Bu yazıda, bedevîlik-barbarlık ve uygarlığın gelişmesi konusunda İbn Haldun’un, Engels’in ve Kıvılcımlı’nın bazı ana görüşlerine kısaca değinmek istiyorum.
İbn Haldun 1332 ve 1406 yılları arasında yaşadı. İspanyol istilâsı karşısında Endülüs’ten Tunus’a göçmüş köklü bir ailenin çocuğu idi. Dedeleri İspanya’ya Hadramut’tan gitmişlerdi. Devlet adamlığı, kadılık, bilim adamlığı yaptı. O devir için belki asıl önemlisi, çok yer gördü: İspanya, bütün kuzey Afrika, Suriye. Timur’un istilâsını önlemek için onunla görüşmeler yaptı. Mısır’da öldü (H, s. 95-9).
İbn Haldun’u büyük dikkat ve sevgiyle inceleyen Ümit Hassan’a göre onun düşüncesinin üstünlüğü dini (naklî ilimler) bilimden (aklî ilimler) kesinlikle ayırmasıdır. Böylece, akıl ve dini uzlaştırmaktan vazgeçmek suretiyle, bilimde aklın ve gözlemin serbestçe at oynatmasına imkân vermiştir (H, s. 100-16). İbn Haldun’un ikinci bir üstünlüğü, gözleme verdiği önemdedir. Hassan bunu “sırf aklın yeterliğine reddiye” ya da “gerçekçilik biçiminde rasyonalizm” diye tanımlıyor (H, s. 116-9). Gerçekten, İbn Haldun’un, çağdaşı olduğu toplumların gelişme dinamiği üzerine ortaya koyduğu görüşlerin büyük ölçüde gözlemlerinin ürünü olduğu anlaşılıyor.
İbn Haldun’a göre, bütün toplumların ilkel evresi bedevîliktir. Bedevilerin çoğu göçebe olmakla birlikte, yerleşik düzene geçmiş ama uygarlık düzeyleri itibariyle bedevî olan topluluklar vardır. Bedevî sözcüğü “bed”, yani “başlamak” kökünden geldiğine göre, bunun Türkçe karşılığının “ilkel” olacağı düşünülebilir (H, s. 190). Hassan, bedevîliğin göçebe öncesi avcı toplumu, göçebeliği, ve göçebe sonrası yerleşik barbar toplumları kapsadığı görüşündedir (H, s. 194, n.49). İbn Haldun’da bedevîliğin karşıtı hazerîliktir. Hazerîlik artık-ürün üretimi ya da zenginleşmenin (“halleri genişleyerek ihtiyaçlarından artacak derecede zenginlik ve genişlik…” MI, s. 319) sonucudur. Hazerîlik işbölümünü geliştirir ve önce kasabaların, sonra da şehirlerin yapımını gerektirir. Burada yaşayanlar bedevîlere göre çok daha geniş, rahat, müreffeh, iyi bir hayat yaşamağa başlarlar. Bu tür bir yaşamanın üstünlükleri açık olmakla birlikte, bunun ağır bir bedeli vardır insanlık için. Zira hazerîleşen bedevî, bedevî olarak sahip bulunduğu birçok güzel nitelikleri yitirmektedir (H, s. 194-5). 1) Bedevîler, hazerîlere göre hayır ve iyiliği kabule daha hazırdırlar (MI, s. 325-7). Düşünürün bu yöndeki düşünceleri yer yer Locke’un tabula rasa öğretisini andırmakla birlikte, daha çok Rousseau’nun “soylu vahşi” öğretisine yaklaşmaktadır. Hazerîleşmek, ister istemez bir ‘bozulmayı’ içermektedir. 2) Bedevîler daha yiğit ve yüreklidirler. Bunun nedeni, hazerîlerin “rahat döşeklerine yan gelmiş, nimetler ve bolluklar içine dalmış, mal ve canlarını korumayı, kendilerini idare ve memlekete hükmetmekte olan vali ve hakimlerle bekçilere bırakmış olmaları ve kendilerini her taraftan çeviren kale duvarları içine sığınarak nefislerini güven içinde saymış olmalarıdır.” (MI, s. 330-1). Bedevîlerde ise iş başa düşmekte, herkesin korunma işine katılması gerekmektedir. 3) Bedevîler arasında, İbn Haldun’un asabiyyet diye adlandırdığı çok güçlü bir bağ, bir dayanışma bağı vardır. Asabiyyetin en iyi örneği akrabalık ve hısımlık bağları ve dayanışması olmakla birlikte, buna münhasır değildir (MI, s. 342, 373).
(Ne var ki, İbn Haldun’un bedevîlere karşı ağzı açık bir hayranlığından söz edilemez. Şu cümleler bunu gösterir. “Sen Arapların dünyada, zuhurlarından beri kuvvetle ele geçirdikleri ülkelerin nasıl yıkıldığını ve ahalisinden nasıl boş kaldığını ve eski mamurluğunu kaybederek büsbütün başka bir şekil almış olduğunu düşün.” (MI, s. 405). “Araplar çöllerde dolaşan, vahşi hayvanlar tabiatında, kaba kılıklı, kibirli ve gururlu, himmetleri büyük, başkanlık ve baş olmak için birbirleriyle yarışan ve çekişen bir kavim olduklarından pek zorlukla birbirine boyun eğerler.” (MI, s. 406-7). Hassan’dan, “arap” sözcüğünün bir çok yerde İbn Haldun tarafından “göçebe” karşılığında öğrenmekteyiz (H, s. 105n.).)
Asabiyyetin doğal yönelişi, diğer soy ve boyları yönetimi altına almak, böylece büyük çapta bir asabiyyet oluşturarak devlet kurmaktır (MI, s. 372-3). İbn Haldun modelinde devlet, bedevî bir başkanlık sülâlesinin, asabiyyet bağından yararlanarak egemenlik kurması demektir. Bununla birlikte, uzun süren iktidarlarda, asabiyyet bağlarının gevşemesine karşılık, gelenekselleşme, zamanla meşruiyet kazanma gibi etkenlerin pekiştirici etkileri olacağı, egemen sülaleye ya da onun başka dalına mensup birinin bunlara dayanarak yeni bir devlet kurabileceği kabul edilmektedir (MI, s. 416-24). Aynı şekilde, yeni bir din ya da mezhebin de devlet kuruluşunda veya idamesinde bir dereceye kadar asabiyyeti pekiştirici rol oynayabileceği kabul edilmektedir (MI, s. 424-35).
Bedevilerin devlet kurması ya da bir devleti ele geçirmesi, ister istemez onlar için bir şehirleşme, başka deyişle hazerîleşme süreci getirmektedir. Bu durumda bolluk ve refaha, zevk ve sefaya dalmak kanundur (MI. s. 449-51). (Düşünür, uygarlık ve kültürün gelişmesinde devletin hayatî rolünü de belirtiyor (MII, s. 317-25).) Bunun asabiyyeti ve bedevîlik erdemlerini zayıflatacağı ortadadır. Demek ki zamanla devlet zayıflamakta, ‘yıpranmakta’, -İbn Haldun “devletin ihtiyarlama çağı” da diyor (MI, s. 437, 451-62)- bedeviyetten uzaklaştığı ölçüde asabiyyeti yerinde olan bedevî toplulukların saldırılarına dayanabilme gücünü yitirmektedir. Böylece tarihin bedeviyetle hazerîlik arasındaki devrevî gelgiti ortaya çıkmaktadır. Sözkonusu yıpranma yalnız bu devletin bünyesiyle ilgili değildir. Bizzat hükümdar sülalesinin içinde dahi etki yapmaktadır. Zira İbn Haldun’a göre şeref ve asalet babadan oğula geçen bir nitelik değildir. Çalışma ve gayretle ve bir takım üstün özellikler sayesinde elde edilir. Bunları elde edenin, yani kurucunun oğlu -bu da devam ettirici- o şerefi ancak muhafaza eder, yeni bir şey ekleyemez, çünkü babasına göre zayıftır. Üçüncü nesildeki oğulda (taklid edici kuşak) bu daha da artar. Nihayet 4. nesildeki (yıkıcı kuşak) oğul genellikle şeref ve asaletin emek ve çaba sonucu olduğunu büsbütün unutarak, bunu soyunun bir özelliği sanmaya başlar, mevkiinin gerektirdiği erdemleri ihmal eder. Böylece o sülale yıkılır. İyi bir bilim adamı olarak, İbn Haldun, durumun çoğunlukla böyle olduğunu, sülalelerin bazan daha çabuk da çözülebileceklerine işaret eder. Bu vaziyette, dışarıdan bir müdahale olmazsa, o sülalenin başka bir dalından biri başa geçirilir (MI, s. 364-9).
Daha sonra İbn Haldun, devlet kuran ya da zapteden bedevîlerin nasıl hazerîlikte, yani uygarlıkta daha ileri olan ve egemenlikleri altına aldıkları kavimlerin kültür ve yaşama tarzlarını benimsediklerini, örneğin Arapların Fars ve Doğu Romalıları taklid ettiklerini anlatır (MI, s. 462-8). Kendisi bunu seçik olarak belirtmemekle birlikte, anlattıkları bir bireşim (sentez) süreci yorumuna açıktır.
Devletin ömrü ve evreleri üzerine düşünürümüzün söyledikleri de ilginçtir. Devletin ömrünü üç kuşak, yani, her kuşağı 40 yıl sayarak, 120 yıl olarak biçmektedir. Bu 120 yılın aynı zamanda insanın “doğal” ömrünü teşkil ettiğini belirtmesi, İbn Haldun’un ne denli biyolojik bir bakış açısı olduğunu gösterir (MI, s. 457-8). Bu sürenin hiç de yakıştırma sayılmayacağını göstermek için Kıvılcımlı, İslam devletlerinden pek çoğunun bu kurala uygun bir süre varolduklarına işaret ediyor. Hattâ ona göre, Osmanlı Devletinin Timur önündeki yıkılışı, bu devletin de bu kuralın dışına çıkamadığını kanıtlar (K, s. 425). Devletin ilk evresi egemenlik kurma dönemidir. Bu sırada asabiyyet ileri derecede varolduğundan, başkan kavmine ya da ileri gelenlerine danışarak iş görür. İkinci devrede hükümdar kavmini devlet işlerinden uzaklaştırmağa, köleler ve “adamlar” edinmeğe başlar, kavimdaşlarının burnunu kırıp kendi sülalesini güçlendirmeğe çalışır. Bu süreç devam edip gidecektir. Üçüncü devre, devletin parlak çağıdır. Bayındırlık işleri ön düzlemdedir. Devletin askerî gücü yerindedir. Dördüncü devre kanaat ve barış içinde yaşama çağıdır. Beşinci dönem, “ısraf ve saçıp dağıtma”, yolsuzluk, şımarıklık, keyif ve sefahat çağıdır ki, devletleri yıkılışa götürür (MI, s. 470-4, MII, s. 325-33).
İbn Haldun, yöntemi, yaklaşımı, çağdaş dünyası üzerine yaptığı değerli gözlemler ve bu gözlemlerden çıkardığı ilginç sonuçlarla toplum bilimlerinin dev bir simasıdır. Beş yüzyıl sonra, Morgan, Marks ve Engels’in insanlık tarihi ile ilgili son derecede ilginç ve birçok bakımlardan İbn Haldun’un ulaştığı sonuçları doğrulayıp geliştiren bazı tahliller yaptıklarını görüyoruz. 14. yüzyıla göre 19. yüzyılın son bölümündeki bilimsel birikimin yeni bir takım gelişmelere yol açması doğal ve beklenebilecek bir olaydır. Düşünce tarihi bakımından ilginç olan cihet, Tunus’lu düşünürün fikirlerinin ne ölçüde Batı düşüncesince bilindiğidir. Zira Batı düşüncesinde İbn Haldun’un birçok fikirlerine ya da benzerlerine rastlamak mümkün. Hassan doğrudan ya da Endülüs yoluyla İbn Haldun’un fikirlerinin Avrupa’ya “sızmışı” olabileceğini kabul etmektedir (H, s. 20n., 23n.). Engels, Aile, Özel Mülkiyet ve Devletin Kökeni eserinde İbn Haldun’a hiçbir atıfta bulunmuyor. İhtimal Morgan da ona atıfta bulunmamaktadır. Onun için İbn Haldun’un bu iki düşünüre olan etkisini saptamak daha çok kurgu alanında kalacak bir çabadır.
Engels, sözü geçen yapıtında Morgan’a dayanarak, insanlığın çağlar boyunca gelişmesinde üç dönem bulunduğunu söylüyor. Birisi vahşet: bu evrede insanoğlu ihtiyacı olan şeyleri bulduğu gibi kullanıyor. İkincisi barbarlık: bu aşamada insanoğlu hayvanları evcilleştiriyor ve tarıma başlıyor. Üçüncüsü uygarlık: burada zanaatların gelişmesine, ticaret ve paranın, yazının ortaya çıkışına tanık oluyoruz. Vahşet dönemi de üçe ayrılıyor. Aşağı dönemde insan toplayıcıdır. Orta dönemde balık tutma, ateş, eski taş devri âletleri sözkonusudur. Yukarı dönemde avcılık gelişir, ok ve yay icad olunur, cilalı taş âletler kullanılır. Barbarlığın aşağı ve orta döneminde ise çömlekçilik, hayvanların evcilleştirilmesi, tarım başlar. Yukarı dönemde demirin kullanılması, şehirleşmenin başlangıçları söz konusudur (E, s. 19-24).
Vahşetin orta döneminde kandaşlığa dayalı aşiret yapısı gelişmeğe başladı, en yüksek gelişmesine barbarlığın aşağı döneminde erişti. Aşiretler kabilelere ayrılıyordu. Bazan aşiretler federatif ya da konfederatif mahiyette kümeler de oluşturabiliyorlardı. Bütün bu yapıda kandaşlık ve anaerkil aile işin temeltaşı durumundaydı. Aşiret, kelimenin tam anlamıyla bir uzviyetti – çağdaş toplumların asla erişemedikleri bir anlamda uzviyet. Zira bu toplum sınıfsız bir toplumdu. Hükûmet yoktu. Herkes ödev ve haklarının bilincindeydi.
İnsanlığın evrimi, kandaşlığa dayalı toplum yapısını adım adım, uzun ve ızdıraplı bir süreç sonunda tasfiye etti. Hayvancılık yapan aşiretlerin ortaya çıkması, tarımın gelişmesi, kölelik, sürülerin özel mülkiyete konu olması ve anaerkilliğin yerini ataerkilliğe bırakması, insanlığı yukarı barbarlığa getirdi. Artık demir çağındaydık, şehirler gelişmeğe başladı, zanaatlar tarım ve hayvancılıktan ayrıldı. Savaş işlerinin büyük örgütlenmelere konu olduğunu, aşiretlerin konfederatif askerî demokrasilere dönüşmeğe başladığını görüyoruz. Zamanla askerî reislik ırsîleşti.
Bundan sonra uygarlığa ayak basılır. Para, ticaret gelişir, tüccarlar ortaya çıkar. Bu gelişmelerin getirdiği nüfus yoğunlaşması, servet eşitsizlikleri, sömürü, özel mülkiyet düzeni kandaş toplumu nihayet yıkar. İnsanlığın bunca çelişkiye rağmen toplum olarak ayakta durması için artık yeni bir mekanizmanın işlemesi gerekir: bu da bütün baskı imkânlarıyla devlettir.
Engels, sonda, Morgan’dan bir alıntı yapıyor (E, s. 163). Morgan, insanoğlunun kendi yarattığı bu ucube -uygar toplum- karşısında şaşıp kaldığını söylüyor. Fakat insan aklı buna bir çare bulacak, mülkiyeti amaç olmaktan çıkaracaktır. Demokrasinin gelişmesi buna işarettir. Doğacak toplum da eski kandaş toplumun daha yüksek bir düzeyde yeniden doğuşu olacaktır. Engels, barbar, kandaş topluma olan hayranlığını hiç gizlemiyor. Hattâ onun bu konuda İbn Haldun’dan daha coşkun olduğu söylenebilir. Engels, Cermen barbarlığının Roma İmparatorluğunun çürümüş bataklığına nasıl taze bir aşı gibi geldiğini, kadın ve köylüleri önemli ölçüde nasıl özgürleştirdiğini anlatıyor (E, s. 141-3).
Üçüncü kişimiz Dr. Hikmet Kıvılcımlı. Öleli 10 yıl olmadı. Kıvılcımlı, Türkiye’nin Marksçı çevrelerinde bile az tanınan bir kimse. Bir kısım Marksçılarımız -bunlar bir avuç insan- “Doktorcu”, yani Kıvılcımlı’nın yandaşları. Bir başka kısım aydınlarımız da Kıvılcımlı’yı okumaya kalkışan, fakat üslubundan ve ortaya atmak istediği bazı yeni kelime ve deyişlerden ötürü fazla ileri gidemeyip onu değersiz, hattâ “deli” diye damgalayanlar. Bu satırların yazarı her iki kümenin dışında. Okuduğum kadarıyla, Kıvılcımlı’yı, özgün düşünmeğe çalışan, her zaman olmasa da çok kez şayan-ı dikkat, hattâ parlak düşünceler ortaya koyabilen bir düşünür olarak değerlendiriyorum.
Kıvılcımlı, uygarlık tarihi hakkındaki düşüncelerini Tarih Tezi: Tarih Öncesi – Tarih – Devrim – Sosyalizm adındaki kitabında ortaya koymuştur. Kıvılcımlı’yı ilginç kılan cihetlerden biri, onun hem İbn Haldun’a, hem de Engels’e bağlı olarak düşüncelerini geliştirmeğe çalışması ve tabii, uygarlık tarihi alanında Engels’ten sonraki bir takım kaynakları da incelemiş olmasıdır.
Kıvılcımlı’ya göre insanlık tarihi medeniyetten önceki Tarih Öncesi ya da Yazısız Tarih ile medeniyetten sonraki Tarih ya da Yazılı Tarih dönemlerine ayrılıyor. Tarih ya da Yazılı Tarih dönemi ise Protosümerlerden Batı Roma’nın yıkılışına dek Antika (Kadim) Tarih ve “Kapitalist Medeniyeti” konu alan Modern Tarih dönemlerine ayrılıyor (K, s. 16-7). Bu iki dönemin arasında Avrupa Ortaçağı ya da Modern Ortaçağ diye adlandırılabilecek bir ara dönem de söz konusudur. (K, s. 232-3). Antika Tarih dönemi barbar toplulukların medeniyete geçişlerinin tarihidir. Bu geçiş İbn Haldun modeline uygun olarak, barbarların medenîleri egemenlikleri altına almalarıyla olur. Kıvılcımlı buna Tarihsel Devrim diyor. Antika tarihteki medeniyetlerin içinde toplum sınıflarının mücadelesi vardır. Fakat bu mücadelede sömürülen sınıflar hiçbir zaman tam muzaffer olamazlar. Bir noktada “kadim sınıflar güreşi kör dövüşüne döner.” (K, s. 389, 388-90). Bu çıkmazda tarihi ve insanlığı ileri götürecek ikinci mekanizma (yay) işler. Barbar-medeniyet mücadelesi sahneye gelir ve yozlaşmış medeniyetin çöküşüyle sonuçlanır. Bundan ya yeni ve genç bir medeniyet.ortaya çıkar, ya da eski medeniyet barbar aşısı sayesinde bir rönesansa kavuşur. İki şıktan hangisinin gerçekleşeceği barbarların düzeyine bağlıdır. Barbarlar çoban-göçebe durumunda, yani orta barbarlık konağında iseler, özgün bir medeniyet ortaya çıkaramazlar, eski medeniyete büyük ölçüde boyun eğerler. Fakat sahip oldukları erdemler (doğruluk, yiğitlik, eşitçilik) sayesinde eski medeniyeti diriltirler, rönesansa kavuştururlar. Macar ve Cermenlerin Hıristiyanlaşarak Roma medeniyetini, Moğol ve Türklerin Müslümanlaşarak İslam medeniyetini diriltmeleri gibi (K, s. 259-61). Barbarlar yukarı barbarlık konağında iseler, yani ilerlemiş tarım iktisadiyatına ve şehir örgütünün başlangıçlarına sahipseler, onların kuracakları medeniyet, rönesanstan öte, özgün olacaktır. Kıvılcımlı, özgün medeniyetlere örnek olarak Akad, Elam, Fenike, Mısır, Hint, Çin, Grek, Roma İslam medeniyetlerini gösteriyor (K, s. 262-6).
Yüzyıllar ilerledikçe barbar toplulukların medeniyete geçmesiyle dünyada barbarların azalacağı, böylece insanlığı ilerleten mekanizmalardan birinin eksileceği ortadadır. Niyazi Berkes, İbn Haldun modelindeki yozlaşmış ve ‘ömr-ü tabiisini’ çoktan ikmal etmiş Osmanlı Devletinin nasıl ufuktan bir türlü sökün etmeyen barbar akınını boşuna beklediğini, onun yerine bambaşka bir olayla, karıncalar gibi temelini oyan bir Batı kapitalizmiyle karşılaştığını anlatır (B, s. 21, 115-7). Fakat bu çözümsüzlük yönündeki gidiş, Modern Tarihte kapitalizmin doğuşuyla son buluyor. Zira sınıf mücadelesi, daha önce pek sahip olmadığı bir etkililik kazanıyor. Artık geleneksel egemen sınıf dışındaki sınıfların iktidar olma imkânları ortaya çıkmaktadır. Böylece Tarihsel Devrim çağı kapanıyor, Sosyal Devrim çağı başlıyor (K, s. 22-3). Burjuva ve işçi sınıflarının ihtilalleri, iktidara gelişleri bunun örnekleridir.
Kıvılcımlı da barbarların erdem ve üstünlüklerine işaret etmekten geri durmaz. Kıvılcımlı, kandaş toplum yapısının sağladığı manevî üstünlüklerin (doğruluk, yiğitlik, eşitçilik) de ötesinde, iktisadî-maddî düzlemdeki bazı üstünlüklerini de sözkonusu eder (K, s. 217-9, 266-76, 377-81). Medeniyette toprak mülkiyeti bir azınlığın eline geçer, sonuç olarak üretim düşer, kitleler ezilir. Oysa yukarı barbarlar ancak kendi işleyebilecekleri kadar toprağa elkoyarlar, gerisi kamu mülkiyetindedir. Orta barbarlarda kamu mülkiyetinin alanı daha da geniştir. Tıkanan ticareti ve ticaret yollarını da barbarlar geliştirip açmışlardır. Kıvılcımlı para ve yazının icadını dahi medeniyete tanımaya pek yanaşmaz. Medeniyetin marifeti, köleleri öldüresiye sömürerek, “…barbarlığın temiz zekâsıyla yarattığı keşif ve icatları zorba efendiler hesabına alabildiğine çoğaltmak imkânını…” (K, s. 378) sağlamak olmuştur. Medeniyetin tek has ürünü, zorbalığın örgütlenişi demek olan devlettir. Antika medeniyet, insanlığın dağarcığına başka bir icat ekleyemedi. Ancak modern devirde, ve sanayi devrimiyle birlikte yeni icatlar başlayabildi (K, s. 379-81).
İbn Haldun-Engels-Kıvılcımlı’yı yan yana dizmek neden? Şu ki, bunların her biri belirli bir resmi tamamlamaya yarayan unsurlar koyuyorlar ortaya. Yalnız bu üçü değil bu ‘resme’ katkıda bulunanlar. Örneğin, Jean Jacques Rousseau var Toplum Sözleşmesi ile. Onun da yeri önemli. Ve işte bedevîlik-barbarlığın insan tarihindeki yeri ve daha genel olarak, insanlık tarihindeki evreler hakkında bunların ortaya koydukları model, olan bitenleri en iyi açıklayabiliyor bence. Bu açıklamaların geleceğe dönük tahminlerde ve hedef tespitlerinde de değeri olabilir. Nitekim Engels’in Morgan’la birlikte, gelecekteki toplumu kandaş barbar toplumun daha yüksek bir düzeyde dirilmesi olarak görmesi ilginçtir. Bu bağlamda şu da akla gelen bir ihtimal. Acaba bugün azgelişmiş tâbir edilen halklar, bedevîlik-barbarlığa, geriliklerinden ötürü daha yakın olmaları dolayısıyla, gelecekteki toplumu inşa etmek konusunda gelişmiş toplumlara göre daha çok toplumsal kolaylıklara sahip değiller mi? (İktisatta, azgelişmiş ülkelerin iktisadî kalkınma sürecindeki bazı alanlarda üstünlükleri olduğu bilinen bir husustur.) Sosyalist ihtilallerin Rusya ve Çin gibi ülkelerde olması ve en gelişmiş kapitalist ülkelerin hiç değilse bugüne değin buna karşı direnebilmiş olmaları bunun bir kanıtı olamaz mı? (Şevket Süreyya: Suyu Arayan Adam’da Sovyetlerde I. Cihan Savaşı ertesinde, “asıl” ihtilal.olacağı sanılan bir Alman ihtilalinin nasıl heyecanla ve boşuna beklendiğini canlı bir dille anlatır.) O zaman üçüncü dünyaya mensup olmak belki bir mazhariyet sayılamaz mı? (Hattâ çağımızda İspanya ve İtalya’nın çektiği bir takım sıkıntılar, çağında çok ileri ama aynı ölçüde yoz Roma medeniyetinin etkilerinin bu iki ülkede hâlâ başka ülkelere göre daha çok duyulmasının bir sonucu olamaz mı?) Kemal Tahir’in bunu hatırlatan bir düşüncesi vardı. Yıllar önce Robert Kolej Yüksek Okulunda yaptığı bir konuşmada, Türkiye’nin AÜT geçmişi sayesinde sosyalizmi kolayca gerçekleştirebileceği gibi, kolayca da başarıya ulaştırabileceğini, hattâ bizden önce sosyalist düzeni benimsemiş olmalarına rağmen, Balkan sosyalist ülkelerine örnek olabileceğini söylemişti. Bütün bunlar, geri kalmışlığımızın, en azından fazla üzülünecek bir durum olmadığını, tersine, iyi değerlendirilip ondan yararlanma gereğini ortaya koyuyor sanırım.
BAŞVURU
(B) Niyazi Berkes, 100 Soruda Türkiye İktisat Tarihi, c. I (İst., Gerçek Yayınevi, 1969).
(E) Frederick Engels. The Origin of the Family, Private Property, and the State (N Y., International Publishers, 1964).
(H) Ümit Hassan, İbn Haldun’un Metodu ve Siyaset Teorisi (Ank., Siyasal Bilgiler F. Y., 1977).
(K) Hikmet Kıvılcımlı, Tarih Tezi: Tarih Öncesi-Tarih-Devrim.Sosyalizm (İst., Tarihsel Maddecilik Yayınları, 1976).
(MI, MII) İbni Haldun, Mukaddime I, II, çev.: Zakir Kadirî Ugan (Ankara, Maarif Vekâleti Yayınları, 1954).
“Toplum ve Bilim” adlı derginin “Güz-1980” tarihli sayısında yayınlanmıştır.
İlk yorum yapan olun