Selçuk Türkleri arasında dramatik san’atın eğlendirici bir vasıta olarak ve tiyatro tekniğine uygun bir şekilde varlığı meydana çıktıktan sonra, şimdi Anadolu’da asırlarca sürmüş olan dinî temaşa hakkında açıklamada bulunacağız.
Milâddan sonra 622 yılında Araplar arasında çıkmış olan İslâm dini, sekizinci asırdan itibaren Türkler arasında yayılmağa başlamış, onbirinci asırda büyük bir Türk topluluğu bu yeni dinin çevresi içine girmiştir. İslâm dini getirdiği inanışlar, koyduğu cemiyet kaideleri ve topluluk inzibatı bakımından Türklerin eski dinlerinden çok farklı idi. Tarih bize şunu gösteriyor ki, Türkler İslâmlığı kabul ettikten sonra, idareci sınıfların ve münevverlerin bu yeni dine kuvvetle sarılmış olmalarına rağmen, İslâmlıktan önceki Türk âdet ve an’anelerinden birçoğu Müslüman Türk toplulukları arasında yaşamakta devâm etmiştir. Bunlardan İslâm dininin akîdelerine açıkça aykırı olanlar kılık değiştirerek, diğerleri hemen hemen olduğu gibi devam etmiştir. Bu yüzden birçok Türk zümreleri, dış manzarası itibariyle İslâmî olan birtakım ibadetlere de – eski Türk dininde olduğu gibi – dramatik bir mahiyet vermekte gecikmemişlerdir.
Daha Türkler, İslâm dinine girmeden önce Araplar arasında bu yeni dini anlayış ve tatbik ediş bakımından farklı yollar hasıl olmuştu; bu arada İslâm felsefesi vücut bulurken evvelce Yunanistan’dan Mısır’a, oradan Suriye’ye geçmiş olan Neoplâtonik düşünceler başta olmak üzere birçok yabancı tesirler bu yeni felsefenin teşekkülünde yer aldı; bir taraftan tasavvuf cereyanı bu suretle hasıl oldu, bir yandan birtakım bâtınî mezhepler ortaya çıktı; bunlar İslâm dininin kitap ve sünnet ehli tarafından güdülen ve sağlam bağlılık, sürekli itaat isteyen tatbikatını kabul etmemiş mezheplerdir. Ayni zamanda inanışta da başkalıklar ortaya çıkmıştır.
Türkler, İslâm dinini bu halde buldular, başlangıçta kitap ve sünnet ehlinin yolundan gittiler; yani sıkı bir disiplin güden yolu takip ettiler. Buna rağmen, daha o zamanlar bile İslâm dini geniş kütleye aksedince bazı Türkmen toplulukları arasında ayaklanmalar olduğunu kaydetmek lâzımdır.
Batı Selçukluları arasında düşünce ve yaşayışta geniş bir serbestlik hüküm sürdüğünü biliyoruz. Ondördüncü asırda Anadolu’da dolaşmış olan İbn’i Batûta’nın Şerif Paşa tarafından Arapçadan dilimize çevrilmiş basılı seyahatnamesinde o zaman Anadolu’da kadınların içtimaî hayatta geniş bir surette vazife aldıkları ve aralarında örtünme olmadığı yazılıdır (1). Bu, İslâmlıktan önceki eski Türk hayat ve âdetinin devamıdır. Güstav Mendel, İstanbul’da intişar etmiş olan bir makalesinde Anadolu’daki Selçuk Türklerinin, mezarları üstüne ölünün heykelini diktiklerini ve Sivas kalesi duvarlarına kahramanlık konularını ve muharebeleri tasvir eden kabartmalar yaptıklarını söyler (2).
Bu, Türkler arasında İslâmlıktan önce mevcut olan ve asırlarca devam eden heykel yapmak san’atının İslâmlığa rağmen devamından başka bir şey değildir.
Selçuklular devrindeki bu serbestlik havası içinde İran’dan geçerek gelen bâtınî mezhepler Anadolu’da kolayca yayılmaya başlamış, bu cins inanışlar İslâmlıktan önceki Türk inanış ve âdetlerine uygun ve hiç değilse yakın çıkmıştır. Bu sıralarda Anadolu’ya akın etmeye başlayan Horasan erlerinin yaymakta oldukları tasavvuf cereyanı da artık Türkler arasındaki başlangıç devrine ait sıkı İslâm disiplinini ihtiva etmiyordu. Anadolu’da teşekkül eden Türk Müslüman tarikatları, yukarısından beri izah ettiğimiz sebepler ve tesirlerle, eski geleneklere uyarak ibadette dinî dramı yeniden canlandırmışlardır.
Orta Asya’da İslâmlıktan evvel eski Türk dininin ruhânîleri, evvelce de yazdığımız gibi, bir nevi sihirbaz – hâkim – şair – musikişinas – rakısçı – aktör tipidir; yani bunlar bütün bu kelimelerin gösterdiği işleri ayni zamanda yapan adamlardır. Bu tesir İslâmlıktan sonra daha onikinci asırda Orta Asya’da Yeseli Ahmed’in kurduğu tarikatta kendisini göstermiş bulunuyor. Bu tarikatta dervişin iki elini böğürlerine basarak nefesini şiddetle içeriye çekmesi, sonra ses çıkararak bırakması ve olduğu yerde oturup kalkması şeklinde yapılan bir zikir vardır, buna Erre zikri derler. Fuat Köprülü Yeseviliğin tarikat merasimi bakımından başlıca hususiyetlerinden birini teşkil eden bu zikirde kırgız baksilerine mahsus olan birtakım hareketlerin bakiyelerini açıkça gördüğünü ilk mutasavvıflar isimli kitabında söyler (3). Baksi, bilindiği gibi, kırgızlar arasında eski şair – musikici – rakısçı din adamlarına verilen isimdir.
Mevlâna Celâleddin’in tesir ve telkinleriyle yetişmiş dervişler, onüçüncü asır da Konya’da mevlevî tarikatını kurarken musikiye uydurulmuş bir nevi raks olan ve semâ denilen ritmik hareketler serisini ibadetin ehemmiyetli erkânı arasına koymuşlardır. Karahisarlı Şemseddin oğlu Mustafa’nın Ahterî isimli Arapça – Türkçe lûgatinde bu kelime “dönmek ve işitmek ve çalgı ile cem’iyyet etmek ve ırlamak” mânâlarında gösterilmiştir.; ırlamak Orta Asya Türklerinde terennüm etmek, türkü söylemek demektir. Onüçüncü asırda başlayarak yirminci asra kadar önceleri Selçuk ve sonra Osmanlı imparatorluklarının birçok büyük şehirlerinde açılmış olan mevlevî tekkelerinde şiir, musiki ve raksdan vücuda gelmiş âyinler yapıldı. Gerçi bunlarda esas insanın dinî bir heyecan içinde kendisinden geçmesidir, oyun karakteri yoktur; fakat dış görünüşü ve terkibi itibariyle mevlevî âyinleri tamamiyle zarif ve san’atkârane bir dinî temaşa manzarasına sahiptir.
Yine onüçüncü asırda Horasan’dan Anadolu’ya Kırşehir’e gelerek yerleşmiş olan Hacı Bektaş adına kurulmuş tarikatta da ibadet çeşitli âyinler halinde yapılıyordu. Bâtınî mezheplerin tesiriyle kurulan ve eski Türklerin İslâmlıktan önceki Şamanlık dinlerine ait birçok izler taşıyan Bektaşilikte kadın erkek bir arada olarak yapılan törenler baştan başa dramatiktir.
Mevlâna Celâleddin, Türk ırkından olmakla beraber eserlerini Fars dilinde vücuda getirmiş bir şair – mutasavvıftır; o yüzden mevlevî tekkelerinde asırlarca Fars dili ve kültürü hakim oldu. Bektaşi tekkelerinde ise tamamiyle Türk âdetleri yaşamış, Türk dili ile eski Türk nazım usullerine göre şiirler vücuda getirilmiş, eski Türk hayatının nükteli, zevkli, geniş anlayışlı ve serbest düşünceli sahnelerine devam imkânı verilmiştir. Bektaşi âyinlerinde temsil ve taklid unsuru ile beraber söz, karşılıklı konuşma “diyalog” mühim bir yer tutar ve musiki zaman zaman bunlara arkadaşlık eder. Eski Yunanlılardaki Elevsis tarikatının gizli âyinleriyle Yunan tiyatrosunun ilk çağlarına ait bazı hususiyetler arasında açık bir yakınlık düşünülmüştür; bunun gibi bizim Bektaşi tekkelerindeki gizli âyinlerde de dramatik bir manzara ve mahiyet vardır. Bektaşi âyinlerinde muhabbeti idare eden baba, zâkir, sazcılar, kapıda duran gözcü, içki veren genç kızlar, muhabbete iştirak eden kadın ve erkek canlar, yenilip içilme, musiki, çeşit çeşit rakıslar, remizli, sembolik hareketler, nükteli ve şiirli konuşma, koro halinde okunan nefesler bir musikili dramı vücuda getirecek en kuvvetli unsurlardır ve bunların bir araya gelmesiyle ortaya çıkacak hadisenin nasıl mütekâmil bir dram manzarası göstereceği meydandadır. Altıyüz yıl, Anadolu ve Rumeli’nin birçok şehir, kasaba ve köyünde eski Türk inanış ve âdetlerine yakın bir maddî ve mânevi hava içinde birçok Bektaşi tekkelerinde bu dram coşkun bir şekilde devam etmiştir; bu hareketler ve ifadeler taşıdıkları mânâ bakımından da tamamiyle sembolik ve temsilîdir.
Anadolu halkı arasında yaşayan dramatik mahiyetteki dinî törenleri incelerken Alevî köylerine de uğramak lâzımdır; zira buralarda eski Türk âdetlerinden pek çoğu sadakatle saklanmıştır. Anadolu’nun birçok yerlerinde köy kurarak yerleşen Alevî Türklerinin ibadetlerinde de dramatik bir mâna ve manzara vardır.
Daha onikinci asırda Horasan, Harzim ve havalisindeki bir kısım Türkmenler arasında, İslâmlık eski Türk dininin inanışlarına ve eski hayatın alışkanlıklarına uygun surette genişletilmeye başlamıştı. Onüçüncü asırda Moğol ordularının tehdidi altında bu Türkmen kabilelerinden birçoğu Anadolu’ya göç ettiler. Bir yandan da çeşitli bâtınî mezhepler İran’dan Anadoluya göç ettiler. Bir yandan da çeşitli bâtınî mezhepler İran’dan Anadolu’ya doğru uzanmakta idi. Türkmenlerin zaten hazırlıklı olmaları ve Batı Selçuklularının memlekette yaşattıkları serbestlik tesiriyle kalenderilik, hayderilik, babaîlik, kızılbaşlık ve benzerleri gibi çeşitli bâtınî mezhepler onüçüncü asırda Türkmenler arasında kolayca yayıldı. Bugün Anadolu’da dağınık olarak bulunan Alevî Türkleri, vaktiyle bu çeşitli mezheplerin kuru felsefe ve nazariyattan ziyade pratik sistemlere bağlı inanışlarını kabul etmiş olan eski Türkmen boylarından gelme insanlardır.
Bu Türkmen kabilelerinin din törenlerinde söz, musiki, raks tamamiyle eski Türklerde olduğu şekilde yakın vakitlere kadar törenin belli başlı erkânı olarak kullanılmıştır. Bu ibadetlere Samah veya Zamah adı verilir. Bu kelimenin dönmek, türkü söylemek, cemiyetle muhabbet etmek, raksetmek anlamına gelen Semâ sözünün başka bir telâffuzu olduğu meydandadır. Zamahlar, kadın erkek toplanılarak bir arada yapılır.
Osmanlı Hükûmeti Anadolu’da asırlarca Müslümanlığın Sünni denilen kitaba bağlı kolunu yaşatıp devam ettirdiği için bütün bâtınî mezheplerle beraber Âlevi köylerindeki inanışlar ve yaşayış şekli de hoş görülmemiştir; bu yüzden onlar da kendilerini gizlemeye mecbur olmuşlardır. Gitgide, Türkiye’nin garplılaşması cereyanı içinde zaten millet ve memleket ölçüsünde bir âdet değişmesi başlamıştır; bu arada Âlevi köylerinin geleneğe bağlı ibadetleri de aslî mahiyetini kaybetmiş, hattâ bazı yerlerde unutulmuştur.
Memleketimizde son yıllarda halk hayatına, halk âdetlerine ve san’atına ait araştırmalar günden güne ilerliyor; bu arada Âlevi köylerinde yapılan incelemeler sonunda bu köylerden bazılarında kaynağı dinî olduğu halde artık tamamiyle eğlence mahiyetini almış dramatik oyunlar tespit edilmiştir. Bunlardan A.K. Tecer ve H.B. Yönetken’in başka başka köylerde gördükleri bir halk dramı konumuz bakımından enteresandır. Yazılı metni olmayan, başka başka köylerde bazı değişikliklerle oynanan bu oyunun birçok yerlerde uğur ve bereket getireceğine inanılması onun dinî kaynaktan geldiğine ve eskiliğine delildir.
Bu oyun bir kış yarısı merasimidir, geceleyin yapılır, gezmekle başlar; her biri rol yapmak üzere seçilmiş ve kılık değiştirmiş olan üç şahısla deve, tilki gibi hayvan kılıklarına girmiş kimselerden mürekkep bir kafile, köyün bütün delikanlılarını peşine takarak her evin kapısı önünde dura dura dolaşır. Deve ve tilki rollerini yapanlar bacaklarına, boyunlarına çıngıraklar ziller takmışlardır; davul zurna çalınır, türlü şakalar ve kahkahalarla köy dolaşılır; kapısının önünde durulan her evden yağ, bulgur, un, yumurta, şeker gibi yiyecek maddeleri toplanır; sonra hep birlikte bir eve gidilir, toplanılan gıda maddeleri burada pişirilir; bunlar pişinceye kadar evin önünde meş’alelerin ışığında türlü eğlenceler yapılır, yemekler piştikten sonra da toplu olarak yenilir. Anadolu’da hâlâ yaşamakta olan bu âdet, en eski çağlarda Orta Asya Türklerinin düzenledikleri dinî şölenlerin devamından başka bir şey değildir. Yemekler pişinceye kadar yapılan oyunlar dramatiktir. Meselâ bunlardan bir tanesi üç şahıs tarafından oynanan bir şifahî halk piyesidir:
1 – Arap. Yüzü, elleri isle siyaha boyanmış bir tip. Göğsü şişkin, sırtı kambur hale getirilmiştir; başında koyun postundan yapılmış büyük bir başlık, elinde bir değnek veya bir tüfek bulunur.
2 – Koca. Uzun, bembeyaz sakallı ihtiyar kılığına girmiş bir adam. Başında beyaz, iri bir başlık, arkasında bir post vardır.
3 – Gelin. Kılık değiştirmek suretiyle bir erkek tarafından temsil edilen kadın tipi.
Bu üç şahıs ortaya gelirler; deve ile tilki de meydandadır. Önce Arap, deveci olur, gelin deveye biner, kocası yayan yürür; böylece yaylaya göç ederler. Arap, yolda kadına sarkıntılık etmek ister, bu yüzden ihtiyarla aralarında kavga çıkar, kadın yerine göre iki erkeği de idare ederek kavgayı bastırır; fakat ihtiyar, Arabı kıskanmağa başlamıştır, kavga tekrarlanır, sonunda Arap, ihtiyarı öldürür. Kadın, ölen kocasının üstüne kapanarak acıklı ağıtlar, mersiyeler söyler. Ölüm kaidesine kadar türlü şakalarla geçen oyunun bu safhasında neşeli hareketler durur, seyircilerde bir ızdırap başlar, oyuna onlar da karışırlar, kadınla birlikte ölünün ağzına yemişler doldururlar; ölü bunları yedikçe yavaş yavaş dirilmeğe başlar; bu yeniden hayata dönmenin uyandırdığı sevinç ve heyecan içinde musiki ve raks başlar, eğlenti devam eder (4).
Bu oyuna eğlence gözü ile bakılan yerlerde oyuncular bu tesir altında oldukları için meselâ ağıt sahnesinde bile mübalağalı hareketlerle kaba komiğe kaçarlar. Bu kış yarısı töreninin uğur ve hareket getireceğine inanılan yerlerde hareketler ağır, hüzünlü ve ciddiîdir; bilhassa ölüm ve dirilme sahneleri daha samimî ve heyecanlı tarzda temsil edilir.
Oyunun bugünkü hali ile dinî mahiyetten sıyrılmış olmakla beraber İslâmlıktan evvelki işaretlere, totemlere tapma devrinden kalma olduğu meydandadır (5). Dedelerimiz Orta Asya’dan Anadolu’ya göç ederken etnolojik, etnografik ve sosyal âdet ve inanışlarını da birlikte getirmiş olduklarına göre bu nevi ibadet bakiyesi dramatik oyunların geçmiş asırlarda Orta Asya Türkleri arasında oynanmış olduğunda şüphe yoktur.
NOTLAR
(1) Seyahatnâme-i İbn-i Batuta ismiyle meşhur olan bu kitabın adı Tuhfe-tün nüzzâr ve garâib-ül emsât ve acâib-ül esfâr’dır; nâzırlara “kitaba göz atanlara, okuyanlara” hediye, çeşitli memleketlerdeki garip şeyler, seferlerde, seyahatlerdeki tuhaf hâdiseler anlamına geliyor. İbn-i Batuta isimli Arp seyyahı tarafından anlatılarak yazdırıldığı sanılıyor. Arapçadan Türkçeye çeviren: Mehmet Şerif, Matbaa-i âmire, İstanbul, 1335 (Mîlâdî 1917), iki cilt, Anadolu’da kadınların örtünmediği hakkındaki sözler, cilt 1, sayfa 310’da.
(2) Gustav Mendel: Anadolu’daki Selçuk âbideleri, Yeni mecmua, sayı 19 İstanbul 15 Teşrinisâni (Kasım) 1917.
(3) Köprülüzâde Mehmet Fuat: Türk edebiyatında ilk mutasavvıflar, İstanbul Matbaa-i âmire, 1919.
(4) Ahmet Kutsi Tecer: Köylü temsilleri, 1940, Ankara Çığır yayını.
(5) Refik Ahmet Sevengil: Anadolu’da asırlarca süren dinî temaşa, Cumhuriyet Gazetesi, 27 Eylül 1947.
Refik Ahmet Sevengil: Les représentations religieuses qui se sont poursuvies en Anatolie aus cours des siecles, La Republique, 4 Octobre 1947.
Türk Tiyatrosu Tarihi I,“Eski Türklerde Dram San’atı”, Refik Ahmet Sevengil, İstanbul 1959, Maarif Basımevi, 1. Basım
İlk yorum yapan olun