“Batı” ve “Avrupa Kültürü” Üzerine – Sargut Şölçün

“Batı” ve “Avrupa Kültürü” Üzerine – Sargut Şölçün


“Avrupa”, Ankara’da çıkan aylık Türkçe dergilerinden biri; yalnız kentteki diğer aylık sanat, edebiyat ya da kültür dergilerinden ayrıldığı bir nokta var. Avrupa Dergisi, Avrupa Topluluğu Komisyonu ve bu komisyonun Enformasyon Temsilciliği tarafından çıkarılıyor. Derginin bir başka farklı yanı da ilgili adreslere parasız gönderilmesi. Aslında hemen tahmin edileceği gibi, bizdeki yaygın adıyla Ortak Pazar (Avrupa Topluluğu) adlı örgütlenmenin görüşlerini yansıtıyor, Türk okuruna “enformasyon” veriyor. Derginin Haziran 1978’de çıkan 32. sayısı, içerdiği bazı yazılar nedeniyle ilgimi çekti. Örneğin, “Komünistlerin Avrupası” , “Kültürler Avrupası” ve “Gençler ve Avrupa”, ilginç başlıklı yazılar ve birbirlerini tamamlar nitelikte. Yalnız, “Komünistlerin Avrupası” başlıklı “Konuşma”da, İtalyan Komünist Partisi milletvekili Amendola, “Avrupa Topluluğu” olgusuna biraz değişik bir yaklaşım getiriyor. Burada üzerinde duracağım yazı, “Kültürler Avrupası” başlığını taşıyor ve alt başlıkta “Profesör Leroy – Ladurie ile Söyleşi” deniyor. “Söyleşi”nin girişinde okuduklarıma göre, Prof. Emmanuel Leroy – Ladurie 1929 doğumlu, köylüler üzerine yazdığı kitaplarla tanınan bir tarihçi ve 1973’den beri Collège de France’da Çağdaş Uygarlık Tarihi Kürsüsü’nde çalışıyor.

Yukarıda, bazı yazıların başlıkları nedeniyle “ilginç” göründüğünü belirtmiştim, oysa biraz yakından incelendiğinde, Fransız profesörün hiç de yeni görüşler ileri sürmediği anlaşılıyor. Örneğin, Fransa ile F. Almanya arasındaki düşmanlığın, “tümüyle bitmediyse de oldukça azalmış” olduğunu söylüyor. Fransız profesör sonra İspanya, İtalya, F. Almanya, İngiltere, Hollanda… gibi ülkelerin kültürlerinin “iyice yerleşmiş kültürler” olması nedeniyle “Kültürler Avrupası”nın kurulabileceğini düşünüyor. Profesöre göre, “tek sorun, kendi başına İngiliz kültürü değil ama, çok güçlü ekonomik ve nüfus avantajı yüzünden, Amerikan kültürünün ezici üstünlüğüdür.”arkasından ekliyor: “(İngilizcenin üstünlüğünü ileri sürerek) Elbette, buna engel olamayız. Ayrıca, nasıl olsa Avrupa’yı belli bir şekilde savunmak için Amerika’ya gereksinme duyuyoruz.” Avrupa’yı kime karşı ve hangi tehlike nedeniyle savunmak gerektiğini açıkça belirtmemiş. Leroy – Ladurie’nin sözleri okumağa devam edelim: “Çünkü nasıl olsa evrensel bir dil gereklidir ve bu dilin de İngilizce’den başkası olamayacağı açıkça ortadadır. Bu yüzden kendimizi Amerika Birleşik Devletleri’ne göre belirleme sorunumuz olacaktır.” Profesör, daha sonra tutumunu değiştiriyor ve ABD karşısında eleştirici bir tavır alıyor: “Amerika Birleşik Devletleri’nin, Ortak Pazar’ı, yalnızca çok uluslu şirketleri yaygınlaştırmak için bir araç olarak görmeğe biraz fazlaca eğilimi vardır. ben çok uluslu şirketlere karşı değilim ama, Avrupa’nın amacı bu değildir.” Bunun dışında, Avrupa’da ekonomik bakımdan gelişmiş bazı ülkelerin adlarını vererek (F. Almanya ve Hollanda gibi) buların “hiçbirinin, öbürlerini ezme tehlikesi yoktur.” Diyor. Yalnız buraya bir de İspanya’yı katıyor Leroy Ladurie: “Akla yatmasa da, büyük Güney Amerika kitlesi nedeniyle, İspanyol kültürü en az tehlikede olan kültürlerden biridir.” Hatta, İspanyol kültürü bu durumuyla öyle güçlü ki, Fransa, F. Almanya ve İtalya’nın bu kültür karşısında, “karşılıklı etkileşim açısından biraz ezildikleri açıktır.” Belli ki, Fransız Profesör “ezmek” ve “ezilmek” kelimelerinden değişik anlamlar çıkarıyor. Bu kelimelerin günümüzde kazandıkları belli anlamlar vardır, bir gerçeği, çağımızın gerçeğini ortaya koyarlar. Şimdi “Avrupa kültürü” olgusunu anlayabilmek için bazı soruların cevaplandırılması gerekir: Örneğin, kırk yılı aşkın bir süredir faşist diktatörlükle yönetilmiş İspanya’da ne kalmıştır Cervantes’in geleneğinden? Lorca’nın kurşuna dizilişinden üç yıl sonra Madrit’e giren Franco’nun askerleri ne bıraktılar sağlam olarak ayakta? Son birkaç yıldır süregelen burjuva demokrasisi zorlamaları bu soruları gündemden kaldırmaz. İspanya, ABD emperyalizminin güdümünde bir ülkedir. Bir de “büyük Güney Amerika kitlesi”ndeki kültürel gelişmeyi düşünelim. İşte Bolivya, işte Brezilya, Şili, Arjantin ve diğerleri… Güney Amerika’da bugün egemen olan kültür, Pentagon kültürüdür ve bekçiliğini de yerli malı silahlı güçler yapmaktadır. İspanyol kültürünün Avrupa’ya çok yarar sağlayacağını da söylüyor, Fransız Profesör. Şimdiye kadar Avrupa’nın gelişmiş kapitalist toplumları için “egzotik” bir çekicilik malzemesi olan İspanyol kültürü, herhalde İspanya, NATO’ya ve Avrupa Topluluğu’na katıldıktan sonra, Avrupa’daki kültürel gelişmeye çok yönlü bir katkıda bulunacaktır (!). son olarak profesörün bizi de doğrudan ilgilendiren sözlerine bakalım: “… Aynı şekilde, 18. yüzyılda kültürlü herkes İtalyanca’yı biliyordu. Şimdiyse Türkçe de öğrenmek gerekiyor.” Avrupa’nın batısındaki sanayi toplumlarına Türkiye’den ucuz işgücü göçü başladıktan sonra, bu ülkelerde Türkçe konuşan insanların sayısı arttı. Ancak yaşanılan gerçekler karşısında profesörün bu sözleri – en hafif deyişle – naiflik oluyor. “Bu imparatorluk (Osmanlı İmparatorluğu’dur söz konusu olan – S. Ş.) başta Türk olmak üzere, Yunan, Yahudi, Hristiyan ve Ermeni gibi birçok önemli toplulukları koruyan, Avrupa ekonomisinin büyük bir müşterisiydi. Osmanlı İmparatorluğu’nda, Avrupa’da bulunmayan bir hoşgörünün olduğu da bir gerçek. Bu, kuşkusuz, bazı yönleriyle örnek alınacak çok uluslu bir imparatorluktu.” Burada ilk olarak, o dönemde yukarıda adı geçen toplulukların (üstelik bunların içinde dini toplulukların da adı geçiyor) daha ulus aşamasına varmadıkları akla geliyor. Diyelim ki, ulus olmaya aday topluluklar belirtilmek isteniyor, yine de “imparatorluk” derken, “çokuluslu” sözcüğü gereksiz bir tekrar. O da bir yana, ama Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içindeki topluluklardan, en başta Türkler’i koruduğunu söylemek yanlış olur. Daha da garibi, Osmanlı’da, Avrupa’da bulunmayan bir hoşgörünün olduğunu söylemesi. Herhalde profesör burada “hoşgörü” derken, Avrupa’da belli bir toplumsal aşamanın gereği olan sınıfsal gelişme ve onun toplumun bireyleri arasındaki ilişkilerde yansımasını bulan tarihi bir kavram olan “tolerans”tan söz etmiyor. Akla daha çok, Osmanlı feodalizminin merkezinde önemli görevler üstlenmiş gayri müslimin azınlıklar karşısında aldığı tavır geliyor. Bir de burada, (özellikle 1830’lardan sonra) Avrupa kapitalizmine açılan Osmanlı topraklarındaki paşaların, beylerin “Batı” karşısındaki hoşgörülü tutumu düşünülebilir.

Fransız profesör Leroy-Ladurie’nin konuşmasında, “Kültürler Avrupası”nın taslağını çizerken değindiği önemli noktalar bunlar. Geri kalmış bir ülkenin insanı olarak bizim “Batı” ve “Avrupa Kültürü” olgularına belli bir yaklaşım içinde olmamız gerekiyor. Bu kavramlar bizler için artık bundan otuz yıl önceki içeriklere ve kapsamlara sahip değil; yepyeni boyutlar, yepyeni anlamlar kazanmış durumda. Örneğin bir işçi göçü olgusu vardır ki, resmi politika açısından bile “Batı”ya, NATO’ya karşı tutumumuzu belirlemede rol oynayabilen bir yeniliktir.

Eskiden “muasır medeniyetlerin seviyesi”ne ulaşmak söz konusu idi. “Batı”ydı burada “muasır medeniyetler”le belirtilmek istenen. “Batı” ile iyi geçinmek, her zaman “Batı”nın yanında yer almak, “Batı” ne isterse onu yapmak,, “Batı”nın düzeyine ulaşmak için vazgeçilmez koşullardı. Bugün durum değişmiştir, artık yeni bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Sadece ilkokul öğrenimi görmüş bir köylü yurttaşın bundan üç dört yıl önce bu konuda söyledikleri bana çok ilginç gelmişti: (İzmir’de Efes Oteli’nin önündeki Atatürk anıtını yorumlamağa çalışarak) “Dikkat ettiysen, Atatürk sağ elinin işaret parmağı ile Batı’yı gösteriyor; Doğu’ya arkasını dönmüş korkmadan. ‘Bu tarafa dikkat edin, Türk milletine her türlü tehlike Batı’dan gelir. Doğu’yu arkanıza alabilirsiniz, bu ülkeye Doğu’dan tehlike gelmeyecektir’ anlamına geliyor.” Tabii, bu sözler doğru bir tarihi bakışın ya da ayrıntılı bir analizin sonucu değil. ne var ki, bunların, hayat koşulları belli, bilgi düzeyi son derece düşük bir yapı işçisi tarafından söylenmesi ilgi çekiyor. Burada belirtmem gereken bir nokta var. Yukarıdaki sözleri söyleyen işçi, Federal Almanya’da çalışan milyonlarca “konuk işçi”den çok farklı düşündüğünü sanmıyorum. Bundan otuz yıl önce, ülkemizde görev yapan Amerikalıların attığı boş konserve kutuları köy çocukları tarafından kapışılırdı, oyuncak yerine kullanmak için. Gün geldi, Amerikalı Türkiye topraklarında rahat dolaşamaz oldu.

Türkiye toplumunda,. Daha karmaşık, daha sorunlu bir geleceğe yönelik ilerleme sürüyor, ama bu arada halk feodal kültürün uyuşukluğundan hızla kurtuluyor. Yakın bir zamana kadar bizim dışımızda yalnız “Batı” dünyasının olduğunu sanırdık. Şimdi Vietnam halkının başarısıyla seviniyoruz; Allende’nin katledilmesine üzülüyoruz; Afrika’daki Kübalı savaşçıları alkışlıyoruz; yüreğimiz hem Filistin’de, hem Mozambik’te aynı zamanda atıyor. Yeryüzünde Batı’dan başka yönlerin de olduğunu öğrendik. Tupamaros’un neden savaştığını biliyoruz; Güney Molukkalıların ne istediğinden haberimiz var; yıllarca kendi halinde dergi yazarlığı yaptıktan sonra, Ulrike Meinhof’un neden terörizmi seçtiği hakkında görüş ileri sürebiliyoruz; emperyalist ülkelerin kendi bloklarını neden “Hür Dünya” diye adlandırdıklarını anlıyoruz; son otuz yıldır dünyadaki gelişmeyi etkileyen sosyalist ülkelerden kimlerin niye kaçtığını düşünebiliyoruz. Yıllarca bize örnek olarak gösterilen “Batı”nın aslında emperyalist dünya olduğunu öğrendik. Bütün bunları bilmemiz kolay olmadı, az şey yitirmedik yukarıda sayılanları kavrayabilmek için. Ama şimdi elimizdeki yöntemle hem doğadaki ve hem de toplumdaki olayların sırlarını çözebiliyoruz. Bu sonuçların başka olmasını istediğimiz zaman da (daha doğrusu başka olmasının gerektiğine inandığımız saman da) var olanı değiştirmeye koyuluyoruz. Bu da bizi yepyeni insanlar durumuna sokuyor. Eskiden peygamber buyruğu gibi benimsediğimiz “Batı”lı öğütlerini şimdi yerden yere vurabiliyoruz. Karşımıza dikilen “Batı”lı “özgürlükçü” veya “çoğulcu demokrasi” havarilerinin maskelerini düşürebiliyoruz. Kendimize güvenimiz arttı.

Çelişkili görünüyor, ama gerçek: Bizi bu denli bilinçlendiren ve kendisinin aslında ne olduğunu anlamamıza yardımcı olan yine “Batı”nın kendisi oldu. Öyleyse nedir bu “Batı”? “Batı”dan ilk anlaşılan, coğrafi sınırlandırmanın da ötesinde, belli bir toplum biçimi, yani kapitalist – emperyalist dünya. Yönlendirmeyi Türkiye’nin konumuna göre yaparsak, bizim batımızda kalan ülkeler geliyor insanın aklına (ABD dahil). Ancak doğumuzda hiç mi kapitalist – emperyalist yok? İşte Japonya, ne farkı var temelde batıdaki kapitalist-emperyalist ülkelerden? Bunun ötesinde, emperyalizmin etkili alanı içinde olan ve bizim batımızda kalan kapitalist ülkeler ne olacak? İşte Yunanistan, İspanya, Portekiz… Amerika Birleşik Devletleri’ne bağımlı “Muz Cumhuriyetler ile Güney Amerika’da askeri cuntaların yönetimde olduğu ülkeleri – dünyanın diğer yanında kaldıklarından – bir yana bırakalım. Ya bizim batımız da olup da sosyalist toplum yapısına sahip ülkeler?… Sosyalist ülkelere “Doğu Bloku” demek de nereden çıktı? Çekoslovakya Yunanistan’dan daha mı doğuda? Bir de ABD’nin “can yoldaşı” durumundaki İsrail’i düşünelim. ABD ve Avrupalı kapitalist ülkelerle olan ilişkileri ortadayken, İsrail – coğrafi konumu bir yana – ne derece doğulu bir ülkedir? İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya haritasında ortaya çıkan değişiklikler ve bunun belirleyici nedeni olan sosyalist sistemin doğuşu, “Soğuk Savaşı” ön plana itmiştir. İşte “Batı” ve “Doğu” adlandırmaları, bu savaşta ABD kampındaki gelişmiş ülkelerin bir taktik uygulaması olarak ortaya çıkmıştır. Başta ABD olmak üzere, bu kampın üyeleri kendilerini “kapitalist” diye adlandırmıyor. Sosyalist ülkeler için de bir formülleri var: “Komünist rejimler”. Dünya haritası üstünde yönlere göre eskiden yapılan ayırımlar çoktandır geçerli değil. artık toplum biçimiyle politik rejimin birbirine karıştırılmak istendiği ortaya çıktı. Son yıllarda yeni yön farklılıkları gündeme geldi; “Kuzeyin gelişmiş ülkeleri (ki buraya bazı sosyalist ülkeler de katılıyorlar) ile güneyin gelişmekte olan ülkeleri”. Tarihin akışı, bu tür bir ayırımın yapılmasını kolaylaştırdı. Gerçekten, geri kalmış ülkeler daha çok güney yarım kürede toplanmış durumdalar. Türkiye’de bu yanlış biçimlendirmeden payını aldı. Kapitalistlerin adı “hür teşebbüs”, kapitalist ülkelerin adı “Hür Dünya” oldu; CİA uzmanlarına “barış gönüllüsü”, sosyalist ülkelere “Demir perde gerisi” dendi; geri kalmışlık “gelişmekte olan” (sanki yeryüzünde gelişmemekte olan ülke varmış gibi, üstelik bizim gibi ülkelere “gelişmekte olan” diyenlerin en çok kendileri gelişmekte) oldu. “Batı”dan aldığımız esinle yeni uydurmalar yapmayı sürdürdük. “Karşıt görüşlü gruplar”, “insanlık dışı saldırılar”, “halka açık şirketler” gibi.

Yukarıda değindiğim noktaların yanısıra, “Batı”dan sadece kapitalist-emperyalist dünyayı anlamak durumda değiliz. Çok yönlü bir “Batı” kavramı edinmek durumundayız. Bugün “Batı” kültürüyle yetişmemiş aydın bulamazsınız Türkiye’de. Tek başına bu bile, “Batı”nın yalnız sömürü, ırkçılık, faşizm veya burjuva demokrasisi anlamına gelemeyeceğini ortaya koyar. Durumu daha somut bir biçimde kavrayabilmek için, “Batı” kavramını şimdilik “Avrupa” ile sınırlandırmakta yarar var. Böylece Fransız profesör Leroy-Ladurie kapitalizm adına tüm Avrupa’ya sahip çıkmasının nedenlerini anlayabiliriz. Avrupa yalnızca kapitalist ülkelerden oluşmadığı gibi, Avrupa kültürü de yalnızca burjuva kültürünü içermez. Federal Almanya Cumhuriyeti ne kadar Avrupalı’ysa, Demokratik Almanya Cumhuriyeti o kadar Avrupalı’dır. Aynı değerlendirmeyi İngiltere ve Çekoslovakya, Fransa ve Polonya, Hollanda ve Macaristan vb. için de yapabiliriz. Kökeni İsa’dan önceki zamanlara dayanan bir “Avrupa gerçeği” ile karşı karşıyayız. Bugüne kadar ki araştırmalar göstermiştir ki, eski Yunan ve Roma uygarlıkları, Uzak ve Yakın Doğu’daki, eski Mısır’daki kültürlerin bir yoğunlaşması biçiminde ortaya çıkar. Bu gelişme, en yüksek noktasına Avrupa’daki senteziyle ulaşır. Gerçekten, İkinci Dünya Savaşı öncesi İtalya, Almanya ve İspanya gibi ülkelerde faşizm iktidarı ele geçirinceye kadar Avrupalı toplumlar, dünyadaki kültürel gelişmeye damgasını vurmuş ve evrensel kültürün oluşturulmasında en büyük pay sahibi olmuşlardır. 1774-1783 Amerikan devriminin başarıya ulaşmasında bile, İngiltere’de kapitalizmin gelişmesini önleyen engellerin kaldırılması büyük rol oynamıştır. Amerikalıların İngilizlere karşı verdikleri bağımsızlık mücadelesinde, – nedenleri sömürgecilik rekabetine dayansa bile – onlara Fransızların dışardan yardım sağladıklarını unutmamalıyız. Tabii, bu arada nasıl Mısır’daki ehramların taşlarını ayakta tutan binlerce kölenin kanı ve alınteriyse, Amerikan kültürünün gelişmesinin temelinde de binlerce Kızıldereli’nin ve zenci kölenin kanı ve emeği vardır; bunu da unutmamalıyız.

Yine Avrupa’ya dönelim. Genel olarak bakıldığında, Avrupa kültürünün doğmasında ve Avrupalı bilincinin oluşmasında iki ayrı çizginin yüzyıllar boyu birbiriyle yaptıkları mücadele belirleyici olmuştur. Bunlardan birincisi, her zaman ileriye dönük, eskiyi yıkıp mutlu yarını hazırlamaya kararlı bir çizgidir. İkincisi, kurulu düzenden yana, her türlü ilerici ve devrimci atılımı önlemeye yönelik gerici bir çizgidir. Avrupa olgusunu kavrayabilmek, Avrupalılık bilincini yakından tanıyabilmek için, bu iki çizgiyi ayrı ayrı değerlendirdikten sonra bir senteze gitmek zorundayız. Birinci çizgi, ilerici insanlık geleneğinin çizgisidir. Bu geleneğin geçmişinde Spartaküs vardır. Gutenberg vardır. Erasmus vardır. Aydınlanma çağı, Fransız devrimi, Beethoven, Marx, Tolstoy, Thomas Mann, Brecht, Resistans Hareketi bu çizginin kilometre taşlarıdırlar. İkinci çizginin geçmişinde ise hep barbarlık, baskı, sömürü, saldırganlık, bilgi düşmanlığı ve kötümserlik olmuştur. Bu çizgide engizisyonu görürüz, Guernica’yı görürüz. Schopenhauer’e, Bismarck’a, Kanlı Pazar’a, Franco’ya, Mussolini’ye, Nazilere, toplama kamplarına, Churchill’e de bu çizgiyi izlersek rastlarız. Avrupa olgusunu bir bütün olarak aldığımıza göre, yukarıda saydığım ve her biri bir kavramsal içerik kazanmış kişi adlarını ve olayları sadece belli ülkelerin sınırları içinde düşünemeyiz. Bu insanlar ve olaylar, kimi zaman aynı ülke sınırları içinde ortaya çıkmış olsalar bile, iki zıt geleneği temsil edebiliyorlar. Zıtların bu birliğini değerlendirirken, onların Avrupa’daki toplum hayatına ve giderek evrensel düzeydeki gelişmeye olan etkilerini gözönünde tutmalıyız.

“Avrupa gerçeği” çok yönlü bir olgudur, çok çarpıcıdır; zıtlıklar ve karmaşık olaylar zincirleriyle dolu sınıf mücadeleleri tarihinin en keskin, en anlamlı bölümlerini içerir. Belki de bu “aşırı”lığından dolayı, insanlığın geçmişiyle ilgili ve evrensel geçerliliği olan öğretici örnekler sunar. Bunların kavranabilmesi için Avrupa’yı “yaşamak” gerekmez, ama bu kültür birikimini gözleyebilmek onu bilinç süzgecinden geçirerek yorumlayabilmek ve sağlıklı bir sonuca ulaşabilmek için, feodal (veya yarıfeodal) kültürün ya da düşünce tarzının artıklarından arınmak, en azından köklü bir burjuva kültürüne sahip olmak gerekir. Diyalektik ve tarihi yöntemin yaratıcılığından yararlanabilmek için de köklü bir burjuva kültürü ön koşuldur.

Nedir Avrupa gerçeği? Burjuvazinin doğum yeri olan Avrupa’nın politik arenasında hem faşizm ve hem de sosyalizm iktidar olabilmiştir. Bunun yanısıra, burjuva demokrasisinin en tipik örnekleri yine Avrupa topraklarında tarih sahnesine çıkmıştır. Önümüzde dört ülke ve ilginç bir benzerlik var: İtalya, İspanya, Portekiz ve Almanya. Bu dört ülke de faşizm uzun yıllar iktidarda kalmıştır. Benzerliği olan diğer yanı ise daha ilginç: Bu dört ülke de ulusal birliğin sağlanması ve kapitalist gelişme, burjuvazinin feodal güçlere yakınlaşması nedeniyle gecikmiş, burjuva devrimlerinin gerekleri zamanında yerine getirilememiştir. Salazar yönetiminin kırk yıl işbaşında kalabildiği Portekiz’de burjuva demokratik atılımları uzun süre engellenmiş ve monarşi ancak 1910’da yıkılmıştır. Yani, güçsüz burjuvazinin iktidarı alması gecikiyor ve yıllarca sonra faşizm geliyor, uzun süre iktidar oluyor. Engels “rastlantı”yı gerekliliğin bir görünüm biçimi ve bütünleyicisi olarak görür. Rastlantının nesnel bir karakter olduğu açık, ama yine de bu dört ülkenin tarihindeki benzerliklere – yanlış anlaşılmaya meydan vermemek için – “rastlantı” demek istemiyorum. Faşizm, burjuvazinin güçsüzlüğünü kanıtlar. Tarihinin hiçbir devrinde gerçekten devrimci bir tavır takınamayan burjuvazi, günü gelince kolaylıkla faşist yönetimden medet umar. Bu Almanya’da da, İtalya’da da, Portekiz’de de, İspanya’da da böyle olmuştur. Marksizmin Almanya’da doğması, Rönesans gibi büyük bir uygarlık hareketinin beşiğinin İtalya olması bu gerçeği değiştirmez.

1930 yılına kadar İspanyol burjuvazisinin feodalizmin kalıntılarına karşı kesin zafer kazanamaması, onun ekonomik güçsüzlüğünün sonucu olmuştur. “Avrupa ve tüm dünyadaki gelişme politikası ile gurur duyan yabancı soyların egemenliği altında, denizaşırı kolonilerden ülkeye akan ölçüsüz zenginlik, İspanya’nın kapitalist gelişmesinde ana engel oldu…Büyük kırsal alanlar köylülere dağıtılıp tarımın kapitalistleştirilmesi yoluna gidileceği yerde, mallar krala, kiliseye ve belediyelere verildi, arttırma ile en fazla para verenlere satıldı. Bu durum, büyük toprak sahipleri ile endüstri ve finans burjuvazisinin kaynaşmasına yol açtı… Ekonomik güçsüzlüğünü gidermede yeteneksiz olan İspanyol burjuvazisi, yabancı sermayeye kapılarını daha da açtı. Politik sorunlarını çözmede de yeteneksiz olan burjuvazi, devlet yönetimini en gerici güçlerin eline bıraktı. Büyük toprak sahipleri ve finans oligarşisi bugüne değin İspanya’da egemen yapının çekirdeğini oluşturmaktadır.”(1). İşte bu koşullar, İspanya’da faşizmin uzun yıllar iktidar sahibi olmasını kolaylaştırmıştır. Tarihi boyunca köklü bir burjuva devrimi yaşamamış olan İspanya, bu gelişmesiyle Avrupa’nın demokratik kültürüne, Cervantes geleneğinin gerektirdiği katkıyı sağlayamamıştır.

19. yüzyılın ikinci yarısında İtalya’daki gelişmelere bakarsak, ulusal pazar birliğinin ve güvencesinin sağlanmasında görülen başarısızlıklar açısından durum İspanya’dakinden farklı değildir. gerçi İtalyan halkı 1840’ların sonunda Habsburg Hanedanı’na karşı ayaklanmış ve Avusturya İmparatorluğu’ndan kurtulmak istemişti. Ancak amaçlanan başarıya ulaşılamadı. “1848-49 yıllarında bir devrim İtalya’yı karıştırdı. Devrimci burjuvazinin yönettiği halk yığınlarının iki amacı vardı: Avusturyalıları ülkenin kuzeyinden kovmak ve birleşik bir İtalya devleti kurmak… Ama İtalyan devrimci küçük burjuvazisi, köylüleri hareketin içine çekemedi. Devrim başarısızlığa uğradı. İtalya sekiz devlete bölünmüş kaldı, Kuzeyde Avusturya egemenliği devam etti.

Kapitalizmin gelişmesi 1860 yılına doğru, özellikle Kuzey’deki devletlerde İtalya’nın birleştirilmesi hareketini tekrar canlandırdı.”(2). Ne var ki, bundan sonra verilen mücadeleler ve Garibaldi’nin çabaları sonuna kadar gitmedi. “Garibaldi, Victor Emmanuel lehine iktidardan çekildi ve onunla birlikte Napoli’ye girdi (kasım 1860). Victor Emmanuel’in yanında ata binmiş Garibaldi, ‘Yaşasın Kral!’ diye haykırıyordu.”(3). İtalya’da da, devrimci mücadele sırasında en ön saflarda çarpışmış yoksul halk kitlesi, Almanya’da olduğu gibi sonradan bir yana itildi ve burjuvazi iktidarı feodal soylularla paylaştı. Geçmişinde Dante, Petrarca, Boccaccio gibi insanlar yetiştiren İtalyan toplumu, 1922 yılında Mussolini’nin başbakan oluşunu kutluyordu. Bir toplumun faşizme bu kadar destek olmasında, geçmişinde burjuva devriminin feodalizme kesin darbeyi indirememiş olmasının payı büyük olmaz mı?

İncelemeye çalıştığım sorun, Almanya tarihi söz konusu olunca, çok daha çelişkili ve karmaşık olarak ortaya çıkmaktadır. İnsanlığa sayısız isim armağan etmiştir Almanya. Akla Dürer geliyor, Lüther geliyor. Bir Bach’ı, bir Lessing’i, Herder’i, Kant’ı, Schiller’i, Beethoven’i, Goethe’yi, Kleist’i, Heine’yi düşünebiliyoruz. Engels’in kendisi için Alman proletaryasının ilk ve en önemli ozanı dediği Georg Weerth, Hegel, Einstein ve daha birçokları bu toplumdan çıkmışlardır. 1919-20 yıllarında çok kimse dünyadaki ikinci sosyalist devrimin Almanya’da yapılacağını sanıyordu. Öte yandan Avrupa tarihinin en gerici ve en kanlı sayfalarında yine Almanya’ya rastlıyoruz. Bu çelişkinin kökenleri 1524-25 yıllarındaki Köylü Savaşı’na kadar gider; Reformasyon’da, Luther’in tezlerinde aranabilir. 14. ve 16. yüzyıllar arasında gelişen sınıf mücadeleleri, bireyin artık yavaş yavaş kendisi hakkında kafa yormasına yol açtı. İnsanın kendini ve çevresini tanıması, kendisinin dünyadaki akışa yön verebilecek bir varlık olduğunu anlaması, yani aklını kullanması önünde en büyük engel aslında feodal düzendi. Ancak Luther ve onun gibi düşünenler – Erasmus gibi bir büyük hümanistin aksine – sadece Katolik Kilisesi’nin halka karşı baskıcı tutumundan yola çıkarak, sorunların kökeninde kilisenin dindar insanların ihtiyaçlarını karşılayamamasının olduğunu ileri sürdüler ve dikkatleri “öbür dünya” üzerine çekmeğe devam ettiler. Gerçekten, halk o zamanlar bir arayış içindeydi. Feodal baskı ve sömürü karşısında, kurtuluşu kiliseye sığınmakta arıyor, ondan “gerçek Tanrı”, “gerçek inanç” ve “Tanrı’nın gerçek adaleti” gibi konularda kafasına takılan sorulara cevap istiyordu. İsabetli bir deyişle, “başka halklar yeni bir dünya bulmak isterken, Almanlar yeni bir Tanrı veya en azından eskisini yeniden bulmak istiyorlardı.”(4). Luther, Worms’daki konseyde tezlerinden geri dönmedi, ama 1521’den sonra gelişen halk hareketinin önderi değildi artık. Başkaldıran köylüleri – eylemleri Katolik Kilisesi’ne yönelik olduğu sürece – destekledi. Ancak, zamanla hareket yayılıp feodal düzene karşı bir kimliğe büründüğünde, köylülerin mücadelesine karşı vaazlar vermeğe başladı. Çünkü Luther, aslında “bu dünya”daki iktidar sahiplerine dokunmak istemiyordu. Böylece, başlattığı hareketin gerisinde kaldı. Köylülerin hareketi ortaya yeni ve gerçek bir önder çıkarmıştı: Thomas Münzer. Münzer’in (1490-1525) istemleri devrimciydi ve Hristiyanlığın ilk dönemlerindeki ideallerin hayata geçirilmesi için mücadele ediyordu. Bu devrimci başkaldırışta Luther’den kalan, onun geliştirdiği ve halka mal ettiği dil oldu. Köylü Savaş ile doruk noktasına gelen toplumsal mücadeleler, prenslerin silahlı güçleri tarafından zor yoluyla, kan dökülerek ortadan kaldırılmak istendi. Düzenli orduları olmayan ve iyi örgütlenmemiş köylüler bu savaşı kaybettiler. Bu başarısızlık aynı zamanda Almanya’nın politik parçalanmışlığının 19. yüzyılın sonlarına dek sürmesine yolaçtı.

17. ve 18. yüzyıllarda Alman toplumu Avrupa’daki her yenilikçi hareketin gerisinde kaldı. Alman burjuvazisinin Aydınlanma Çağı’nda, politik ve ekonomik gelişmesindeki yavaşlık, kendini bu akılcı hareketin aydın çevrelerin dışına çıkamayışında belli etti. İngiltere ve Fransa’dakinin aksine, Alman Aydınlanması ulusal birliğin henüz gerçekleşmediği bir ülkede kendine zemin aramak zorunda aldı. Öte yandan, kendisinden önce İngiltere ve Fransa’da gelişen Aydınlanma’nın ortaya koyduğu bazı deneyimlerden yararlanabilme avantajı vardı Almanların. Doğa, toplum ve devlet düzeni konusunda İngiliz ve Fransız düşünürlerinin etkisiyle gelişen akılcı görüşler, Christian Wolff (1679-1754) ile felsefe alanında belirirken, Lessing’te (1729-1781) sanat alanında radikal bir düzeye erişti. Rousseau’yu, Diderot’yu ve Spinoza’yı sentez halinde özümleyen Lessing, yeri geldiğinde Voltaire’in kralcı eğilimlerine karşı da çıkmasını bilmiştir. Ancak, Aydınlanma önderlerinin Alman halkından izole olma durumu, daha sonra Herder’in aydınlara ve köylülere yaptığı birleşme çağrısına rağmen ortadan kalkmadı. Kendi düzenini kurmak ve iktidar olabilmek için desteğine gereksinme duyduğu halk kitlelerinden uzak düşen Alman burjuvazisi de, sanayi atılımının eksikliği nedeniyle, – Fransa’daki sınıfdaşının yaptığı gibi – soylulardan iktidarı almak isterken, feodalizmle yakınlaşıp halka karşı çıkmıştır. 1848 de Frankfurt’ta toplanan parlamentonun başkanlığını bir soylunun yapmasının belli bir anlamı vardır. burjuvaziyi feodalizmin kucağına iten nedenlerden biri de – yine güçsüzlüğünün sonucu olarak – gelişen işçi hareketi ile onun ideolojisi karşısında duyduğu korkuydu. Nitekim 19. yüzyılın ortalarında güçlenmeye başlayan Alman burjuva sınıfı, bu korkunun sonucu Prusya militarizmine alkış tuttu ve Bismarck gibi bir militaristin kişiliğinde temsilcisini buldu. Burjuva devrimleri çağında bile devrimci olamayan Alman burjuvazisinin bu tavrını, bir yüzyıl sonra, Hitler’in başarısını kolaylaştıran ve savaştan sonra, ülkenin bölünmesine yol açan ABD politikası karşısında sessiz kalan sosyal-demokratların tavırlarında da görmek mümkündür. 1945 sonrasını düşünelim. Bir Adenauer Devri olmuştur Federal Almanya Cumhuriyetinde. Halkın hızla tüketime yöneltildiği bu “Ekonomik Mucize” döneminin asıl özelliği, artan antidemokratik baskılar ve sömürü olmuştur. 50’li yıllardan bugüne kadar uzanan politik olaylar zincirine baktığımızda, parlamentoya temsilci gönderebilen partilerin (Almanya Sosyal-Demokrat Partisi, Hristiyan Demokrat Birlik, Hristiyan Sosyal Birlik ve Liberal Demokrat Parti), yukarda anılan “tarihi gerikalmışlığı” onaylayan önlemler söz konusu olduğunda birlikte hareket ettiklerini görüyoruz. Bu gelişmeye karşı çıkan ve ülkede kamuoyu oluşturabilen toplumsal güçler, küçük burjuva radikal saflardan aydınlar ve yazarlar oldu. Örneğin Lenz’i, Böll’ü, Walser’i, Enzensberger’i sayabiliriz burada. Ancak, bütün radikalliklerine ve eleştirici tavırlarına rağmen, bu saydığım isimler de toplumsal değişmeyle ilgili temel bir perspektif yaratamamışlardır. Tüm bu kısırlığın kökenlerini geçen yüzyıllarda kolaylıkla buluyoruz.

Federal Almanya’da Aydınlanma’nın ve klasik liberalizmin ilericiliğinden bugün çağdaş ölçütlere göre çok az şey kalmışsa, bunun böyle olacağının 19. yüzyılda anlaşıldığını belirtmiştim. Şimdi bazı örnekleri karşılaştırmalı vermek istiyorum. 19. yüzyılın ilk yarısında, Fransa’daki devrimci hareketlerden esinlenen bazı Alman aydınlarının başlattığı akımlar var: Genç Almanya hareketi ve ondan daha radikal olan, ifadesini G. Büchner’le H. Heine’nin görüşlerinde bulan devrimci demokrat akım. Fransa’daki Temmuz Devrimi Almanya’daki gelişmeleri hızlandırmıştır. Söz konusu olan, Aydınlanma’nın ortaya koyduğu ilerici çizgiyi – halka da mal ederek – toplumsal hayatta uygulamaktır. Heinrich Heine’nin tüm umudu Cumhuriyetçilerin yapacağı bir devrimdedir. Ne var ki, 1848 Devrimi (Ren Irmağı’nın doğusu da bu kez ayağa kalkmasına ve Berlin’de, Prag’ta, Viyana’da, Budapeşte’de sokak çarpışmaları olmasına rağmen) bilinen sonuca varıyor. Bu, aynı zamanda ilerici akımların da sonu oluyor. Ondan sonra başlayan ve “Alman Birliği’nin sağlanması”na kadar geçen sürede, Almanya’da “Burjuva Gerçekçiliği” denen edebiyat akımı tarihi geçmiş açısından öğretici nitelikler taşıyor. Bakıyorsunuz Balzac’a, Stendhal’a, bakıyorsunuz Tolstoy’a, Dostoyevski’ye; karıştırıyorsunuz onları Hebbel’le, Stifter’le, Raabe ile, Keller’le; ortaya ilginç sonuçlar çıkıyor. Almanlardan hiçbirinin evrensel düzeye gelemediğini görüyorsunuz. Sanatlarındaki düş gücüne karşılık, yazdıkları dar çerçevelerden dışarı çıkamıyor. Onlarda eksik olanın, burjuva toplumunun sorunlarına eğilecek temel perspektif olduğunu anlıyorsunuz. Ne başlayan sanayi devriminin bireyin ruhunda yarattığı gerilimleri yazabiliyorlar, ne de birikmekte olan toplumsal dinamiği görebiliyorlar. Denilebilir ki, bir bakıma geleneğini 1945 sonrası edebiyatta da sürdüren bir “kaçış edebiyatı” kaplamış Almanya’yı. Bireysel düzeydeki gelişme ile tüm toplumun gelişmesi arasındaki çelişki (Almanya’ya özgü olarak) yine sürmekte. Burjuva-demokrat muhalefetin sözcülerinden Börne şöyle demişti:

“Özgürlük aslında bir düşün değil, herhangi bir düşünü oluşturma izleme ve benimseme imkânıdır.”(5). Burjuva devrimleri döneminde böyle düşünceleri savunmuş aydınları yetiştiren bir toplumun, çağına ayak uyduramamasının nedenini, acaba antifeodal mücadele vermek için, Napeleon ordularının topraklarını işgal etmesini beklemesinde mi aramalı? Marx’ın Almanlar ile ilgili sözleri, bu sorunu açıklıyor sanırım. Ona göre, Almanlar, “şimdiki zamanın felsefe çağdaşı idiler, ama tarihî çağdaşı olamadılar… Diğer halkların politikada gerçekleştirdiğini Almanlar düşünmüşlerdir.”(6). Yıllar sonra, “yoksulluk, iç dünyanın güçlü bir parlaklığıdır” diyen Rainer Marie Rilke’nin kalemindeki yoksulluğu da, Marx’ın söylediklerinden yola çıkarak açıklamak mümkün.

Yukarıda değindiğim genel tarihi gelişme açısından 19. yüzyılın ikinci yarısı, Avrupa’da artık eski burjuva ideallerinin gerçekleşemeyeceğini gösterdi. Bu noktada Almanya’yı İtalya’yı diğer “Avrupa Topluluğu” ülkelerinden ayırmıyorum. Burjuvazinin ayrı ülkelerdeki ayrı gelişim çizgisi, milliyetçiliğin sömürü ve baskıya maske olmasında birleşmektedir. Bu birleşme, İkinci Dünya Savaşı başlamadan tekrar bozulmakta (İtalya ve Almanya’daki faşist yönetimler) ve savaş sonrasına kadar sürmektedir. 1945 sonrası yeniden bir bireşme gözleniyor; işte “Avrupa Topluluğu” bu birleşmenin ürünüdür. Bugün artık Avrupa’nın ekonomik bakımdan gelişmiş kapitalist ülkelerini bir mercek altında inceleyebiliyoruz. Şimdi kendilerini “liberal”, “sosyal adaletçi” diye adlandıran partilerin, (klasik) liberalizm ile ilgileri kalmamıştır. Bunun birinci nedeni, kapitalizmin rekabetçi dönemi geçerek tekelci aşamaya gelmiş olmasıdır. İkinci nedeni – ki, ideolojik açıdan belirleyici olan budur – bir başka toplumsal gücün, toplumsal hayatın her alanında söz söyleyebilecek duruma gelmesidir. Burjuva kültürünün kökeninde Hümanizm, Aydınlanma, burjuva devrimleri vardır. ancak bu mirasa bugün sahip çıkan, Avrupa’daki sosyalist ülkeleridir. Hümanist geleneğin savunulması, burjuva yorumlara terkedilmemesi ve geliştirilmesi konularında büyük bir titizlik gösteren sosyalist ideoloji açısından 1917 Devrimi, 1789 Fransız Burjuva Devrimi’nin devamıdır. Bugün burjuva ideoloji çerçevesinde, feodalizme karşı mücadele veren burjuva kültürü göklere çıkarılır. Bu çok ters bir şey değil. ancak eksik olan, bugünün bilincinde geçmişi değerlendirme ve geleceğe yönelik olmadır. Bir örnek: Ünlü bir burjuva devrimcisi olan filozof Johann Gottlieb Gichte hakkında Federal Almanya’da basılan ve A.Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde öğrencilere tavsiye edilen bir edebiyat tarihi şöyle diyor: “Fichte, Kant’ı aşarak, özne ile nesne, ruh ile madde, kişi ile şey arasındaki karşıtlığın yerine, ruhun, mutlak ve kişisel özgürlüğün tek ilkesini koymuştur. Tek ve gerçek bireyin sevdiği ben’le hiçbir biçimde karıştırılmaması gereken bu (mutlak ben), kendisine bizzat bir direnç bulmakta, kendini (görevin malzemesinde) gerçek ve yapıcı göstermek amacıyla evreni ve varlığı ortaya çıkarmaktadır…”(7). Bu ayrıntılar, Fichte’nin ve onun savunduğu felsefi çizginin tarihî yerini belirlemeye yetmiyor. Oysa Fichte’nin, bilimsel yaklaşımla, Avrupa’daki sınıf mücadelelerinin gelişmesi çerçevesinde değerlendirilmesi gerekir. Başka bir deyişle, Fichte’nin “nedensellik” ilkesine göre öğrenilmemesi, geçmişi karanlık bıraktığı gibi, bugünü ve geleceği de anlaşılmaz kılar. Halbuki “…Fichte, Almanya’da kamu oyunun önüne Kantçı felsefenin inanmış bir temsilcisi ve Fransız Devrimi’nin coşkulu bir yandaşı olarak çıktı. Genç Fichte bir burjuva demokratıydı ve Almanya’daki küçük prensliklerin mutlakıyetçiliği karşısında sert bir toplumsal eleştiriciydi…”(8). Böyle bir açıklama sayesinde, bugünkü burjuva ideolojisini yakından tanıtacak bazı ipuçlarını elde etmek de mümkün olmaktadır.

Şimdi yine başa dönmek istiyorum. Fransız profesörün İngiliz dili hakkındaki endişeleriyle de ilgili sözlerini düşünelim. Bilinen bir nokta var: Ulusal dil, ulusal kültürün bir bölümüdür, önemli bir biçimlenmesidir. Ulusal dil, burjuva kültürünün oluşmasında ve gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Ancak bugün tahrif edilmek istenen ilerici burjuva kültürü, bilimsel görüşün tezgâhında yerine oturtulduktan sonra, geleceğe yönelik devrimci kültürün güçlenmesine katkıda bulunacaktır. Bu çerçeve içinde, ulusal dil ait olduğu toplumun gelişmesinde lokomotif rolünü üstlenir. İşgücünün meta olmaktan kurtulduğu, bireyin bütün yeteneklerinin gelişebildiği bir dünyada, ulusal diller arasındaki farklılıklar, “anlaşma engeli” niteliğini taşımayacaktır. Profesör “Söyleşi”sinde, Avrupa’da halkın eğitilmesiyle, orada çalışan müslüman işçilerin toplumla bütünleşmesinin kolaylaşacağını ileri sürüyor. Müslüman işçiler Avrupa’da hangi kültürel gelişmenin oluşturduğu toplum anlayışıyla bütünleşeceklerdir? Ayrıca, ne yarayacaktır bu bütünleşme? Görünen odur ki, bu bütünleşme, müslüman işçileri toplumsal sorunların daha keskin olduğu kendi ülkelerindeki gelişmelerden uzak tutmağa yöneliktir. Kaldı ki, böyle bir bütünleşmenin nesnel ve öznel koşulları yıllardır yaratılmamıştır.hatta durum tam tersinedir. Federal Almanya’nın Türklere ve diğer yabancı işçilere karşı tutumunu bilmeyen pek kalmadı Avrupa’da. Bir zamanlar Türk işçilere toplumla rahat ilişki kurabilmek, gittikleri lokallerde hor görülmemek için Demokratik Almanya’nın başkenti Berlin’e geçiyorlardı. Profesöre göre, Kuzey Afrika müslümanları Fransa’ya daha yakınmış. Coğrafi yakınlık değilse burada sözü edilen, o zaman profesörün bu yakınlıktan neyi anladığını geçmişi (Cezayir halkına yapılan zulüm) ve bugünü (Batı Sahra halkının üstüne yağan Fransız bombaları) düşünerek çıkarmak zor değil. madem “Avrupa Topluluğu”nun amacı “çokuluslu şirketler” değildi, o zaman sormak gerekir: Ne arıyor Avrupalı kapitalistler Afrika’nın güneyinde? Neden Zaire’ye asker indirdiler özgürlükçü-demokratik ülkeler? Ya “Kalkınma Yardımı”nın sonuçları nasıl yorumlanmalı? Neden Savak’ın ızgaralı işkence masaları karşısında gösterdikleri tepkiyle, Moskova’daki duruşmalar karşısındaki gösterdikleri tepki arasında büyük fark var? Neden Çekoslovakya’dan kaçanlar Filistinli çocuklardan daha çok ilgi topluyor “Batı”nın kitle iletişim araçlarında? Herhalde bu sorulara verilecek cevaplarla, kapitalist Avrupa’da çalışan müslüman işçilerin toplumla bütünleşme imkânları arasında belli ilişkiler kurulabilir.

Bugün bakıyorsunuz, Avrupa’da tekelci burjuvazinin iktidarda olduğu ülkelerde resmi ideoloji, 18. ve (kısmen) 19. yüzyılda egemen düzenle başı derde girmiş aydınları göklere çıkarıyor. Yine eski Almanya’yı ele alalım. İlerici görüşlerden dolayı, mutlakıyetçi dönemde Lessing’e iş vermemişlerdi. Federal Almanya Cumhuriyeti’nin bugün ulusal marşı olan “Deutschland, Deutschlan über alles”in yazarı Hoffmann von Fallersleben, 1840’larda yine aynı nedenle işsiz kalmıştı. Aradan bunca yıl geçmiş, sosyal-demokratlarla liberal-demokratların koalisyon hükümeti sırasında, yani 1970’lerin F. Almanya’sında, Komünist ya da Sosyal-Demokrat Parti’ye üye oldukları gerekçesiyle birçok öğretmen ve bilimci işsiz kalıyor. Ne anlama gelir bu? Sorunun ideolojik yanı çok açık, Lessing, Büchner, Fallerleben F. Almanya’daki düzen ve resmi ideoloji için artık “öcü” olmaktan çıkmıştır. Gelenekleri yozlaştırılmıştır, devrimci yanları – anti feodalizmin dışında – bugünün bilinç süzgecinden geçirilmemiştir. O nedenle yüzyıllık burjuva devrimcilerine ve burjuva demokratlarına eskiyen değil, yeni olan, yarına yönelik olan bir ideoloji sahip çıkacaktır. Tekelci sermayenin ideologları istedikleri kadar özgürlükten, demokrasiden yana olduklarını söylesinler; onlar nesnel olarak, dinsizlik suçlamasıyla 1400’lerde Johann Hus’u yakanların, İsviçre’ye kaçan Wagner’in peşine düşenlerin, yabancı güçlerle işbirliği yapan Thiers’lerin Nürnberg’te yargılananların, Alfred Rossenberg’lerin devamıdırlar. Kültürel alanda, sanatta geçmişle yetinmek zorundadırlar, bu da içi boş bir tekrardan ileriye gidememektedir. Bir de gelecekle ilgili ütopik dünyalar yaratarak bugünü mümkün olduğu kadar gündemden uzak tutmak istemektedirler. “Batı” tüketim toplumlarının maddi ve manevi anlamda kıskacından kendilerini kurtaramayan insanların çoğunluğu, çağdaş kültür düzeyinin gerisinde kalmaya mahkum olmuştur. Gelişmiş kapitalist ülkelerde son yıllarda – bir uyum ve idil dünyasına olan özlem nedeniyle – sanat düzeyi çok düşük faaliyetlere olan ilgi ve istek artmıştır. Tabii, burada sanatın bir meta durumuna geldiği kapitalist dünyadaki korkunç örgütlenmenin rolünü de unutmamak gerek; bu örgütlenmenin izin verdiği eserler ve sanatçılar ancak geniş halk kitlelerine ulaşabilmektedirler. Neden Avrupa’nın “Batı”sında bir Shakespeare, bir Rousseau, bir Schiller çapında insan çıkmıyor artık? Neden Thomas Mann’ı aşamadılar? Neden Victor Jara, Ritsos Anh Duc “Avrupa Topluluğu” denilen toprakların dışında doğdular? Bu soruların cevapları hayli anlamlı olmalıdır.

Sanırım “Batı”nın ne olduğu, ne olmadığı, Avrupa’nın sadece “Ortak Pazar” olmadığı, “Kültürler Avrupası”nın özünün ne olduğu ve geleneksel burjuva kültürünün bugünkü değerlendirilmesinin nasıl yapılması gerektiği hakkında gelecekte de tartışılacaktır. Ancak bu tartışmalarda yalnız “Batı”lılar değil (ki, kapitalist “Batı”da aynı zamanda güçlü bir demokratik kamuoyunun varlığı hiçbir zaman gözardı edilemez), Hitler faşizmini yenen geleneğin mirasçıları da, çekik gözlü insanlar da, kara derili insanlar da söz sahibidirler.


NOTLAR
(1)Hans W. Franz: Bugünkü İspanya’da Sınıflar Savaşı. Çev. A. Sargut. İstanbul 1976. s.10.
(2) N.V.Yeliseyeva: Yakın Çağlar Tarihi. Çev. Y. Çakır. İstanbul 1975. s.221.
(3) A.g.y., s. 225-226.
(4) Klaus Schulz: Aus der deutschen Vergangenheit. München 1968. s.35.
(5) Bkz. Ludwig Börne: Briefe aus Paris 1831-1834. 3 Bde.
(6) K. Marx: Zur Kritik der Hegelschen Rechtsphilosophie, Einleitung. In: K. Marx u. F. Engels: Über Religion. Berlin 1958. s.35-37. bkz. R. Kühnl: Formen bürgerlicher Herrschaft. Reinbek b. Hamburg 1971. s.66.
(7) Fricke u. Klotz: Geschicte der deutschen Dichtung, Hamburg u. Lübeck 1965. s.201.
(8) Befreiungskriege. Erlauterungen zur deutschen Literatur. Hrg. v. Kollektiv f. Literaturgeschicte im VEV Volk und Wissen. Berlin 1973. s.109.


Tarih Bilinci ve Edebiyat Bilimi, Sargut Şölçün, Dayanışma Yayınları: 9, Birinci Baskı: 1982.


 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın