Kimlik Sorununun Türkiye’de Tarihi, Sosyal ve İdeolojik Gelişmesi – Kemal Karpat

Kimlik Sorununun Türkiye’de Tarihi, Sosyal ve İdeolojik Gelişmesi – Kemal Karpat


Giriş

Kimlik, eski terimi ile hüvviyet milli devlet (national state) in ortaya çıkması ile güncel bir önem kazanmıştır. Bu kimlik en yeni olduğu kadar şüphesiz ki en çok tartışma yaratmaktadır. Her ülkenin kavim, millet, sosyal sınıf, tarihi-sosyal ve kültürel yapısına göre şekil ve yapı özellikleri gösteren kimlik meselesi Türkiye için diğer ülkelere kıyasla çok farklı özellikler arz etmektedir. Türkiye’nin modernleşmesi bir bakıma batıyı model alarak yürütüldüğü için, kimlik meseleleri de batı modelinin kavramsal ve metodolojik sınırları içinde ele alınmaktadır. Halbuki Türkiye’nin kimlik meseleleri hem çok geniş tarihi bir çerçeve içinde, hem de Türk-Osmanlı toplumunun yapı ve kimlik değişimleri gözönünde tutularak incelenmeleri gerekmektedir.

Kimlik kişinin içinde yaşadığı çeşitli gruplarla olan ilişkilerini ve bu gruplara olan ödev, hak, ve bağlılık derecelerini tayin etmektedir. Bu hak ve bağlılıklar, kişinin ve toplulukların varlıklarını savunmalarını ve gelişmelerini sağladığı için her şeyden evvel kişiler arasında beraberlik ve bilhassa dayanışma-tesanüt (Latince köklü terimi ile solidarite-solidarity) yaratmak amacını güderler.

Kimlikleri, temel veya tabii kimlikler ve sonradan yaratılmış sosyo-politik kimlikler olarak iki ana dala ayırmak mümkündür. Temel kimlikler arasında aile-aşiret-soy ve din esaslarından kaynaklanan kimlikler başta gelir. Sonradan yaratılmış kimlikler arasında millet, sosyal sınıf, kral ve imparator tebası, vatandaşlık, gibi birçok sosyo-politik kimlikler yer alır. Hemen şu noktayı da ilave etmek gerekir ki tüm kimlikler yani temel ve sonradan yaratılmış kimlikler durmadan değişmektedir. Ancak temel kimlikler çok yavaş ve yüzlerce sene tutan süreler içinde değiştiği için adeta değişmiyormuş gibi görünürler. Mesela, bazı aşiretler, birbiri ile kaynaşarak veya biri diğerinden koparak hızla yeni bir kimlik kazanırlar. Diğer bazı aşiretler ise yüzlerce sene kimliklerini koruyabilirler, hatta daha büyük birimlere katıldıkları halde. Kitle halinde din değiştirme ile ortaya çıkan kimlik değişimi bazen bir kuşak ve hatta daha kısa zaman içinde meydana gelebilir. Mesela İslamiyet Hicri birinci (Miladi 622) yılından itibaren ellinci yıl içinde Orta Doğu ve Kuzey Afrika’ya hızla yayılmıştır. Bu ise geniş çapta putperestlerin, Hıristiyanların ve hatta bazı Yahudilerin süratle ihtida etmeleri ile mümkün olmuştur. Bu temel kimlik değişmeleri genellikle zorlama sonucu değildir. Bir toplumda hak, adalet gibi üstün değerler yanında emniyet ve varlığını sağlamak, ekonomik çıkarlar elde etmek gibi amaçlarda kimlik değiştirme de önemli yer tutar. Mesela Anadolu ve Rumeli alt tabakalarının İslamiyet’i kabul etmelerinde Rum abdalları, halktan, insanlıktan, eşitlik ve ahiretten, yani maddi olmayan-ideal kavramlardan inançla söz ederek karşılarındaki kimselere Müslümanlığı kabul ettirerek kimliklerini değiştirmişlerdir. Buna karşılık Balkanların üst sosyal tabakası uzun süre tımarlarını Hıristiyan olarak kullanmışlardır. Tımarların yalnız Müslümanlara verileceği anlaşılınca bu Hıristiyan tımar sahipleri ihtida etmişlerdir; bu çıkar için kimlik değiştirmedir.

Kişilerin kimliklerine bağlı kalarak onlara üstün değer vermeleri, onlar uğruna kendilerini feda etmeleri olağandır. Ancak kimlikler arasında onlara verilen değerlere göre sıralama olduğu gibi bazı kimlikler değer kaybettikleri için veya değersiz gösterildikleri için dile alınmaz veya inkar edilmektedirler.

Sonradan kazanılmış siyasi kimliklere, çağdaş, modern kimlik ismini vermekle hata edilmez; çünkü bu yeni tip siyasi kimlikler Fransız Devrimi’nden sonra meydana çıkmıştırlar. Bu kimlikler arasında yer alan siyasi-milli kimliğin tarihte benzeri yoktur. Bu kimlik doğumu alttan yukarıya doğru, sosyal bir değişmenin neticesi ile oluşmuştur. Batı Avrupa’da yeni tipte bir orta sınıfın, yani burjuvazinin ortaya çıkması, kimlik meselesinin hem çok yönlü olarak gelişmesini sağlamış hem de ona eskiden benzeri olmayan siyasi bir veçhe vermiştir. Halk kültürünün ve kimlik bilincinin devlet ve hükümet çevrelerini etkilemesi hem devlet yapısını hem de kimliğini baştan aşağı değiştirmiştir. Ayrıca bu halk kültürü aristokrasi kültürünün bir çok şekil ve ifade tarzlarını benimsemiştir. Gerçekten, Fransa’da orta sınıfın devlete hakim olması, orta ve alt sınıf kültür ve kimlik anlayışlarının genelleşmesini ve siyasileşmesini sağlamıştır. Ayrıca, kral da kendini Fransız bilerek Fransız dilinin ve kültürünün gelişmesinde birinci derecede rol oynamıştır. Yukarıda, Fransız Devrimi’nin alt sosyal kesimlerinin kültürünü ve kimlik anlayışını devlete mal ettiğini söyledik. Burada ana mesele bu alt tabakaların kimliğinin ne olduğunu, neye göre ve nasıl tayin edildiğini tespit etmektir. Alt kesimlerin “Fransız” teriminden anladıkları kimlik; etnik, soy ve kavim esasına dayanan bir kimliktir. Bu etnik kimlik yalnız ırkı esas tutan bir kimlik değildir. Tam tersine, etnik kimlik; soy kadar, tarih tecrübeleri, adet, gelenek, din, dil, giyim, yemek, sanat vs. değer ve faaliyetlerin tümünden oluşan ve Fransız toplumunu diğer toplumlardan ayıran bir yaşayış, dünyaya ve kendilerine bakış ve düşünüş şeklini ifade eden bir kimliktir. Yukarıda Fransız halkının kimliğinin bu şekil almasında şüphesiz ki Fransız Devrimi’nin yok ettiği monarşinin de büyük hizmeti ve payı olmuştur. Fakat devrim, sosyal bir sınıfın, yani orta sınıfın gerçekleştirdiği bir devrim olduğu için; kral ve onun dayandığı kilise ve aristokrasiyi kendinin baş düşmanı olarak görmüş ve hatta monarşinin kendilerinin yetiştirilmesinde ve iktidarı ellerine geçirmelerindeki hizmetini görmeyerek bu monarşiyi ve onun sosyal dayanaklarını yoketmiştir. Fransız Devrimi çok yanlı, yani ferdiyetçi olduğu ve birçok sosyal grupları içinde barındırdığı için pluralist bir tutumla onların da orta sınıf devletinin içinde yaşamalarını ve yeni milli siyasi bir kimlik almalarını sağlamıştır.

Rusya’da, Bolşevik Devrimi ise tamamıyla sınıfsal, yani sözde işçi-köylü devrimi olduğu iddiasına bizzat kendisi inanarak modern anlamda bir Rus milletinin gelişmesini baltalamış, kendi geleneksel ortak sınıf ve kültürünü yok etmiştir. Ortada kültür köklerinden mahrum bir dil bırakmıştır. Her ne kadar Bolşevik Devrimi gelişmekte olan eski milli Rus kültürünün edebiyat, sanat, müzik, ilim alanlarındaki eserlerini muhafaza ederek bunları ve Rus dilini Rus olmayan unsurların asimilasyonunda vasıta olarak kullanmışsa da ne bu eski sanat eserlerinin benzerini yaratabilmiş ne de asimilasyonu başarabilmiştir. Sovyetlerin başarısızlığını her şeyden evvel tarihi, sosyal, kültürel alanlarda tarihten kopmuş olmaya, yani sosyo-kültürel devamsızlığa vermek mümkündür. Bu arada Sovyetler kendi tarihi devamlılığını ve varlığını sağlayan sosyal kadroları da yok etmiştir.

Türkiye’de Kimlik Meselesinin Siyasi ve Tarihsel Gelişmesi

Yukarıda çok kısa olarak dile getirdiğimiz kimlik meselesinden çıkaracağımız iki sonuç vardır: Birinci sonuç sosyal yapı ile ilgilidir. Fransız Devrimi’ni yaratan orta sınıf, pazar, yani kapitalist ekonominin ve bunun yarattığı köklü sosyal, kültürel değişikliklerin neticesidir. Bu pazar ekonomisi Fransa, İngiltere, Hollanda, Belçika, Almanya, İtalya gibi ülkelerin ekonomik ve askeri güçleri sayesinde ve dış siyaset yoluyla aşağı yukarı tüm dünyaya yayılmıştır. Osmanlı Devleti Avrupa’nın mali askeri gücünü ilk duyan ülkeler arasında olduğu için ekonomik ve sosyal yapısını bu kuvvetlerin etkisi ile değiştirmek zorunda kalmıştır. Tanzimat bir bakıma bu değişikliklerin bir sonucu ve müesseseleşmesidir. İşte tüm bunların sonucu olarak Osmanlı İmparatorluğu’nda da bir orta sınıf meydana gelmiştir. Ancak Osmanlı Devleti’nde orta sınıf kültür ve din nedeniyle ikiye bölünmüştür. Ortaya çıkan Müslüman asıllı orta sınıf din esasına dayanan kültürü hem de bu kültürün ifade vasıtası olan dili yani Türkçe’yi muhafaza etmiştir. Ayrıca kendisinin yeni şartlara uyum sağlaması için büyük çaba göstermiştir. Bunun için de bazen devleti yanlarına, çoğu kez karşılarına almışlardır. Bu orta sınıfın kimlik meselelerindeki rolüne ileride temas edeceğiz.

Fransız Devrimi’nin yarattığı ikinci evrensel etki milli devlet (etat national) kavramının, siyasi teşkilatlanmanın ve ona göre kimlik değişmelerinin tüm dünyaya yayılmasını sağlamasıdır. Milli devlet tipinin yaygınlaşmasının nedenleri arasında halkçılık fikrinin Asya ve Afrika toplumlarının felsefesine, mesela İslamiyet’in naas, yani halk fikrine yatkın olmasından tutunuz da, hükümet merkeziyetçiliğinin ve bürokrasinin önem kazanması, ekonomik verimlilik, modern eğitimin ve bunların ayrılmaz bir sonucu olan rasyonalizmin-yani akılcılığın-ön plana çıkmasına kadar bir çok etkenlerin yeri vardır.

Makalemiz bakımından önemli olan Osmanlı Devleti’nde, orta sınıfların meydana gelmesi ve yeni sınıfların merkezi devlet, yani milli devlet fikrini nasıl karşıladıklarıdır. Bu arada iki noktayı hemen belirtmek gerekir. Tüm dünyayı etkilemiş ve etkilemekte devam eden kapitalist pazar ekonomisinin (kapitalist olmayan geleneksel bir pazar ekonomisi de vardır) etkilerinden uzun süre uzak durmak mümkün değildir. Osmanlı Devleti’nde Avrupa’da gelişen kapitalist pazar ekonomisine uyum son iki Köprülü devrinde başlamış, Nevşehirli İbrahim Paşa ile yeni bir gelişme göstermiş, nihayet 1730’da Patrona Halil İsyanı ile dünya ekonomik değişimine bu uyma teşebbüsü sona ulaşmıştır. Nihayet I. Abdülhamid ve bilhassa III. Selim ile dünyaya uyum meselesi tekrar ortaya çıkmış ve halende süreci devam etmektedir.

Osmanlı Devleti’nin ve dolayısı ile Türkiye’nin sosyal yapısının ve insanlarının kimlik değiştirmeleri Fransa’dan bir hayli farklıdır. Aslında, sorun Tanzimat’ın ve ondan sonra gelen idarelerin kendi ülkelerindeki değişmeleri Fransa’ya benzetmek isteğinden doğmuştur. Avrupa’yı model alan bir yaklaşım, hatalı ve eksik olduğu kadar, çok yanlış sonuçlar verebilir. Biz kimlik meselelerini Osmanlı Devleti’nin yapısı ve kimliği açısından siyasi ve tarihi bir çerçeve içinde özetlemeğe gayret edeceğiz. Bu çabaya girişmeden evvel, belirttiğimiz temel fikri tekrar etmek yerinde olur. Bugün Türkiye’de ve bir çok Asya ve Afrika ülkelerinde tartışılan kimlik sorunu siyasi bir kimliktir ve milli devletlerin ortaya çıkması ile yeni bir önem kazanmıştır. Bu kimliğin yerleşmesinde devlet birinci planda yer almaktadır. Devlet bir kişinin sahip olabileceği ana kimlikleri yeni bir sınıflandırmaya ve canlandırmaya tabi tutarak, bu arada tarihi de kendi açısından yeniden yorumlayarak, yeni bir tip siyasi insan ortaya çıkarmış ve bu insana, bilhassa geleneksel kimlikler içinde bunalmış insanlara yeni kimliklerini benimsetmek için çabalar sarfetmiştir.

Osmanlı Kimliği Sorunu

Osmanlı Devleti’nin kurucuları şüphesiz ki aşiret kökenli Türk unsurudur. Bu devletin kuruluşunda birinci derecede rol almış gaziler, uç beyleri, sufi babalan ve dervişlerin hemen hemen hepsi Oğuz soyundan gelen Türklerdir. Ortaya çıkan devlet, aşiret kimliğinden arınmış siyasi bir varlıktır ki bunun benzeri çok azdır. Bu ilk devletin ana kültürü ve kimliğinin kökeni, rahmetli Fuad Köprülü’nün belirttiği ve ondan sonra başka tarihçilerin ve antropologların doğruladığı gibi Türk halk dinidir ki kökleri Orta Asya şamanizmine kadar uzanır. Kurulan ilk devlet, her ne kadar hemen hemen tamamı ile Türk unsuruna dayanmakta ise de, kimliğini halktan değil, Müslüman olarak dinden almıştır. Bu kimlik, şehirlerin gelişmesi ve Selçuklu Devleti’nden kalma ve onun yanında Bağdat, Şam, Buhara gibi merkezlerden gelen ulemanın etkisi ile hem derinleşmiş hem de daha biçimli sistematik şekil almıştır. Bu arada devlet dilinin Türkçe olduğunu ve öyle kaldığını ısrarla belirtmek gerekir. Ayrıca devletin kanun ve hüküm anlayışı, yani padişahın yetkisini kullanmakta olan serbestliği -yani ihtiyaçlara göre karar vermek yetkileri- hem Orta Asya, Cengiz Han yasalarından hem de İslamiyet’in siyaset anlayışından ve ahlakından kaynaklanmaktadır.

Devlet ve toplum yani idare edenler ile idare edilenler ayrımı onbeşinci yüzyılda başlamıştır. I. Mehmet Çelebi’den sonra devlet daha kesin bir şekilde klasik devirde İslam devletlerine benzemek yolunu aramış ve bulmuştur. Devlet hem varlığını ve hem de meşruiyetini cemaatten yani halktan değil gördüğü dini vazifeden almıştır. Devleti meydana getiren ana unsur, padişah ve onun hizmetinde olan bürokrasidir. Onların birinci vazifesi dini korumak ve devam ettirmektir. Din u devlet yani din ve devletin bir tutulması buradan gelir. Her ne kadar devletin temel kanunu şeriat olmuş ise de bu devlet teokrasi, yani din adamlarının idare ettiği bir devlet değildir ve hiç bir zaman da olmamıştır. Din u devlet siyasi bir formüldür ve herşeyden evvel devletin meşruiyetini sağlamak gayesini güder. Her ne kadar devlet dinin hizmetinde görünüyorsa da aslında din devletin hizmetindedir. Dinin devlet hizmetinde bulunmasının dine halel getireceğini düşünen bazı devlet adamları ve ulema, nihayet bir çözüm bulmuşlardır. Meseleleri tamamı ile dini açıdan ele alarak ve devletin dine taassubunu önleyecek bir makam yaratmak yolunu tutmuşlardır. İşte bu makam, onbeşinci yüzyılda İstanbul müftüsü olmuş, sonra Şeyhülislamlık (Meşihat) ismini almıştır ki halk buna Fetvahane ismini vermiştir. Ancak meşhur Ebu Suud Efendi ile başlayarak şeyhülislamlık onaltıncı yüzyıl ortalarından sonra devlete tabi bir müessese olmuştur. Böylece din istiklalini yitirmiş, fikir özgürlüğü sufi tarikatlarında muhafaza edilmiştir. Diğer yandan Fatih Mehmed’in (1453-81) saltanatı ile ve ondan sonra da Osmanlılaşmış unsurlar devlet idaresinde gittikçe geniş bir yer almışlar fakat devletin ana yükü yine de Türk unsurunun omuzlarına yüklenmiştir. Onbeşinci yüzyıldan sonra Osmanlı Devleti’nde yaşayan kimselerin kimliğini devlet şu şekilde tayin etmiştir: Müslümanların kimliğini din, yani İslamiyet ve dinin temsilcisi olan padişaha itaat ve bağlılık tayin etmiştir. Gayri Müslümanlar ise cemaat olarak, yani din esasına göre millet olarak tanınmışlardır, ama iki özellikle Müslümanlardan ayrılmakta devam etmişlerdir. Hıristiyanlar millet (Ortodoks, Ermeni, Yahudi) olarak. Yani bir tüm olarak tanınmakla beraber bir dini topluluk olan millet içinde, aynı zamanda kavim, yani etnik soy grubu olarak, Sırp, Ulah, Hırvat, Bulgar vs., olarak tanınmışlar, ve böylece dini kimlik ile etnik kimliklerini bir arada geliştirebilmişlerdir.

Şüphesiz ki Müslümanlar da kendi kavim ve soy farklarını muhafaza etmişlerse de bu farklar hukuken tanınmamıştır. Tüm Müslümanlar bir bütün yani ümmet olarak devletin dayanağı olmuşlardır. Güncel hayatta Türkler Türkçe, Araplar Arapça, Arnavutlar Arnavutça konuşup, kendi kavim adetlerini ve dillerini muhafaza etmekte devam etmişlerdir. Fakat bu kavim kimliği devlet tarafından tanınmadığı ve herhangi bir örgütleşmeye temel olmadığı için uzun vadeli siyasi sonuçlar yaratmıştır. Asıl önemli olan mesele ne Müslümanların ne de Hıristiyanların din dışında siyasi anlamda bir Osmanlı kimliğine sahip olmamalarıdır, onlar böyle bir kimliği düşünmüş veya hayal bile etmiş değillerdi. Osmanlı olan yalnız hanedandı ve devlet onun mülkü idi. İşte Devlet-i Ali-i Osmani’nin gerçek manası budur. Bu durum ondokuzuncu yüzyıla kadar çok geniş hatları ile yukarıda belirtildiği gibi idi. İlginç olan mesele siyasi kimliğin mevcut olmamasıdır. Şüphesiz Osmanlı Devleti’nde Müslümanlar arasında dine bağlı bir dayanışma daima mevcut olmuştur. Bu dayanışma, yüz yıllar boyunca siyasi sonuçlar yaratmışsa da bu dini dayanışmanın bilinçli siyasi bir kimlikten doğduğu söylenemez. Bir kimliğin siyasi bir anlam alması kişinin o kimliğe subjectif bir değer vermesi ile kabildir ki bu da ancak belirli bir sosyo-politik çerçeve içinde olur ki bu da toprak esasına dayanan ve padişah şahsına bağlı olmayan bir kimliğe sahip merkezi (milli) devlet çerçevesi içinde olur. Eskiden Müslüman tebaa dini esaslara dayanarak padişahın çağrısı ile mülkü korumaya koşardı. Eğer sultan, çağrısını dinden arındırılmış toprak esasına dayanan devlet, millet, veya Türk kavramı adına yapmaya kalksaydı şüphesiz ki o ortam içinde bir sonuç alamazdı, çünkü ne kavim ne millet terimleri ile kişinin kimliği arasında henüz siyasi bir bağlantı kurulmuş değildi.

Osmanlılık

Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan tüm insanların ilk siyasi kimliği Osmanlılıktır. Bu kimliğin kökü devlet vatandaşlığıdır. Başka bir deyimle Osmanlı vatandaşı olan herkes din, dil, cins, sosyal sınıf farkı gözetmeksizin Osmanlı kimliğine sahip olabilecekti. Böylece kişiler sultanın kulu olmaktan çıkarak devlet vatandaşı sayılmak hakkını kazanmışlardır. Kökü Tanzimat ve bilhassa 1856 Islahat fermanlarında bulunan Osmanlılık kavramı 1864 yılında çıkarılan vatandaşlık kanunu ile tarihte ilk kez Osmanlı ülkesinde yaşayan insanlara devlet eli ile yeni bir kimlik vermekle sonuçlanmıştı. İlk görünüşte oldukça basit görünen vatandaşlık kavramı ve oradan kaynaklanan kimlik, köklü değişmelere ve yeni gelişmelere neden olacaktı.

Osmanlılık kavramının fiili kökü, Osmanlı Devleti’nin modern devlet şekline girmesi için Selim III ve bilhassa Mahmud II merkeziyetçilik siyasetine dayanmaktadır. Bu iki sultan, Osmanlı Devleti’nin yaşayabilmesi için her alanda yeni kuruluşların getirilmesini ve bu gayelerin gerçekleşmesi için devletin ön planda yer almasını kaçınılmaz bir zorunluluk olarak görmüşlerdir. Tanzimat devrine kadar yürütülen eski tip merkeziyetçilik, aslında hanedan ve bürokrasinin ülkenin çeşitli bölgelerinde yaşayan ayan, eşraf ve yerli hanedanlarla işbirliğine dayanmakta idi. II. Mahmud devrine kadar Osmanlı Devleti’nin varlığı, hanedan ve bürokrasinin, türlü grupların liderleri ile yaptığı iş birliğinden kaynaklanmakta idi. Yeni tip merkeziyetçilikte ise devlet ile halk arasında yüzyıllardan beri mutavassıt (intermediary) rolünde olan grupları ortadan kaldırarak bunların vazifelerini merkezi memurlar veya merkezin kontrol ettiği yerli memurlar yüklenmişlerdir. Böylece merkezi devlet, doğrudan doğruya vatandaş ile temas ederek etkisini toplumun her kademesinde fiilen duyurmak fırsatını bulmuştur. İşte ondokuzuncu yüzyılın ilk yarısında, Bosna’da, Anadolu’da, Irak ve Arabistan’da görülen ayan ve derebey diye tanınan kimselerin yok edilmesi ve sindirilmesi, modern merkeziyetçiliğin gerektirdiği bir harekettir. Bu kişilerin “vatan haini” ilan edilmeleri ve bir çoğunun öldürülmesi merkez otoritesine karşı çıkmalarından kaynaklanmış, yoksa gerçek manada “ihanet”e giriştiklerinden değildir. İşte bunun sonucu olarak modern, ulusal devletin ana şartı olan (social homogenity) -sosyal tesviye- bir dereceye kadar yerine getirilmiş oluyordu. Siyasi anlamda bu tesviye sayesinde mahalli farklar bir dereceye kadar azaltıldığı gibi ekonominin, bölgelere ayrılmış bir şekilde çalışması önlenmiş ve bir tek birim olarak çalışması sağlanmıştır. Bu gelişmelerin arkasında ise çok daha köklü sosyal yapı değişmeleri mevcuttu. Osmanlı Devleti’nin dünya çapında pazar ekonomisine girme süreci 1838 yılında İngiltere ile imzaladığı ticari anlaşma ile çok hızlanmıştır. Dış piyasanın gıda istekleri Osmanlı Devleti’ni çok büyük miktarda zirai mal üretmek zorunda bıraktığı gibi artan zirai üretim hem tarım ticaretini hem de bu ticaretle uğraşanların kazançlarını arttırmıştır. Devletin geleneksel vergi usulü öşüre dayanarak, yani zirai üretim için onda birini almakla yetinmesi, ticaret kazançlarının önemli bir kısmını vergi dışında bırakmış ve böylece belirli, küçük bir zümrenin -ki biz buna yeni tipte ticari orta sınıf diyoruz- büyük gelir sağlamasını kolaylaştırmıştır.

Yukarıda çok kısa olarak belirttiğimiz sosyal- ekonomik gelişmelerin yanında ve onlara muvazi olarak ve onları destekleyen bir çok hukuki ve siyasi değişmeler devlet eli ile gerçekleştirilmiştir ki biz bunlara modernleşme adını vermekteyiz. Bu gelişmelerin sonunda iktisadi çıkar ön plana geçerek sosyal farklılaşma da ona göre oluşmuştur. Sonuçta ortaya çıkacak olan Osmanlı orta sınıfı üretici ve ticari olarak ikiye bölünmüştür. Bu bölünme aynı zamanda dinî ve etnik bir yön izleyerek, büyük ticaret gayri müslimlerin elinde toplanırken, zirai üretim geniş çapta Müslümanların elinde kalmıştır. İşte bunun sonucunda Avrupa devletlerinin desteğini gören Hıristiyan ticaret erbabı arasından çıkan ve bir çoğu Avrupa’da tahsil gören aydınlar, kavim milliyetçiliğinin önderliğini yapmışlardır. 1805 Sırp, 1821 Yunan ayaklanmaları ve sonraları Bulgar milli hareketleri geniş çapta bu tüccar ve aydın gruplarının eserleridir. Bu arada 1858 Arazi Nizamnamesi toprak mülkiyetini yeni bir düzene sokmak için çıkarılmıştır. Arazi Kanunnamesi yalnız miri, yani devlet arazisini hukuki bakımdan düzenlemek ve devlet mülkiyet hakkını korumak gayesini gütmekle beraber sonunda kanun defalarca değiştirilmiş ve özel arazi mülkiyetinin genişlemesini engelleyememiştir. Sonuçta toprakla uğraşan Müslüman halk, toprak sahibi olmak fırsatını bulmuştur. Ecnebilere toprak sahibi olmak hakkını veren 1867 yasası pek az uygulanmış, böylece bilhassa Anadolu’da tarım Müslümanların elinde kalmıştır. Büyük uğraşı ile elde ettikleri ürünleri çok düşük fiyatla zengin Hıristiyan ihracatçı tüccara satmak zorunda kalan Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasında beliren sosyal gerginlik siyasi nedenlerle gittikçe artmıştır. 1856 yılında Paris ve Londra’da hazırlanarak Sultan Abdülmecid tarafından aynen kabul edilen Islahat Fermanı Hıristiyanlara “eşit” haklar tanıyarak -aslında onları Avrupa devletlerinin himayesine sokmuştur- Hıristiyan-Müslüman farklarını ortadan kaldırmak istemiştir.

İşte 1856’dan sonra tam yürürlüğe sokulan Osmanlılık siyaseti, tüm Osmanlı vatandaşlarını din, dil, mezhep farklarının üzerine çıkmış, yeni siyasi bir kimlik yani Osmanlı kimliği altında birleştirmek gayesini gütmüştür.

Osmanlı kimliği kişilerin din, soy (etnik), dil gibi temel kimliklerini bir yana bıraktığı için asla benimsenmemiştir. Bazı Hıristiyan gruplar, Osmanlılık kimliğini bazen hasım gruplara mesela Halep Arap Katolikleri kendilerini eski dinleri olan Ortodoksluğa tekrar ihtida ettirmek isteyen İstanbul Patrikhanesi’ne siper olarak kullanmışlarsa da yine de bu kimliği köklü olarak benimsememişlerdir. Bilakis Hıristiyanlar Osmanlılık kimliğini bir çeşit asimilasyon tuzağı olarak görmüşlerdir. Buna karşılık Müslümanlar, bilhassa Anadolu’da, Balkanlar’da ve Kafkaslar’da yaşayan Müslümanlar, eninde sonunda Osmanlılığı bir çeşit Müslüman siyasi kimliği olarak benimsemek yolunu tutmuşlardır. Aslında birinci derecede önem taşıyan bu olay rastgele olmamıştır. Bu bölgelerde Osmanlı hakimiyeti, kanunları, gelenekleri devamlı olarak tatbik edilmiştir ve yerli dil, etnik ve soy farkları ile çatışmadan kendine mahsus bir siyasi kültür yaratmıştır. Böylece Müslümanlar arasında Osmanlılık din çerçevesi içinde hareket ederek tarihi esaslara dayanan bir siyasi kimliğin kökünü atmış oluyordu.

Osmanlı hakimiyeti batı Kafkaslara bilhassa onaltıncı yüzyıldan sonra yayılmıştır. Bu hakimiyet sayesinde Müslümanlık Kafkaslara yayılmış yüzlerce kabilelere bölünmüş Kafkas halkına, kabileler üstü bir Müslüman yani fiiliyatta Osmanlı kimliği vermiştir. İşte ondokuzuncu yüzyılda devlet ilkesi şeklini almış Osmanlılık, aslında tarihte oluşmuş fakat şuur altında yaşamış tarihsel, kültürel Osmanlılık kimliğini bilinçli bir kimlik haline sokmuştur. Böylece Osmanlılık-Müslümanlık kimlik terkibi Müslümanlar tarafından benimsenmiştir ki bu kimliğin en büyük savunucusu Namık Kemal’dir. Onun Vatan Yahut Silistre adlı 1873’de yazılan piyesi Osmanlı Müslüman kimliğinin en açık ifadesidir. Osmanlılık aynı zamanda ilk defa olarak vatan kavramının genişleyip yerleşmesine ve maddi siyasi bir şekil almasına yol açmıştır. Artık vatan bir kişinin doğduğu köyü ve kasabayı değil, Osmanlı Devleti’nin hakim olduğu tüm toprakları ifade etmektedir. Ayrıca Osmanlılık yani “Osmanlı” terimi yalnız bir hanedanı ifade etmekten çıkmış tüm Osmanlı tarihini kapsayacak bir şekil almaya başlamıştır. İşte bunun içindir ki 1870’lerden sonra yeni tarihi görüşler ortaya çıkmaya başlamış, ilmi manada tarihçiliğe doğru ilk adımlar atılmıştır ki 1909’da kurulan Encümen-i Tarih-i Osmani Osmanlı tarihini yeni bir görüşle ele almak teşebbüsünün en önemli ifadesidir. Osmanlılık, İttihad ve Terakki ve sonra Cumhuriyet devrinde Osmanlı hanedanının siyasi dayanağı olarak görüldüğü, yani tarihi köklerinden arındırılarak ele alındığı için tümü ile mahkum edilmiştir. Ziya Gökalp dahi modern milletlerin belirli tecrübelerden geçmeden -yani geniş imparatorluklar içinde belirli süreçleri geçirmeden- meydana gelemeyeceklerini savunmasına rağmen, Osmanlılığı çok ağır bir dille yermiştir. Biz Osmanlılığın savunucusu değiliz. Osmanlılık bir yerde siyasi bir rejimin dayanağı olduğu kadar imparatorluğu ayakta tutmak gayesini güden bir ideolojiyi ifade eder. Fakat Osmanlılık iyi ve kötü tarafları ile belirli tabii tarihi, sosyal ve kültürel bir ortam içinde gelişmiştir ki bu ortam Türkiye Cumhuriyeti’ne miras kalmıştır. Osmanlı Devleti olmasa idi Türk Cumhuriyeti olmazdı. Gerçekten, siyasi Osmanlılık başarısızlığa uğramış olmasına karşılık kültürel ve tarihsel Osmanlılık modern Türkiye’nin doğmasını hazırlamıştır.

İslamcılık

Türk kimliğinin gelişmesinde II. Abdülhamid devrinin çok önemli ve derin bir etkisi olmuştur. Bu devir, Türk ulusunun geleceğini tayin eden çok önemli iki olaya sahne olmuştur. Birinci olay 1876 Anayasası’nın ilanı ve 1878’e kadar iki Meclis-i Mebusan’ın toplantısıdır. Meşrutiyet, devlet otoritesinin kaynağını padişah ve dinin ötesinde bir başka varlıkta -yani halk-millette- arama çabasıdır. Halk, daha doğrusu o zaman yeni bir manada kullanılmaya başlayan millet böylece siyasi anlam kazanmaya yüz tutmuştur. Artık millet gayri Müslim topluluklarına verilen isim olmaktan çıkarak, tüm Osmanlı Müslümanlarını -bilhassa Anadolu-Rumeli-Müslümanlarının topluluğunu tümü ile kapsayan bir terim anlamını almaya başlamıştır. İkinci önemli olay 1877/8 savaşı ve onun sonucunda imzalanan Berlin Andlaşması ile Sırbistan, Karadağ, Bulgaristan, Romanya’nın milli devlet olarak Osmanlı camiasından kopmalarıdır. Buna ayrıca Bosna-Hersek’in Avusturya tarafından işgal edilerek Osmanlı Devleti’nden kopmasını ilave etmek gerekir. Böylece Osmanlı Devleti bir insan olarak düşünülürse, başının İstanbul, sağ ciğerinin Rumeli, solunun Anadolu olduğu söylenebilir. Rumeli’nin gitmesi, Osmanlı Devleti’ni hayati önem taşıyan bir parçadan -yani sağ ciğerinden- mahrum etmiştir. Bu savaş, toplumsal yapısal değişmeleri hızlandırmıştır ki burada göçlerin önemi çok büyüktür. Gerçekten Osmanlı Devleti 1827-1914 yıllarında göçler nedeni ile çok köklü hem yapısal hem de kültürel-psikolojik bir değişme geçirmiştir. Osmanlı Devleti tarihi boyunca çeşitli göçlere sahne olmuştur. Göç ve göçebe arasında çok büyük fark vardır. Göçler, yani bir grup halkın bir bölgeden diğer bölgeye gidip yerleşmesi tarihte her zaman görülen bir olaydır ki bugün dünyada, Avrupa dahil birçok ulus göçler neticesinde meydana gelmiştir. Amerika Birleşik Devletleri, Güney Amerika bunun en açık misalleridir. Göçebelik ise tabiat zorluklarına karşı insanların, varlıklarını sağlamak için yarattıkları bir yaşam şeklidir. Osmanlı Devleti’ne bir göçebe, aşiret devleti olarak bakmak büyük bir hatadır. Göçler ise başka bir manzara arz etmektedir.

Ondokuzuncu yüzyılda, Kafkaslar’dan 1827’de, Kırım’dan 1856 ve Rumeli’den 1878’de başlayan ve günümüze kadar devam eden göçler eski Osmanlı tebaasının Anadolu’ya yerleşmelerini ifade eder. Bu büyük göçün, 1850 ile 1882 arası Anadolu nüfusunun yüzde 42 gibi bir artış sağlamasında büyük payı vardır. Kesin olarak biliyoruz ki göçler, hem yerleşme yerlerinde hem de göçmenlerin kimliklerinde ve toplumların sosyal yapılarında büyük değişmelere neden olmaktadırlar. Kimlik değişmeleri nedenleri arasında göçler önde gelir. Ondokuzuncu yüzyılda Anadolu’ya, kuzey Suriye’ye ve Irak’a gelen göçmenlerle beraber, ve hatta onlardan evvel bir çok Türkmen, Kürt, Arap aşiretleri de devlet eli ile iskan edilerek, yerleşik (sedentary) düzen yaşamına geçmişlerdir. Göçmen ve aşiret iskanı nedeni ile tarım üretimi artmış, vergi geliri yükselerek pazar ekonomisinin ve merkezi devlet idaresinin daha köklü yer etmesi hızlanmıştır. Bu çok köklü yapısal değişmeler, Osmanlı tarihi mihveri ve İslam-Türk halk kültürü etrafında dönüştür. İşte bu olaylar sonunda Anadolu’da yeni siyasi bir varlık olan modern öncesi diyebileceğimiz yeni bir millet ortaya çıkmak yolunu tutmuştur. Ahmet Mithat Efendi, Üss-ü İnkılâp (1878) kitabında Tanzimat reformlarını eleştirirken yine de Tanzimat’ın yarattığı değişiklikleri kabul ederek “bugün karşımızda yeni bir Osmanlı milleti vardır” demekten kendini alıkoyamamıştır. Onun bu görüşü bizim yukarıda değindiğimiz, Anadolu’da ondokuzuncu yüzyılda yeni tipte bir Türk milleti doğdu görüşümüzü desteklemektedir. Biz bu konuyu başka bir çalışmamızda çok geniş bir şekilde ele alıp incelediğimiz için onun üzerinde fazla durmayacağız.

Ancak bir iki noktayı vurgulamak yerinde olur. Bu yazımızın başında belirttiğimiz gibi modern manada milletler ancak onsekizinci ve bilhassa ondokuzuncu yüzyılda ortaya çıkmışlardır ve bunlar ancak ve ancak sınırları belli, merkezi idareye ve bir dereceye kadar sınıfsal yapıya sahip ve modern pazar ekonomisini kabullenmiş toplumlarda meydana gelebilirler. Bu tip milletler, milli kimlik arayışlarında varlıklarının ve kimliğinin köklerini tarihte, dilde, gelenekte, dinde, soy birliğinde vs. unsurlarda ararlar. Ayrıca, bu kökleri, çok kez, hayale dayanarak yüceleştirirler ve yorumlarlar ki bu da milliyetçilik (nationalism) olur yani ideoloji olur. Şüphesiz ki bir ideolojinin incelenmesi ile onun uygulanması ve tanıtılarak kabullendirilmesi arasında büyük farklar vardır. Ancak eninde sonunda olaylara dayanan inceleme, subjektif değerlendirmeye dayanan ideolojiden üstün gelir. Sağlam bilgili ilimsel araştırıcı aynı zamanda ideolog olursa ideoloji de devamlı dayanaklı olur. (Sovyet rejiminin yıkılmasında şüphesiz ki Leninistlerin Marksizmi, sun’i bir politik kisveye sokarak Sovyet emperyalizmine vasıta yapmalarının büyük payı vardır. Bir yerde tüm rejimlerin değeri prensiplere (ilkelere-esaslara) gösterdikleri hürmete göre ölçülür). Milliyetçilerin, bir milletin ne olduğunu anlatan görüşleri ile, milletin doğumunu sosyo-politik bir olay olarak inceleyen sosyolog ve siyaset alimlerinin görüşleri arasında daima büyük farklar vardır. Kısacası ondukuzuncu yüzyılda Anadolu’da İslam gelenekleri, Osmanlı tarihi ve Türk dili üzerine inşa edilmiş ve Osmanlı Devleti içinde yaşamış tüm Müslüman soylarından oluşan, yani Türk, Arnavut, Kürt, Arab, Abaza, Tatar, Karaçay vs. Türk soyundan olsun olmasın yeni anlamı ile Türk olmayı kendi istekleri ile yaşayış, duygu ve amaç birliği içinde birbirine kaynaşarak yeni bir millet ortaya çıkmaya yüz tutmuştur. İşte Abdülhamid’in İslamcılık siyaseti bu gelişmede birinci derecede rol oynamıştır. Meseleyi biraz daha aydınlatmak gerek.

Yukarıda, Osmanlılık fikrinin ve onu gerçekleştirmek için uygulanan merkeziyetçilik ve vatandaşlık siyasetinin modern manada bir milletin meydana çıkabilmesi için gereken hukuki, siyasi ve idari yani maddi çerçeveyi hazırladığını belirttik. Ancak Osmanlılık, bir milletin ortaya çıkması için kişileri birbirine bağlayacak temel kimliklere ve değerlere, yani milliyetin subjektif yönlerine hitap etmediği için toplum içinde gerçek manada bir birlik ve dayanışma yaratamamıştır. Sultan Abdülhamid’in İslamı bir ideoloji olarak kullanması Osmanlılık ideolojisini, psikolojik ve kültürel bakımdan tamamlamıştır. İslamlık, dinden yani İslamiyet’ten kaynaklanan bir ideoloji olarak toplumun Müslüman kesimini din esasına dayanan bir millet halinde tasavvurlamasına ve o şekilde siyasi bilinçlenmesine yol açmıştır. Modern manada bir milletin ortaya çıkabilmesi için tüm fertlerin kendi aralarında ortak bağları paylaştıklarını bilmeleri ve bu bağların üstün değer taşıdıklarına inanmaları gerekir. İdeolojinin vazifesi zaten budur. İnsanlara ortak bağlar paylaştıklarını anlatır ve bu bağların yüceliğini ilan ederek insanları o şekilde bilinçlendirir ve kimliklerinin, inandıkları değerlerin üstün olduğuna inandırır. İşte, Abdülhamid’in İslamcılığının gayesi Müslümanları İslamiyet kimliği ile bilinçlendirmek ve din olarak İslamiyet’in üstün değerde bir din olduğuna dair inandırarak devlete daha gönülden sarılmalarını sağlamaktı. Ancak din modern milletlerin ileriye dönük ve bu dünyada gerçekleşecek isteklerine çok az yer verdiği için, din esasına dayanarak kurulan birlikler içinde yaşayan insanlar eninde sonunda bir çıkmaza düşmek tehlikesindedirler. Onlar dini kimliği dil, tarih, gelenek, vs. gibi esaslarla bağdaştırmak zorundadırlar -veya dini inkar ederek- yalnız dil, kavim üzerine kurulmuş gruplaşmalara doğru gidebilirler. Nitekim, Abdülhamid devrinde ortaya çıkan ve Türkleri, Arapları, Arnavutları vs. Müslüman kavimleri içine alacak İslam milleti içinde tarihsel, kültürel, vs. özelliklere sahip grupların din ötesinde -fakat dini ve Osmanlı birliğini inkar etmeyen- yeni bazı gruplaşmalara doğru gittikleri görülmüştür. Bu grupların en önde geleni Araplardır. Tüm bu hareketlerin önderliğini yapanlar ise orta sınıf elemanları olan okumuşlar, ayan, eşraf hatta ulema vs. elemanlar mevcuttur. Diğer yanda sosyal temeli olmayan ve ancak küçük bir okumuşlar grubunun yönettiği ve temel kimlikleri dikkate almayan milli hareketler başarı sağlayamazlar.

İslamcılık ideolojisini bir devlet ilkesi haline sokan Sultan Abdülhamid’in ana amacı hanedanın temel ilkesi olan devlet varlığını korumak ve bu arada hanedanı devam ettirmekti. 1878 Berlin Andlaşması, belirli sınırlar içinde yaşayan milli-devlet kavramını sultana kabul ettirmiştir. Bu kavramın Araplar tarafından benimsenmesi halinde Arapça konuşan ülkelerin Osmanlı Devleti’nden ayrılmaları ile sonuçlanabilirdi. Nitekim 1878 ilkbaharında Rus orduları İstanbul kapılarına dayandıkları bir zamanda Suriye’nin ileri gelen eşrafı, Şam’da yaşamakta olan büyük anti-emperyalist Cezayir’li Abdülkadir etrafında toplanmışlar ve Osmanlı Devleti’nin dağılması halinde Suriye’nin istiklalini ilan etmeye karar vermişlerdi. Bu olay Sultan Abdülhamid’i çok tedirgin etmişti. Onun için padişah hem Arapları Osmanlı idaresine daha köklü bir surette bağlamak, hem de Anadolu’ya gelen göçmenlerle yerli halkın daha iyi kaynaşmasını sağlamak için tüm bu insanların ortak paylaştıkları dini, yani İslamiyet’i, fiili bir devlet ideolojisi şekline sokmuştur. Ayrıca dünya çapında bir İslam Birliği (Panislamizm)den de söz ederek Fransa, İngiltere, ve Rusya’nın Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmalarını önlemek istemişti. Kısacası, Sultan Abdülhamid İngiltere, Fransa, ve Rusya idaresinde yaşayan Müslümanları cihada çağırarak başlarına büyük dertler çıkarabileceğini dolayısıyla anlatmıştır. Bunun için de padişah, hem ülke hem de dünya Müslümanlarının tümü adına konuşarak, dünya Müslümanlarının Avrupa emperyalizmine karşı koyabilecek merkezi bir makam arayışlarına cevap olarak halifeliğe birinci derecede önem vermiş, hatta halifeliğin saltanattan evvel geldiğini söylemiştir. Abdülhamid’in ana amacı Osmanlı Devleti’nin hürriyetini ve varlığını sağlamaktı ki bu da bir bakıma Türklerin doğmakta olan modern milliyet kimliklerini ve toplum olarak hürriyet ve varlıklarını sağlamak demekti.

Sultan Abdülhamid’in İslamiyet’i bir dini birlik ideolojisi olarak kullanması ise millet ve kimlik meselelerini yakından etkilemiştir. Gerçekten, Abdülhamid’in din’i ideoloji olarak kullanması, dinin kendini, yalnız, insanı ahiret için hazırlamaya vermiş, pasif, ruhsal bir varlık halinden çıkararak, güncel toplum işleri ile de meşgul olan, yani Müslümanların bu dünyadaki yerini ve yaşayışını etkileyen siyasi bir kuvvet haline getirmiştir. Sultan, Müslümanların iman ve geleneklerinin ve bu arada halifelik makamının güçlenmesi için her çabaya baş vurmuştur ki Avrupalılar ve sonra “modern” Türk yazarlar bu hareketleri “gericilik” olarak yermişlerdir. Halbuki “gericilik” kisvesine bürünen bu dinsel uyanış aynı zamanda millet bilincinin yerleşmesine hem de modernleşmenin belirli milli bir kimlik çerçevesi içinde gelişmesine yardım etmiştir. İslamcılık, Osmanlı Müslümanlarının tümü arasında dayanışmayı kendine baş amaç edinmişti. Bu amacı gerçekleştirecek araçlar arasında iletişim (communication) başta geldiği için dil, birden bire büyük önem kazanmıştır. Böylece dil “Müslüman birliği” nin ilk kademesini oluşturacak bir dil birliğini, yani birbirinin dilini konuşan ve anlayan kimselerden oluşan bir toplum bilincini yaratacaktı. Zaten bu bilinç çok sönük olmakla beraber mevcut idi. Bu arada toprak esasına dayanan devletin otoritesini belirli sınırlar içinde yürüttüğü için dil, yani devletin kendi dairelerinde ve okullarında kullandığı dil, yani Türkçe, çok yaygın hale gelmiştir. Din kisvesi ve birliği içinde meydana gelen dil hatta soy bilinci, devlet siyasetiyle, biri diğeriyle çatışmaktan korunabiliyordu. Ama bu çatışma 1908’den sonra İttihad ve Terakki hükümetinin milliyet siyaseti sayesinde açığa çıkmıştı. İşte, Ziya Gökalp’in ilk kez. 1913’de Üç Cereyan olarak isimlendirdiği ve sonra, Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak adı altında, 1918’de çıkan kitabına başlık ettiği ve nihayet 1923’de Türkçülüğün Esasları kitabının son yazısını oluşturan makale bu kimlikleri bağdaştırmak amacını gütmekte idi. Fakat Gökalp bu kimlik değişmelerinin yarattığı kültürel huzursuzluklara yani anomiye önem verdiği için bulantının gerçek sebeplerini aramadan, tedavisini tezelden milliyetçilikte bulmuş, anominin maddi ve tarihi sebepleri ile meşgul olmamıştır. Anomiyi yaratan sosyo-kültürel değişikliktir ki bu anomi iyi teşhis edilirse az zamanda düzelir, yanlış teşhis ise onu müzminleştirir. Sultan, Tanzimatın getirdiği yeniliklerin hemen hepsini muhafaza ettiği gibi her alanda Tanzimat yeniliklerini gölgede bırakan sayısız eserler meydana getirmiştir. Böylece o, Osmanlılık siyasetinin sosyal ve ekonomik boşluklarını doldurmaya gayret etmiştir.

Bugün, Orta Doğu’da ve Türkiye’de mevcut eğitim, ulaşım, mesleki ihtisas, sıhhat vs. gibi bir çok kuruluşların temeli Sultan Abdülhamid devrinde atılmıştır. Sultan’ın bu teşebbüsleri, Anadolu’nun yapı değişmesini, Müslüman-Osmanlı kimliğinin kökleşmesini, hem de bu gibi sosyo-ekonomik ve kültürel değişmelerde kaçınılmaz olan yan gelişmeleri hızlandırmıştır. Osmanlı-Müslüman kimliği içinde kaybolmuş gibi görünen soy, kavim, dil kimliklerinin yukarıda kısaca belirttiğim gibi yeni şekiller altında canlanmasına yol açmıştır. Çünkü insanlar daha evrensel kimlikler içine sokulurken, soy, dil, din, bölge gibi kimliklerin de canlandırdığı ve yeni şekil aldıklarına şahittir. Mesela, Sovyetlerin dinsizlik politikası sünnet, isim verme, vs. gibi Müslümanların dinsel geleneklerini “laik” ve “milli” şekle sokarak devam ettirmelerini sağlamıştır. Normal olarak da din bir dereceye kadar böylece dünyevileşince, siyasileşince dini ulviliğini yitirmektedir.

Abdülhamid devrinde ilk kez artarak Türk kimliğinden söz edilmeye başlanmıştır ki bu konu çok geniş ve karışık olduğu için biz burada bu konulara ancak değinmekle yetineceğiz. Herşeyden evvel dil meselesi gelir. Gazetelerin çoğalması, merkeziyet icabı hükümet dairelerinde bürokratik muamelelerin artması, devlet memurlarının önemli bir kısmının Türk soyundan gelmesi, nizamiye mahkemelerinin Arap bölgelerinde bile Türkçe’yi kullanmaları Türkçe’nin çok süratle yayılmasını sağlamıştır. Ayrıca Türkçe’nin yayılmasına neden olan daha iki neden ki bunların önemi çok büyüktür. Abdülhamid’in emri ile Sultan Abdülhamid devrinde kurulan veya genişletilen mesleki okulların dili de Türkçe olmuştur, hatta Huzur Dersleri de Türkçe verilmeye başlanmıştır. Bu okullarda okuyanlar ve buradan mezun olanlar toplum içinde hem en yüksek mevki, hem yüksek gelir sahibi oldukları için buraya rağbet fazla olmuştur; her açık bir yer içinde 3-8 adayın bulunması olağandı ki bu adaylarım yüzde 20-40 arası, okula göre, Türk aslından olmayanlardan oluşmakta idi. Bunlar ise Türkçe’yi ana dil olarak kullanmak yolunu tutmakla beraber kendi kav im dillerini biliyorlardı fakat sonunda Anadolu’da kalanların hemen hemen tümü yeni anlamı ile “Türk” lüğü kabul etmişlerdir. Burada çok önemli bir noktaya değinmek gerekir. Eğitimin yayılması ve bilhassa Anadolu’nun ve Arap ülkelerinin çoğunun yabancı işgali altında bulunmaması, yani kurtuluş savaşlarının çabalarını henüz gerektirmemesi, muasırlaşmaya (modernleşmeye) öncülük vermiş ve muasırlaşmayı okumuş çevrelerin ortak bir ideolojisi haline sokmuştur. Muasırlaşmak ideali bir bakıma Avrupa medeniyetinin emperyalist yönlerinin unutulmasına ve ancak ilim ve medeniyetin önemsenmesine yol açmıştır. Ondokuzuncu yüzyılda Türkçe’nin yaygın bir şekilde kullanılması, birçok kimsenin bu olayı “dilde Türkçülük” şeklinde yorumlamalarına ve Türk milliyetçiliğinin başlangıcı saymalarına yol açmıştır. Halbuki Türkçe’nin sadeleştirilmesi ve halk dilinin yaygınlaşması ilk kez pratik amaçlardan yani iletişimi kolaylaştırmak amacından doğmuştur. Mesela Türkçe’nin sadeleştirilmesi kadar muasırlaşma fikrinin en büyük savunucuları arasında yer alan Ahmet Mithat Efendi, Yusuf Akçura ve diğer bir çok yazar Türk milliyetçiliğinin önderleri arasında görülürler. Halbuki Ahmet Mithat Efendi Abdülhamid devrinde gelişen İslam, Osmanlı ve Türk kimliklerini bir arada yaşatmak için büyük çabalar sarf etmiştir ki onun bu çabaları İttihad ve Terakki devrinde, tamamı ile unutulmuştur çünkü Ahmet Mithat, sultanı desteklemiştir. Ahmet Mithat Efendi için Türk terimi devlet dilini ifade eden ve Osmanlı camiası içinde önemli yeri olması gereken bir kavime yani Türklere verilen bir isimdir ki bunun ideolojik bir anlamı yok idi.

Devlet ideolojik bakımdan Osmanlılığı ve İslamiyet’i uygulamaya öncülük verdiği için, fonksiyonel devlet -yani hizmet veren devlet anlamını ikinci sıraya itmiş bulunuyordu. Bu arada bu iki resmi ideoloji yanında muasırlaşmak ve halkçılıkta toplumun gelişmesini hedef alarak kendine göre bir gelişme sürecine girmiş bulunuyorlardı ki sonradan cumhuriyet devrinde devlet ilkeleri arasında yer almışlardır. Gerçi halkçılık Sultana karşı halkı kendine siper alarak hakimiyetini pekiştirmek isteyen Tanzimat bürokrasisi ve aydınlar tarafından çok belirsiz bir şekilde ortaya atılmışsa da az zaman içinde, kısmen İslam ihya hareketlerinin tesiri ile anlam değiştirerek siyasi bir halkçılık şeklini almıştır. (Halkçılığın, Osmanlı Devleti’nde, Rusya’nın Narodnik ideolojisinin karşılığı olduğu ve Rusya’dan gelen okumuşlar tarafından getirildiği görüşü her bakımdan yanlıştır). İşte siyasi anlamda Müslüman ve Osmanlı ve henüz siyasi anlam kazanmamış Türklük kimliklerini bağdaştırmak ve bu arada muasırlaşmayı halkçılıkla (halkın eğitim görmesini, ekonomik kalkınmasını) beraber gerçekleştirmek isteyen çabalarının 1880’den sonra ortaya çıktığını görmek mümkündür. Bu görüşün savunuculuğunu Ahmet Mithat ve Tercüman-ı Hakikat yapmıştır ki sonradan Tercüman-ı Hakikat’te çalışmış bir grup, Ahmet Cevdet’in idaresinde çıkan ve 1903-1928 arası yayımlanan İkdam gazetesinde yürütmüşlerdir. Bunların arasında Necip Asım (Yazıksız), Veled Çelebi (İzbudak), Ahmet Refik (Altınay), Ahmet Rasim gibi isimler vardır.

İkdamcılar, soy Türkçülüğüne ve bilhassa Türk unsurunun gelişmesine önem vermekle beraber Osmanlılığı ve siyasetten arındırılmış İslamcılığı da bir arada yürütmek görüşünü savunmakta idiler.

İttihad ve Terakki

İttihad ve Terakki mensupları kendilerine, herşeyden evvel Sultan Abdülhamid istibdadının düşmanı ve onun yerini alacak hürriyet savunucuları olarak bakmaktadır. Ayrıca onlar Osmanlı Devleti’ni devam ettirmek ve kendi ölçüleri içinde hızlı bir muasırlaşma gerçekleştirmek istiyorlardı. Ayrıca onlar Abdülaziz ve Abdülhamid’in din ve halifeliği istibdad idaresine meşruiyet sağlamak amacıyla kullandıklarını iddia ederek onların yerine sözde ilmi -yani onların anladığı materialist pozitivizmi- devlete ve topluma mal etmek istemişlerdir. Avrupa’da bulunan İttihad ve Terakki şubeleri hem Türklük ve hem de o devirde Avrupa’yı saran milliyetçilik tartışmalarından uzak durmuşlardır. Ancak 1908 ayaklanması ile İttihad ve Terakki iktidarı eline alınca siyasi Türkçülüğü ön plana geçirmiştir. Ancak bu birden bire olmamıştır.

İttihad ve Terakki’nin 1908-1911 yılları arasında izlediği siyasetin, laiklik ve kavmi milliyetçiliğe karşı biraz yakınlık göstermesi bir yana bırakılırsa, Abdülhamid devrinde yürütülen Osmanlılık ve İslamcılıktan fazla ayrılmamışlardır. Buna rağmen perde arkası yürütülen Türk kavmi milliyetçiliği, bilhassa Ziya Gökalp’in bulunduğu Diyarbakır parti müfettişliğinden Selanik’e İttihad ve Terakki’ye danışman olarak getirildikten sonra, devletin belirli bir soy’a -yani kavime- dayanması fikri kuvvet kazanmıştır. İşte burada Ziya Gökalp’in tarihe önem vermemesi (o, tarihin sosyoloji içinde eriyeceğine inanmıştı) psikolojik, sosyolojik teoriler ile büyük devlet kimlik meselelerini özümlemeye kalkışmasının zararları kendini göstermiştir. Şüphesiz ki, Ziya Gökalp ilmi dürüstlüğe sahip, gerçek manada ilme önem veren ve toplumunu çok seven ve kalkınmasını samimiyetle isteyen bir kimsedir. Fakat, onun etnik kimlik ile milli devlet kimliğini aynı olarak görmesi, çelişkiler yaratmıştır. İttihad ve Terakki’nin ana ilkesi Osmanlılıktır, fakat o Osmanlılığı artık kavim esasına dayanan bir Türkçülük şeklinde görmek yolunu tutmuştur. Gerçi Gökalp milletin esasını ırk, etnik grup, vs. oluşturmaz demişse de onun kültüre verdiği mana tarihî esaslardan arınmış, siyasi ve etniktir. Gökalp’e göre bir milletin esasını kültür ve dil oluşturmaktadır ve bunları Türkleştirmek devletin vazifesidir. Gökalp’e göre her kültür her millete göre özellikle gösterir ve böylece nevine mahsustur. O’na göre böyle bir kültür yüzyıllardan beri Anadolu Türk halkı arasında yaşamıştır ve yaşamaktadır. Gökalp’e göre bu halk kültürünün, devlet ve toplum kültürü haline gelmesini önleyen ana neden kozmopolit Osmanlı Devleti ve bu devleti idare eden halktan kopuk milliyetsiz bir hanedan ve onun emrinde halkı ezen sosyal bir grup olan bürokrasidir. Bunlar ise halktan kopuk, kendi dili ve kültürü olan sosyal bir gruptur. Halbuki modernleşmeyi ve dolayısı ile Türklüğü ön plana çıkaran bu bürokrasinin yürüttüğü siyasettir. Gökalp, Abdülhamid idaresi tarafından hürriyetçi fikirleri nedeni ile hapse girmiş, doğum yeri olan Diyarbakır’a sürülmüş ve orada eline geçirdiği kitapları okuyarak kendi kendini yetiştirmiştir. Böylece Gökalp, Osmanlı ve Türk kavramları arasında bağdaşma yerine kesin bir zıddiyet ve intibaksızlık görmüştür. Diğer taraftan Gökalp Türklüğü din ile bağdaştırmak için büyük çaba sarf etmişse de bu çabalan tarih dışına çıkardığı için hem dincileri hem laikcileri memnun etmiştir. Gökalp’in kültür ile milleti bir yerde birbirinden ayrılmaz olarak görmesini tatbikat doğrulamamaktadır.

Amerika Birleşik Devletleri’nin, Kanada’nın, Avusturalya’nın dilleri ve kültürleri temelde İngiliz olmakla beraber bunların kimlikler ve milliyetleri birbirinden ayrıdır. Üstelik bu üç ülkenin de kültürleri halen çok değişik bir şekilde gelişmiş ve gelişmektedir. Ama bu ülkelerin hiç biri İngiltere ile kurtuluş mücadelesi vermelerine rağmen kültürlerini siyasetten ayrı tutarak hem İngiliz hem de milli olarak gelişmelerini sağlamışlardır. Bu ilkeleri, tarihlerini gerçekçi bir gözle inceleyerek hangi konularda İngiltere’ye yaklaştıklarını ve hangi konularda ayrıldıklarını açık seçik anlatmaktadır.

Bu makalemizin amacı Ziya Gökalp’in milliyetçilik görüşlerini tartışmak değildir. Ana amacımızın, Gökalp’in bir toplumun yapısının ekonomik, sosyal, demografik nedenlerle durmadan değiştiğini ve çok kez bu toplumların eski kültür, isim ve temel kimliklerini koruyarak yeni şekiller aldığını yeter derecede incelemediğini işaret etmektir. O, kültürü ve milleti ezelden beri mevcut, tümdengelim (dedüktif) kavramlarla izaha kalkmıştır ki bu yaklaşım onun çok önem verdiği tümevarım (endüktif) metodunu etkisiz hale getirmiş ve tümden gelimi Türk aydınının temel metodu haline sokmuştur. Gökalp’in halk-saray ikili kültür kavramı da yanlıştır. Şu da bir gerçektir ki halk edebiyat ve temaları ile saray kültürü arasında alış-verişler devamlı olmuş, biri diğerini etkileyerek gelişmiştir; halk edebiyatı çoğu kez saray edebiyatını da model olarak almış ve saray edebiyatı da, bilhassa onsekizinci yüzyılın sonunda, halk edebiyatından etkilenmiştir. Modern Türk edebiyatı bir bakıma halk ve saray edebiyatlarının bir sentezidir. Gökalp yalnız siyasi Osmanlılığı, yani Tanzimat Osmanlılığını (onun asıl hedefi idi) bir ikincisi Türklüğün muhalifi olarak görmekle kalmamış, tüm Osmanlı tarihini (belki ilk devreler hariç) Türklükle ilgisiz görerek, Türkleri, kimlik kökenlerini İslam öncesi Orta Asya’da Turan’da aramaya göndermiştir. Bugünkü Türkiye ise Osmanlı tarihinden doğmuştur. Gökalp’in Osmanlılık aleyhtarı görüşü Balkan Harbi’nden sonra kuvvet kazanmıştır. Çünkü Arnavutluk’un, Makedonya’nın ayrılması ile Osmanlı İttihadı (Osmanlı birliği) görüşünün değeri kalmamıştır.

Bilinçli kavmi Türkçülük fikrini ilk defa ortaya atan Yusuf Akçura olmuştur. O, 1904’te Mısır’da Ali Kemal’in çıkardığı Türk gazetesinde Üç Tarz-ı Siyaset yazısında kavmi Türkçülüğü savunmuştur. Akçura, yaşadığı devrin çok ilerisinde bir kültüre ve kafaya sahipti. Fakat, o bir toplumun tabii gelişerek, istenen amaçlan kendiliğinden gerçekleştireceğine inanmıyordu. Onun için, Akçura’nın, devlet gücüne sonsuz bir güveni vardı ve modern anlamda bir milletin ancak devlet eliyle yaratılacağına inanmıştır. Akçura, tamamı ile çıkar açısından meseleyi ele alarak Osmanlılığın ve İslamcılığın, Türklerin kavim olarak varlığını ve gelişmesini sağlayamayacağını ileri sürerek onların yerine siyasi Türklüğü, yani kavim milliyetçiliğini tavsiye etmişti. Akçura için milletin esası ırktır. (O, ırk terimini aynen kullanmakla beraber ırka biyolojik manadan ziyade İngilizlerin lineage -yani soy anlamını verdiğini sanıyorum) ve Türk Milletini Adriyatik Denizi’nden Çin’e kadar yayılmış bir kitle halinde görmüştür. Bu görüşler İttihad ve Terakki’nin parti haline gelerek, tek başına 1913’den sonra iktidarı ele alması ile yeni hız ve güç kazanmıştır. Görünürde Osmanlılık ve İslamcılık (I. Dünya Savaşı’ında halife cihad çağrısını bu ideolojiye dayanarak yapmıştı) devlet ilkesi olarak kalmış fakat aslında devlet bütün imkanlarını kullanarak Türkçülüğe ağırlık vermiştir. Bilhassa 1908-1912’den sonra büyük çaba gösteren Genç Kalemler, Türk Yurdu, Türk Ocağı, Türk Mecmuası vs. gibi yayınlar ve kuruluşlar kavim, soy milliyetçiliği fikrini yaymışlardır. Bu kuruluşların ana amacı bir güzideler (bu da Gökalp’in elite karşılık kullandığı terimdir) grubu vasıtası ile Türk unsurunu devletin dayanağı haline getirmekti. Devlet ise din hizmetinden çıkarak bütün imkanlarını Türk Milletinin gelişmesine ve yükselmesine tahsis edecekti. Böylece tarihte ilk kez devlete hakim bir Türk grubu, bilinçli olarak devlet ve kavmi birleştirecektir. Görüldüğü gibi Osmanlılık, İslamcılık, Türklük kimlikleri geniş çapta devlet ve devleti idare edenlerin görüşlerine, bilgilerine ve tercihlerine göre siyasi kararlar olarak ortaya çıkmış ve öyle gerçekleştirilmiştir. Bunun için de toplumun gerçek kimliği ve benliğine girmiş tarihi kimlikler -bu arada Osmanlı tarihinden gelen ve sonraları “Türk” olarak tanıtılan sanatta, mimaride eşsiz eserler veren bir medeniyet -inkar edilmiş ve Türk toplumu tarihi köklerinden mahkum yaşamaya mecbur edilmiştir.

Milli Mücadelenin, Türk kimliği ile gelişmesinde şüphesiz ki çok büyük yeri vardır. Bu mücadele gerçek manada milli olmuştur. Fakat buradaki milli kimliği tayin eden esasın Osmanlı, Müslüman, Türk üçlü kimliklerinde oluşan bir tek kimlik olduğunu unutmamak gerekir. Cumhuriyet devrinde gerçek manada bir soy-kavim kültürü yaratmak çabaları -ki buna Türk Ocakları yerine kurulan Halk Evleri memur edilmişse de- bu çaba sonuç vermemiştir. Neticede, Türkiye resmen devlet eli ile yürütülen devletçi-kavim milletçiliği ideolojisi ile toplumu kimlik bulantılarına sürüklemiş ve Türk insanının tek kimliğinin, Osmanlı-İslam-Türk üçlü kimliği şeklinde üçe bölünmesine yol açmıştır. Bugün Osmanlı-İslam kimliği birleşmiş ve çok kez karşılarında Türklüğü bulmuştur. Bu durum ise büyük psikolojik ve politik ayrımlara ve tepkilere yol açmakla kalmıyor, başka etnik grupların kavmi-etnik milliyetçiliklerini körüklüyor. 1919-1923 ve ondan sonra kimlik konuları çok önemli olmalarına rağmen makalemiz dışında kalmaktadır.


“Türk Aydını ve Kimlik Sorunu”, Yayına Hazırlayan: Sabahattin Şen, Bağlam Yay., 1995, İstanbul


 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın