XIX. yüzyıl Avrupa düşüncesi edebiyatını inceleyenler, Doğu’ya ilişkin konuları işleyen yapıtlara ve “Doğuya Yolculuk”un kazandığı özel niteliğe bakarak bu yüzyıl Avrupası’nın bir Doğu Rönesansı yaşadığını savunurlar (1). Gene bu yüzyılda Türkiye’ye ilişkin yapıtlarıyla en iyi bilinen Lord Byron Türk düşmanı, Alphonse de Lamartine ise Türk dostu diye ün salmışlardır. Oysa gerek Doğu Rönesansı kavramı, gerekse Byron ve Lamartine’e ilişkin yargılar, XIX. yüzyıldaki Doğu’yla ilgili yapıtları o yüzyıl Avrupası’nın, siyasi iktisadi ışığında görememekten doğmuş yanılgılardır.
Doğubilim (orientalism) XVII. ve XVIII. yüzyıllarda Savary de Breves, Petis de la Croix,William Jones, Anquetil-Duperron gibi filologların öncülüğünde uzmanlaşmış bir uğraş alanı olarak gelişti. Bu saydığımız ilk doğubilimcilerin hepsi de Doğu’yu kendi ülkelerinin devlet görevlisi olarak gittikleri yerlerden tanımışlardır. Örneğin William Jones, İngiliz sömürgesi Hindistan’a başhakim, Savary de Breves İstanbul’a, IV. Henri’nin Büyükelçisi , Petis de la Croix da Levant’a siyasi ve ticari çevirmenlik görevleriyle atanmışlardı. Dolaysıyla doğubilimciliğin doğuşu, doğrudan sömürgeciliğin çıkışına bağlıdır ve sömürgeciliğin hız kazandığı yöreler ile doğubilimin ilgisini yönelttiği kültürler arasında tam bir ilişki vardır.
Buna uygun olarak, Fransa ve İngiltere’nin XVI. Ve XVII. yüzyıllarda Hindistan’a yönelik sömürüsü sonucunda ilk önce Hint klasikleri çevrilmiş, sömürgecilik alanının Hindistandan Orta Doğu’ya kaymaya başladığı XVII. ve XVIII. yüzyıllarda ise hem edebiyatta, hem de doğubilimde Orta Doğu önem kazanmıştır (2). Örneğin Avrupa edebiyatında en çok yankılanan 1001Gece Masalları Arapça’dan Antoine Galland tarafından 1704’de çevrilmiştir. (Buna tam bir çeviri denemez; Galand 1001 Gece Masalları’ndan bazı öyküleri kendi diline uyarlamıştır.)
XVIII. yüzyılda doğubilimin Avrupa edebiyatını etkileyişini “soyut bir etkileme” olarak nitelendirebiliriz. Bu yüzyıl edebiyatının amacı da zaten somut bir Doğu’yu yansıtmak değildi. Samuel Johnson Rasselas’da, Voltaire Zadig’de, Lessing Nathan der Weise’de Doğu’yu, Avrupa’yı hicvetmekte ütopyen bir model olarak kullanır. Bu yüzyılda William Jones’un çağrısı önemlidir:
Asya yapıtlarını öven yazılarımın, her devirde haklı bir hayranlık uyandıran Yunan ve Latin klasiklerini yeriyormuş gibi yorumlanmamasını dilerim. Gene de Avrupa şiirinin durup dinlenmeden aynı imgeleri kullandığını, aynı efsanelere atıf yaptığını görmezlikten gelemiyorum. Yıllardır şu gerçeği göstermeğe çalışıyorum: Eğer kütüphanelerinizde duran belli başlı Asya yapıtları açıklayıcı notlar ve resimlemelerle basılsa, eğer Doğu dilleri başka herşeyin çalışıldığı bilim kurumlarımızda öğretilse, yeni çalışmalar için geniş ufuklar açılırdı. İnsanlık tarihini anlayışımız çok daha kapsamlı olur, yeni imgelerle dolu yazılar ortaya çıkar, bunlar geleceği bilim adamları tarafından incelenir, geleceğin ozanları tarafından taklit edilirdi (3).
İşte, Avrupa Doğubilimciliğini ve Doğu’yu konu alan edebiyatını incelemiş bir çok kişi, William Jones,un bu sözlerinden giderek ve XIX. yüzyılda yoğunlaşan Doğu’ya yönelik edebiyata dayanarak eski Yunan ve Roma klasiklerinin yeniden keşfine benzer bir düşün uğraşının ortaya çıktığını, bir Doğu Rönesans’ı olgusunu savunmuşlardır. Oysa bu sav dayanaksızdır. Avrupa’da bir Doğu Rönesansının (Yunan ve Latin Rönesansı gibi) gerçekleşmesi olanaksızdı. Doğu’ya ilginin doğmasında da, gelişmesinde de etkin unsur sömürgecilikti. Sömürgeciliğin Doğu’ya bakışıyla, varlığını buna dayamış doğubilimin ve Doğu’ya yönelik edebiyatın bakışı zorunlu olarak birincinin temel ilkeleriyle uzlaşmalıydı. Böyle de oldu. XVIII. yüzyılda William Jones’un salt bilimsel gibi görünen yukarıdaki çağrısıyla, XIX. yüzyılda Parmeston’un aşağıdaki çağrısının altıda aynı amaç, aynı ilgi aynı etkenler yatıyordu. Palmerston, Batı’nın Doğu’yla serbet ticaret yapması gereğini şöyle savunmuştu:
Mal değişiminin amacı bilgi artırmak, karşılıklı çıkar gözetimiyle karşılıklı iyi niyet yaratmaktır. Bir eliyle uygarlığı bir eliyle barış tutan ticaret, insanlığı daha mutlu, daha akıllı ve iyi kılmak için özgürce ilerlemelidir (4).
“Doğu Rönesansı”ı olgusunu yadsıyan savımızı, konuyu XIX.yüzyılda Osmanlı -Avrupa ilişkilerine daraltarak, Osmanlı kültürünün ve Türklerin nasıl algılandığına ve hangi retorik amaçlara alet edildiğine dair iki örnekle destekleyebiliriz.
XIX:Yüzyılda Türklerle ilgili Avrupa Edebiyatı ve Bu edebiyatın Sosyolojisine ilişkin iki örnek: Byron ve Lamartine: XIX. yüzyılda sömürgecilik yeni bir hız kazanır ve Avrupa’nın dikkati Hindistan’dan sonra Osmanlı toprakları üzerinde yoğunlaşır. Bu dönemde Arnavutluk, Türkiye, Mısır ve Arabistan’a yapılan geziler de iktisadi ve siyasi ilişkilerin yoğunlaştığı oranda artar. Doğu’yla ticaret, Avrupa,da bir Doğu malları tüketimi kültürü yaratmıştır ve Doğu’yu konu alan gerek öykü, gerekse seyahatname türünde yapıtların da pazarlanma şansı Hint kumaşları, şalları ve baharat kadar artmıştır. Byron, yakın dostu Thomas Moore’a “Doğu’ya dön… Kuzey, Güney ve Batı’da ne varsa hepsi tükenmiştir, fakat Southey’in satılmayan yapıtlarından başka Doğu’dan gelen bir şey yok ortada,” (5) diye akıl verirken, Doğu’yu konu alan yazılar, çağdaş ilgili ve zevkler iyi değerlendirilerek yazıldığı takdirde, iyi satılacağını ve yazarını üne kavuşturacağını hesaplamıştı. Nitekim, Tepedelenli Ali Paşa’yı bir kudret, görkem ve zulüm simgesi olarak sunan Childe Harold’s Pilgrimage, Byron’ı apansızın üne kavuşturdu.Thomas Moore’un Byron’ın öğütlerine uyarak yazdığı Lalla Rookh ise, uzun yıllar Avrupa’da en çok okunan yapıtı oldu.
Byron’ın Tepedenli Ali Paşa etrafında yarattığı Türk tipi, efsanesi Avrupa’da XVI. yüzyıldan beri süregelen “Korkunç Türk” efsanesine uygun düştüğü için geniş bir okur kitlesi buldu. Aynı çağrışımdan ötürü, Byron Türk düşmanı ve Yunan dostu olarak benimsendi. Oysa Byron’ın yarattığı efsaneyi koşullandıran etkenler, Türk-Yunan çatışmasıyla yanlızca biçim açısından ilgiliydi, üstelik öykülerine güncel bir boyut kazandırarak okuyucunun ilgisini çekmesini amaçlıyordu. Yoksa Byron’ın yarattığı Türk efsanesinin içeriği tamamıyla değişik bir sosyolojik tepkinin ürünüydü. Gerek Chılde Harold’s Pilgrimage’de yansıtılan Ali Paşa’nın, gerekse Turkish Tales,in zalim ve muhteris despotlarının Byron’ı itmekten çok cezbettiğini görürüz, bu yapıtları dikkatli okursak. Byron’ın bu tarihi ve hayali kişiliklere duyduğu çekilme çağdaş İngiliz toplumunda ödüncü ve sinmiş olarak gördüğü aristokrasiye bir tepkiydi. Byron kendisi bu zalim ve despot kişiliğe öykünüyor, aristokrasinin bu özelliğini yitirtmekte olmasından korkuyor ve özlemlerini yarı hayranlık, karı kıskançlıkla yarattığı Doğulu despot tiplerinde yansıtıyordu. (Kaldı ki Turkish Tales,deki her öyküsünde zalim fakat cesur Doğulu despotu, aynı derecede zalim ve cesur Batılı kahramanla çatıştırır.) Byron böylelikle salt kişisel nedenlerle Doğu’dan seçip aktardığı bir niteliği kendi toplumuna bir model olarak sunuyor, hem de bu modelin toplumun en tutucu kesimi, yani aristokrasi tarafından benimsenmesini özlüyordu.
Byron’ın Yunan bağımsızlık savaşına yardıma karar vermesi bile onun Yunan hayranlığından çok, kendi yarattığı “zalim ve cesur Türk’e karşı zalim ve cesur aristokrat” efsanesine bağlılığı olarak görülebilir. Ancak, o zaman, gerek Yunan önderleri hakkındaki alaylı ve yerici tutumu, gerekse Yunan savaşının başarıya ulaşacağına ilişkin kuşkularına karşın Yunanlılara yardım etmekteki ısrarı bir anlam kazanır (6).
Alphonse de Lamartine, 1832-33 yıllarında Paris’ten çıkıp, İstanbul üzerinden Kudüs’e uzanan bir “Doğu Yolculuğu” yapmış ve gezisini Voyage en Orient adlı kitabında anlatmıştır. Lamartine çağının modasına uyarak Doğu yolculuğunu, kişisel arayışlarını yönlendirebilecek, kişisel yenileme özlemini gerçekleştirecek, şiiri için esin kaynağı olacak bir gezi olarak niteler. Voyage en Orient ise, Akdeniz kıyılarında doğanın yüceliğine, İstanbul’un güzelliğine ve Türk insanının Lamartine göre en belirgin iki erdemine, hoşgörülü dindarlığı ile tevekkülüne ilişkin övgülerle doludur. Kitabın bu özelliğine bakarak bir çok Batılı eleştirici Voyage en Orient’ı Avrupa’da bir Doğu Rönesansını’nın varlığını kanıtlayan belge, Doğu efsanesinin el kitabı olarak görür. Türkleri öven yazıları ise, üstünkörü bir değerlendirmeyle Lamartine’in Türk dostu olarak tanınmasına yolaçmıştır.
Oysa Lamartine’in doğayı tapınırcasına öven yazıları, onun yaşamının o döneminde ortodoks katoliklikten panteizme yönelen dini inançlarının bir ifadesidir. Türklere ilişkin övgülü yazıları da bir yandan XVIII. yüzyıl hoşgörü geleneğinin uzantısı, öte yandan bu iyi fakat geri halka uygarlık elini uzatması için Avrupa’ya bir çağrıdır. Başka bir deyişle, Lamartine’in övgülerinde, uzak ve yabancı yerleri yakınlaştırıcı, evcilleştirici, dolaysıyla sömürgecilik dinamiğini kitlelere içertici bir boyut gizlidir. Çünkü Lamartine, Doğu yolculuğunu başından sonuna dek tam bir sömürgecidir.
Voyage en Orient’ın sonuna eklediği “Resume politique du Voyage en Orient” da, kitabının çağdaşlarınca en dikkatli okunmasını istediği bölümün bu sayfalar olduğunu söyler.
Bunlar, Avrupa’ya seslenmesini istediğim yegane sayfalarıdır kitabımın. Çünkü bu sayfalar güncel bir gerçeği vurgular. Artık iyice belirlenmiş ve kanıtlanmış bu gerçeğin ise Avrupa’nın geleceğini etkileyeceği için herkesce bilinmesi gereklidir. Anlaşılır ve uygulanırsa, Avrupa’yı da Asya’yı da kurtaracaktır (7).
Lamartine’in sözünü ettiği gerçek, Osmanlı topraklarının kolonizasyonudur. Osmanlı imparatorluğu “barbar” ve “cahil” bir yönetim yüzünden çökmek üzeredir (8). Avrupa bu çöküşü eli kolu bağlı beklemektedir. Lamartine’in önerisi şudur: Osmanlı imparatorluğu ile komşu, ya da Akdeniz’de çıkarı olan büyük devletler toplanmalı ve hem ülkede hem kağıt üzerinde, Osmanlı imparatorluğu’nun iç işlerine karışmamakta, çöküşünü hızlandırmamakta, ama imparatorluk çöktüğü anda her devletin sahip çıkacağı bölgeler üzerinde anlaşmalıdırlar (9). Osmanlı toprakları üzerinde kurulacak himaye idarelerini kimin yöneteceği de önceden belirlenmelidir.
Lamartine’in böyle doğrudan değil de “vesayetçi” bir sömürü sistemi önermesinde ve Osmanlı imparatorluğu’nun içişlerine karışılmamasında ısrarı Avrupa kuvvet dengesini iyi değerlendirdiğindendir. Çünkü Osmanlı Devleti’nin içişlerine karışılması ilkesi benimsendiği taktirde Lamartine en etkin söz sahibinin Rusya ya da İngiltere olacağını biliyordu. Nitekim Mehmet Ali Paşa olayının yolaçtığı 1833 ve 1839 diplomasi buhranlarında Lamartine tutarlı olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun içişlerine karışılmamasını savunmuştur (10).
Lamartine’in vesayetçi sömürgeciliği her ne kadar liberal düşüncenin yardım, cömertlik gibi klişeleriyle süslenmişse de, St. Point arşivlerinde bulunan bir belge, Lamartine’in konuyu enine boyuna hesapladığını kanıtlar. “Documents et projet d’un etablissement colonial agricole en Syrie” başlığını taşıyan bu belge, Suriye’nin tarımsal sömürüsüne ilişkin ayrıntılı bir plandır (11). Suriye’de bir Fransız kolonisinin gerçekleştirilmesi için Lamartine’in yaptığı hesapları içerir. Belgeye göre iki yıl süreyle sömürgecilere kiralanacak apartmanların kira bedeli olarak 80.000 frank, aynı süre içinde 150 işçiye ödenecek ücretler için ise 100.000 frank ayrılmaktadır.
Lamartine’in Doğu’yu yücelten bir yazar olarak anımsanmasının bir başka nedeni de Voyage en Orient’ın İslam dini ve felsefesine ilişkin kısımlardır. Lamartine’in gerek İslamiyet’te, gerekse Türk halkında en beğendiği özellik, tevekküldür. Doğu yolculuğu sırasında Beyrut’ta onbir yaşındaki kızının veremden ölmesi üzerine duyduğu acı ve isyanı bastırmasında belki bu yeni öğrendiği tevekkül yardımcı olmuştur ona. Ne var ki, Paris’e dönüp de parlamento sıralarındaki yerini aldıktan sonra söz konusu tevekkül anlayışının kişisel dini boyutları aştığını ve Lamartine’in toplumsal görüşlerini de yönlendirdiğini görürüz. Gerek politik yaşamında, gerek politikadan ayrılıp yazarlığa döndüğü yaşlılık döneminde Lamartine toplumsal reform felsefesini tevekkül felsefesiyle birleştirmiş, Fransa’da toplumsal reformun ancak aydın seçkinler öncülüğüyle gerçekleşebileceğini savunarak ezilen halka tevekkül salık vermiştir. Son yapıtları arasında sosyal roman diye anılan bir dizinin -Genevvieve, Le Tailleur de pierres, Fior d’Aliza ve Antoniella- ana teması vesayetçi halkçılıktır. Bunların içinde bir hizmetçinin yaşamını konu alan Genevieve de Genevieve’in duası dikkate değer:
Tanrım, hizmet etmekten zevk almam ve hizmetçiliği bizim gibileri dünyaya gönderirken senin bize seçtiğin durum olarak isyan etmeden kabullenmem için bana yardım et. Eğer bu dünyada kimseye hizmet etmezsek, Tanrı’ya hizmet etmeyi de öğrenemeyiz, çünkü yaşam, karşılıklı hizmetten başka bir şey değildir. En mutlular Tanrı aşkı için karşılıksız hizmet edenlerdir. Fakat biz, yoksul hizmetçiler, karnımızı doyurmak için ekmek parasına muhtacız… Bana görevlerimi, durumun acılarıyla sevinçlerini bilebilmem için yol göster. Ve böylelikle, bu dünyada insanlara iyi hizmet ettikten sonra, belki öbür dünya ulu Tanrı’nın mutlu bir hizmetkarı olmaya hak kazanabilirim (12).
Lamartine’in Doğu’dan öğrendiğini ileri sürdüğü yeni dinin, eski bir yönetim felsefesi olduğunu söylemek yersiz olmaz. Lamartine’in doğuculuğuna nasıl sömürgecilik felsefesi hakimse, toplumsal felsefesine de vesayetçi halkçılık hakimdir. Aslında Lamartine’in sömürgeciliği ile vesayetçi halkçılığı, kendi tanımlayışıyla bile birbirinin aynıdır. Şöyle ki, sömürgeciliği, Doğu insanın cahil, fakat mütevekkil, uysal ve iyi huylu olduğu, korunması gereken erdemler taşıdığı ve bu koruma görevini de Batı’nın aydın yönetici seçkinlerinden beklediğini öne sürerek savunur. Fransa’daki toplumsal çalkalanmalar için önerdiği çözüm de aynıdır. Şikayetçi yoksul halk, erdemlerini uysallık ve tevekkülle korumalı, kaderinin değişmesi için de vesayetçi seçkinlerin iyi niyetine ve sağduyusuna güvenmelidir.
Sonuç: XIV. Yüzyıl Avrupa doğubilimciliğinin ve edebiyatının gerek Doğu’ya ilgisini, gerek Doğu’yu yansıtmasını, gerekse Doğu’yu değerlendirmesini incelerken bunları sömürgeciliğin koşullandırdığını ve Doğu’ya bakışın sömürgecilikten arınamadığını gözden kaçırmamak gerekir. Her ne kadar XIX. yüzyılda Doğu’ya dönüş salt bir kültürel arayış gibi gösterilmek istenmişse de bu arayışın siyasal egemenlik ve ve iktisadi sömürgecilikten soyutlanması olanaksızdır. Soyutlamaya çalışan Batılı yazarlar şu çelişkiye gözlerini kapayanlardır: Doğu düşüncedir, Batı’da olmayan bir çok değere sahiptir. Doğu’ya bakıp bu değerleri öğrenelim. Bu sözde kültürel arayışın savıdır. Fakat bu savı öne sürenler aynı anda şunu da sözlerine eklerler: Doğu’ya gidip bu geri kalmış insanlara Batı uygarlığını götürelim, onları kurtaralım.
Soruna bir üst düzeyde bakarsak aslında bu görüşün temelinde bir çelişki olmadığını görürüz. XIX. yüzyıl yazarları Doğu’yu överken bile orada kendi ideolojilerini güçlendirecek “erdemler” bulmuşlar ve yanlızca bunları yüceltmişlerdir. Byron’ın kudretli ve görkemli Türk kişiliğini İngiliz aristokrasisine bir model olarak sunması, Lamartine’in Doğu’da öğrendiğini ileri sürdüğü tevekkül felsefesini toplumsal reformizminin temel taşı yapması gibi. Buradan giderek, Doğu’nun gerçekte nesnel bir biçimde hiç algılanmadığını, yanlızca kişisel arayışları yansıtan elverişli bir ayna gibi kullanıldığını söylemek daha doğru olur. Edward Said’in dediği gibi, XIX. yüzyıl yazarları Doğu hakkında değil, Doğu’nun yerine konuşmuşlardır. Doğu ise kendisi konuşmazdı, çünkü tümüyle suskun ve susturulmuş bir dünyaydı (13).
NOTLAR
(1) Pierre Leroux, “De’influence philosophique des etudes orientales,” Revue encyclopedique, avril-mai 1832, s.69’da “Rönesans’a benzeyen yeni bir çağın ortasındayız” diye yazar. Doğu rönesansı(La Renaissance orientale) terimini ilk kez 1842’de Edgar Quinet kullanmış ve terim Felix Neve’in Introduçtion a I’histoire generale des litteratures orientales (1848) adlı yapıtında da benimsenmiştir. Doğu’nun Avrupa yazarları üzerindeki etkisini en ayrıntılı biçimde inceleyen yapıt ise Raymond Schwab’ın La Renaissence orientale (Paris: Payot, 1950) dır.
(2) Pierre Martino, L’Orient dans la litterature française au XVII et XVIII siecle (Paris: Hachette, 1906), s.43.
(3) Marzieh Gail, Persia and the Victorians (London: George Allen, 1951), s.34
(4) Ronald Robinson ve diğerleri, Africa and the Victorians (New York: Doubleday, 1968), 2
(5) Thomas Moore, The Life, Letters and Journals of Lord Byron (Londra:1920), s. 193.
(6) Byron’un Yunanlılar ve Yunan bağımsızlık savaşı üzerine söyledikleri için, bak Harold Nicolson, Byron: The Last Journey (Londra: Constable, 1948), s.221 ve s.229.
(7) Alphonse de Lamartine, Souvenirs, impressions, pensees et paysages pendant un voyage en Orient,1832-1833 (Paris: Hachette, 1859), s.495.
(8) Lamartine, Voyage en Orient, II, s. 511.
(9) Lamartine,Voyage en Orient, II, s. 508.
(10) Lamartine, Vues, discours et articles sur la question d’Orient (Paris:.Gosselin, 1840), s. 16-40.
(11) Lotfy Fam, Voyage en Orient (Paris: Nizet, 1960), s. 464-473.
(12) Lamartine, Genevieve, Histoire d’une servente (Paris, 1855), s. 144.
(13) “Edward Said’le Bir Söyleşi”, Diacritica, Fall (1977), s. 44.
İlk yorum yapan olun