‘Demokrasi’ Paradigması ve Sonrasız Modernlik – Yiğit Tuncay

‘Demokrasi’ Paradigması ve Sonrasız Modernlik – Yiğit Tuncay


John Lukacs, yüzyılların süreleri üzerine yaptığı tespitte, yüz seneden oluşan yüzyılın, sayısal manada ondalık takvime tekabül etmesinden çok, medeniyetlerin, ulusların ve bireylerin hayatlarındaki gerçek dönüm noktaları açısından, yüzyılın başka bir anlam kazandığını ileri sürüyor. Böylelikle 17. yüzyılın 101 yıl, 18. yüzyılın 126 yıl, 19. yüzyılın ise Napolyon savaşlarının sonundan (1815) I. Dünya Savaşı’nın başlamasına kadar (1914) toplam olarak 99 yıl sürdüğünü gözlemliyor. Bu tespitten yola çıkarak, kapitalistlerin paylaşım savaşı ile başlayan (1914) 20. yüzyılın, Doğu Bloku’nun kutup değiştirmesi ve belirgin olan soğuk savaşın sona erdiği 1989 yılına kadar tam 75 yıl sürdüğünü görebiliyoruz.

Ulusların düşünsel sınırları

Çağlara baktığımızda ise, kabaca kadim, orta ve modern çağlar karşımıza çıkıyor. Orta çağların 1989’da bittiğini düşünen bazı vakanüvisler, 17. yüzyılın dünya düzeninin bitişini görmüyorlardı. 1815’ten sonra devrimler oldu. 19. yüzyılın son çeyreğinde ise, modernizm kendini tam anlamı ile hissettirmeye başladı. 1893’te H. V. Hofmannsthal modernlik üzerine şöyle diyordu:”Hayatın çözümlenmesi ve hayattan kaçış”.

Artık iki zıt nokta birbiriyle çakışıyordu. Modernizm, mekanik akıl ile sezgici aklı ısrarla bu iki uç arasındaki bir gerilime iterek çatışmayı mutlaklaştırmıştı. Her alanda gelişen bu tartışma ulusların düşünsel sınırlarını ortadan kaldırarak iletişim ağının örülmesine ve düşüncelerin gittikçe enternasyonalize olmasına neden olmuştu.

20. Yüzyıla girildiğinde, kendine ilerici bir misyon biçmiş olan burjuvazinin sözcüsü, presbiteryen W. Wilson ulusların kendi kaderlerini tayin etme fikrini yayıyordu. Emek-sermaye çelişkisinin ve eşitsiz gelişmenin yaşandığı bu dünyada, ulus çıkarlarını (kendi sınıflarının) sınıfların üstünde tutan “demokrasi” havarisi emperyalistler, böylelikle dünyayı iki büyük felakete sürüklediler. Birincisinde kendi aralarında paylaşım için mücadele ettiler, daha sonra da faşizme karşı cephe oluşturdular.

‘Kalkınma’ ve ‘demokrasi’

1917 Devrimi’nden sonra dünya iki kutuplu hale gelmişti. Ancak, 2. Dünya Savaşı’nda güç kaybeden Avrupa devletleri, savaş sonrasında merkeziyetçiliğini ABD’ye kaptırmış ve “demokrasi” sözcülüğünü yapan ABD soğuk savaşın kaçınılmaz kutbu olmuştur. Doğu Avrupa’yı etkisi altına alan sosyalizm, ABD’nin en büyük korkusu halini almış ve buna karşılık sosyalizmin etkisinin önünü kesebilmek için, toplumsal ve teknolojik “kalkınma” ideolojisini devreye sokmuştur. Bu “kalkınma” ideolojisi ile birlikte, emperyalistlerin kontrolünde pazar sınırları kalkmaya başlamış ve kapitalizm enternasyonalize olma sürecini başlatmıştır. Bu siyasi modelin ideolojik pazarları, aynı ihracat yönelimli büyüme stratejisini izleyen Latin Amerika, Afrika ve Güneydoğu Asya’nın birçok ülkesi olmuştur.

Böylelikle emperyalistler hem sosyalizme karşı iknacı, hem de düşük emek maliyetli bir sonuca ulaşmışlardır. Sanayileşmeye yönelik bu “kalkınma” ideolojisinin önemli sacayağı ise uygulanan “demokrasi” illüzyonu olmuştur. Devrimci dönüşümlerin önünü alabilmek için halk güçlerini hareketsiz bırakan, statükosunu meşrulaştırmak niyetiyle geniş halk kitlelerine ekonomik ve toplumsal uyum politikalarını zaman zaman silahlı dayatan sivilleştirilmiş muhafazakar, otoriter, baskıcı “demokratik” rejimdir.

ABD, SSCB’de sosyalizmin çözülüşü ve Doğu Avrupa’daki değişimlerin ardından, sanayileşmeye yönelik stratejisini değiştirerek, insanların beynine yönelik ideolojik saldırılarını önemli bir silah olarak kullandığı iletişim araçlarının yardımı ile sahte düşünsel patikalar yaratmış ve mutlak felsefi spekülasyonlara dayalı, oyalayıcı suni tartışmaları başlatmıştır. Bu strateji, sanayileşme sonrası toplumun beyninde hasar yaratan ciddi bir zihin yarılmasına neden olmuştur. Böylelikle “kalkınma” paradigması son bulmuş ve yeni bir savaş yöntemi olarak “demokrasi” paradigması devreye girmiştir.

Tiyatroda bir teknik vardır, fars tekniği. Başka bir deyişle söyleyecek olursak, trafik tiyatrosu. Bu oyun tekniği, ilkel, inanırlığın sınırını aşan ve saçma konulardan oluşan bir güldürü türüdür. Ama en önemlisi, bütün bu saçmalıkların nasıl yutturulduğudur. İşte fars tekniğinin dikkat edilmesi gereken noktası budur. Bu nokta ise hızdır. Eğer oyuncu, bu oyunu hızla oynarsa, seyircinin düşünmesini engelleyen bir unsurdur. Seyirci oyunu sadece yüreğiyle seyreder, aklı devredışı kaldığı sürece, ne kendi durumunu, ne de oyunu analiz edebilir. Böylelikle seyirci tiyatrodan çok eğlenmiş olarak çıkar. Tiyatrodan çıkan seyircinin aklı hala cebindedir. Çünkü kapitalizm, onu hayatın içinde zaten bir hıza mahkum etmiştir. Seyircinin içinde bulunduğu yaşam koşulları düşünmenin yollarını kapatmıştır. Zaten onun trajedisi, seyirci durumuna düşmesiyle başlamıştır. Kendine düşünme zamanı yaratamayan seyirci, büyük bir hızla geriye doğru akan tarihte, yüzyıllar boyu büyük mücadeleler vererek elde ettiği birikimlerini de kaybetmektedir. Artık o seyirci mekanik bir robota dönüştürülmüş modern köledir.

‘Demokrasi’ ve modernlik

Yazımızın tarihsel akışında bahsettiğimiz, modernizmin tartışmaları ve oluşturduğu düşünsel iletişim ağı ile bilim, felsefe ve sanatta sürekli değişimler gerçekleşmişti. Bu değişimlerin temel noktası, olguculuğun karşısına göreceliliğin gelişiydi. Özellikle fizikte, A. Einstein’in izafiyet teorisi, Max Planck’ın belirsizlik ilkesi (Kuantum Kuramı), öncesinde felsefenin bir dalı olarak metafizik kuramlara dayandırılan ve S. Freud’dan sonra bir bilim olma özelliği kazanan psikoloji ve felsefede Husserl’in fenomenolojik yaklaşımları ile yeni bir çağ açılıyordu. Kelimenin kökenine baktığımız zaman, modern kelimesi latince ‘modernus’ biçimiyle ilk defa 5. yüzyılda hıristiyan olan o dönemi, Romalı ve Pagan geçmişten ayırmak için kullanılmış. Yani modern terimi kendini hep “eski”den “yeni”ye geçişin sonucu olarak belirlemiş.

Burjuva devrimlerini yaşayan insanlık, eski dünyayı tasfiye etmenin mutluluğunu fazlası ile abartmış ve gün geçtikçe büyüyen bir canavar olan kapitalizmden hala bir şeyler beklemektedir. Aydınlanma yoluna çıkmış insanlık bu gelişimini altüst eden ve emek-sermaye çelişkisine dayalı sanayileşme hızını yaşamıştır Avrupa merkezciliğinde akan tarih, Avrupa’da yaşanan büyük savaşlarla sona ermiş ve teknoloji savaşının lideri olan Amerika’ya bu tarihsel konumunu devretmiştir. Amerika ise bu fırsatı, herşeyi metaya dönüştüren bir anlayışla değerin artmasına ve insanları büyük bir hızla üretmek için üretmeye yöneltmiş, ciddi bir değer elde edebilmek için üretilenleri kendi kontrolü altında belirsiz bir pazara sürmüştür. Bu belirsiz pazar hem değerin ta kendisi, hem de sosyalizme karşı yürütülen ideolojik savaşta bir cephe oluşturmak amacı ile kapitalizmin enternasyonalize edilişidir. Peki bu bir modernizasyon mudur?

1980’lerin sonunda, SSCB ve diğer ülkelerde sosyalizmin çözülüşünün ardından ABD teknoloji ile yürüttüğü savaş stratejisini değiştirerek ideolojilerin bittiğini ilan etmiş ve “demokrasi” illüzyonunu yaratarak teknolojisi ile dili işgal etmiştir. Dil artık teknolojinin bir nesnesi haline gelmiş ve hep sonsuz olanı elde etmek isteyen kapitalizmi bir “istenç metafiziği” olarak gören Lyotard’ın dediği gibi ideolojik savaş artık iletişim alanına kaydırılmıştır. Bu “iletişim ideolojisi”nin hedefi doğrudan insan beynidir. Bilindiği gibi iletişim aracı dildir. Dille yapılacak saldırılar insan beyninde büyük hasarlar yaratır. Yani dünyayı bütünlüklü olarak algılayan insan beynini parçalayarak, düşünceyi kodlayıp, küçük gruplara ayrılan mesajlar haline getirmek ve genel toplumsal anlayışı bölerek etkisiz topluluklar halinde lokalize eden bir yöntemdir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, beyinde meydana gelen bu zihin yarılmasının diğer adı ise şizofrenidir. Böylece insanlık siyasal yollardan toplumsal bir hastalığa dönüşen şizofreniye sürüklenmiştir.

Ayna halkına özgürlük

Bu konjonktürel durumu besleyen en büyük unsur ise, mutlaklaştıran spekülasyonlara açık bir alan olan felsefedir. Felsefe ile çıkış alan bu yöntem, bilim ve sanatta karşılıklarını bulmaktadır ve her alanda buna “modernizm sonrası” (post-modernizm) denmektedir. Çıkışsız bir labirente dönüşen insan beyni, bir taraftan genel kazanımlarını kaybederken, diğer taraftan burjuva düzeninin epistemolojik tutkalı olan öznelliğini dayatır hale gelmiş ve bu öznellik yanılsamasının içinde tıpkılaşmayı yaşar hale gelmiştir.

Yüzyılımızın başından beri geliştirilen sivil toplum projeleri ile gelinen bu katastrofik durum, biraz önce yukarıda tespit ettiğimiz toplumsal şizofreni, bir gün toplumsal depresyona yol açacaktır. Ama bütün bu toplumsal sonuçların çıkış noktası olarak gösterilen ve şimdilik sürekliliğini sağlayan siyasal çözüm “demokrasi” illüzyonudur.

Yüzü sürekli bunlara dönük olan ülkemizin durumuna bir cevap olarak, Borges’in bir öyküsünün özeti ile bitirmek istiyorum: “Aynaların dünyası ile insanların dünyasının birbirlerinden ayrı, bölünmüş olmadığı bir çağda, bir gece ayna halkı dünyayı işgal eder. Çıkan savaşın sonunda, Sarı Sultan’ın büyük gücü sayesinde, ayna halkı altedilir. Sarı sultan, işgalcileri aynalara hapsedip, bundan böyle insanların hareketlerini taklit etmekle cezalandırır. Artık ayna halkı, insanların kölesi “yansımalar”dır. Ama bir gün gelecek, büyü bozulup, ayna halkı da özgürlüğüne kavuşacaktır.


25 Mart 1995 tarihli SÖZ Dergisi’nde yayınlanmıştır.


 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın