulümleri adil bir şekilde itiraf etmek sırası şimdi hasımlarımızdadır. Ben sevkleri sırasında Ermenilere yapılan muameleleri tanımışsam da Ermenilerinkinden henüz hiç bahsedilmemiştir. Bundan iki netice çıkmaktadır: Ya itilâf devletleri Müslümanların Hıristiyanlar tarafından öldürülebileceği hususunda propagandacılara hak veriyor, yani Müslümanların kanının haklı olarak aktığını kabul ediyor, yahut da fırsatçılar tarafından siyasî menfaat temini maksadıyla işlenmiş cinayet­leri haklı buluyorlar. Mütarekeden sonra da bu maksatlarını Jön Türkleri takip etmek suretiyle ispat etmişlerdir. Bu Jön Türkler arasında Ermenilerin tehciri aleyhine rey vermiş, hattâ Ermenilere yapılan zulüm karşısında gözyaşı dökmüş ve buna rağmen Malta’ya gönderilerek orada hapsedilmiş olan komite azaları da vardır. Diğer taraftan, öldürülmüş olan yüzbinlerce Müslümanın bir kısmını kendi eliyle katletmiş olan ANTRANİK isimli (…) Ermeni murahhası olarak Londra’da ve Paris’te hürmetle karşılanmıştır. Ancak yukarda çıkardığımız neticeler kabul edilmek şartıyla insaniyetperver İngiliz ve Fransızların bu kanlı elleri nasıl sıktıklarını anlamak mümkündür.

Talât Paşa’nın bu yürekli açıklamaları, gerçek bir devlet adamının olay­lar karşısında ulusal çıkarların nasıl savunulacağını gözler önüne seriyor. Gerçek bir devlet adamı gerçeğe sırt çevirmez. Gerçeği yadsıyarak yurt çıkarlarını savunmak olanaksızdır.

Mithat Şükrü Bleda ve Talât paşa, o dönemin en yetkili iki yöneticisi, olayları böyle anlatıyor. Tarih yadsınarak politika yapılmaz. Birinci Dünya Savaşı’nda Ermeni komitacıları isyanlar çıkarmış, köylere saldırmış, Türkleri öldürmüştür. Bir önlem olarak kararlaştırılan ‘tehcir’ sırasında da Türkler Ermenileri öldürmüşlerdir. Ayrıca, özellikle Rus sınırı yakınlarında karşılıklı çatışmalar olmuştur. Gerçek bu merkezdedir. Kimi yetkililerin olayları yadsıyan tutumları Türkiye’ye bir şey kazandırmaz. “Tehcir sırasında ölenler hastalıktan ölmüşlerdir” gibi çocukça teviller de kimseyi inandırmaz. Gerçek devlet adamlan olayların üzerine gider, onları tarihsel boyutları içinde değerlendirirler. Türkiye Soykırımla suçlanıyor. Yüzyıllar boyunca yanyana, içice yaşamış oldukları, en yüksek görevlere getirdikleri Ermeni asıllı yurttaşlarını, Türk hükümetinin 1915 yılında toptan yok etm­eye kalkışmış olması ve bu işi, sınırlı boyutları olan bir “zorunlu göç” eyle­mi içinde gerçekleştirmesi, inandırıcı bir sav değildir. Tehcir’in bir ölüm göçüne dönüşmesi, bir iki sorumsuz valinin ve vicdansız kimi görevli ve kişilerin işidir. O günlerin Türkiye’sinde haberleşmenin ve ulaşımın ne durumda olduğu da unutulmamalıdır. Olaylar yadsınamaz. Bunlar başlangıçta karşılıklı saldırılar biçimindedir. ‘Savaş fiili’düv ama adına ister “genocide” (soykırım), ister başka bir şey denilsin, ermeni yurttaşlarımız 1915 yılında kitlece öldürülmüşlerdir. Ermeniler de Türkleri öldürmüşlerdir. Gerçek budur. Anılarında Mithat Şükrü Bleda ile Talât Paşa, bu gerçeği açıklamışlardır.

Mehmet Ali Aybar


Sartre’ın soykırıma dair makalesi


Notlar

(1) Mehmet Ali Aybar, “TİP Tarihi”, Cilt; 2, BDS Yayınları, Mayıs – 1988, İstanbul.

(2) Les Temps Modern, Kasım 1968, s. 773. Ancak gerekçelerim çarpıtılarak: İslâmiyette soykırım yoktur biçimine sokulmuştur (M. A. Aybar).

(3) İmparatorluğun Çöküşü, S. 57-58, 1979.

(4) İmparatorluğun Çöküşü, S. 58-59, 1979.

(5) Bu da bir başka vali ve bir başka doktor. (M. Ali Aybar)

(6) İmparatorluğun Çöküşü, S. 56-57, 1979.

(7) İmparatorluğun Çöküşü, S. 59, 1979.