Kitle Kültürüne Bakış – Aziz Çalışlar

Kitle Kültürüne Bakış – Aziz Çalışlar


GİRİŞ

Egemen Kültür Anlayışlarının Genel Özelliği

Ülkemizde son zamanlarda üstünde en çok tartışılan konulardan biri kültür olmakla birlikte, kültüre doğru bir biçimde yaklaşılmadığını, dolayısıyla kütür sorunlarının yetersiz ve yanlış bir biçimde değerlendirildiğini görüyoruz. Bu nedenle, günümüzde etkisini olanca ağırlığıyla duyuran kitle kültürüne bir yaklaşımda bulunmadan, kültür üstüne yapılmış açıklamaların genel özelliği üstünde durmak, sınırlılıklarının başlıca nedenlerini ortaya koymak istiyoruz; çünkü son zamanlarda kitle kültürü üstüne yapılan değerlendirmelerin sınırlılıkları, genellikle tek-yanlı ve yüzeyde kalışları, buradan kaynaklanmaktadır.

Egemen kültür anlayışlarının, başından beri bizde yetersiz, tek-yanlı ve yüzeyde kalışlarının, ana nedeni, bu tür anlayışların, hiç kuşkusuz, burjuvaca oluşlarına, dolayısıyla, kendi sınıfsal özelliklerinin bir sonucu olarak, idealist felsefeye bağlanmalarına dayanır; çünkü, kültürü açıklamada tek-yanlılık ve yüzeydelik, idealist felsefenin kendi başlıca özelliğidir. Buysa, kültürün, salt “manevî” kültür alanı içinde tutulup, maddî kültürden soyutlanmasına; manevî kültürün ise, salt burjuvazinin “seçkinler kültürü” olarak alınmasına, sonuçta, kültürün “sistemsel bir bütünlük” içinde görülmemesine dayanır. Bizde, genelinde, pozitivist, yeni-pozitivist görünüşler altında sonunda idealist felsefeye bağlanan egemen düşünce biçiminin kültür sorununun altından kalkamamasının temel nedeni budur. Çünkü, yine bizdeki egemen düşünce biçiminin bir özelliği olarak, çağımızın çeşitli burjuva felsefe okullarının “acentalığı”nı üstlenmiş olan düşünce yönelimleri, Ziya Gökalp’ten günümüze kadar kültür sorununa hep bu açıdan bakmışlar; temel bir yanlışlık olarak, maddî kültürü uygarlık, manevî kültürü ise kültür olarak görmüşler ve manevi kültürü, “salt ulusal değerler” ile açıklama yoluna gitmişlerdir. Dolayısıyla, ülkemizde bugün için, örneğin, “ulusal kültür” kavramı bile doğru dürüst açıklanamamış, ulusallık toplumsallıktan soyutlanarak ele alındığı için, ulusal kültür kavramı hep havada kalmıştır.

Kültürün böylece salt üst-yapısallık içinde değerlendirilmesi, ister istemez, terminolojiyi de kendi içeriğinden soyutlamaya götürmüş, kültürün toplumsal-ekonomik kavramlar dışında ele alınmasına yol açmış; sonunda, “ulusal kültür” kavramı, “Anadolu kültürü” “Türk kültürü”, “İslâm kültürü”, “Doğu-Batı kültürü” ya da “Osmanlı kültürü” gibi kavramlar karşısında tartışılır olmuş, dolayısıyla, açıklığa kavuşamamıştır. Çünkü, sırasıyla, bu tür “hümanist”, “milliyetçi”, “dinci”, “eklektik” ve “gelenekçi” görüşler, kendi özellikleri gereği, eninde sonunda, kültürü üst-yapısallık içinde açıklamaya çalışan düşüncelerdir. Öte yandan,, burjuva felsefesi ve kültür anlayışının geçirdiği değişimlere ayak uydurarak “çağdaşlığı”nı korumaya çalışan ülkemiz “dışa bağımlı – az gelişmiş burjuva felsefesi” de, bu yüzden, kültürün açıklanmasında hep aynı temel yanlışlıklara düşmektedir. Özellikle, bir çeşit yeni-pozitivizm olarak yapısalcı eğilimlerden “eleştirici” Frankfurt Okulcu eğilimlere, Cassirer’ci sembolikçi anlayışlardan Erich Fromm’cu yeni-Freudcu anlayışlara, yaşam felsefeciliği’nden yeni-Hegelcilik ve yeni-Kantçılığa kadar bu tür “çağdaş” felsefi düşünce yönelimlerini kültürü sistemsel bir bütünlük içinde açıklamaktan alıkoyan başlıca neden, kültürü kendi maddî temellerinden, üretim ilişkilerinden ve insanın pratik eylemselliğinden soyutlayarak ele almaktır.

Kültüre böylesine bir bakış, hiç kuşkusuz, kitle kültürünün de açıklanmasında yetersiz kalacaktır; çünkü, son çözümlemede, ayırıcı özellikleri ne olursa olsun, genelinde egemen kültür anlayışlarını birleştiren yan, kültürü salt manevi kültür, manevi kültürü ise salt seçkinler kültürü içinde görmektir. Buysa, başta da belirttiğimiz gibi, burjuvaca düşüncenin temel özelliğidir; bir başka deyişle, burjuvazinin kendi kültürüne yine burjuvaca bakıştır. Dolayısıyla, egemen kültür anlayışlarını, gerek kültür, gerekse kitle kültürü konusunda doğru bir değerlendirme yapabilmekten alıkoyan şey, bu tür anlayışların kendi sınıfsal özelliğidir. Bu özellikse, temelinde, kültürün oluşmasında toplumsal-tarihsel pratiğin rolünün küçümsenmesine, kültürün nesnel özelliğinin yadsınmasına ve tarihsel bakış açısından kaçınılmasına dayanır; aslında tüm burjuvaca kültür anlayışlarını ortak kılan yan budur.

Bilimsel Maddeci Kültür Anlayışının Yaklaşım Biçimi

Ülkemizde gerek “resmi”, gerekse “resmi-olmayan” burjuva felsefesi uzantısındaki kültür anlayışlarının karşısında yer alan bilimsel maddeci kültür anlayışı, sistemsel bir bütünlük içinde yaklaşımıyla, kültür sorununa açıklık getirmeye çalışır. Buysa, kültürü herşeyden önce, insanın pratik etkinliğiyle, insanın toplumsal çıkarlarını karşılayacak üretim ilişkileriyle ortaya koymak; kültürü tarihin bir ürünü olarak ele almak; kültürün tarihsel-toplumsal gelişme yasalarına bağlı olduğunu, tarihte belli bir toplumsal-ekonomik üretim tarzına karşılık verdiğini ve ancak yine insanı toplumsal-pratik etkinliğiyle değiştirebileceğini görmek demektir. Bu nedenle, toplumların kültürleri ve kültürel özellikleri, ancak temelde bağlı oldukları üretim biçimi ve ilişkileriyle tüm toplumsal ilişkilerin karşılıklı etkileyiciliğinde sistemsel bir bütünlük içinde açıklanabilir. Buysa, kültürü, hem maddî kültür ve manevî kültür ayrışması ve bütünlüğü içinde görmeye götürür.

Dolayısıyla, eğer, söz gelişi, ülkemizde ulusal kültürden söz açacaksak, bunun en önce, temelinden bağlı olduğu kapitalist üretim biçimi ve ilişkileriyle ortaya koymamız, yani, kapitalist toplum kültürü çerçevesinde, daha doğrusu, tarihsel gelişimi ve niteliği gereği, “azgelişmiş kapitalist toplum kültürü” kavramı çerçevesinde, ele almamız; ayrıca, dışa bağımlı olduğu için de, kültür emperyalizmi olgusuyla birlikte görmemiz gerekir. Ancak o zaman, sözgelişi, “milliyetçi kültür” anlayışının nasıl ortaya çıktığını ya da ülkemizde burjuva kültürünün niçin güçsüz olduğunu doğru olarak estirip değerlendirebiliriz. Eğer, söz gelişi, ulusal kültürümüzde, “Doğu-Batı” kültür olgusunu yalnız manevî kültürdeki bir ikilik olarak ele almamamız ve bunun aslında, “maddi kültür ikiliği”nden kaynaklanmış olduğunu; yani, üretim biçimi ve ilişkilerine bağlı olarak, bunu, kapitalist toplumsal-ekonomik oluşumlar ile kapitalizm-öncesi toplumsal-ekonomik oluşumların karşılıklı etkileşmesi biçiminde görmemiz gerekir. Ancak o zaman toplumumuzdaki İslâmcı-geleneksel-Doğu kültürü tepkisinin gerçek nedenlerini, yani, bunun kapitalist üretim biçimi ve ilişkilerine bir tür karşı koyuş biçimi olduğunu, bununsa, yine egemen güçlere bağlı olarak ayrı özellikler gösterdiğini, yani, burjuva-eşraf kültür çelişkisini de içinde barındırdığını görüp anlayabiliriz. Öte yandan, ulusal kültürün bir açıklamasına girerken, yine kapitalist toplumsal-ekonomik oluşumların kendi çelişkin özelliği sonucu, bunu, kendi üretim biçiminin belirleyiciliğinde biçimlenen manevî kültürün ayrımlaşması içinde, yani, burjuva kültürü ile emekçi kesimlerin kültürü bütünlüğünde açıklamamız gerekir. Ancak o zaman, burjuvazinin kültürünün yalnız seçkinlerin kültürünü değil, ama aynı zamanda, onun zorunlu bir karşıtı olan kitle kültürü de birlikte içerdiğini ve bu ikisinin de aslında, toplumda egemen olmayan demokratik ve toplumcu kültür öğelerinin karşısında yer aldığını görürüz. Böylece, egemen burjuva kültürünün bütün iç çelişkileri su yüzüne çıkarken, demokratik ve toplumcu kültür öğelerinin taşıdığı önem de tam anlamıyla ortaya çıktığı gibi, bu ikisi arasındaki çelişkiler de belirgin bir biçimde ortaya çıkmış olur.

KİTLE KÜLTÜRÜ

Kitle Kültürünü Oluşturan Maddî Nedenler

Bilineceği gibi, kitle kültürü, 19. yüzyılda, sanayileşme etkinliklerinin büyük boyutlara ulaşmasına, kentlerde emekçi kesimlerin yığınlar halinde yaygınlaşmasına bağlı olarak ortaya çıkmış; özellikle de, kapitalizmin emperyalizm aşamasında, burjuva toplumlardaki karmaşık toplumsal bir olgu biçiminde belirginleşmiştir. Bu olgunun temelindeki gerçek, ileri gelişmiş kapitalist üretim biçimi ile kitlelerin kültürel gereksinimleri arasında yatan çelişkidir. Bu çelişki tarihsel gelişmenin içerdiği bir çelişkidir; başka bir deyişle, uygarlığın bütün gelişmesi zaten sürekli bir gelişme içinde var olagelmiştir; çünkü, üretimdeki her ilerleme, aynı zamanda, bu üretimin zenginliklerinden yararlanamayan kesimlerin, yani, büyük çoğunluğun durumunda bir gerileme olmuştur. Kapitalist toplum maddî üretimde ilerleme gösterdikçe, kitlelerin bu üretim zenginliklerinden yararlanamaması sonucu, kitlelerin kültürel düzeyinde bir gerileme göstermiş; maddî üretim zenginliklerinin gerçek üreticisi olan geniş emekçi kitleler kendilerini manevi alanda geliştirebilme olanağını bulamamışlardır. Bundan dolayı, kitle kültürü, aslında toplumsal maddî-teknik ilerlemenin değil, ama, kapitalist üretim biçiminin kendi çelişkin sonuçlarından biridir.

Öte yandan, kapitalizmin emperyalizm aşaması içine girmesiyle birlikte, kitle kültürü de uluslararası bir anlam kazanmıştır. Başka bir deyişle, ulusal burjuva kültürlerin emperyalist kültürlere dönüşmesi sonucu, uluslararası ölçekte maddî üretime egemen olmuşlar; başka ulusların kültürlerini baskı altında tuttukları kadar, gelişmelerini de önleyecek ve çarpıtacak biçimde, kitle kültürünü uygulamaya geçmişler; kendi maddî sömürülerini sürdürebilme amacıyla, maddî üretim biçimlerini kendilerine bağımlı kıldıkları ülkelerin kültürlerini, dayattıkları kitle kültürü içinde tutmaya çalışmışlardır. Böylece, kitle kültürü, tekelci kapitalizmin uluslararası niteliğinden ötürü, hem belli bir ülke içinde, hem bağımlı kılınan öbür ülkeler üzerinde uygulanabilme alanı bulmuştur.

Ülkemizde kitle kültürünün maddî tohumlarının atılışı 1950 yıllarına, yani, tekelci kapitalizmle ilişkiler içine girildiği yılara bağlayabiliriz. Hiç kuşkusuz, ülkemizde ilk sanayileşme etkinliklerine davetçiliğin ağır basması ve bu ilk sanayileşme süreci ve boyutlarının, kitle kültürünün Batı’da ortaya çıktığı Sanayi Dönemi’ne kıyasla çok daha düşük olması, yani, kapitalist üretim biçiminin kendi içinde taşıdığı çelişkilerin azgelişmişlik, ama, henüz dışa bağımlılık içinde bulunmayışı, kitle kültürünün o yıllara kadar ortaya çıkışını engellemiştir. Ama, 1950’den sonraki kapitalistleşme süreci, kapitalizmin ülkemizdeki iç çelişmelerini de gittikçe derinleştirmeye başlayarak, kitle kültürünün oluşmasına neden olmuştur.

Hiç kuşkusuz, bu olgunun toplumsal-ekonomik nedenlerinin başında, çarpık kapitalistleşme yatmaktadır. Gerek azgelişmişlik, gerekse dışa bağımlılık yüzünden, kapitalist yeniden üretimin önkoşullarını yaratmayan burjuvazimiz, kendi maddî ve manevî kültürünü de sonunda çarpık bir biçimde yaratmak zorunda kalmıştır. Özellikle, yurt dışına büyük ölçüde işçi göçü yanı sıra, kırlardan kentlere büyük ölçüde göç sonucu, kent nüfuslarının olağanüstü hızla artışı; “sanayileşme atılımı” gereği kentlerde yarı-emekçi ve gizli işsiz yığınlarının çoğalışı, aynı zamanda, toplumsal-sınıfsal konumunu yitirmiş kitlelerin yoğunlaşmasına yol açmış; genelde yoksullaşmış çarpık bir toplumsal-ekonomik yapıyı (bu anlamda “lumpen kültür”ü) oluşturmuştur. Hele kapitalistleşme sürecinde çelişkin yönelimler, yani, sanayileşme etkinliklerinden tarımsallaşma etkinliklerine, iç tüketim ekonomisinden dışsatım politikası ile liberalleşmeye dönüşümler; dönem dönem, ticarî burjuvazi ile sınaî burjuvazi, devletçilik ile malî oligarşi arasındaki iç çelişmeler, öte yandan, sürekli “enflasyon” ve “devalüasyon”, kapitalist üretim biçimini tam bir “maddî kültür anarşisi” içine sokmuştur. Böylesine bir “maddî kültür anarşisi”nin “manevî kültür anarşisi”ne yol açmaması ya da böylesine bir üretim biçimi ile kitlelerin kültürel gereksinimleri arasındaki çelişkinin gittikçe derinleşmesi, hiç kuşkusuz, olanaksızdır. Nitekim, ülkemizde “lumpen kültür” olarak kitle kültürünün, tarihsel göreceliği içinde, en çok yaygınlaştığı dönemin, ülkemizin “70 sente muhtaç olduğu” dönem olması hiç de rastlantı değildir.

Ayrıca, bütün bu “maddî kültür anarşisi”nin ve “çarpık üretim biçimi”nin temel bir nedeninin dışa bağımlılık oluşu; yani, yukarıda değindiğimiz gibi, maddî ve manevi kültür emperyalizminin dayatması altında bulunuşumuz, hiç kuşkusuz, toplumumuzda kitle kültürüne bağlaşık başka bir olgunun, “montaj kültürü” ya da “aranjman kültür” diyebileceğimiz bir başka olgunun ortaya çıkmasına yol açmıştır. Uyumlu, bütünsel ve sürekli bir yeniden üretim koşullarının yaratılamaması, sonunda, (tıpkı ulusal sanayinin ya da “sanayileşme” etkinliklerinin yozlaştırılması örneğinde de görüldüğü gibi), üretimin yozlaşmasına ve ortada doğan boşluğun yabancı kitle kültürüyle doldurulmasına neden olmuştur. Onun için, “montaj” ya da “aranjman” kültür, toplumumuzun bu tür bir yozlaşmış üretim biçimine bağlı olarak, kitle kültürümüzün kendine özgü bir özelliği biçiminde ortaya çıkmıştır.

Öte yandan, kitle kültürünün, gerek ulusal, gerekse uluslararası boyutlarda varlık alanını genişletebilmesinin başlıca bir maddi nedeni de “kültür endüstrisi” ve “kitle iletişim araçlarına egemenlik”tir. ama burada önce kapitalizmin özünden bir çelişkisinden söz açmak gerekiyor. Şöyle ki, kapitalizm, kendi sistemi gereği ne denli toplumsal kötülüklere yol açıyorsa, kendi çıkarları uğruna bu kötülüklerden o denli yararlanmaya, bunları birer kâr mekanizmasına dönüştürmeye bakar; çünkü, toplumsal kötülüklerin varlığı kapitalizmin yine kendi çıkarıdır. (Söz gelişi, âhlaksızlık ne denli çok para getiriyorsa, daha çok kazanç için o denli çok âhlaksızlık yolları artar; ya da, çok çeşitli biçim ve kılıklarda, hırsızlık ne denli çok artarsa, onu önlemeye çalışan önlemlerin, örneğin, kilit, kasa, alarm sistemi vb. yapımı ve ticareti ile ona bağlı kurumların varlığı, örneğin, bankaları özel koruma polis sistemi, vergi denetim kurulları, kaçakçılık mahkemeleri artar.) Bu olgu, aynı zamanda, “paranın dönüştürücü gücü”ne, yani paranın iyi’yi kötü, güzel’i çirkin yapan olumsuz özelliğine bağlıdır.

İşte bu nedenle, kapitalizmin genel çelişkisine bağlı olarak, sermaye de özellikle son yüzyılda, bu yönde çoğalarak “kültür endüstrisi”nin ortaya çıkmasına yol açmış, kültür değerleri ve ürünlerinin birer ticarî meta olarak alım satımı özel bir kazanç sektörünü oluşturmuştur. Buysa, bir yandan “eğlence endüstrisi”ni, öte yandan da “sanat ticareti”ni doğurmuştur. Yukarıda verdiğimiz örnek doğrultusunda açıklarsak, kültür değerleri ve ürünleri kâr mekanizması içine sokuldukça kendi özlerine aykırılaşmaya, ama, kazanç oranını arttırmaya yaramışlardır.

Bu arada, ine son yüzyılda, sınai-teknik üretimdeki gelişmeler sonucu, kültür endüstrisi, kitle iletişim araçlarına egemenliği de getirmiş; kamu aracılığıyla kültürel iletişim zengin bir kazanç kaynağı olmuştur. Kendisinden de anlaşılacağı gibi, gerek kültür endüstrisi, gerekse ona bağlı kitle iletişim araçlarına egemenlik, hiç kuşkusuz, kitle kültürünün uluslararası ölçekte yaygınlaşması demek olmuştur.

Nitekim ülkemizde de, son yıllarda kendi çapında bir kültür endüstrisi doğmuştur. Gerek kültür ürünlerinin artık ülkemizde de kârlı bir duruma gelmiş olmasından ötürü kapitalizmin daha önce boş bıraktığı bu alana el atması, gerekse ülkemize özgü biçimde, “çok çabuk ve kolay kâr” mekanizmasının devreye girmesi, kültür endüstrisini hızlandırmıştır. Yine çarpık kapitalizmin belirgin bir sonucu olarak, “eğlence endüstrisi” ülke çapında boy atarken, “sanat ticareti” de büyük boyutlara ulaşmış; bu arada, kitle iletişim araçlarına sermayenin gitgide egemen olması sonunda, kitle kültürü geniş bir yaygınlık alanı kazanmıştır. Hiç kuşkusuz, burada, ülkemizdeki kitle üretim araçlarına egemenliğin, yine dışa, yani uluslararası kitle iletişim araçları tekellerine bağlı olduğunu unutmamak gerekir; çünkü ülkemizde kitle kültürünün yaygınlaşması büyük ölçüde bu yolla olmaktadır.

En önemlisi de, yukarıda belirttiğimiz nedenler dolayısıyla kitlelerin üretken emeklerinin ve üreticiliklerinin baskı altına alınması, çarpıtılması ve birer ticari metaya dönüştürülmesi sonunda, kitlelerin çarpık kültür ürünleri ve değerlerinin üreticisi kılınmasıyla, bir anlamda, edilgenliğe sürüklenmeleri, daha doğrusu, kendi özleri yabancılaştırılmış bir tüketim içine sokularak, gerçek yaratıcılıklarını yitirmeleridir. Hiç kuşkusuz, bunun genel toplumsal-ekonomik nedeni, kitlelerin “tüketim toplumları”nda, “tüketim kültürü” içinde tutulmalarıdır. Çünkü, bilineceği gibi, kültürün gelişmişlik düzeyi, insanın çevresini insanileştirmesinin bir göstergesi olduğu kadar; kültür ürünlerinin niteliği de, insanın yaratıcılık düzeyiyle ölçülüdür. Onun için, kültür, yalnızca insanın ürettiği maddi ve manevi değerleri bize göstermekle kalmaz, ama aynı zamanda, insanın yaratıcı etkinliğinin kendisini de içerir, yani, insanın yaratıcı etkinliği kültürel değerlerin tümünde kendi nesnelleşmesini bulur. Böyle aldığımızda, kültürel değerleri yaratıcı emeğin değil, ama paranın ve kârın oluşturduğu tüketim toplumlarında, kitleler açısından, genel bir kültürsüzleşme olgusunun da ortaya çıkmış olduğunu görürüz. Kültürel değerlerin üreticisi değil, ama geniş tüketimin aracısı durumuna indirgenen kitlelerin, dolayısıyla, kitle kültürü içine sokulmaları hiç de rastlantı değildir. Bu nedenle, kitle kültürünün, aynı zamanda, tüketim kültürü, yani, “kültürsüzleşme” olduğunu burada çok haklı olarak söyleyebiliriz.

Kitle Kültürünü Oluşturan Manevi Nedenler

Kitle kültürünün oluşmasına yol açan manevi-kültürel nedenler, hiç kuşkusuz, kitle kültürünün oluşmasına yol açan maddi-kültürel nedenlere bağlıdır. Buysa yine genelinde, kapitalist üretim biçimi ile kitlelerin kültürel gereksinimleri arasındaki çelişkiden; yani, kitlelerin kendilerini manevi-kültürel alanda geliştirebilme olanaklarını elde edememelerinden kaynaklanır. Ne var ki, aslında istenen de, bu çelişkinin ortadan kalkması ya da aşılması, uyumlu bir çözüme ulaştırılması değil, tam tersine, statusquo’nun sürdürülmesi için bu çelişkinin de sürdürülebilmesi; sonunda, kitlelerin “kişiliksizleştirilmiş” bir yığın haline dönüştürülmesidir. Buradaki çok önemli temel bir etken de, kitlelerin yaratıcı gücünden, toplumsal etkinliğinden duyulan kaygıdır, çünkü, böylesine bir etkinlik, ister istemez status quo’nun içerdiği çelişkiyi ortadan kaldırmaya yönelik olacaktır. Dolayısıyla, kitlelerin kendilerini manevi olarak geliştirebilme isteklerinin, yani, kitlelerin demokratik kültür öğelerinden yararlanabilme yollarının önüne geçilmeye çalışılır. Çünkü toplumda, egemen kesimlerin kültürünün karşıtını oluşturan şey, kitle kültürü değil, ama demokratik kültürdür; onun için, kitlelerin demokratik düşünce biçimi içinde değil, burjuvazinin kendilerine dayattığı düşünce biçimi içerisinde yer alması istenir. Bunun ilk koşulu, toplumda kitleleri etkileyebilecek demokratik düşünce öğelerinin gelişmesini önleyecek önlemleri almaktır. Burada belirleyici amaç, kitlelerin siyasallık-dışı bırakmak, dolayısıyla, kitleleri “zihniyetsizleştirme”ye çalışmaktır. Böylece kitlelerin “gündelik bilinç”le (yani, “bilinçsizce”) değerlendirerek yaşamaları sağlanmış olur; sonunda itleler, “bilinçsiz yığınlar”a dönüşmek durumundadır.

Bu temel önlem sonunda, yani, kitlelerin demokratik düşünce biçimiyle demokratik kültür ögelerinden yalıtılmaları sonunda, yapılacak şey, onlara ortadaki boşluğu dolduracak “ikame kültürler” yaratmaktır. İşte kitle kültürü’nün bu yüzden bir ikame kültürü olarak kullanılışı ortaya çıkar. Kitleler, kendi yaratıcılık güçlerine, kendi gerçek manevi gereksinimlerine yabancılaştırılmış kitle kültürü’nün alımlayıcısı ve tüketicisi haline gelirler.

Bu kültür, gerçek kültürel değerlerin yerini ister istemez “sahte” kültürel değerlerle ikame etmekle kalmaz; ama, kitlelerde yaratılan ideolojik boşluğu burjuvazinin dayattığı görüşlerle de ikame eder. Gündelik bilinç biçimi özellikleri ve düzeyinde aktarılan bu görüşler, hiç kuşkusuz, status quo’nun, yaşanan toplumsal çelişkilerin değişmezliğine, bu çelişkinin sonuçlarından ortaya çıkan genel görüntünün gerçek “insanlık durumu”ymuş gibi gösterilmesine dayanır. Buysa, aldatmacaları, yanılsamaları, ham hayalleri içeren, sahte, gerçeklik-dışı bir dünya görüşünün yaratılmasından; dolayısıyla, “kültürsüz” kitlelerin bu yönde yönlendirilmesinden başka bir şey değildir.

Bundan sonraki aşama ise, kitle kültürü’nün tüm toplumda olumlanışının sağlanmasıdır. Bu burjuva kültürü temelinde seçkinlerin kültürü olarak gören burjuva kültür anlayışları, kitle kültürünü kuramsallaştırmaya çalışırlar. Temelinde kitlelerin bilinçsiz yığınlar, yani, “sürü” olarak ele alınışına, örneğin, Nietzsche’nin “seçkincilik kuramı”na dayanan bu tür görüşler yoluyla kitle kültürü’nün doğrulanmasına çalışılır. Burada, burjuva kültür anlayışlarına düşen bir başka görev de, status quo’nun değişmezliğini koruyacak (yazımızın “Giriş” bölümünde değindiğimiz özelliklerde) kuramlar üretmek; tek-biçimli bir kültür anlayışını yerleştirmektir. Nitekim, ileri sınai toplumlarda teknik gelişmişlik dolayısıyla, kültürel farklılaşmanın ortadan kalktığını öne süren, (örneğin, A. Malraux’çu) “kültürel yakınlaşma” kuramlarının, sonunda “tek bir ürün Avrupa”, ya da “tek bir bütün dünya kültürü”nden (yani, “tek bir burjuva kültürü”nden) söz etmelerinin nedeni budur.

Bütün bunlar, aslında kültürel çelişkinin üstünü örtmek için burjuva ideolojisinin kendisini tüm topluma dayatmak, bölünmesiz tek bir dünya görüşünü yaratmak istemesinin sonuçlarıdır. Amaç, burjuva kültürüne karşıtlık oluşturan demokratik-toplumcu kültür öğelerinin ortadan silinerek, kitle kültürü ile seçkinler kültürü biçiminde kutuplaşan burjuva toplum kültürünün egemenliğini sağlamak; bölünmesiz bir burjuva dünya görüşü ve kültürü yaratmaktır.

İşte tam burada da, kitle kültürü ile seçkinler kültürü’nün niçin aynı ideolojik özellikleri taşıdığı ortaya çıkar. (Sözgelişi, “kadercilik”, umutsuzluk ve kötümserlik düşüncesi çok çeşitli biçimlerde, hem seçkinci düşünce ve sanatın, hem de kitle kültürü sanatının aynı burjuva-ideolojik bir özelliğidir). İkisi de status quo’nun değişmezliği düşüncesinden, çelişkin toplumsal yaşam ile “insanlık durumu”nun özdeşleştirilmesinden kaynaklanır. Seçkinci kültür anlayışlarının, kitle kültürünü yalnızca nitelik açısından sanatsal olarak “mahkum etmeleri”nin, ama, ideolojik olarak olumlamalarının; daha doğrusu, kitle kültürünü onun kendi özüne ilişkin toplumsal-ideolojik açıdan değil, görünüşçe sanatsal nitelik açısından eleştirmesinin başlıca nedeni budur. Onun için, burjuva düşünür ve yazarlar, kitle kültürünü “yozlaşmış” olarak gördükleri halde, burjuva düşüncesi ve sanatını, “çöküşme” içinde olarak görmez ve kabul etmezler. (Örneğin, yaşanan toplumsal bunalım ve çöküşmeyle özdeşleştiği için, modernist-burjuva sanatının en “gerçekçi” sanat olduğunu öne sürerler; ne var ki, bu mantığı doğru kabul edecek olursak, o zaman kitle kültürü sanatının en “gerçekçi” sanat olduğu, büyük bir ters-çelişki olarak, ortaya çıkar!). Oysa, bu ikisinin de kaynağı birdir.

Şunu da unutmamak gerekir, burjuva dünya görüşü ve kültürünün tüm toplum düşüncesinde “dogmalaştırılmaya” çalışılması, aynı zamanda, tutucu-gerici görüşlerin de etkin hale getirilmesine; dinci, mistik, metafizik inançların toplumda yaygınlaşmasına yol açar. Bu gibi görüş ve inançlar hiç kuşkusuz, “bilinçsizleştirilmiş” kitleler üzerinde geniş uygulanma olanağı bulmanın ötesinde, bir çeşit “ikame zihniyet” işlevini de görerek, kitle kültürünü etkiler.

Kitle Kültürünün Genel Özellikleri

Kitle kültürü, öncelikle, toplumlardaki “kültürel çöküşme”nin bir gösterimidir. Bu kültürel çöküşme, bize aynı zamanda, toplumlardaki “Kültür bunalımı”nı gösterir. Bu kültür bunalımı ve kültürel çöküşmenin temelinde de, burjuva insanlık idealleriyle toplum düzeninin buna elvermezliği arasındaki derin çelişki yer alır. Buysa, burjuvanın ideal ve çıkarlarının tüm toplumun ideal ve çıkarlarıyla uyumlu hale getirilememiş olması demektir; çünkü, kapitalist üretim biçimi, yabancılaştırma özelliğinden ötürü, üretimi dolayısıyla kültürü insani kılamamakta, dolayısıyla, insanın çevresini insanileştirmesi demek olan kültürü topluma yerleştirememektedir. Çünkü, insanın çevresini saran dünyanın öylesine düzenlenmesi gerekir ki, insan bu çevrenin içinde gerçekten insani olan şeylerin deneyini edinebilsin; yani, eğer insanı biçimlendiren kendi çevresiyse, çevresinin insanileştirilmesi gerekir. Oysa, kapitalist üretim biçimi, insanın çevresini kendisine insani kılamayışıyla, yani, kültürü insani olmaktan çıkarışıyla belirgin özelliğini kazanmaktadır. Bu durumda çevrenin (toplumun) salt kapitalist tüketim kültürüne göre düzenlenişi demek, kültürün “para kültürü”ne göre kâr mekanizmasına göre düzenlenmesi, tüketen kitle kültürünün sonunda yaratılması demektir ki, bunun genel maddi-manevi nedenlerini daha önce görmüş bulunuyoruz. O zaman şunu söyleyebiliriz ki, kitle kültürü’nün başlıca özelliği, kültürün insana, “yabancılaşması”nın, yani, “kültürsüzleşme”nin, “kültürün kendi özüne aykırılaşması”nın bir anlatımı olarak, “insani olmayışlık”tır; yani, “gayri-insani kültür”dür kitle kültürü.

Bunun doğal bir sonucu olarak, ikinci başlıca özelliği, “soysuzlaşma”, ya da “çarpıklaşma”, “gitgide bozulma”, “niteliksizleşme”dir. Burada, daha önce açıklamaya çalıştığımız, kitle kültürünün oluşmasına yol açan maddi-manevi nedenlerin büyük etkisini görmemek olanaksızdır. Örneğin maddi kültür anarşisine bağlı olarak manevi kültür anarşisi’nin, değer karmaşası’nın getirdiği çarpıklık; lumpenleşme, sınıf-yitirme olgusunun yol açtığı niteliksizleşme; özellikle kültür emperyalizmi sonucu soysuzlaşma, tüketim ekonomisinin sanatsal-kültürde yol açtığı bozulma; bir de tüm bunların birbirleriyle karşılıklı ve içiçe etkileşmesi!

Hele bu yönde ülkemize baktığımızda, kitle kültürünün ne denli tehlikeli boyutlara ulaşmış olduğunu görürüz. Çünkü, şunu hemen anımsatalım, kitle kültürü yalnızca yoksul kitlelerin değil, ama tüm toplumsal kesimlerin tüketimine ve etkilenme alanlarına uzandırılmış bir kültür olup, ülkemizde burjuvazinin kendisini de derinden etkilemektedir. Bunun başlıca bir nedeni, burjuvazimizin güçsüzlüğü olduğu kadar; “çabuk zenginleşme” sonucu, egemen kesimlerin kendilerinin de kesin bir kültür bunalımı içinde oldukları, kültür emperyalizmi öğelerini olduğu kadar, feodal kültür öğelerini de bir arada yaşamaları, dolayısıyla, soysuzlaşma’ya, çarpıklaşma’ya, niteliksizleşme’ye zaten açık oluşlarıdır. (Bu anlamda, örneğin, sosyetede verilen “Dallas partileri” ile sokaktaki “Dallas kebapçısı” arasında bir fark yoktur). Dışa bağımlı az gelişmiş, çarpık kapitalizmin, hiç kuşkusuz, kaçınılmaz sonuçlarıdır bunlar. Nitekim, bizim vurgulamak istediğimiz şey de, ülkemizdeki kitle kültüründe görülen olumsuz özelliklerin, burjuvazinin kültür özelliklerinin yalnızca sonuçları değil, ama onun nedenleri de oluşudur. Bu nedenle kaygımız, kitle kültürü’nün neredeyse tüm bir toplum kültürü haline gittikçe dönüşmesidir, çünkü, yeniden üretimi, gerçek ilerlemeye yönelik üretimi elinden alınmış burjuva kültürümüzü sanırız gittikçe daha çok “kültürsüzleşme”den, “aranjlaşma”dan başka bir son beklemiyordur. (Kitlelerin “dolmuş müziği”nin aynı zamanda burjuvanın “gazino müziği” oluşu, “ulusal kültür”ün bir belirtisi değildir her halde).

O zaman şunu da söyleyebiliriz ki, “kitle kültürü”nün yukarıdaki nedenlere doğal bağlantısı sonucu bir başka özelliği de “kişiliksizleşme”dir. Ülkemizde herhangi bir sanatsal-kültürel olgu, ne denli kişiliksizleşiyorsa o denli kitle kültürü içinde yer alıyordur, ya da tam tersi, kitle kültürü toplum içinde ne denli yaygınlık kazanıyorsa, toplum da o denli kişiliksizleşiyordur. “Kültür bunalımı” içinde yaşayan toplumlarda, “kültür kişiliği” aramamız doğal olacak. zaten kitle kültürünün herkese uygun düşecek (yani, herkesin insani kişiliğine aykırı düşecek) hale getirilmesinin nedeni de budur. Öyle ki, çarpık üretimin, tüketim ekonomisinin, kendisini oluşturan maddi-manevi nedenlerin tüm sonuçlarının gücüne bağlı olarak, kitle kültürü ortada nitelikli olan ne varsa onu niteliksizleştirmekte, soysuzlaştırmakta, “gayri-insani” hale getirmektedir. Kişilerin estetiksel beğenilerinin düzeyini en aşağısına indirgemekte, herkesin en diplerdeki ortak paydada buluşacağı estetiksel beğeniyi oluşturmaktadır.

Tüm yukarıda sözünü ettiğimiz özellikle birleşecek biçimde, onların ayrılmaz bir parçası olarak, kitle kültürünün bir başka özelliği de, çöküşmüş burjuva ideolojisi’ni yansılamasıdır. Bunun en belirgin yanıysa “gerçeklikten kopma”dır. Bir “ikame kültür” olarak, bir “bilinçsizleştirme”, “zihniyetsizleştirme” olarak kitle kültürünün çöküşmüş burjuva ideolojisini gündelik bilinç içinde kendinde taşıyışını göz önüne alırsak, onun bütün gerçeklikten kaçma özelliklerini de birlikte görürüz. Bunun başlıca belirtisi, toplumsal ham hayallerin, aldatmacaların, yanılsamaların yaratılmasıdır; gerçekleştirilemeyen insanlık ideallerinin yerine ham hayallerin ikame edilmesi, çöküşmüş burjuva ideolojisi için kaçınılmazdır. “İnsanın değişmez doğası!” gibi sunulan bu “gayri-insani” insan özellikleri tüm kitle kültürünün en ağır basan yanıdır. Bu nedenle, kitle kültürü sanatı, toplumsal gerçeklikten kaçma, ya da sahte-gerçeklikler üstüne kurulmalarla doludur. Yanılsamalara dayanan, kadercilik, kötümserlik, umutsuzluk; zorbalık, vurdu-kırdı, suç dünyası; bilim-kurgu, doğa yıkımları, savaşlar; tüm bu “burjuva yaşamı cehennemi”nin karşıtını oluşturan “burjuva yaşamı cenneti”, yani, açık saçıklık, kadın pazarı, serüvencilik; bir başka deyişle, toplumsal yaşamın yapısına “kötülük” olarak ekilmiş ne varsa, hepsi kaçınılmaz, günün “ampirik gerçeği”, “insanlık durumu” olarak ortaya konur; bütün bu “cehennemi” yaratan, ama aynı zamanda onun “cenneti”nden yararlanan kapitalist toplum kahramanları (yani, “Süpermen”ler, “James Bond”lar, “J.R”lar, vs.) ise, “idoller” olarak verilir, ki burada da kitle kültürünün “bireycilik” özelliğini apaçık görürüz. Tabi, ne yazık ki, bu tür insanları ortaya çıkaramayan ülkemizde ise, “toplumsal kahraman ancak “Şaban tipinde nesnelleştirilir (çünkü, tüm bu kültürel çöküşme içinde geriye kalan biricik kahramansı “insani yol Şabanlık’tır; nitekim onun tam karşıtı toplumsal kahramanı da “Kastelli tipi oluşturur. Hiç kuşkusuz, bu arada, feodal kesimlere verilen ödün olarak, falanca “Cihan pehlivanını, “Baltacı Mehmet Paşayı, “Kara Murat”ı, filanca “Hz. Muhammed’in Fdaisi”ni de saymamız gerekir. Eh, nerede o günler!). oysa, herkesin “kahraman” olacağı bir toplumda hiç kimsenin kahraman olamayacağı çok açıktır; tıpkı “her mahallede bir milyoner”in herkesin yoksullaşmasını gösterdiği gibi. İşte, bu anlamda, kitle kültürü,. Yukarıda da değindiğimiz gibi, kitlelerin varlıksızlaşmalarını amaçlayan “bireyciliğin propagandası”nı yapar. “Köşeyi dönme” en büyük insani amaç haline gelir; üstelik bu, herkese tanınmış bir eşitlik hakkıdır, çünkü, “talih kuşu herkesin başına konabilir”! Yeter ki insan bu çarpık düzenin nimetlerini kavramış, “uyanık” kişi olsun! Görüldüğü gibi, kitle kültürü aynı zamanda kendi içinde “zıtların birliği”ni de taşımaktadır. Yani, hem büyük “ütopyalar”, hem büyük “kadercilik”; hem büyük “kahramanlar”, hem küçülmüş insanlar; hem zenginleşme ideali, hem yoksullaşma; hem saldırganlık, hem boyun eğme; hem terör, hem çilecilik; yani, “insani olmayan” tüm birbirine karşıt, ama birbirleriyle bütünleşen insan özellikleri bir araya gelmiştir kitle kültüründe.

İçeriğinde, özünde çöküşmüş, biçiminde niteliksiz; üstelik tüm nitelikli sanatları ve insani nitelikleri kendisiyle birlikte soysuzlaştıran bir kültür-sanat. İşte burjuvazinin “son harikası”! Bütün bu yöndeki kitle iletişim araçlarından bunu “taksitle” satın alabilirsiniz. (Yalnız burada önemli bir yanılgıya da dikkati çekelim, kitle sanatının yaygınlaşmasını sağlayan şey kitle iletişim araçlarının varlığı değil, kitle iletişim araçlarının kullanılma biçimleridir; yani, tıpkı kitle kültürünü oluşturan şeyin teknik-sınai gelişme değil, çelişkin üretim biçiminin kendisi olması gibi).

SONUÇ

Kitle Kültürünün Aşılması

Kimi yazarlarımızın sandığı gibi, kitle kültürü, kitlelerin yaratmış olduğu değil, kitleler için yaratılmış olan bir kültür biçimidir; dolayısıyla “suç”, kitlelerde değildir. Dolayısıyla, kitlelerin “arabesk müzik” dinlemesini, “fotoroman” okumasını; “futbol maçları”na, “türkücü filmleri”ne gitmesini, “açık saçık yayın” okumasını, “gecekondularda” oturmasını, “lahmacun” yemesini, “Dallas’ı izlemesi”ni; yani, “kültürsüzleştirilmiş”, “gayri-insani” kültürel-sanatsal değerler içinde “lumpen”, “montaj”, “tüketim” kültürü içinde yaşamasını; “yabancılaşmış bir dünya”nın insanları olmasını; “zihniyetsiz”, “bilinçsiz” yığınlar oluşturmalarını; kültür anarşisi, kültür çöküşmesi, kültür bunalımı içinde olmalarını kimse suçlayamaz, ama kimse de olumlayamaz.

Tüm sorun, kitle kültürünün nasıl aşılabileceğidir. Daha doğrusu, geniş halk kitlelerinin kültürsüzleştirmenin batağından nasıl kurtulacağıdır. Hiç kuşkusuz, kitle kültürü, “gayri insani” bir biçim altında da olsa, yine de kitlelerin gündelik estetiksel beğenilerine, kültürel gereksinimlerine; özlemlerine, yaşamsal varlıklarına karşılık vermektedir. Sorun, burjuva ideologların düşündüğü biçimde, kitle kültürünü temelinde, “yapısal” olarak kabullenerek, onu toplumsal yaşama “eklemleştirmek”; “biçemsel” çözümlemelere girişerek bunların “yerlemler”ini saptamak; ya da tam burjuvaya özgü ikiyüzlülükle, bunları hem “aşağılamak”, hem de nedenlerini olumlayacak biçimde, her nedense bunlara özünden “eleştiri” getirmeksizin davranmak, ampirik gerçeklikleri içinde doğrulamak, hatta, “çağdaş” yaşama uydurmaya çalışmak değildir her halde.

Öte yandan, sorun, “popülist” bir yaklaşımla, kitle kültürünü “edilgen”, “Nasrettin Hoca’vari” bir biçimde, kendiliğinden dönüşüme uğrayacağını, ya da onu “dolayımlı” yoldan bir eleştiri aracı haline geleceğini; kapalı toplumlara uygun biçimde, “durağan bir karşı koyma gücü” oluşturacağını, tüm doğruluk payına karşın, sanmak da değildir. Çünkü, bu yolla da, kitle kültürünün içinde barındırdığı varsayılan toplumsal eleştirinin zamanla “yalama olması”na yol açacaktır.

Kitle kültürünün zamanla ortadan kalkacağı ise, liberalist bir düşüncenin olduğu kadar; ister istemez tam karşıtını oluşturan tutucu görüşlerin bir yanılsamasıdır. Çünkü, ne kitle kültürü seçkinci burjuva kültürü içinde eriyebilir, ne de tutucu görüşlerin dayandığı güçler kitle kültürünü ortadan kaldırabilecek koşulları yaratabilir; çünkü bu ikisi de, genel sistemin birbirine karşıt, ama bağdaşık yanlarıdır. Dolayısıyla, bunlar kitle kültürüyle sonunda birleşirler.

Dolayısıyla, kitle kültürünün aşılması, ancak onun gerçek karşıtının oluşturulmasına, yani, gerçek kültürleştirmenin var edilmesine bağlıdır. Bunun yolu da toplumla halkçı, demokratik kültür öğelerinin güçlendirilmesinden geçer. Bu kültür öğeleri, kitleleri üretimlerinde insanileştirmeye, zihinsel olarak bilinçlendirmeye, dönüştürücü bilinç dolayısıyla yabancılaşmadan kurtarmaya, kültürel gereksinimlerini kendi insani özlerinde uygun bir biçimde karşılamaya, kişilikleştirmeye, vb. yöneliktir. Ancak böylesine bir seçeneğin güçlendirilebilmesi; sonuçta, kitle kültürünü oluşturan nedenlerin ortadan kaldırılmaya çalışılması, kitle kültürünün aşılmasına olanak sağlayabilir.


Bilim ve Sanat, Kasım 1982


 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın