1840’larda Marks ve Engels, ‘hakiki’ sosyalizm olarak tanımlanan entelektüel bir akıma, karşı en başarılı polemiklerinden birisini başlatıyorlardı. “Hakiki” sosyalistler -diye yazıyorlardı Alman İdeolojisi’nde- sorunu, belirli bir sınıfın ya da belirli bir zamanın gereksinmeleri sorunu olarak değil, ‘akla en uygun’ bir toplumsal düzen sorunu olarak gören yanılsamaya safça bel bağlıyorlar. Gerçek tarihsel temelleri tümüyle terkedip ideoloji temelinde karar kıldılar. Gerçek insan varlıklarıyla değil, “İnsan”la ilgilenen hakiki sosyalizm, tüm devrimci coşkusunu devrimci özünü yitirdi ve bunun yerine evrensel insanlık sevgisini koyduğunu açıkça ilan etti.”(1) “Bu hakiki sosyalistlerin, filozoflar gibi tüm gerçek kopuşların kavramsal kopuşlardan kaynaklandığına inanıyorlarsa, neden toplumdan sözettiklerini anlamak güçtür. Keza, felsefi olarak kavramların gücüne inanma temelinde, bir bireyin kalkıp, şu ya da bu şekilde kavramları ‘ortadan kaldırmak’ suretiyle, ‘yaşamdaki bölünmeyi ortadan kaldırdığını’ varsayabilirler.”(2) ‘Hakiki’ sosyalizm Komünist Manifesto’da şöyle özetlenmektedir: Sosyalizm, “bir sınıfın, bir başka sınıfa karşı mücadelesini ifade etmekten vazgeçeli,… (‘hakiki’ sosyalist), hakiki gereksinmeleri değil, Hakikat’in gereksinmelerini; proletaryanın değil, İnsan Doğası’nın; genel olarak hiçbir sınıfa ait olmayan, hiçbir gerçekliğe sahip olmayan yalnızca felsefi fantezinin bulanık ülkesinde yaşayan İnsan’ın çıkarlarını temsil etme bilincindedir.”
Öyle görünüyor ki, 1980’lerde ‘hakiki’ sosyalizmin yeniden dirilişine tanık olmaktayız. Marksist ‘ekonomizm’i ve ‘sınıf indirgemeciliği’ni reddetmekle övünen yeni ‘hakiki’ sosyalizm (YHS), sınıfı ve sınıf mücadelesini sosyalist projeden çıkartıp attı. Bu akımın en ayırdedici özelliği, ideoloji ve politikanın toplumsal temelden ve daha özel olarak da sınıf kurumundan özerkleştirilmesidir. Marksizm’e atfedilen, ekonomik koşulların otomatik olarak politik etkilere neden olduğu ve proletaryanın, kendi sınıfsal konumundan dolayı kaçınılmaz bir şekilde sosyalizm mücadelesini yüklenip sürdürme durumunda bulunduğu yolundaki düşünceye karşı YHS, ekonominin mutlaka politikaya tekabül etmesi zorunluluğu bulunmadığını ve işçi sınıfının sosyalizm mücadelesi için ayrıcalıklı bir konuma sahip olmadığını ileri sürmektedir. Bunun yerine, sosyalist bir hareket, ekonomik sınıf koşullarından görece (yoksa mutlak mı?) olarak özerk, kaba maddi sınıf çıkarlarıyla değil, `insanlığın evrensel çıkarları’nın rasyonel çekiciliği ile motive edilen ideolojik ve politik araçlarla kurulabilir. Bu teorik düzenlemeler, işçi sınıfını sosyalist projenin merkezinden fiilen çıkartmakta ve sınıf çelişkilerinin yerine ‘vaz’ etmeye değgin ya da ideolojik ayrılıkları koymaktadır.
YHS bir dizi politik tavrı içermekte ve çeşitli entellektüel janr’larda ifadesini bulmaktadır. Temsilcileri arasında, politika ve ekonomi teorisyenleri, ideoloji ve kültür analistleri ve tarihçiler sayılabilir. Çok geniş bir bilgi alanını kapsamakta ve örneğin, Ernesto Laclau, Perry Hindess, Paul Hirst ve Gareth Stedman Jones gibi çeşitli üslupları içermektedir. YHS’nin İngiliz dilindeki en önemli teorik organlarından birisi, İngiliz Avrokomünizminin teorik yayını olan Marksizm Today’dir. Ancak, YHS, anakaradaki ve İngiltere’deki Avrupa komünizmiyle teorik ve politik olarak çok yakından bağlı olmakla birlikte, Atlantik’in her iki yakasında, komünistlerden İşçi Parti’lilere kadar oldukça geniş bir sosyalist saf içerisinde temsilci bulabilmektedir.
YHS, büyük ölçüde ‘yeni reviryonizm'(3) denilen olguyla tanımlanabilir; ancak, politik görüşlerini, bir yandan Marksist geleneğin parçası olduğu iddia edilirken, bir yandan da, bu gelenekten temel kopuş noktalarını ve bu geleneğin temel önermelerine yönelik bir reddedişi ifade eden ve özenli bir şekilde işlenmiş teorik formülasyonlarla besleyen bu ‘yeni revizyonistler’i saptamak için bile olsa, ayrışma noktalarının anlaşılması gerekmektedir. ‘Yeni revizyonizm’ terimi, genelde belirli politik ilkeleri paylaşan bir ‘düşünce yelpazesi’ni temsil etmektedir. Bu ilkeler, özellikle ‘yeni toplumsal hareketler’in yol göstericiliğinde, ‘demokratik mücadeleler’ nezdinde sınıf politikasının önceliğinin özellikle altı çizilerek reddedilmesini kapsamaktadır. Bu politik ilkeler, YHS için, toplumsal gerçekliğin ya da en azından, bu gerçekliği ifade eden teorik araçların bütünsel bir yeniden değerlendirilişini gerektirir. Bu teorik yeniden ele alışa en büyük katkıyı sağlayanların, ‘yeni revizyonist’ yelpazenin en sağında yer alma eğiliminde olduklarını ve yoldaşlarının çoğunun çok aşırı bulacakları pozisyonlara savrulduklarını söylemek de muhtemelen doğru olacaktır. Sağa kayma oranı ile teorik incelme ve karmaşıklık, daha da ötesi, gösteriş ve bulanıklık arasında doğrudan bir.karşılıklı ilişki bulunduğu bile ileri sürülebilir. Ne de olsa bu çalışmanın temel sorunları, hem teorik yeniden yapılanmaya adanan, hem de akımın politik sağında yer alan yelpazenin bu parçasıdır.
Bu hareketin farklılığına ve bütün üyelerinin, aynı ilkeler konusunda bütünüyle ve aynı derecede açık olmamaları ya da bunlara bağlanmamaları olgusuna karşın, eğilimin mantığını göstermek için, bir kaç ana önerme biçiminde maksimum bir tür yapı kurabiliriz:
1) İşçi sınıfı, Marks’ın umduğu gibi, devrimci bir hareket yaratmadı. Bu, onun (işçi sınıfının) ekonomik durumunun uygun ve gerekli bir politik güç olarak düşünülen şeyi ortaya çıkartmadığı anlamına gelmektedir.
2) Bu ise, genelde ekonomi ile politika arasında zorunlu bir ilişki bulunmadığı olgusunu ifade etmektedir. Sınıf ve politika arasındaki herhangi bir ilişki şarta bağlı ve rastlantısaldır. Başka bir deyişle, ideoloji ve politika (görece mi? mutlak mı?) ekonomik (sınıfsal) ilişkilerden bağımsızdır; ve a posteriori (sonsal) olarak politik terminolojiye tercüme edilebilecek ‘ekonomik’ sınıf çıkarları diye bir şey yoktur.
3) Daha özel olarak, bu önermeler, işçi sınıfı ve sosyalizm arasında zorunlu ya da özel bir ilişki olmadığı ve gerçekte işçi sınıfının sosyalizmde ‘temel bir çıkarı’ bulunmadığı anlamına geliyor.
4) Bundan dolayı, sosyalist bir hareketin oluşumu, ilke olarak sınıftan bağımsızdır ve sosyalist politika, ekonomik (sınıfsal) koşullardan aşağı yukarı tümüyle bağımsız olarak oluşturulabilir. Bu, özel olarak iki anlama gelmektedir:
5) Politik bir güç, ideolojik ve politik düzlemlerde oluşturulabilir ve örgütlenebilir; birbirlerine bağlanabilen ve sınıf bağlantılarından ya da bunlar arasındaki karşıtlıklardan bütünüyle bağımsız olarak, yalnızca ideolojik ve politik araçlarla motive edilebilen çeşitli ‘halk’ unsurlarıyla kurulabilir.
6) Sosyalizmin özgün hedefleri, sınıf çıkarları yaklaşımında ifadesini bulan dar maddi amaçlardan çok, sınıfı aşan, insanın evrensel amaçlarıdır. Özerk ideolojik ve politik düzlemde bu amaçlar, maddi sınıfsal konumlarını gözönüne almaksızın, farklı insan gruplarını gözetir.
7) Sosyalizm mücadelesi özel olarak, pek çok eşitsizlik ve baskı biçimlerine karşı direnişleri biraraya getiren ‘demokratik’ mücadeleler çokluğu olarak düşünülebilir. Aslında, sosyalizm kavramının yerini ‘radikal demokrasi’ kavramının alması bile mümkün olabilir. Sosyalizm, liberal demokrasinin aşağı yukarı doğal bir uzantısıdır; ya da gelişmiş kapitalist toplumlardaki şekliyle ‘demokrasi’ sınırlı bir biçimde de olsa, her durumda ilke olarak ‘belirlenmemiş’tir ve sosyalist demokrasiye uzanmaya elverişlidir. (YHS’nin, Amerika Birleşik Devletleri’nde, Samuel Bowles ve Herbert Gintis gibi yazarların ellerinde son derece ince bir şekilde işlenerek geliştirilen özellikle böyle bir önerme biçiminde varolduğu vurgulanmaya değer).
Sosyalist projenin sınıfsızlaştırılması, yalnızca, bundan böyle sınıfların ortadan kaldırılmasıyla bir tutulamayacak olan sosyalist amaçların yeniden tanımlanışını değil, aynı zamanda toplumsal ve tarihsel süreçlerin materyalist çözümlemesinin reddini de ortaya çıkartmaktadır. Bütün bu tartışmanın mantığının, maddi üretimin, toplumsal yaşamın oluşumunda en nihayet ikincil bir role indirgenmesini gerektirdiği çok açıktır. Sosyalist projenin özel bir sınıfla olan bağlarının kesilmesiyle, ona, kimliğinin, birleşme ilkelerinin, amaçlarının ve toplu eylem kapasitesinin, kendine özgü bir toplumsal ‘ilişkiler ya da çıkarlar ağı içerisinde köklerini salmayan, fakat politika ve ideolojinin kendisi tarafından oluşturulan toplumsal topluluklarda -‘halk ittifakları’nda- yeniden bir yer bulunmaktadır. Böylece YHS, tarihsel güçlerin belirli maddi yaşam koşulları üzerine oturmadığını ve stratejik güç ve eylem kapasitesi üzerinde hak iddia eden kollektif faillerin, toplumsal maddi yaşantı örgütlenmesi içerisinde bir temeli bulunmadığını ileri sürmektedir. Tam olarak ifade etmek gerekirse, stratejik güce sahip olunması ve kollektif bir eylem kapasitesi, toplumsal dönüşümün faillerinin saptanmasında temel bir kriter olarak ele alınamaz.
İdeoloji ve politikanın özerkleştirilmesi yönündeki teorik eğilim en sonunda, toplumsal yaşamın egemen ilkesi olarak bir dil ya da ‘vaz’ kurulmasına ve belirli ‘post-Marksist’ eğilimlerin, yapısalcılık- sonrası ile, yani ideoloji ve bilincin toplumsal ve tarihsel temelden nihai olarak kopartılışı ile örtüşmesine doğru bir sürüklenmeyle birlikte gelişir. Toplumsal gerçekliğin dil içerisinde bu şekilde eritilmesinde beliren çatlaklar, bu yaklaşımın yuvarlaklığı ve son olarak da nihilizmi, Perry Anderson tarafından son derece güçlü bir şekilde ortaya serildi. (4) Bizim bakış açımızdan önemli olan nokta, bu yaklaşımın, toplumsal ve politik güçlerin ‘vaz’ etme’nin kendisiyle oluşturulduğunu varsayan politik bir stratejiye, nasıl olup da toplumsal ilişkiler çerçevesinde küçük bir dayanak gözüyle baktığıdır.
Böylelikle, YHS projenin tipik öznesi, kendi kökenleri belirsiz olan özerk bir ideolojiden türemenin dışında ayırdedilebilir bir niteliği bulunmayan ve yaygın olarak kabul gören, bir gevşek kollektivite, bir halk ittifakı olarak gözükmektedir. YHS’nin bu öznesinin, henüz belirli bir kimliğe sahip olmadığı bütünüyle doğru olmayabilir. Yeni `hakiki’ sosyalistler, sosyalizmi oluşturan doğal unsurların, ortak zeminleri kaba maddi çıkarlar değil, bir akıl ve kanaat hassasiyeti olan ‘doğru düşünen’ kişiler olarak nitelenebilecek insanlar olduğu yolundaki görüşü paylaşıyor gözükmekteler. Daha özel olarak, entellektüeller bu çerçevede son derece önemli bir rol üstlenme eğilimindedir. Entellektüellerin önceliği bazı durumlarda çok açık bir şekilde ortadadır; ancak böyle olmayan durumlarda bile YHS projenin zorunlu bir şekilde, ideoloji ve ‘vaz’ etme araçlarıyla ‘toplumsal failler’in oluşturulmasından daha az önemli olmayan bir görevin yerine getirilmesi konusunda güvenmesi ölçüsünde, entellektüellere sosyalist proje içerisinde son derece önemli bir rol yüklediği söylenebilir. Bu durumda, ‘halk’ın gövdesini oluşturan ve henüz inkişaf etmemiş kitle, entellektüel önderlerinden, vaz ‘etme’nin taşıyıcılarından edindiğinin dışında kollektif bir kimlikten hala yoksun olarak kalmaktadır.
Böylece modelimize son bir ilke daha ekleyebiliriz:
8) Bazı tip insanlar, evrenselci ve rasyonel sosyalizm vaz’ına, karşı ötekilerden daha hassas, dar maddi -ya da Bentham’in kullandığı deyimle, ‘uğursuz’- çıkarların ötesinde, insanın evrensel amaçlarına bağlanmakta daha yetkindir; ve sosyalist hareketin doğal bileşimini bunlar oluştururlar. (Burada şu karşıtlığı, gerçekten uzlaşmaz olan şu çelişkiyi vurgulamak gerekiyor: Bu önerme, bir yanda rasyonel, insanî amaçlar ve öteki yanda da maddi çıkarlar arasında kurulmaktadır).
Bütün YHS’nin üzerinde ortak olarak birleştiği en azından bir önermesi bulunmakta: Sosyalizm mücadelesinde işçi sınıfının özel, ayrıcalıklı bir konumu sözkonusu değildir. Bu mücadele içerisinde, işçi sınıfının sınıfsal konumu, herhangi başka bir sınıfınkinden daha doğal ve kendiliğinden bir şekilde sosyalist politika yaratamaz. Ancak, bazıları daha da öteye götürür işi: İşçi sınıfı -ya da ‘geleneksel’ işçi sınıfı -bir sosyalist politika üretme konusunda, asıl olarak öteki toplumsal gruplardan daha az olanaklıdır. İşçi sınıfının devrimci olma zorunluluğu bir yana, onun temel karakteri karşı- devrimci, ‘reformist’, ‘ekonomist’tir de.
Ancak, buradaki argümanda bir çelişki sözkonusudur. Temel ilke, politika ve ideolojinin sınıftan özerkliği iken, şimdi, en azından işçi sınıfı üzerinde tartışılırken, ekonomik-sınıfsal konum ideolojiyi ve politikayı -Marks’ın düşündüğü biçimde olmasa da- belirlemektedir. Bu argüman, kendisini yok etmekten kurtaracak olan tek şey, ekonomik koşulların, öteki fenomenlerin kendisinden özerk olma derecelerini belirlediği ya da -o çok sevilen Althusserci formülün uygulanması çerçevesinde- ekonominin yalnızca ‘durumun’ yada ‘an’ın belirleyicisi ya da egemeni olacağını belirlemesi anlamında, son çözümlemede belirleyici olduğu düşüncesidir. Bazı ekonomik koşullar, ekonominin kendisinin egemen olacağını belirler. Daha geleneksel terimlerle söylemek gerekirse, bu argüman, başka koşulların, çok daha büyük bir entellektüel ve ahlaksal bir özgürlüğü, diğer bir deyişle, ‘doğru düşünceli’ olabilmek için daha geniş bir kapasiteyi ve böylece de sosyalist vaz’etmeye karşı çok daha derin bir hassasiyeti olanaklı kıldığını, belirli bazı sınıfsal koşulların da, insanların maddi zorunluluklara bağlı kalacaklarını belirlediğini söylemekten ibarettir.
Böylece insanlar, maddi koşullara karşı olan bağımsızlıkları ve bundan dolayı da rasyonel, evrensel amaçlara yönelme kapasiteleri arttıkça, sosyalist politikaya karşı daha bir ılımlı ve eğilimli olacaklardır. İşçi sınıfının, sosyalist politika için daha az uygun bir yapıcı faktör olmasının nedeni, yalnızca maddi sınıfsal çıkarlarının ‘ekonomist’ ya da ‘reformist’ bir politika üretme eğiliminde olması değil, daha çok, bunun, bütünüyle maddi çıkarlar tarafından zorunlu kılındığı olgusudur. Ve böylelikle sosyalist teori, soyunun izleri, uzun politik düşünce tarihi içerisinde Platon’un antidemokratik felsefesine kadar uzanan klasik tutucu bir ilke üzerinde, fakat daha çok, daha sonraki bu Platonik Marksizm üzerinde yeniden oluşturulur.
İşte, yeni ‘hakiki’ sosyalizm budur. Söylemek gereksiz; onda, yeni olabilen gerçekten pek az şey var. Büyük ölçüde, eskimiş ve basit sağ kanat sosyal demokrat reçetelerin bir yinelenmesinden başka bir şey değil. Kapitalist demokrasinin sosyalizmi üretmeye ‘uzanması’ gerektiği ya da sosyalizmin, bütün sağduyulu insanlara sınıftan bağımsız olarak çekici gelebilen daha yüksek bir yaşam idealini temsil ettiği düşüncesi, örneğin Ramsey MacDonald’a ya da hatta, oraya kadar gidilirse, John Stuart Mill’e bile bütünüyle tanıdık bir düşünce olarak gelecektir. YHS konusunda yeni olan şey, temsilcilerinin, Marksizmin ya da onun bir devamının (‘post- Marksizm’) geleneği içerisinde işlev gördükleri konusunda ısrarlı olmalarıdır. Marksist gelenekten en radikal bir şekilde kopan ve YHS yelpazesinin en sağma, en kesin bir şekilde kayan Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe gibileri bile hala, ancak ‘marksist teorinin geçerlilik alanını ve savlarını daraltarak'(5) bu düşüncenin Marksizmin başlıca kurucu geleneklerinden birisi olduğunu iddia etmektedir. Bu iddialar, daha özenli, incelikli teorik oyunlar peşinde koşmayan geleneksel sosyal demokrasinin çok daha açık ve gösterişsiz oportünizmi ile keskin bir karşıtlık içinde bulunan, gündemin özellikle karmaşık, gösterişli ve -söylenmesi gerekiyor- kaçamak teorik kıvırmalarının en karakteristik özelliklerinin bir kısmını açıklamaktadır.
Bu eğilimin neden ortaya çıktığı, neden şimdi amacına ulaşıyor olduğu ve neden, ayağını basabileceği böylesine sağlam bir zemini özellikle İngilizce konuşulan dünyada bulduğu gibi, ortada duran soruların yanıtlanması gerekiyor. En genel anlamıyla bu eğilim, kuşkusuz, geçtiğimiz on yıl içerisinde solu etkileyen daha kapsamlı bir eğilimin bir parçasıdır; ya da, yine kuşkusuz, dünyanın çeşitli yerlerindeki sosyalistlerin yenilgileri ve düşkırıklıkları ile koşullanmaktadır. Bununla birlikte, Ralph Miliband’in ‘yeni revizyonizm’ üzerine yaptığı yorumlarda işaret ettiği gibi, bu fenomenin, öteki ülkelerde ve özellikle en dikkat çekici bir biçimde, bir ‘yeni revizyonizm’e değil, anti-komünist bir histeriye ve karanlıkçılığa, dinsel ve laik topyekün bir geri çekilişe yol açtığı Fransa’da çok daha tehlikeli ve yıkıcı biçimler aldığı (6) önemle vurgulanmalıdır. YHS İngiltere’de elbette bu derinliklere ulaşmadı; ve böyle bir bakış açısından, kendisini Marksist gelenekten tümüyle kesip ayırmayı reddedişi, bu reddediş insanı nasıl yanıltırsa yanıltsın, bazı sosyalist değerlere bağlı kalındığını dile getiren olumlu bir ifade olarak değerlendirilebilirdi. Ancak sözkonusu olan, temel sosyalist konumların çok önemli bir ölçüde terkedilmesidir. Dolaysız teorik öncelleri, Althussercilikteki kökleri, 1968 dönüm noktasının teorik-politik formasyonuna kadar geriye gitse de, YHS akımının ortaya çıktığı dönem aşağı yukarı 1976-1985 yılları arasıdır. Teorik zemini ortaya çıkarttığımızda göreceğimiz gibi, 1960’ların radikalizmine eklemlenen, Althusserci teori tarafından biçimlendirilen bir Maoculuktan hareket eden, Avrupa komünizmine ve onun sağına yönelen tipik bir yörünge sözkonusuydu. Althusser’den Poulantzas’a ve Laclau’ya uzanan çizgi, eleştirel bir kırılma noktasına damgasını vuran 1970’ler ortasıyla birlikte, YHS’in teorik ve politik gelişiminin grafiğini aşağı yukarı göstermektedir. İngiltere’de Hindess ve Hirst tarafından paradigmatik bir yol izlendi. 1975-76 yılları onlar için önemli bir dönüm noktası anlamına geliyordu ve bu sıralarda, Maocu-Althusserciliğin son kalıntılarından, Althussercilik-sonrası sağ kanat Laborizm’in(*) başlama noktalarına doğru uzanan mesafeyi, bu kısa iki yıllık boşlukta katetmekteydiler. Ötekiler de, benzer yolculukları bir dereceye kadar farklı politik çevrelerde yaptı; örneğin bunların pek çoğu, İngiliz komünizminin sınırları içerisinde kalıyorlardı. CPGB (Büyük Britanya Komünist Partisi) içinde sürüp giden kavgalar bu eğilimin kanıtıdır.
1970’lerin ortalarında, bu gelişmelere ışık tutabilecek olan neler oluyordu? Yalnızca soldaki bir sinir bozukluğunu ya da genel umutsuzluk iklimini değil, fakat bu özel biçim içerisinde ve bu özel yerlerde, İngilizce konuşulan dünyada ve özellikle de İngiltere’deki sosyalizmden bu ‘özel geri çekilişi’ açıklama gereksinmesi duymaktayız. Miliband’ın kısaca özetlediği gibi, sosyalizmi `yeniden ele almak’ için genel nedenler hakkında belki de yeterince konuşuldu:
‘Fiilen varolan sosyalizm’in deneyimleri, Çekoslavakya ve Afganistan; Maocu yanılsamaların çöküşü, Kamboçya ve Vietnam’daki zaferin bozulmaya uğrayan sonuçları, Avrokomünist umutların çürümesi, geleneksel işçi ve sosyalist hareketlerin ve partilerin sınırlan içinde, doyumsuzluk yaratan ‘yeni toplumsal hareketler’in ortaya çıkışı, işçi sınıfının, radikal toplumsal değişimlerin taşıyıcısı olma kapasitelerine karşı büyüyen inançsızlık ve tabii sonuç olarak `Marksizmin bunalımı’. İngiltere için daha özel olarak, Thatcherizm travması da sözkonsudur; ve daha da travmatik olan, onun, seçimleri kazanabilme yeteneğidir.
Son cümle, YHS’nin açıklanması bakımından en dolaysız ve en özgül olarak ilgili olabilecek bir faktörü işaret etmektedir. YHS gelişiminin en açık tarihsel bağıntısı, özellikle İngiltere’de ve ABD’nde ‘Yeni Sağ’ın evrimidir. Çok genel bir deyişle, YHS’in, Yeni Sağ’ın gelişmesine bir yanıt olduğunu söylemek doğru olacaktır; fakat yine de bu kendi içerisinde pek fazla şeyi açıklamıyor. Neden böylesine özel bir yanıt sözkonusu olduğunu hala bilmemiz gerekiyor. Örneğin, madem ki ‘Thatcherizm’, dünyanın, sermaye ve emek arasındaki sınıfsal karşıtlık anlamı üzerinde algılanmasıyla karakterize olmaktadır, madem ki Thatcher hükümeti, kendi bakışına göre emekten yana çok fazla eğilmiş olan sermaye ve emek arasındaki güç dengesini, sermaye lehine değiştirmeyi öncelikli amacı olarak önüne almıştır, sosyalistler Thatcherizmi kendi niteliği ile kuramlaştırarak, kendisinin ne olduğu bakımından ona karşı durmak ve Thatcherciler tarafından sürdürülen sınıf savaşının öteki tarafındaki yerlerini alarak politik olarak yanıt vermek yerine, neden sınıf politikasının merkeziliğini yadsıyarak yanıt vermek durumunda kalıyorlar? Sosyalistler neden -‘otoriteci popülizm’ denilen Thatcherizm’in ideolojik süslemeleriyle, emeğe karşı yürütülen sınıf savaşı içindeki gerçek pratikten daha fazla uğraşmak durumundadır?
Çünkü iki eğilim gerçekte çağdaştır; YHS’i yalnızca Yeni Sağ’a bir yanıt olarak değil, fakat daha çok, Yeni Sağ’ı üreten aynı nedenlere bir tepki olarak değerlendirmek belki daha iyi olacaktır. İngiltere’de Yeni Sağ’ın gelişimi bakımından dolaysız etkinin, Avrupa’daki 1968-69 radikalizm dönemini izleyen, özellikle 1972-74 madenciler grevi ve Heath hükümetinin düşürülmesinin ardından, 1970’lerin militan emeğinin ortaya çıkışından kaynaklandığı söylenebilir. Thatcher çok açık bir şekilde, ‘bir daha asla’ ruhu içerisinde ve örgütlü emeğe karşı bir sınıf savaşı açma ve bu savaşı kazanma konusunda açık bir kararlılıkla ortaya çıktı. 1978-79 ‘hoşnutsuzluk kışı’ yangına benzin döktü. YHS’in evrimi bu militanlık dönemine de denk düştü ve işçi sınıfı mücadelesi tarihinde yine bir başka dramatik an olan 1984-85 madenciler grevi sırasında amaca ulaştı. Ve işçi sınıfı militanlığının her adımını YHS teorisinin daha da gelişmesi izledi.
İşte böylece, hem işçi sınıfı militanlığının dramatik olaylarının sonuçlarına bağlı olan ve arada birbiri ardına gelen her çıkışla daha da tahrik edilen YHS’in gelişmesinin, Batı’da ve özellikle de İngiltere’deki işçi sınıfı mücadelelerinin yakın tarihi ile bağlantılı, olduğunu varsaymak anlamsız olmaz. Ancak, tarihsel koordinatlardan dolayı, YHS’in ve onun sosyalist değişimin.faili olarak işçi sınıfını ‘reddetmesinin, sosyalistler tarafından, örgütlü emeğin hareketsizliği karşısında duyulan basit bir umutsuzluğun ifadesinden başka bir şey olmadığını iddia etmek artık kolay değil.
Öyleyse, tam, çeşitli Avrupa ülkelerindeki işçilerin yeni bir militanlık sergiledikleri, özellikle İngiltere’de militan işçilerin politik sahnede egemenlik sağladıkları ve her an yeni sıçramaların kaydedildiği bir anda, işçi sınıfının, sosyalist projenin merkezinden teorik olarak kovulmaya hazırlanılmasını, bu ironiyi nasıl açıklayacağız? Apaçık gözlenebilen bu paradoks için yapılması mümkün açıklamalardan birisi, bu tür militan gösterilerin, bütünüyle, işçi sınıfının devrimci potansiyeli konusunda yeni bir karamsarlığın doğmasına neden olduğu, çünkü sosyalizm için kesin bir mücadele ortaya koymayı başaramadıkları şeklinde olabilir. Sanki hesaba katılan tek mücadele bu sonuncusudur. ‘Yeni toplumsal hareketler’ aynı zamanda, örgütlü emek tarafından yeterli bir şekilde ifade edilemeyen çeşitli çıkışlara işaret etmektedir. Bununla birlikte, ‘vaz’-etme, seksenlerin üslubu durumuna gelmesiyle, entellektüel tarzın çekiciliği ya da belki, işçi sınıfına karşı müşkülpesent bir orta-sınıf -korkusu, demeyelim ama- hoşnutsuzluğu ve hizmetin aksamasıyla rahatlarının kaçmasına karşı haklı bir öfkeyle kabaran bir reddediş gibi, önceden hesabedilemeyen başka olası faktörler de bulunmaktadır. Teoride son derece hevesli bir şekilde bekleyen militanlık, pratikte fazla uyumcu olmaktadır.
YHS’in kendine özgü tarihsel nedenleri bir spekülasyon sorunu olarak kalmak durumundaysa da, teorik kaynağı, her durumda apaçıktır. Böylece, onun öncellerini araştırmayı sürdürebiliriz.
Çeviri: Kemal Durmaz
Notlar
(*) İşçi Partisi yandaşlığına değin (Ç. N.)
(1) German ideology, in Collected Works. New York, 1976 Vol. 5 pp. 455-457
‘(2) İbid, p. 467
(3) Özellikle; Ralph Miliband, ‘The New Revisionism in Britain’, (New Lefr Rewiew 150, March-April 1985) ve Ben Fine at al., Class Poiltics: An Answer to its Critics, (London 1985). Bu sonuncusunda ‘yeni revizyonizm’, ‘daha yeni sol’ (newer left) olarak adlandırılmakta ve YHS ile son derece önemli bazı ilişkileri olmakla beraber bu çalışmanın dışında tutulan bazı dikkat çekici kişiliklere yer vermektedir. En apaçık bir şekilde ihmal edilen kişi belki de, aslında temel olarak Ernesto Laclau’dan ve ‘vaz etme’ politikasından etkilendiğini kendi sözleriyle ifade eden Stuart Hall’dir. Hall’in teorik.açıklamaları yeterince bulanıktır; YHS yönelimi içerisindeki hareketleri öylesine sıkça, bu hareketin sınırları içerisinde ve bu hareketi yadsıyanlarla paralellik içerisinde gelişmektedir ki, onun nerede bulunduğunu tam olarak saptayabilmek her zaman kolay olmamaktadır. Fakat, sınıf politikasının merkeziliğini ya da işçi sınıfının çıkarlarının ve kapasitesinin sosyalist politikayla organik bağlantısını açıkça yadsımadığı, az ya da çok pragmatik olarak da olsa, saf bir sınıf-bazlı politikanın zararları ve yetersizlikleri üzerinde öylesine büyük bir ısrarla durmadığı söylenmelidir. (Son zamanlarda rastlantısal olarak, kendisini, Laclau’nun son. çalışması olan ‘Authoritarian populism: A Reply’ (New Left Review 151, May-June 1985, p. 122., ile ayrı bir yere koydu). En azından, Thacher’ı altetmek için, örtülü, sınırsız bir sınıflar-arası ittifak geliştirme çabası içinde olan ve önde gelen herhangi bir Marksistin düşebileceği denli uzağa düşen Eric Hobsbavm için ise durum daha farklı. ‘Yeni toplumsal hareketler’e daha az ilgi ya da sempati duymakta ve politik yaklaşımının, daha çok eski komünist Halk Cephesi stratejileri geleneği içerisinde bulunduğu gözlenmektedir. Daha da. ötesi, her zaman anladığı biçimiyle, teorik Marksist Ortodoksluktan açık herhangi bir kopuş belirtisi de bulunmamaktadır.
(4) Perry Anderson, In the Tracks of Historical Materialism, London 1983, pp. 40-55.
(5) Ernesto Laclau and Chantal Mouffe, Hegemony and Socialist Strategy: Towords a Radical Democratic Politics. London 1985 p. 4
(6) R. Miliband p. 6
(7) R. Miliband pp. 6-7
“Retreat From Class” (Sınıftan Kaçış) adındaki kitabından alınmıştır.
Dünya Solu, Üç Aylık Sosyalist Çeviri Dergisi, Bahar 89, Sayı:1
İlk yorum yapan olun