Kemal Tahir’in, genellikle Doğu toplumları ve özellikleri Osmanlı İmparatorluğunun ekonomik-sosyal yapısı üzerinde sistemli bir biçimde düşünmeye ve araştırmaya başlaması, benim bildiğim kadarınca, aşağı yukarı 1960/61 yıllarına rastlar. Yazar, gözlemleri ve sezgileri ile (bunlar daha önce yayımladığı romanlarda dile gelir) geçmiş hakkındaki bilgileri arasındaki uyuşmazlığı çözme işine girişmiştir. artık. Bundan ötürü, tarih konusunda bildiklerini bir bir elden geçirecek; bilimsel araştırmaları didikleyecektir. Türkiye’de yaygın olan klasik marksist öğretinin, genellikle Doğu toplumları ve özellikle Osmanlı İmparatorluğu ya da Anadolu Türk toplumu konusundaki açıklamalarını yetersiz bulan K.Tahir, böylece, iki yönlü bir arama ve inceleme çabasına girer. Bu yönlerden biri, Anadolu Türk toplumunun kendine özgü yanlarını (kendiceliğini) araştıran ama klasik Türk marksist düşüncesi tarafından hemen hiç eleştirilmeden bir yana atılmış olan yerli ve yabancı eserleri irdelemek; öteki, Marx, Engels ve izleyicilerinin eserlerinde Doğu’ya ve Türk toplumuna ilişkin ve varsa hepsini yeni bir gözle okumaktır. Yıllar sonra, bu durumu şu sözlerle açıklıyordu:”Şimdi tekrar tekrar okuyoruz, tekrar tekrar bakıyoruz: o kadar kendimizi Batının benzeri, o kadar tıpkısı saymışız ki, Marx’ın, Engels’in eserlerindeki,-ki biz onları ezberlemeye çalışıyoruz, çünkü bu biraz da idrak etmediğimizden, yani ancak hafızlık yaparsak bir şey elde ettiğimizi zannettiğimizdendi herhalde, dikkat ettim, şimdi daha iyi farkına varıyorum-Ortadoğu ve Osmanlılık ve doğuculuk ile ilgili bütün satırları geçmişiz. Çünkü kesinlikle ilgimizi kesmişiz, biz Batıyla eşiz ve Batıdaki kanunlar aynen bizim kanunlardır, kabul etmişiz.”(Sol Bölünmeler Üstüne Konuşma, Türkiye Defteri, sayı 2, sayfa 24)
Osmanlı tarihi söz konusu olduğu zaman, önemli dış kaynakların yanı sıra, K. Tahir’in üzerinde en fazla durduğu çalışmalar, Fuat Köprülü’nün araştırmalarıydı. Ayrıca, Prof. Ömer Lütfü Barkan’ın, Mustafa Akdağ’ın, Halil İnalcık’ın, Uzunçarşılı’nın eserlerini ve ayrıca Netayic’ül-Vukuat ya da Cevdet Paşa Tarihi gibi kısmen bilimsel ve eleştirici bir görüş taşıyan kitapları sürekli olarak okuyordu. (K. Tahir’in “Tarih Üzerine Notları”ı yayımlanacak olursa, bu alandaki çalışmaları sırasıyla ve ayrıntılarıyla ortaya çıkacaktır. Ben burada, kendi bildiklerimi açıklayarak üzerime düşen tanıklık görevini yerini getirmeye çalışıyorum.) Ayrıca, Doğu kültürünün ilgi çekici ürünleri olan ve sosyal konularda bilgi edinmek isteyenlerin mutlaka başvurmaları gereken “siyasetnâmeler” üzerinde duruyordu. Bunlar arasında, siyasetnâme türünün bizim açımızdan en önemli örneği olan Nizam’ül-Mülk’ün Siyasetnâme’sini ve bir ahlâk kitabı özelliğini de taşıyan Kabusnâme’yi saymam gerekir. Ama bütün bu eserlere yönelişinde, Fuat Köprülü’nün bir incelemesinin “yol gösterici” ve “iletken” rol oynadığını sanıyorum. Bu inceleme, Bizans müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Te’siri Hakkında Bâzı Mülâhazalar adını taşır ve1931’de yayımlanmıştır (Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası). 1963 ya da 64 yılında olmalı; Suadiye’de, Çınardibindeki küçük evinde, bir akşam vakti, sofraya oturulmadan önce, paketler halinde gönderilmiş olan ve içinde bu incelemenin de bulunduğu kitapları açarken K. Tahir’in duyduğu heyecan ve sevinci çok iyi hatırlıyorum. Köprülü, bu incelemesinde, yakın Doğu ve Osmanlı imparatorluğu üzerinde çalışan Batılı otoritelerin görüşlerini ve Osmanlı kurumlarının Bizanslılardan alındığı konusundaki iddiaları özetledikten sonra, kendi araştırmalarının sonuçlarını açıklar ve Osmanlı İmparatorluğunun, sosyal yapı bakımından önce Selçuklulara daha sonra Ortaçağ İslâm İmparatorlukları çevresine bağlanması gerektiğini ve kendine özgü yanlar taşıdığını; içinden çıkmış olduğu dünyayı aşan bir ekonomik-sosyal politik yapı olduğunu gösterir. Özellikle tımar sorunu üzerinde durarak, daha önceki Yakın Doğu İslâm İmparatorluklarının da ekonomik temelini oluşturan ıkta sisteminin Selçuklularla birlikte askeri mukataalar haline geldiğini ve Osmanlılar tarafından geliştirildiğini; bundan ötürü Bizans pronoya’larının Osmanlı tımar sisteminin örneği olamayacağını ve bu sistemin, Anadolu Türk toplumunun (Selçuklular ve Osmanlılar) kendine özgü bir yanını meydana getirdiğini ortaya koymaya çalışır. Köprülü üzerinde durması, K. Tahir’i, bu bilginin Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu adıyla daha sonra yayımladığı eserini de dikkatle incelemesine ve çevresindeki dostlarına tavsiye etmesine yol açtı. Köprülü hemen bütün çalışmalarında (bu arada Anadolu Selçukluları Tarihinin Yerli Kaynakları adlı çok önemli incelemesini konumuz bakımından ayrıca belirtmek gerekir. Belleten, no: 27), Anadolu Türk toplumunun kendine özgü ekonomik-sosyal yapısının, tüm olarak, gerektiği gibi incelenmemiş olduğunu, yani sorunsal (problematik) bir yan taşıdığını söyler ve bu durumun, kaynak eserlerin az olmasından ve elde bulunanların gerektiği gibi tanınmamasından ve incelenmemesinden ileri geldiğini belirtir. Konunun sorunsal yanı, K. Tahir’in hem genel düşünüş tarzına (hazır çözümlerden tiksinen, şüpheci, irdeleyici ve külyutmaz bir düşünüştür bu),hem de klasik marksist şemalar ve resmi ideolojik görüş (yani Tanzimant’tan gelerek İttihat Terakki hareketinden geçen ve Cumhuriyet devrinde pekişip biricik hakikat gibi kabul edilen ideolojik tarih görüşü) ile tarih gerçekleri arasında gördüğü bağdaşmazlığa uygun düşüyor; bu bağdaşmazlığı dile getiriyor ve haklı çıkarıyordu. Köprülü’nün şu araştırma konuları üzerinde durması, şüphesiz ki, K. Tahir’in özellikle ilgisini çekiyordu: Ortaçağ İslâm ve Türk tarihinin bir bütün meydana getirmesi; mahalli ayrılıklara rağmen sosyal ve politik tarihte büyük benzeyişlerin görünmesi; Selçuk Anadolusunda toplumsal kurumlar (devlet kanunları, ordu memuriyet, vergi, gümrük, şehir teşkilatı, toprak sorunu) incelenirken İran, Mısır ve Suriyedeki Büyük Selçukluların, İlhanlıların, Memlukların çok iyi bilinmesi gerektiği; bu çeşit karşılaştırmalı (comparative) bir metot kullanılarak mahalli ayrılıkların (yani genel tarih çerçevesi içinde özel’in) ortaya konulması, vb… Ayrıca, konunun bütün sorunsallığına rağmen, Köprülü Osmanlılığın, küçük bir aşiretten çıkmış bir imparatorluk olarak düşünelemeyeceği sonucuna varıyordu (yukarda a.g.e.ler).
K.Tahir’in asıl üzerinde durduğu ve araştırdığı sorun, Anadolu Türk toplumunun hangi üretim tarzı içinde yer aldığı sorunuydu. Klasik marksist öğreti, bu sorunu “Feodalite” diye cevap vererek çözmek istemiştir. K.Tahir’e aykırı gelen bu çözüm, yukarıda adı geçen tarih araştırmacılarının çoğu tarafından da kabul edilmez. Örneğin, Köprülü, “İslam feodalizmi” nden söz eder ve bunun Batıdaki Feodalizmden farklı olduğunu belirtir.(Prof. Niyazi Berkes, çok önemli kitabı Türkiye İktisat Tarihi’nde ve Türkiye’de Çağdaşlaşma’da, Osmanlı düzeninde Feodaliteden söz edilemeyeceği sonucuna varır. Bk. T.İ.T., cilt I s. 7-31, Gerçek Yayınevi, 1969; T.Ç., s.21, 506, Bilgi Yayınevi, 1973) K. Tahir’in Anadolu Türk toplumunun kendine özgü yanlarının kavranmasına yönelirken her şeyden önce üretim tarzının ne olduğunu araştırması, marksist metodu kullanmasının bir sonucudur. Köprülü gibi tarihi, sosyal gerçekler çerçevesi içinde bir tüm olarak görmek isteyen ve bu bakımdan Türk tarihi bilimi açısından önemli bir adım atmış olan bir araştırıcının bile, Selçukluları ve Osmanlıları kavramak söz konusu olunca, en temel ve genel çerçeve olarak Orta-Çağ-Türk-İslâm-Devletleri kavramına kadar inebildiği ve tipolojisini buradan daha ileri götüremediği yukardaki açıklamalardan anlaşılacaktır. Oysa, genel olarak tarihi ve özel olarak herhangi bir ekonomik-sosyal oluşumu yani formation’u (burada sözkonusu olan oluşum Osmanlı İmparatorluğudur) kavrayıp anlaşılabilir ve saydam bir hale getirmenin biricik yolu, onun bağlı olduğu üretim tarzını belirlemek ve bu tarz içinde kendine özgü olan yanları ortaya koyabilmektir. Ama Köprülü Marksist olmadığı için, kendisinden bu işi yapmasını istemek haksızlık olurdu.Yapılması gereken iş, Anadolu Türk toplumu konusunda araştırmalara girişmiş olan yerli ve yabancı bilgilerin eserlerindeki verilerle marksist bir üretim kavramı arasında ilişki kurabilmekti. Bu noktada, K.Tahir’in geçmişimizi kavramak konusunda giriştiği çabanın ikinci yanıyla (vehçesiyle) karşılaşıyoruz. Zaman bakımından bu iki araştırma ve irdelemenin (yani tarihimizin kendine özgü yanlarının araştırılması ve Marx’ın Doğu toplumları söylediklerinin; Asya Despotluğu ve Asya-Üretim-Tarzı konusunda yaptığı açıklamaların), birbirine paralel olarak gerçekleştiğini söylemeliyim. Yani K.Tahir, her iki sorunu da aşağı yukarı aynı zamanda (1960’tan başlayarak) ele almış ve irdelemeye girişmiştir. K. Tahir, ilgi duyduğu konu ya da bakış açısı değiştiği zaman dünya görüşü (metodu, yani marksizm) değişen bir kimse değildi. “Merakın yöneldiği alan değişince dünya görüşünü de değiştirmek; bu antikalık, bizim aydınlara has olsa gerek…”(Türkiye Defteri, sayı 6, sayfa 96; Kemal Tahir Günlüğünden Seçmeler, Hulki Aktunç) diyen büyük yazar, tarih gerçeğinin ve bu gerçeğin özel yanlarının ancak genel bir çerçeve; ekonomik-sosyal bir kategori; mülkiyet biçimiyle belirlenmiş bir üretim tarzı aracılığıyla kavranabileceğini çok iyi biliyordu.
K.Tahir’in Marx ve Engels’te, Doğu toplumları ve dolaylı olarak Osmanlılık ile ilgili görüşleri araştırması sırasında karşısına çıkan iki kitap, Karl A.Wittfogel’in Fransızcaya çevrilen Oriental Despotism: A Comparative Study of Total Power’ı (Yale University Press and Oxford University Press, 1957) ve Mısırlı Marksist düşünür Abdül-Malek’in, I’Egpyte, Société Militaire adlı eserleridir. Özellikle ikincisi, K.Tahir üzerinde, irdelediği sorunlar bakımından kesin bir etki yapmıştır denilebilir. Bu eserler aracılığı ile, K. Tahir, Marx ve Engels’in Doğu toplumları konusunda, o güne kadar klasik Türk Marksist düşüncesinde geçerli olan görüşlerden farklı açıklamalar ve yorumlar getirmiş olduğunu öğrendi. Yine bu eserler aracılığı ile, K.Tahir’in uzun süredir üzerinde durduğu ve araştırdığı bir konu belgelenmiş oluyordu. Bu konu, genellikle Doğu ve özellikle Anadolu Türk toplumunun ekonomik temeliyle ilgiliydi yani mülkiyetin biçimiyle ilgiliydi. Başka bir deyişle, K.Tahir, Doğu toplumlarında özel toprak mülkiyetinin var olmayışına Marx ve Engels’in de dikkat ettiklerini açıkça görmüştü. Türk tarihi konusunda araştırma yapanların üzerinde durdukları ama bir bilimsel çalışma ve araştırma varsayımı olarak kullanıp mantıki sonuçlarına ulaştıramadıkları bu belirlenme, K.Tahir için bir çeşit “anahtar”dı. Yazar, bu “anahtar”la, Anadolu Türk toplumunda Feodalitenin olmadığını; bu üretim tarzından tamamen farklı olan Doğu Despotluğu ve Asya-Tipi-Üretim-Tarzı ile hem geçmişimizi hem de içinde yaşadığımız sosyal gerçeği bütün boyutlarıyla (ekonomik, sosyal, hukuki, politik, ahlaki, artistik) açıklamanın; hiç olmazsa açıklamayı sağlayacak yaklaşımların elde edilmesinin mümkün olduğunu düşünüyordu. Burada, Marx ve Engels’in, Doğu Despotluğu ve Asya-Tipi-Üretim-Tarzı konusundaki görüşlerini açıklamam gerekmiyor. Bu görüşleri ve bizde aynı doğrultuda yapılan araştırmaları merak eden okur bilgi edinmek için şu yazılarıma bakabilir: Kemal Tahir’in Felsefi Düşüncesi, Türkiye Defteri, sayı 7; Asya Tipi Üretim Tarzı adıyla dilimize çevrilen eserin Önsöz’ü (Ant Yayınları, çev.: İrvem Keskinoğlu); Diyalektik Düşüncenin Tarihi, sayfa 148’deki not (Sosyal Yayınlar, 1966) ve Marx’ın Türkiye üzerine adıyla dilimize çevrilen makalelerinin Önsöz’ü (Gerçek Yayınevi,1966). Konumuz, K.Tahir’in tarih ve sosoyoloji alanındaki görüşlerinin gelişimi olduğu için sadece üzerinde ısrarla durduğu bir metni vermekle yetineceğim. Metin şudur: “Bernier, haklı olarak Doğudaki bütün olayların (Türkiye’de, İran’da, Hindistan’da) temel formunu, özel toprak mülkiyetinin olmayışında bulmaktadır. Doğu cennetinin bile gerçek anahtarı budur işte…”(Marx’tan Engels’e mektup, Haziran 1853). Buna karşılık Engels, 6 Haziran 1853 tarihli mektubunda şöyle diyordu: “Gerçekten de, büyük toprak mülkiyetinin mevcut olmayışı, Doğunun siyasi tarihinin olduğu gibi dini tarihinin de anahtarıdır.” K.Tahir, bu ana düşünceye dayanarak ve ayrıca, o yıllarda özellikle Fransız marksistleri tarafından yapılan Asya-Tipi-Üretim-Tarzı araştırmalarına (bu konu sistemli olarak ilk defa Pensée dergisinin Nisan 1964 sayısında ele alınmıştır) da dayanarak ve bunları çok yakından izleyerek, kendi görüşlerini ve çeşitli metotlarla taihimiz konusunda yapılan bilimsel araştırmaları (yukarda sözünü ettik), marksist bir çerçeve içinde birleştirmek ve kaynaştırmak imkânını buldu. Böylece, çok iyi tanıdığı ve romanlarında büyük başarıya dile getirdiği Türk insanının, geleneksel Türk toplumunun ve devletinin reform hareketleri diye bilinen ve olmazsa yönetici aydın çevrelerde büyük etkiler yapmış olan olayların ilişkilerini; hem altyapı hem de üstyapıyla ilgili olan ve bir türlü sistemleştiremediği için zihnini kurcalayan sorunları kavramsal bir şema içine oturttu. K. Tahir’i en fazla ilgilendiren konu “tarihi yeniden okumak” ve “kavramak”tı; ama tarihi kavramak onun için amacı kendi içinde olan soyut bir çaba değildi. Tarihi kavrayarak, içinde bulunduğu gerçeği anlamaya ve yarını hazırlamaya çalışıyordu; asıl çabası buydu. Her ülkenin sosyalizminin kendi özel şartları içinde kurulabileceğini; bu alanda taklidin hiçbir sonuç vermediğini çok iyi bilen K. Tahir, sınıf gerçeklerini ve bunların doğurduğu çatışmanın özelliklerini, klasik ve resmi Marksist görüşün içine oturtamıyordu. Olgunların her gün olumsuzladığı (cerh ettiği, inkâr ettiği) soyut klasik şemalar, Marksist teorinin kendi içinde yeniden kendine dönmesini; yaratıcı bir metot olarak kullanılıp bir kılavuz haline gelmesini; aldatmacalardan kurtulup etkin bir devrimci aksiyona yol açmasını gerektiriyordu. K. Tahir’in, tarihe yönelmesi, toplumumuzun ve kendisinin geçirdiği acı deneylerden ders almasından ötürüdür. Batılaşmayı ve onun bir ürünü olan Cumhuriyet devri ideolojisini; “Ebedi Şef” ve”Milli Şef mitoslarını ve bunlarla birlikte bizde”devrimler” diye adlandırılan ama sınıf muhtevası hiç bir zaman açıkça ortaya konmayan haraketleri kıyasıya eleştirmesi de bundan ötürüdür. Aynı neden, K. Tahir’in, bu aldatmacaları ve hareketleri gerektiği gibi eleştirip kendi felsefesini ve sentezini getirmeyen klasik Türk marksist düşüncesinin de karşısına çıkması sonucunu doğurmuştur. Cumhuriyet devri ideolojisinin bilerek ya da bilmeyerek temsilcileri olan “ilericiler”in K. Tahir’e diş bilemeleri kolayca anlaşılabilecek bir olaydır. Çünkü Batılaşma hayranı olan, ekonomik temelden yoksun yani milli burjuvazisiz bir milliyetçilik ve bunun sonucu olarak ırkçılık görüşünü benimseyen ve bundan ötürü geleneksel Anadolu toplumu halklarına hayat hakkı tanımayan: bütün sorunları; laiklik-teokratik yönetim, dindarlık-yobazlık, eğitim-eğitimsizlik gibi ideolojik karşıtlıklar açısından gören; ekonomik sorunlardan söz edilince “komünistlik” yaftasını hemen yapıştıran kapıkulu aydınların içyüzünü en iyi ortaya vuran kimse K. Tahir’dir. Şöyle der bu konuda: “Hiçbir yenilik, Osmanlı ve Cumhuriyet halklarına, özellikle orta köylüye korkusuz yaşama, gerçekten onurlu yaşama hakkını sağlayamadı. Batılaşmanın iki aşamada da uğradığı kesin yenilgi bundandır.”(Türkiye Defteri, sayı 6). Tanzimattan bu yana egemen sınıfın ideolojisini dile getiren “ilerici”lerin halkla olan ilişkisine değinen bu gözlemden sonra, cumhuriyet devrinin sanata ilişkin bir özelliğini ele alır: “Tarihsiz toplumların büyük sanatı, kesinlikle olamaz. Elli yıllık tarihle sanat olamayacağı gibi, uydurma tarihle sanat yapılamaz.”Demek ki, K. Tahir’in üzerinde durduğu temel sorun, geçmişin bugüne geleceğe bağlanması; gerçek halkçı ve sosyalist bir dünyanın (hem maddi hem manevi dünyanın) kurulmasıdır; bu imkânlarının araştırılmasıdır. Geleneksel Anadolu Türk topluluğuna ya da halklarına yönelmesi; tarihimizin kendine özgü yanlarını araması ve kavramaya çalışması da bundan ötürüdür. Cumhuriyet devri ideologlarının, batıcıların ve “ilericiler”in K. Tahir’e diş bilemelerinin nedenini daha önce de söylediğimiz gibi kolayca anlıyoruz. Ama aynı eleştirilerin ve saldırıların, “marksistler” tarafından da yapılması biraz tuhaf oluyor. Onlar da K. Tahir’i tıpkı “ilericiler” gibi, “sağcılık”la, “gericilik”le suçluyorlar. K. Tahir’in, yukarda açıklamaya çalıştığımız tarih ve sosyoloji görüşleri ile hiçbir ilgisi olmayan politik değerlendirmelere dayanması ve yine K. Tahir’in bu görüşlerini açıkça ortaya koyabilmek için başvurduğu bazı abartmaları (Osmanlılığın yüceltilmesi, sağlam teorik temellere dayanmayan devrimci eylem hareketlerine karşı çıkması, kerim devlet görüşü, Osmanlı toplumunda sınıfların olmadığı, Atatürk ve “devrimler” düşmanlığı, vb., gibi) söz konusu etmesi dolayısıyla bu yazıdaki inceleme konusunun dışında kalmasına rağmen, yaygınlığı bakımından önemli olan bu suçlamalara kısaca değineceğim.
Bütün bu abartmalar, K. Tahir’in kullandığı metot ve vardığı düşünceler tüm olarak ele alındığı zaman eleştirilebilir ancak, Osmanlılığın yüceltilmesinin ve kerim devlet görüşünün, ancak bugünkü gerçeklerimizin eleştirilmesi açısından bir değer taşıdığını kabul etmek gerekir. Gerçekten de, Osmanlılık, kendi şartları içinde, çeşitli halkları dinine ya da törelerine dokunmadan; daha doğrusu onlara saygı duyarak ama koruma görevine karşılık belli bir vergi ya da haraç alarak bir araya getirmiş olan bir dünya devletiydi. Irk ve din ayrımına önem vermiyordu. Çeşitli etnik grupların, Osmanlı kültürüne Türkler kadar katkıda bulunmuş olmalarının nedeni budur. Ayrıca bu, devletin kerim (kerem sahibi, cömert) olmasını sağlayan özellikti. K. Tahir bu özelliği belirtirken, Tanzimattan sonraki Türk devletinin ve yönetiminin eleştirisini yapmak istiyordu. Amacı, bazı kimselerin sandığı gibi Osmanlılığa dönmek değildi. Bu çeşit sanılara kapılanların, tarihte dönüş olmadığını K. Tahir’in de en az kendileri kadar bildiğini akıllarından çıkarmamaları gerekir. (Tarihte, bütün varlık alanlarında olduğu gibi, ancak eskinin aşılması söz konusudur.) Sağlam teorik temellere dayanmayan devrimci eylem hareketlerine karşı çıkması da, kendi hayatı boyunca, hazırlıksız, taklitçi ve teorik temelden yoksun devrim hareketlerinin acısını derinden duymuş ve yaşamış olmasıydı. 1970’ten sonra aynı durumların tekrarlandığını bir kere daha gördü; öfkesi ve abartmaları, bütün bir devrimci gençliğin eski olaylardan ders alamayarak heba oluşunu görmesinden ileri geliyordu. Osmanlı topluluğunun sınıfsız bir ekonomik-sosyal yapı olduğunu iddia etmesine gelince; bu iddianın K. Tahir’in romanlarında ya da konuşmalarında ve teorik yazılarında düşüncesinin tümüyle çelişmeye düşmeden ve kesinlikle gösterebileceğini sanmıyorum. K. Tahir sadece, geleneksel Anadolu Türk toplumundaki sınıfların Batıdakinden farklı olduğunu; iktidarı ele geçirmek için birbirleriyle ölüm kalım savaşına girmediklerini; bundan ötürü alt ve üstyapıda nitel değişikliklerin bizim tarihimizde gerçekleşmediğini; sınıflar arasında büyük bir akışkanlık (yani bir sınıftan ötekine geçebilme) görüldüğünü; bu sınıfların kendi bilincine varmamış ve politize olmamış sınıflar olduğunu; kapitalizm-öncesi ekonomik biçimlerde görülen sınıflara benzediğini; bundan ötürü Batıdaki Kölecilik-Feodalite-Kapitalizm sürecinin doğurduğu sınıflardan farklı olduğunu düşünüyordu. Bundan ötürü Türk toplumu içindeki ferdin de farklı olduğu sonucuna varmıştı. Atatürk ve “devrimler” düşmanlığına gelince, sözü yazara bırakmak daha doğru olacak. K. Tahir, kendisiyle konuşma yapan, Atatürk düşmanı olup olmadığını; Yorgun Savaşçı adlı romanının Atatürk’e karşı bir roman olarak ele alınıp alınamayacağını soran Selim İleri’ye şöyle cevap veriyor: “Yorgun Savaşçı 1919’ları anlatır. 1919’larda dünyada Atatürk diye bir kişi yaşamıyordu ki, o kitapta ona karşı olunabilsin, Aslında ben ne Mustafa Kemal’e ne de Atatürk’e karşıyım. Atatürk de, Mustafa Kemal de bizim toplumumuzda bazı işler yapmış birer asker paşasıdır. Biz Ganalı kabile toplumu değiliz. Tarihimizde de, bugünkü hayatımızda da çok çok paşa vardır. Bu nedenle herhangi bir paşaya ya da paşalar grubuna karşı olmak zorunluluğunu şimdiye kadar hiç duymadım. Şimdiden sonra duyacağımı sanmıyorum… “(Yeni Dergi, Haziran 1973).
Görüldüğü gibi, K. Tahir, yukarda sözü geçen konuları, marksist metotla yöneldiği tarih ve tarih gerçeğinin kavranması; olayların, kurumların ve kişilerin yerine oturulması açısından değerlendiriyor. Klasik marksist Türk düşüncesiyle çatışması da, bu düşüncenin, aynı değerlendirmeleri gerektiği gibi yapmamasından; ideolojik ve resmi ilerici (Batıcı) düşünceden sıyırılıp onu eleştirerek bağımsızlığını kazanamamasından ileri geliyor. Gerçekten de, bizde, kalsik marksist düşünce, burada değinemeyeceğimiz çeşitli iç ve dış etkenlerden ötürü, kendisini yaratıcı bir teori ve eylem kılavuzu olarak ortaya koyacak olan bu görevi yerine getirememiş; Batıcı düşünce içinde bu düşünceden sadece nicel bakımdan (yani daha şiddetli olması bakımından) ayrılan ama nitel ve sentezci özellikler ortaya koymayan bir görüş olarak kalmıştır. Pratikteki başarısızlık da, başka nedenlerin yanısıra, temel bakımından, teorideki bu cılızlığın bir sonucudur. Oysa bir marksist Türk düşüncenin, sadece resmi ideoloji ile değil, tarih ve sosyoloji alanındaki çeşitli bilimsel araştırmalarla da hesaplaşması ve onları eleştirerek, yararlı yanlarını kendine katarak aşması gerekirdi. Bilindiği gibi, 1920’lerden bu yana, marksist düşünce alanında Şefik Hüsnü’nün, Kerim Sâdi’nin, Abidin Nesimi’nin yukarda sözü edilen aşma ve sentez getirme açısından pek önemli olmayan ama genel marksizm bilgisi bakımından hiç de küçümsenmeyecek bazı çalışmaları olmuştur (Kemal Tahir’in fikri gelişimi söz konusu olduğu için, 1960’tan sonraki marksist çalışmaları söz konusu etmiyoruz). Bunlara, yayın tarihi 1965 olmakla birlikte çok daha önceleri hazırlanmış olan ve K. Tahir tarafından da mutlaka bilinen bir başka eseri eklemek gerekiyor. Bu eser, K. Tahir’in yakın arkadaşı Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın Tarih, Devrim, Sosyalizm (Sontelgraf Matbaası, İstanbul 1965) adlı kitabıdır. Bu kitabın ikinci cildi de ilkel Sosyalizmden Kapitalizme adını taşır. Dr. H. Kıvılcımlı, ayrıca, görüşlerini, 1930’lardan başlayarak çeşitli kitaplarında ve yazılarında açıklamış; Türk marksist düşüncesi içinde orijinal bir senteze ulaşmaya çalışmış ve çoğunlukla bilimsel metoda ve gereklere yeterince uymamış olmakla beraber yoğun bir çalışma yapmış biricik kişidir (K. Tahir’i saymazsak). İşin garibi, Osmanlı Toplumu konusunda Dr. Kıvılcımlı, K. Tahir’le hemen aynı sonuçlara vardığı halde, bu durumun dikkati çekmeyişidir. Dr. Kıvılcımlı, Marx ve Engels’in çok önem verdikleri Morgan’ın etkisinde kalarak on dördüncü yüzyıla gelinceye kadar sosyal nitelik taşımayan tarihsel devrimlerin gerçekleştiğini ileri sürmüş ve insanlık tarihi açısından bunları genel panoramasını vermek istemiştir. Dr. Kıvılcımlı’nın ilgi çekici açıklamaları kapsayan kitabının zayıf tarafı, insanlık tarihini, üretim tarzları yani mülkiyet ve sınıfların mülkiyete olan ilişkileri bakımından değil de, barbarlık-uygarlık; tarih-tarih öncesi gibi kronolojik belirlenmeler açısından ele alması; ekonomik şartlara dayanan devreleştirmelere (périodisation) yönelmemesi ve tarihi bölünmelere (on dördüncü yüzyıldan öncesi ondördüncü yüzyıl ve kapitalizmin ortaya çıkışı gibi) dayanmasıdır. Sözü geçen 260 sayfalık kitabında Osmanlılara sadece 20 sayfa kadar ayırması herhalde bundan ötürüdür. Dr. Kıvılcımlı’ya göre, Osmanlılar eski uygarlığa yeni bir aşı yapmış olan göçebelerdir. Bu aşı bir rönesans doğurmuştur. Kitapta bu konuyla ilgili bölümün başlığı şöyledir: Osmanlı Rönesansı “Miri Toprak”lar. Yazar şunları söylüyor: “Onun için, Osmanlılık fiilen miri topraklar üzerine temelleri atılmış bir Rönesans oldu, ve öteki ‘Tavaifül-mülûk’ gibi bir yüzyıl içinde silinip gitmedi… Osmanlılar, toprak üzerinde kişisel ‘özel mülkiyeti’ bilmeyen, hoş karşılamayan göçebe gelenekleriyle, tarihte rönesans görevlerini yerine getirmekle yetiniyorlardı… Dirlik düzeni, toprak düzeninde sınıfları lafta değil fiilen kaldırmıştır. Çünkü miri toprağın mülkiyetine kimse sahip değildir… Osmanlı dirlik düzeni ilk ülkücü ilbler (alpler) derebeyleşmedikçe, müreffeh çiftçi yetiştiren insancıl bir sitem olmuştur. O sayede, dini ayrı Hıristiyan halk, osmanlıyı kurtarıcı gibi karşılamıştır… İlk dirlikçi, aza kanaat eden, gözü toprakta olmayan millet fedaisi bir halk memuru “şövalye” -ilbtir. İratçı toprak beyi sayılamaz: 1)Toprak mülkiyeti yoktur; 2)Toprak üzerinde tekelciliğe kalkışmaz; 3)Toprağın tasarrufuna el atmaz; Toprak beyi hazır yiyici de değildir. Sosyal görevli değildir,” (Tarih Devrim Sosyalizm, s. 183-201) Bu örnekler Osmanlı toplumunun temel yapısı konusunda Dr. Kıvılcımlı ile K. Tahir’in hemen hemen aynı sonuçlara varmış olduklarını gösterir. Dr. Kıvılcımlı, bu ilk düzenin zamanla değiştiğini; tımar sahiplerinin derebeyleştiğini; tefeci-bezirgân sınıfının ortaya çıktığını (yani sınıflaşma olayının gerçekleştiğini) ve sonunda finans-kapitalle işbirliği yapan güçsüz bir burjuvazinin bütün ülkeyi kasıp kavurduğunu söyler. Bunlar, K. Tahir’in Batılaşma hareketi içinde benzer biçimde yorumladığı olaylardır ve temel bakımından iki yazar arasında büyük yakınlık vardır. Herhalde bazı politik endişeler yüzünden, düşüncelerini mantıki sonuçlarına vardırmamış olmasına rağmen, Dr. Kıvılcımlı, K. Tahir’e bile affedilmeyecek aşırı görüşler ileri sürmüştür. Nitekim dirlik düzeninin sınıfları fiilen kaldırdığını ya da Abdülhamid’in bağımsızlık şampiyonu olduğunu ve dışarda Batı kapitalizmi’ne, içerde sosyal sınıflara karşı bağımsızlığı gerçekleştimeye çalıştığını Dr. Kıvılcımlı söylemektedir. (Türkiye’de Kapitalizm, cilt1, s.71, Mete Matbaası, 1965, İstanbul). Bütün bu açıklamaları, Anadolu Türk toplumunun tarihine ve kendine özgün yanlarına yaklaşmak isteyen kimselerin (politik değerlendirmeleri birbirine karşıt olsa), hemen aynı sonuçlara varmak zorunda kaldıklarını ve klasik marksist Türk düşüncesi içinde 1960’lara bu tür çalışmaların bir iki istisna dışında yapılmamış olduğunu göstermek için yaptım. Kemal Tahir işte bundan ötürü, klasik marksist Türk düşüncesinin dışına çıkmak ve Anadolu Türk tarihini, nesnelliği içinde kavramak istemişti. Vardığı sonuçları kabullenmesek de, görüşlerini, dar bir politik açıdan ya da çok sevdiği bir deyimle “orta okulda öğrenilenler” bakımından değil, marksist metot ve bilimsel araştırmalar açısından eleştirmemiz; onunla bu alanda hesaplaşmamız gerekir. Ne var ki bu da Türk sosyalist düşüncesine K. Tahir’in getirdiği bir zorunluluktur. Bugün en basit bir eleştirme yazısı yazmadan önce, hemen herkesin Osmanlı toprak düzeninden, reayadan, berayadan, ilmiyeden, seyfiyeden, mülkiyeden söz etmesi; Feodalite sorununa değinmesi; ilericilik-gericilik üzerinde düşünmesi; ideoloji ve marksizm çatışması üzerinde durması K. Tahir’in yaptığı çalışmaların sonucudur. Yine bugün, “Kemal Tahir’in geniş, derin ve külyutmaz düşüncesinde, çoğunlukla önemli olan yanları iyici ayırmak, değerlendirmek ve gerçek yerine oturtmak gerekiyor.” Tabii ortaokul bilgileriyle yetinmek istemiyorsak….
Türkiye Defteri, Sayı 9, Temmuz 1974
İlk yorum yapan olun