I. BURJUVA KÜLTÜR VE ULUSALLIK
Bilindiği gibi, burjuva kültür ve sanat, burjuva uluslarda egemen kültür ve sanat biçimi olarak ulusal kültür ve sanatı temsil eder. Daha doğrusu, ulusların tarihte oluşması, burjuva (maddi-manevi} kültürün toplumda birleştirici egemen öğe olarak ortaya çıkmasına bağlı olmuştur. Bunun böyle olmasının başlıca bir nedeni de, feodal topluma karşı verdiği savaşımda burjuvazinin yanında halk kesimlerinin de yer almış olması, sonunda ulusal bütünlüğün burjuvazinin önderliğinde kurulmuş olmasıdır. Dolayısıyla ulusal kültürlerin ikili bir özelliği vardır. birincisi, anti-feodal oluşları, ikicisiyse kendi içinde sınıfsal bir ayrımı taşımasıdır. Başka bir deyişle, anti-feodal (burjuva-kapitalist) nitelik taşıyan her ulusta, biri egemen burjuva kültürü, öbürüyse öğeler halinde varolan demokratik, halkçı ve toplumcu kültür olarak, iki kültür tarzına rastlanır. Birincisi, ulusal burjuva kültür ve sanat, ikincisiyse ulusal demokratik, halkçı ve toplumcu sanattır.
Ulusların kurulması sürecinde burjuva kültür ile halk kültürü, geçici bir denge oluştururken (geçici bir uzlaşım içindeyken), toplumun çelişkin yapısından ötürü, tarihsel süreç içinde karşıt bir yönelim içine girerek, bu ikincisi egemen burjuva kültür karşısında demokratik, toplumcu bir özellik kazanır. Bu sürecin belirgin bir tarihsel-toplumsal özellik kazanışı aynı zamanda burjuva kültürlerin ulusallık sınırlarını aşarak uluslararası bir nitelik kazanmasına da bağlı olmuştur. Başka bir deyişle, Batı’da, ulusal burjuva kültürler, başka ulusların ya da uluscuk ve halkların egemenlik altına alınmasıyla birlikte, emperyalist burjuva kültürler olmaya da dönüşmüşlerdir. (Hemen bir nokta koyalım: Önce ulusal, sonra evrensel kültür olmuşlardır). Kısaca sonuçlandırırsak, tarihsel göreceliği içinde, Batı’da, ulusal kültür-sanatın başlıca oluşturucusu ve sahibi, burjuvazidir, dolayısıyla da, örneğin, ulusal toplumcu Fransız, Alman kültür ve sanatı da varolmakla birlikte, bu ulusların egemen kültür ve sanatı, ulusal burjuva kültür ve sanatıdır.
Şimdi soralım, acaba bizde de bu böyle midir? Yani, Türkiye’de ulusal kültürün temsilcisi burjuvazi midir? Ya da ulusal kültür ve sanatımızın gerçek sahibi kimdir? Hatta, genelinde ulusal burjuva bir kültürden söz edilebilir mi?..
Tarihsel süreç içinde, ulusal kültürlerin niteliğinde bir başka evreye rastlamaktayız, o da ulusal kültürlerin aynı zamanda, anti-emperyalist kültürler olarak tarihte yerlerini almalarıdır. Bu süreç, sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşımlarının verildiği süreç olup, konusu Türkiye olduğunda, böylesine bir ulusal kültürün oluşması, hem Batı’da olduğu gibi anti-feodal bir özellik, hem de Batı’da olamayacağı gibi, anti-emperyalist bir özellik gösterir (göstermek zorundadır, çünkü öbür türlü, “ulusal” olamaz). Dolayısıyla, Türkiye’de ulusal kültürden söz edildiği zaman, bunun hem anti-feodal, hem de anti-emperyalist bir kültür biçimi olması gerekir. Bu da şu demektir: 1) tarihsel göreceliği içinde bir önceki kültür biçimi olan (feodal, kapitalizm-öncesi) Osmanlı (ya da geleneksel) kültür biçiminin geride bırakılması, yani özümsenerek bir sonraki kültür biçimi (burjuva kültür) içinde aşılması (yani, “kültür mirası” yoluyla yeni bir “kültürel bileşime” ulaşılmış olması) 2) ulusal kültürümüzü egemenliği altına alarak yoketmeye çalışacak emperyalist kültüre karşı bu ulusal kültürün korunması, başka bir deyişle, Batı’nın gerici-emperyalist kültür egemenliği kurumlarına ve biçimlerine karşı çıkılırken, aynı zamanda Batı’nın ilerici, devrimci ve insancıl kültür öğelerinin özümsenmesi.
Ne var ki, ulusal kültürümüzü oluşturup geliştirmekle tarihsel olarak yükümlü burjuvazi, gerek “az gelişmişlik”ten, gerekse “dışa bağımlılık”tan ötürü bu iki koşulu da yerine getirememiş, ne kültür mirası yoluyla geleneksel kültürü özümseyip aşabilmiş, ne de Batı’nın gerici emperyalist kültür biçimlerine karşı ilerici burjuva gelenekleri yerleştirip geliştirebilmiştir. Üstelik, dışa bağımlılıktan ötürü, kendi içinde (Doğucu-Batıcı gibi) iki ayrı kültürel ideolojiye bölünürken, az gelişmişlikten ötürü de bu çelişkiyi aşamamış, kendi uyumlu burjuva kültürünü oluşturamamıştır. Dahası, tarihsel süreç içinde gitgide yozlaşmaya uğrayarak uluslararası kitle kültürünün egemenliği altına girmiş, kendi kültürel yozlaşmasını, egemen kültür biçimi olarak, tüm bir topluma da bulaştırarak, halk kültürünün bile yozlaşmasına, sonunda adeta “ulusal kitle kültürü” olarak “aranjman kültür”ün yerleşmesine neden olmuştur.
Aslında burjuva kültür ideolojisinin iki yönelimi de, yani, Doğucu (İslâmcı-milli) kültür anlayışını temsil eden burjuva kesimler de, Batıcı (“çağdaş”-modernist) kültür anlayışını temsil eden burjuva kesimler de, bu her ikisi de, “kitle kültürü”ne, “aranjman kültür”e düşünce olarak karşı çıkmakla birlikte, eninde sonunda, günümüzde böylesine bir kültürün maddi olarak oluşmasına yol açmışlardır. Çünkü, ikisi de aslında “dışa bağımlı az gelişmiş” burjuva kültürün temsilcileridirler, ve unutmamak gerekir ki, emperyalist kültürler, ulusal kültürleri düşmancadır.
Günümüzde bu iki çelişkin burjuva kültür anlayışının, çatışmalar pahasına da olsa, tek bir potada eritilmesine çalışılmakta, böylelikle de gerçek bir uyumlu burjuva kültürün geç de olsa eninde sonunda oluşturulacağı sanılmaktadır. Ne var ki, bu iki burjuva ideolojik yönelimin ulusallık anlayışları gerçek ulusallık anlayışından uzakta olduğu için, kendi özleri gereği, belki birleşebilirler, ama, gerçek ulusal burjuva kültürü oluşturabilecekleri çok kuşkuludur. Çünkü, bu her iki burjuva kültür anlayışı da kültür ve sanatta ulusallığı doğru olarak kavrama gücünde değildir. çünkü, her ikisi de, ulusallığı toplumsallık ve tarihsellik dışında ele alarak ulusal kültüre bakar.
II. BURJUVA ANLAYIŞLAR VE ULUSALLIK
Daha önce de belirttiğimiz gibi, burjuva ulusların kurulması, feodal düzenin aşılması olduğundan, feodal düzene karşı savaşım, burjuvazinin kendi görüşlerini de egemen kılmasına; feodal mistik-idealist görüşler karşısında dünyevi-maddeci görüşlerin üstünlük sağlamasına yol açmıştır.
Başka bir deyişle, burjuvazinin ulusallık anlayışı ile gerçekçilik anlayışı feodal dünya görüşüne karşı yanyana varolmuştur. Nitekim, Batı’da burjuva ulusların kurulması sürecinde maddeci ve gerçekçi düşüncenin egemenliği hiç de rastlantı değildir. çünkü öbür-dünya düşüncesinden, dinci uhrevi-mistik düşünceden kurtularak doğaya ve topluma dönüş, yani doğanın ve toplumun işleyiş yasallıklarını bilimsel olarak kavramaya geçiş, burjuvazinin bir sınıf olarak kendini tanıyışına ve soyluluğa karşı kendisini ortaya koyuşuna bağlı olmuştur. Böyle bir şeyse ancak maddeci ve gerçekçi bir düşünceyle olanaklıdır.
Onun için de burjuva ulusların kurulması ve gelişmesi süreci boyunca ilerici burjuvazi, maddeci ve gerçekçi düşünceyi elinden bırakmamıştır. Ama, burjuva ulusalların başı çektiği kapitalist toplumlar uluslararası bir süreç içine girdikleri, yani emperyalist burjuva toplumları haline dönüştükleri zaman, ulusallık düşüncesi ile birlikte maddeci ve gerçekçi düşünceyi de bırakmışlar, tam tersine, ulusal kültürlere düşmanca bir niteliğe bürünerek, başka ulusların kültürlerini kendi çıkarlarına bağımlı hale getirme yoluna girmişlerdir. Buna bağlı olarak da, ilerici niteliklerini yitirmişler; kendi sınıfsal kökenlerini tanımazlıktan gelerek, “ulusal bağımsızlık” düşüncesine olduğu kadar, “gelişme” düşüncesine de karşı çıkmışlar, kendi çıkarlarını gizleyebilme amacıyla, gerçekçilik düşüncesini büsbütün bir yana bırakmışlardır. Ama, hiç kuşkusuz, kendi ilerici geçmişlerine bütünüyle ters düşen bu anlayışı egemenlikleri altına almaya çalıştıkları uluslara da benimsetmeye çalışmışlar, o ülkelerin egemen düşüncesinden de maddecilik, gerçekçilik gibi düşünceleri de silme yoluna gitmişler ve zamanla o ülkelerde de uluslararası kitle kültürünün yerleşmesini sağlamışlardır.
İşte bizdeki burjuva anlayışları da bu bağlamda ele almak, ve “dışa bağımlı az gelişmiş” burjuva düşüncesinin ulusallık kavramı içinde doğru bir biçimde değerlendiremediğine, ulusal kültür ve sanat sorununa niçin ters düştüğüne ve ulusal kültürümüzün gerçek sahipleri olup olmadığına bu tarihsel görünüş içinde bakmak gerekir. Nitekim ancak o zaman bizdeki burjuva kültür ideolojisinin de niçin “islamcı-milli” ve “çağdaş-modernist” olmak üzere ikili bir yönelim gösterdiği, yani kendi içinde çelişkin olduğu anlaşılabileceği gibi, niçin ulusal kültürümüzün burjuva kültürümüz olmadığı da anlaşılacaktır.
A) Gelenekçi-tutucu (ya da “İslamcı-milli”) anlayış
“Uluslar toplumsal görünüşe göre ikiye ayrılırlar: Birincisi, toplumsal-ekonomik gelişime, ekonomik düzeye ve özelliklere toplumsal yapının, siyasal örgütlenmenin, manevi yaşamın özgüllüğüne göre. İkincisi, dil, kültür, yaşam tarzı, töre, görenek, gelenek ve toplumsal ruh özellikleri gibi kendine özgü ulusal belirtilere göre. Bu birinci öbekte yer alan görünüşler, ulusun belli bir ekonomik toplumsal oluşum çerçevesi içinde yakınlaşma ve evrenselleşme sürecini veren toplumsal yönünü gösterirken, ikinci öbekte yer alan görünüşler, ulusun büyük bir kalıcılığa sahip, çok ağır değişen etnik yönünü gösterirler. Ulusların toplumsal yönü ile etnik yönü arasında karşılıklı ve çelişkin özellikler olduğu gibi, burada belirleyici olan, ulusun toplumsal yönü, toplumsal temeli ve içeriğidir.” (1). Gerçekten de her ulusal kültür ancak belli bir somut toplumsal-ekonomik kuruluşla temelinde açıklanabilir: bu anlamda da ulusal kültürün içeriği, ekonomik-toplumsal oluşumun temel yapısıyla ve bunların tarihsel-somut görünüş biçimiyle belirlenir. Ama, hiç kuşkusuz, bu ekonomik toplumsal temel yapı (oluşum) ulusal kültürlerin oluşumunda ve sürmesinde belirleyici olan öğedir, ancak ulusun etnik öğeleriyle birlikte karşılıkla etkileşmesi ve çelişmeleriyle birlikte ele alındığı zaman bize ulusallığı (“ulusal özgünlüğü”) tam olarak verebilir. Bu nedenle de ulusallık, ulusal özgünlük çelişkin bir tarihsel süreç olduğu kadar, tarihsel-toplumsal da bir kategori olup, ancak dinamik, değişken bir görünüş (olgu) olarak çözümlenebilir.
Oysa, bizde gelenekçi-tutucu (“milli”ci) ulusallık anlayışına baktığımız zaman, ulusallığın büsbütün tarihsellikten ve toplumsallıktan, daha doğrusu, bu ikisinin karşılıklı bağlantısından soyutlandığını gördüğümüz kadar, ulusallığın toplumsal yönünün de etnik yönünden büsbütün yalıtılarak ulusallığın yalnızca bu etnik öğeleriyle ve değişmez bir tarihsellik (tarih-dışı, tarih-üstü) anlayış içinde değerlendirildiğini görürüz. Başka bir deyişle, hangi ekonomik toplumsal oluşum içinde, hangi tarihsel-toplumsal koşullanmalar içinde olursa olsun, ulusallık ve “ulusal kültür” değişmezlik gösterir; baştan bir kere verilidir ulusal özgünlük, hep de öyle kalacaktır.
Ulusallığın ekonomik-toplumsal belirlenmeden yalıtılması hiç kuşkusuz ulusal kültürlerin oluşumunu somut maddi nedenselliklerinden, belli bir somut üretim tarzından ve ilişkilerinden de yalıtılması demektir. Ulusallığın yalnızca ulusal etnik yönle açıklanamayacağı ise apaçık ortadadır. Başka bir deyişle, ulusallığı yalnızca ortak dil, toprak, vb. gibi öğelerle çözümleyemeyiz. Çünkü, söz gelişi, tek bir Arap dili, Arapça, ya da tek bir İngiliz, Alman dili olduğu halde, birçok Arap ulusu, birçok İngiliz ya da Alman dili ve edebiyatı olan ulus vardır, bu aynı şey ortak toprak birliği için de geçerlidir hiç kuşkusuz. Dolayısıyla, ulusal özgünlüğü yalnızca etnik öğelerin belirleyiciliğinde bulamayız. Öte yandan, bu etnik öğelerin abartılması, belli bir ulusal özgünlüğün mutlaklaştırılarak öbür ulusallıklar karşısına konması ise ister istemez sonunda kaba milliyetçiliğe, şovenizme ve ırkçılığa dönüşür. Nitekim bizde de “milli kültür”cüler, ulusallık denildiğinde bundan “milliyetçiliği” anlarlar(2).
Ne var ki, ulusallığın ve ulusal özgünlüğün mutlaklaştırılışı, aslında, ulusal özgünlüğün yitirilmesine yol açar. Nitekim, örneğin, bu aynı olguya Nazi kültürü ve sanatında ya da Nazi ulusallık anlayışında en doruğunda rastlanmıştır. Bunun nedeni, ulusallığın toplumsal-tarihsel “tipiklik” içinde ele alınmayışına, toplumsal-etnik yönlerin diyalektiğinin yadsınmasına, kısacası, ulusallık ile gerçekçiliğin birbirinden koparılmasına bağlıdır. Ulusallığın içeriği ile ulusallığın biçimi arasındaki diyalektiğin yıkılması, ulusallığın yalnızca biçimci olarak ele alınmasına, ulusal biçimin mutlaklaştırılmasına yol açar. Bu anlamda da, sonunda, ulusal olanla evrensel olan arasında hiçbir bağıntı kurulamaz; kurulamaz, çünkü, ulusal özgünlük kendi gerçekliğinden, kendi biçimini oluşturan içeriğinden koparılarak mutlaklaştırılmıştır. Nitekim, tam tersini düşünürsek eğer, o zaman, dünya yüzünden ne denli ulus, yani ulusallık, ulusal özgünlük varsa o denli evrensel kültür de olacak demektir ki, böyle bir şey tüm dünya tarihine ters düşer. Başka bir deyişle, hiçbir zaman, söz gelişi, “evrensel bir Türklük ya da Türk kültürü”nden söz edilemez.
Gelenekçi-tutucu ulusallık anlayışları, hiç kuşkusuz, sonunda “stereotipleşme”ye yani, tarihsel süreç boyunca hep aynı “ulusal biçimi”, “ulusal özgünlüğü”, “ulusal kalıbı” korumaya mahkumdur. Böyle bir şey, geleneksel kültür ile ulusal kültürün özdeşleştirilmesinden kaynaklanmakta, tarih değişmez bir içerik içinde ele alınarak, tarih ile kültür özdeşleştirilmektedir(3). Oysa, ulusal kültür kavramı, geleneksel kültür kavramıyla özdeşlik içinde ele alınamaz; çünkü en azından “dünkü” ulusallık ile “bugünkü” ulusallık eşzamanlı, eşdeğerli görülemez. (Ayrıca unutmamak gerekir, “Osmanlı ulusallığı”ndan söz edilemez, çünkü Osmanlılık “çok ulusluluk”tur. Bu anlamda geleneği sürdürmek, “ulusallığı” sürdürmek olamaz hiçbir zaman). Onun için daha önce de belirttiğimiz gibi, ekonomik-toplumsal oluşumların değişime uğramasıyla birlikte, ulusal özgünlük de ister istemez değişime uğrar, çünkü, insanların (bireylerin) karakter özellikleri doğuştan verili olmayıp, çevreyle birlikte oluşur ve değişime uğrar.
Nitekim, diyelim, eğer “alçak gönüllülük”, “ruh soyluluğu” gibisine özellikler belli bir ulusal özgünlüğümüze daha önce karşılık veriyor idiyse, bugün onun yerini “açıkgözlülük”, “üçkağıtçılık”, vb. gibi özellikler almıştır, çünkü, toplumsal yapımız, bu doğrultuda değişmiştir. Ulusal idealler ile ulusal gerçeklikler arasındaki bu çelişki görülmedikçe, ulusal özgünlüğün kavranması da olanaksızlaşır. Ulusallığın stereotipleştirilerek mutlaklaştırılışı, ulusallığın yalnızca etnik öğelerle bir tutulup toplumsallıktan soyutlanışı, ulusallığın halksallıktan ve sınıfsallıktan da soyutlanışını getirir. Nitekim, bizdeki gelenekçi-tutucu ulusallık anlayışlarında hiçbir zaman ulusallığın halka yakınlık, halka bağlılık ve halk kültürüyle olan yakın ve karşılıklı bağıntısı gözönüne alınmaz, deyim yerindeyse, “teğet geçilir”.
Oysa, ulusallıkla ilintili olması gereken en temel kategori belki de halksallıktır; ulusal kültürümüzün en temel öğesi halk kültürüdür. Halk kültürü ise toplumda egemen kültür biçimi değildir, hele bugün bizce tam bir yozlaşma süreci içindedir. Gelenekçi-tutucu burjuva ulusallık anlayışın halka bağlılık ve halka yakınlığı ele almayışı da zaten kendi sınıfsal özelliğinden kaynaklanmaktadır; başka bir deyişle, kendi sınıfsal özelliğini tanımak istemediğinden, geniş halk kitlelerinin ulusal-sınıfsal özelliğini de tanımak istememektedir. Onun için, gelenekçi-tutucu burjuva anlayış, ne denli Türkçü olursa olsun, ulusallığın toplumsal yönünü görememekten ötürü, ulusal kültürü maddi (temel) kültürden soyutlamış, sonunda, Batı’nın maddi kültürünün egemenliği altında manevi kültürümüzde ulusallığın niçin korunamadığını anlamaktan aciz düştüğü kadar, tam bir “kısır döngü” içine de düşmüştür. Ama, “dışa bağımlı az gelişmiş” gelenekçi-tutucu burjuva anlayışın kendi kaçınılmaz yazgısıdır bu(4).
B) “Çağdaş” Modernist (ya da Batıcı) anlayış
Nasıl gelenekçi-tutucu burjuva anlayış ulusallığı “stereotipik” kategorisi içinde anlıyorsa, yani salt mutlaklık düzeyinde ele alıyorsa, “çağdaş” modernist anlayış da ulusallığı bunun tam tersine, “tipiksizlik” kategorisi içinde, yani, salt görecelik düzeyde ele alır. Bunun başlıca nedeni, ulusal kültür birleşiminin yapılamamış, ulusal kültürün geleneksel kültürden yalıtılmış olmasından kaynaklanır. Böylesine bir “ulusal burjuva kültür anlayışı”na da olsa olsa ancak bizde rastlanır. Çünkü, söz gelişi, Batı’da soyluluğa, dinci-feodal düzene karşı bir burjuva devrimi yapıldığı zaman, böyle bir şey, hiçbir zaman bir önceki kültürün yadsınmasını birlikte getirmemiştir, tam tersine, onu kendi içinde korumuştur. Hiç kuşkusuz, böyle bir şey, kültür mirası ile ilgili bir sorundur. Ama “çağdaş Batı düzeyi”ne ulaşmanın biçimsel olarak ele alınışı, yani, maddi temel kültürde böyle bir kaygı güdülmeksizin yalnızca manevi kültürde “Batı”nın örnek alınışı, ya da daha doğrusu, “ulusallığın” yerine “evrenselliğin” konuşu, yani ulusallığın yine toplumsal-tarihsel somut gerçeklikten soyutlanışı, ulusallığın da sonsuz görecelik içinde ele alınmasına ve ulusal kültür bireşiminin yapılmasına engel olmuştur.
“Türkiye’nin temel tavrı, batı medeniyeti düzeyine erişmek şeklinde tarif edilince, yeniden değerlendirme imkanı kaybedildi ve Türk toplumunun şahsi yorumu ve çözümlemesi yerine hazır formüllerin, Türkiye’ye ithal edilmesi tavrı hakim oldu. Böyle bir tavrın örnek alınmak istenen hiçbir gelişmiş toplumun tavrı olduğu söylenemez. Osmanlı yaşama biçimi Cumhuriyet’ten sonra çok belirgin nitelik kazanan batı kültür etkileriyle yok oldu. Halkın, insanların kültür duyarlıklarını, yaşama biçimlerini tamamen tadil eden etkileri 1925’lerden sonra Türk toplumu yaşadı.”(5). Oysa, “her ulusun tarihi, tüm ulusal görünüş biçimleri içinde, kalıcılık ile değişebilirlik arasındaki çelişmeli birlik yoluyla karakteristikleşir, bu yüzden (gelenekçi-tutucu anlayışların öngördüğü gibi A.Ç.) gözle görülür bütün açıklığına ve öylece sürüp gitmesine rağmen, ulusal özgünlük hiçbir zaman, kendi özelliklerinin ve belirtilerinin baştan bir kere verili, değişmez bir toplamı olarak görülemeyeceği”(6) gibi, büsbütün değişmişlik, başkalaşmışlık içinde de görülemez. Ama, salt görecelik anlayışı içinde “evrenselliğin (yani “Batı”nın) ulusallığın yerine konuşu, ulusallık sınırlarının eriyerek “evrensellik” içinde yitmesine neden olmuştur. Buysa ulusal özgünlüğün yitmesine, sanki her evrensel olanın ister istemez olacağı inancına; “evrensel kültüre erişmeksizin ulusal kültürün kurulamayacağı” inancına yol açmıştır. Böyle bir şeyse hiç kuşkusuz, evrensellik değil, ama, “kozmopolitlik”tir.
Sıradan bir örnek vermek gerekirse, nasıl bugün için bir minyatürün yapılışı sanatımızda ulusal olanı göstermez; ama bu her ikisinin sanki bir bireşimini oluşturacak biçimde, modernist (soyutçu) bir anlayışla bir minyatürün yapılışı, tam bizim sanatla bugünkü “ulusallığımızı” yani, “dışa bağımlı az gelişmiş” burjuva ulusallık anlayışımızı gösterir. Ne yaparsak yapalım, bizler Türk olduğumuz için, yaptığımız şey ulusal olmaz. Zaten “kozmopolitlik”, “modernizm”, ulusallığın olduğu kadar gerçekçiliğin de tam karşısında yer alır. Nasıl gelenekçi-tutucu anlayış, “mili”cilik sevdasına günümüzün nesnel gerçekliğine karşılık vermeyen bir sanatla karşımıza çıkıyorsa, Batıcı anlayışta öylesine “çağdaşlık” sevdasına günümüzün nesnel gerçekliğine karşılık vermeyen bir sanatla karşımıza çıkar. Nasıl söz gelişi, tüm mimari-estetik üstünlükleriyle geleneksel “Türk evi” artık günümüzün somut konut sorununa “ulusal” bir karşılık veremiyorsa (ve ne yazık ki ancak “müzelik” olabiliyorsa, ya da ancak kırsal kesimlerde, o da ender hallerde uygulanabilirse, “Hilton mimarisi” de içindeki uydurma “Türk köşesi”yle) günümüzün mimari-estetik sorununa öyle karşılık vermiyordur.
Batılı biçimlerin yerel uygulama içine sokulması hiçbir zaman “çağdaş ulusallığı” oluşturmaz çünkü. Bunun böyle olmasının nedeni, Batıcı anlayışın da ulusal kültürü kendi somut içeriğinden boşaltmasına ve kültüre bu kez Batılı-kozmopolit ölçüler içinde, biçimci olarak yaklaşmasına dayanır. Bu nedenle de yine hiçbir zaman “evren” olamaz, çünkü bu gibi düşünen düşünce adamlarımızın tam tersine, önce ulusal olmamış, ulusal özgünlüğü yakalayamamıştır. Bu doğrultuda, bu tür bir kültür ve sanat anlayışı içinde insan imgesi de ister istemez “kozmopolitleşir”, daha doğrusu, Batı’nın egemen burjuva ideolojisinin uydusu haline gelmiş; toplumsal insanımızın ulusal özgünlüğü yitirilerek, “ulusal kişiliği” ortadan kalkmıştır. Böylelikle de, aslında yine Batı’nın maddi ve manevi kültürünün egemenliği altında kültür ve sanatımızda ulusallığı koruyamamış, yerleştirip geliştirememiştir. Ama, bu da, yine “dışa bağımlı az gelişmiş” çağdaş-modernist (Batıcı) burjuva anlayışın kendi kaçınılmaz yazgısıdır.
III. KÜLTÜREL ÇÖKÜŞME VE ULUSALLIK
Bizde burjuvazinin gerçek ulusal kültürümüzü oluşturamamış olması, daha önce de sözünü ettiğimiz gibi, ne tam anti-feodal, ne de tam anti-emperyalist bir ulusal devrimi gerçekleştirememiş olmasına bağlıdır. Başka bir deyişle, ne kültür mirasının yadsınması sonunda, geleneksel kültürümüzü burjuva kültür içinde özümleyebilmiş, ne de Batı’nın kültür emperyalizmi karşısında burjuva kültürünün ulusallığını koruyabilmiştir. Batı’nın, kendi ilerici ve devrimci burjuva geleneklerini yadsıyan “gelişme” ve “bağımsızlık” düşüncesinin artık tam karşısında yer alan günümüzün gerici burjuva düşüncesine uyduluğun başka bir sonuç getirebileceğini düşünmek de zaten çok zordur. Maddi kültürü manevi kültürden koparan, dolayısıyla, kültürün içeriğini çarpıtan bir kültür anlayışının “kendi bindiği dalı kesmesi”, yani, ulusallaşayım derken ulusal kimliği yitirmesi son derece doğaldır. Çünkü, ulusal kültürü oluşturacak olan burjuva kültürün maddi temelleri kurulamamış, burjuvazinin kendi kişiliğini bulamaması, burjuva kültürde sonunda kişiliksizliği getirmiş, yani, “dışa bağımlı az gelişmiş” kültürümüz uluslararası kitle kültürünün egemenliği altında kimliğini bulamamış ve çarpıklaşmıştır. Onun için de bizde “çarpık burjuva kültürü” sonunda toplumumuza egemen olmuştur. Basitinden bir örnek vermek gerekirse, diyelim, gerçek kültürel nitelikte yalılar yakılmış, köşkler ve konaklar yıkılmış, yerini, “Bambu Köşkler”, “Çifte Saraylar” adında ne olduğu belirsiz, ama, gerçek çarpık-burjuva kültürünü temsil eden yapılar almıştır. (Hele Hasan Ali Yücel gibi bir kültürel eylem adamının, daha başlarda, “kitapçıların” yok olarak, yerini “kebapçılar”ın almasından yakınması oldukça ilginçtir.) (6).
Bütün bu açıklamalardan sonra şunu diyebiliriz ki, ulusal kültürümüzün temsilcisi burjuvazi, ya da burjuva kültür değildir. Burjuvazi, kendi maddi ve manevi uyumlu kültürünü kurup, topluma yerleştiremediğinden, ulusal kültürümüze de sahip çıkamamış, tam tersine, onun yozlaşmasına yol açmıştır. Gerçekten “üretici”, “yaratıcı”, “dönüştürücü” olmadığı için “kültürleşme”yi getirmiştir. Dünya görüşündeki sınırlılık, yani, ulusallığı toplumsallıktan soyup atması, kültüre ve ulusallığa idealist düşüncenin doğrultusunda bakması, ulusallığı salt mutlaklık ya da salt görecelik içinde ele alması bunun başlıca düşünsel bileşkeleridir. Bu nedenle de ulusallık, ya da ulusal özgünlük denince, ya “stereotip”, kalıplaşmış anlayışlara, gelenekçi-tutucu görüşlere sığınmakta, ya da “çağdaşlık” kisvesi altında “kozmopolit” görüşlere açılmaktadır. Bu iki anlayış içinde de ne gerçek ulusal özgünlük kavranabilir, ne de ulusallık evrensellik ilişkisi kurabilir.
O halde, şu sonuca varmamız yanlış olmayacaktır sanıyoruz: Ulusal kültürümüzün ve sanatımızın gerçek temsilcisi toplumumuzdaki demokratik, halkçı ve ilerici kültür öğeleridir. Çünkü daha en başından bu yana, böylesine kültür öğeleri, kültür anlayışı ve ürünleri gerçek ulusal özgünlüğümüzü korumaya yönelik olmuştur. Ulusal kültürümüz ancak demokratik, halkçı, ilerici bir yönde gerçek kimliğine oturtulabilir. Çünkü ancak böylesine bir anlayış hem gerçekten anti-feodaldir, hem de gerçekten anti-emperyalisttir. Çünkü, ulusallık konusunda hem “bağımsız” olmayı, hem de “gelişmiş” olmayı öngörürken; kültür mirası yoluyla hem geleneksel kültürümüzün, hem de çağdaş kültürün bir bireşiminin oluşturulmasını öngörür. Çünkü böyle bir anlayış, ulusallığı kendi toplumsal-kültürel içeriğiyle ele alırken, ne mutlakçı bir değerlendirmeye, giderek “milliyetçiliğe” kayar, ne de görelikçi bir değerlendirme içinde “kozmopolitliğe” düşer. Buysa kültür ve sanatta ulusallık bir gerçekçiliğin birbirinden ayrılmaması demektir. Nitekim sanatta da ulusal özgünlük ancak gerçekçi sanat tarafından verilebilir. Ulusal kültürün, ulusal özgünlüğün korunması “kültürel çöküşme”ye karşı çıkmakla, gerçek kültürel değerlerin yaratılmasıyla olanaklıdır ancak. Egemen burjuva kesimlerin gerici bir tavır içine girerek kültürün ileriye doğru gelişmesine set çekmekte oldukları bir toplumsal gelişim evresine özgü bir olay olan kültürel çöküşme ancak gerçek toplumsal üretkenlik, yaratıcılık ve dönüştürücülükle olanaklıdır. Ancak böylesine ulusal çıkarlar doğrultusundaki bir insansal etkinlik ulusal kişiliğin, kimliğin ve özgünlüğün korunmasına, ulusal insan imgesinin yerleşmesine elverir.
NOTLAR
1- Kültür Sözlüğü, çeviren ve düzenleyen Aziz Çalışlar; Altın Kitaplar, 1983, s. 432.
2- Kültür ve Sanat , Milliyetçiler III. Büyük İlmi Kurultayı, Boğaziçi Yayınları, 1980, s. 62.
3- a.g.e., s.26.
4- Bu konuda bakınız, “Düşünce ve Kültür Yaşamı Üstüne Gözlemler”, Aziz Çalışlar, Bilim ve Sanat, Ocak, 1983.
5- “Turgut Cansever’in Görüşleri”, Türk Edebiyatı, Kasım, 1983.
6- Hasan Ali Yücel, Kültür Üzerine Düşünceler, İş Bankası Yayınları, 1974, s. 167.
Aziz Çalışlar, Ulusal Kültür ve Sanat, Cem Yayınevi,İstanbul, 1988.
İlk yorum yapan olun