Vazife-i Temdin – Mustafa Suphi

Vazife-i Temdin – Mustafa Suphi


Mustafa Suphi ve Vazife-i Temdin Hakkında

“Vazîfe-i Temdin”in ana tavrı anti-kolonyalist bir nitelik taşımaktadır. Mustafa Suphi, Trablusgarp’ı Osmanlı İmparatorluğu’ndan koparmak isteyen İtalya’nın açıkladığı gerekçelerinin haksızlığını, tutarsızlığını ve yanlışlığını ortaya koyarken, kolonyalizm politikasının girdiği her yerde, onu uygulayanlarca ileri sürülen, “uygarlaştırma görevi”nin tarihsel olarak doğuşunu ve gelişmesini ele almıştır. Ve bu politikanın ekonomik ve siyasal bakımdan haksızlığından ve tutarsızlığından çok, bunun bilimsel olarak yanlışlığını ve haksızlığını savunmaktadır. Bu tutum içindeki açıklamalarda politik bir bilince rastlamak da pek mümkün olmamaktadır.

Şüphesiz, böyle bir değerlendirmede, Mustafa Suphi’nin 1912’lerde içinde bulunduğu düşünce ve bilinç aşamasının bütün nitelikleri de açıkça gözükmektedir. “Vazîfe-i Temdin” bu haliyle liberal ekonomi-politik terimler ve burjuva-milliyetçi ideolojik tanımlarla dolu bir eser görünümündedir. Aslında, eser bu görünümüyle bile büyük değer taşımaktadır. Gerçekten, savaşı, doğrudan ilişiği yokmuş gibi görünen nedenlere dayanarak yorumlaması ve onu belli bir gelişimin sonucu olarak ortaya çıkan bir politikanın ürünü olarak görmesiyle, o günün siyasal ve düşünsel ortamında, çok ileri bir düzeyi temsil ettiği de açıktır.

Eser, yeni harflerle ilk olarak gün ışığına çıkarken Mustafa Suphi üstüne ileride yapılacak bilimsel biyografi çalışmaları için, önemli bir kaynak olması dolayısıyla, metnin sadeleştirilmesi yoluna gidilmemiş, yazarın anlatım biçimi özellikle korunmaya çalışılmıştır.

Nuri Özden


Notlar
(1) Yazılış, okuyanlar için bkz. 28-29 Kânunsâni 1921 – Karadeniz kıyılarında parçalanan Mustafa Suphi ve yoldaşlarının ikinci yıldönümleri, Moskova, 1923 sh. 3-7 ve onu zikreden F. Tevetoğlu, Türkiye’de Sosyalist ve Komünist Faaliyetler, Ankara, 1967 sh. 208, A. Sayılgan, Solun 94 yılı, Ankara, 1968; sh. 93 Doğru olarak okuyanlar için bkz. A. Cerrahoğlu, Türkiye’de Sosyalizm 1848-1925, İstanbul, 1968, sh. 194, M. Tunçay Türkiye’de Sol Akımlar. 2. basım. Ankara, 1967, sh. 101.
(2) Bu biyografi Nevsâl-i Milli, İstanbul, 1330 (1914), sh. 193’den alınmıştır.


VAZİFE-İ TEMDİN*

Mustafa Suphi
Dâr-ül-müallimîn İktisat muallimi

TRABLUSGARP İÇİN

İtalya Hükûmeti Bâb-ı Âli’ye tevdi ettiği 28 Eylül 1911 tarihli notada Trablusgarp ve Bingâzi kıt’alarının bulundukları hal-i metrûkiyetden ve şimâlî Afrika’nın aksâm-ı sairesince görülen terakkiyât-ı medeniyenin bu havâliye de teşmîli zaruretinden ve bunda komşu olan İtalya’nın alâkadâr olduğundan bir lisan-ı şiddetle bahsediyor. Ve birkaç gün sonra (29 Eylül 1911) Devlet-i Osmanîye’ye ilân-ı harb etmiş olmakla Trablusgarp ve Bingâzi’de bir vazîfe-i temdîn (Mission civilisatrice) deruhde etmiş oluyor. Vazîfe-i temdîn! Bütün âlemin bir Osmanlı toprağı olduğunda tereddüt etmediği Trablusgarb’a ve Bingâzi’ye tecavüz için fırlatılan bu iki kelime karşısında umum Osmanlılar, Osmanlılığa merbût bî-hudûd bir âlem-i İslâm ve nihayet insanlığa hürmetkâr büyük bir âlîcenâb şahsiyetler uzun bir vakfe-i elem ve hayret geçirdiler.

Gazeteler ilk bir iki günde böyle bir vazifenin mânâsızlığını ileri sürdüler; hele İtalya’nın Sicilya’sı bütün haydutlarıyla meydanda dururken, bu (vazîfe-i temdîn)i başka millet ve memleketlere silah-ı tecavüz ittihâz etmesini abes buldular. Fakat, biraz sonra meraklı, hararetli şuûn-u harb matbuat sütunlarını doldurdukça bu iki kelime mestûr kaldı. İnsaniyetin kaidelerini teşkil eden bazı meseleler vardır ki, herkesçe bilinmiş, tanınmış zannolunduğu halde günlerin yığdığı tozlar altında hakikaten âtıl ve mahfî kalmıştır. İnsanlar arasında teâvün ve tenâsur üss-ü içtimaî olduğuna göre son asırlarda bir aile efrâdı gibi münasebet de bulunan muhtelif millet ve memleketlerin vezaîf ve hukuk-u mütekabileleri acaba İtalya’nın ileri sürdüğü (vazîfe-i temdîn) mâhiyetinde bir manzûme-i kanuniye de tevlid etmiş midir?

İşte görülüyor ki, şuûn ve hâdîsâtın insafsız hücumlarına rağmen biz hala bu iki kelimenin karşısında dağdağasız düşünüyoruz. Ve bu satırları memleketin terbiye-i iktisadiyesine (vazîfe-i temdin) ismi altında ithâf ediyoruz.

(Vazîfe-i temdîn)i, münâsebât-ı umumiye-i beşeriyeyi esas ittihâz ederek yalnız felsefî bir nokta-i nazardan tetkik etmek bizi, mesâîmize vermek istediğimiz (faide-i ameliye) den uzaklaştırır korkusundayız. Diğer tarafdan bir iki kelime: Vazîfe-i temdîn (Mission Civilisatrice) Avrupa’lıların isti’mâr politikasına girmiş bir tâbir-i ıstılahîden – maatteessüf – fazla bir ehemmiyeti hâiz değildir.

Onun için tetebbuâtımızı bu nokta-ı nazardan ilerleterek: İsti’mârın – ve isti’mârla daimî münasebetde bulunan muhâceretin – mâhiyetini ve sebeplerini meydana koyduktan sonra son zamanlarda teessüs ve takarrür eden felsefesini ve usûlünü memleketin terbiye-i iktisadiyesine hidmet edecek suretde ve mümkün olduğu kadar ilmî ve amelî bir mâhiyetde izaha çalışacağız. Ümit ediyoruz ki, bu izâhât ile: Avrupalıların Hint’de, Çin’de, Mısır’da, Fas’da herhangi bir menfaatlerini temin etmek üzere bütün bir vecd ve gurur ile i’lâ etdikleri (vazîfe-i temdîn)in esas ve neticeleri taayyün etmiş olacaktır.

FİKR-İ MUHÂCERET ve İSTİ’MÂR

Tarih-i bilâd tetkik olunduğu zaman iki büyük ve esaslı harekete dikkat etmemek mümkün değildir: Muhâceret ve isti’mâr. İptidai ve basit insanlar, toprağa merbûtiyetlerini çok zaman hissetmemişler, otlakları, meyvalıkları ve avlakları azalan yerleri tedrîcen bırakarak daha feyizli topraklar aramışlardır; bu da beşeriyet için geçirilmesi zaruri bir devredir. Şimâl arazisinin ya az münbit vâhalarında veyahut derin ve karanlık isteplerinde (1) yaşadıkları esnâda yalnız koyun ve keçi sürüleri besleyen Mongollar o sürülerle seyyâr idiler. Çünkü, onların sütleriyle geçiniyor, onların etini yiyor, yününü giyiyorlardı. Sürüler besleyen her kitle-i beşeriye mutlaka seyyâr değildir; fakat Mongollar, sonra Türkler, Hunlar ve Tatarlar topraklarının, birbirini takip eden pek soğuk ve sıcak mevsimlerde hayvanlarını geçindirmeye müsait olmamasıyla daima seyr-ü seyahate mahkûm idiler; yağmurlar, seller, soğuklar ve sıcaklar karar ve hareketleri için birer mi’yâr… Koyun ve keçilerle bir hayât-ı macerâperestâne geçiriyorlardı. Bir müddet sonra külliyetlice at ve deve de beslemeye başladılar; bu hayvanlar için daha az macerâperest ve daha az seyyâr olmak ve bir yer tutmak lâzımdı. Bir tarafdan hayvanât miktarının, diğer tarafdan kendi nüfuslarının artması ile, artık nefislerinde kuvvet ve itimat hissetmeye başlayan bu kitleler şimâl topraklarında rızk-ı kanaatın bittiğine hükmederek cenûba ve garba doğru akmaya başladılar… Tarih, akınları böyle izah ediyor.

Hindo – Jermenlerin Asyây-i vustâdan başlayarak bütün Avrupa’yı Malezlerin Madagaskarlardan, bahr-i muhîtin en hicrî ve uzak adalarına kadar bütün Asyây-ı cenûbîyi istilâ etmeleri de, müverrih-i meşhûr Hering’in dediği gibi icbâr-ı tabiat ve zarûretle hâsıl olan bir itiyâd-ı seyahat neticesinde vâki olmuştur. Devr-i kadîmden beri karn be-karın devam ve tekrar eden bu kabîl telâtımât-ı nüfus zâhiren hûnhârlık, kişvergüşâlık veyahut cihangirlikle tasvir edilse de dahilen hiç bir hareket-i irâdiye ve vicdâniyeye müstenit değildir. Belki, bu telâtum, bihâr-ı muhîtenin müthiş ve tufan misal telâtumâtı kadar gayr-i iradî ve gayr-i vicdanî, daha doğru bir tâbirle zatî ve zarûrîdir. Avcılık ve çobanlık devrinden çiftçilik devrine tamamiyle girmeyen akvâma hâkim avâmilin heyet-i umûmiyesini bu zamanlarda görürüz: Hiç bir şeyde karar yoktur; câbecâ: Taşdan, topraktan, ağaçdan binlerce mesâkin hayat bulur; sonra, bütün bunlar birden harabezâr olur.

Tarihin istilâ sütûnu altında göreceğimiz bütün vak’alar ve vâkıalar bize i’mâr ve isti’mâr hakkında pek mütezadd fikirler verir; i’mâr ve isti’mârdan ziyade harâbâta ait menâzır karşısında bulunuruz. Fakat pek garip görülmemelidir ki, felsefe-i tarih bütün bu hadisâtı medeniyet-i hâzıranın esasları miyânında zikr ve ityân etmektedir.

Fi-l vâki’ zaman geçdikçe idrak-i beşerin taazzuv ve inkişâfı ile insanların hareketlerinde bir usûl-ü fenniye (technique) tekevvün etmeye başladı. Böyle seyyâr kitalât-ı beşeriye arasında gittikçe artan münasebât ve müdavelât-ı ticariye seyir ve hareketlerde bir merkeziyet ihdâs etti: Sallar ve nihayet gemiler üzerinde denizler, memleketler aşıp alış-veriş etdikden sonra yine tutulan bir merkeze geliniyordu. İnsanlar artık o ebedî ve kelâl-âver serserilik hayatından bir hayat-ı sükûn ve refaha giriyorlardı. Ziraat ve ticaret ilerledikçe oturulan evlere, işlenilen topraklara bir kıymet gelmişti. Birinin evi, tarlası yahut bahçesi; diğerinin de evi, tarlası ve bahçesi… vardı. Sonra, bunlardan biri ve diğeri birkaç senelik işleme neticesinde: Evvelce bu toprakların içinde bulunan taşlar çıkarılmış, atılmış, ma’mûrezâr ve kıymetdar olmuştu.

İşte görüyoruz ki, insanların bir karargâh edinmeleriyle: Avcılık devrinin çiftçilik devrine intikaliyle fikr-i i’mâr başlamış oluyor; ve fikr-i kıymet ve ticaretin terakkisiyle bu i’mâr fikri büsbütün taayyün ediyor.

Ticaret-i bahriyede pek ziyade terâkki eden Fenike ve Kartaca’lılar ve nihayet Yunanû’lerin bir şu’be-i ticariye olarak dahilde ve sahilde teessüs ve i’mâr etdikleri memleketler bazen asıl karargâhlarını arkada bırakacak suretde terakki etmişlerdir. Esâtir-i evvelînden Delef ilâhesinin cenâh-ı umrânında dokuzuncu asırdan on birinci asra kadar teessüs olunan bî-bedel Yunan ma’mûreleri, sonra, İskender-i kebîr’in bizzat teşkil ve şark rûmlarının iskân ettiği altmış kasaba fikr-i i’mârın tecelliyâtı muhtelefesindedir. Sezar’ın askerî merâkizi bilâd-ı ma’mûre haline girmiştir. Milat-ı İsa’yı tâkip eden Jermen istilâsı ise İslavların şarkdan tekrar zuhûr ve istilâları ile şimâlde ve bahr-i sefîd sevahilinde abzı merkezîyetler ve ma’mûreler teessüsüne sebep olmuştur.

Akvâm-ı iptidâîyenin istilâsı esbâbını, az çok izâh eden tarih meskûn ve mütemaddin Fenike’lilerin, Kartaca’lılarırı ve nihayet Roma’lılarla Yunanî’lerin harekât ve teşebbüsât-ı i’mâriyelerini başka başka esbâb ve sevaika isnad ediyor. Her halde bu hadisât-ı beşerîyede tebellür eden bir madde varsa o da (muhâceret) dir. Muhâceret hayat-ı beşerle tev’emdir. Onun için Morits Vagner: “Muhâceret nazariyesi, diyor, tarih-i kâinatın nokta-ı esasiyesidir.”

Devr-i cedîdde de bu telâtum devam edip duruyor. Onbeşinci asır evâhirinde Amerika’nın keşfi ve Afrika, Asya ve Avustralya kıt’aları hakkındaki ma’lûmat-ı coğrafiyesinin tevsiî, Avrupa’dan külliyetli miktarda muhâcerete sebebiyet vermiştir.

Onaltıncı asırda Amerikay-ı cenûbîye, onyedinci asırda Amerikay-ı şimâliye Avrupa nüfusunu sarsacak derecede vuku’ bulan hicretin esbâbı Gladston’un dediği gibi insanların altına olan aşkından başka bir şeyde aranmamalıdır. Bu muhacirlerin bir kısmı maden ocaklarında, ümitlerine nail olmadan, veyahut perî-i hayalleri henüz hayat ve hakikat bulurken telef oldular. Fakat hiç şüphe yok, İspanya’dan, Portekiz’den, İtalya’dan, Fransa’dan, Almanya’dan, İngiltere’den hicret eden bu cesur, muhteris ve maceraperest muhâcirler teşebbüsüyledir ki, yeni dünyada, bugün, altın ve gümüş sütunlar üstünde pûr-vakar ve haşem, muallâ bir taht-ı medeniyet kurulmuştur.(2) Fi-1 vâki’ Amerikay-ı şimâli kısım-ı a’zamı Sakson olmak üzere (İngiliz-Alman), ve bir küçük kısmı Selt ve Latin (Fransız, İrlandalı, İtalyan) lar tarafından iskân ve temdîn edilmiştir. Bundan başka evvelce nakledilmiş olan zencîlerle hicretleri son zamanlarda men’ olunan Çinliler ve Japonyalılar da bu memleket hayat-ı sınâîye ve iktisadîyesinde mevki-i mahsûs sahibidirler. Amerikay-ı cenûbî ise İspanyol, Portekiz ve bir miktar Fransız ve İtalyanlardan ibaret olarak Latinler tarafından iskân ve temdîn edilmiştir.

Bu muhâceretin ehemmiyeti hakkında bir fikir edinmek için 1790 senesinde Amerikay-ı şimâlîde dört milyondan fazla olmayan ahalinin 1900 de (75) milyona baliğ olduğunu zikretmek kâfidir. Şu halde vasatî olarak senede % 3,5 tezâyüd-ü nüfûs var demektir. Bunların bir kısm-ı mühimmi tevellüdâta ait ise de sülüs miktarında bir kısmı muhâcerete ma’tûfdur.

Afrika’da on dokuzuncu asrın bir Amerikası olmuştur. Bu kıt’anın hemen her tarafı, kâh bilfiil işgal, kâh himâye ve kâh hinterland denilen hutût-ı mefrûze-i nüfûz ile Avrupalılar tarafından istilâ olunmuştur.(3)

Birkaç asırdan beri Avrupa’ya mahkûmiyetine rağmen Hindistan’da üç yüz bu kadar milyon yerli ahali arasında 250.000’den fazla Avrupalı bulunmuyor. Sonra Sibirya’ya, vüs’at-ı arazisine rağmen Rus köylülerinden olmak üzere senede 100-120 bin nüfûsdan fazla muhâceret vuku’ bulmuyor. Asya’nın diğer memleketlerinde mevcut Avrupalıların miktarı ise birkaç milyona baliğ olmaz. Onun için Asya kıt’asında pek ehemmiyetsiz olan Avrupalı nüfûs ile Avrupa nüfûz-u siyasiyesini fikren bir an için muvâzene ile iktifâ edelim, ibret alalım.

Avustralya kıt’asında ise (yerli ırkı Amerikay-ı şimâlîde olduğu gibi kâmilen mahv ve zâil olan) bütün bu kıt’a bir kısm-ı mühimmi Anglo-Sakson olmak üzere Avrupa ahalisiyle meskûndur.

Muhâceret ve isti’mârın sebepleri

Yeni dünyanın keşfedilmesiyle Portekiz ve İspanyol gemicilerinden başlayarak İngiliz, Alman, Fransız, İtalyan, İskandinav… ilâh ırkları, lisanları ve âlem-i Hristiyanîye mensûbiyetleriyle beraber şerâit-i ma’nevîyeleri ve şerâit-i iktisadîyeleri mütebâyin milletlerden milyonlarca insanın, bu iki kıt’aı arzın aksâm-ı muhtelifesinde ve kıtaât-ı sairede güzâr etmeleri akvâm-ı iptidâiye ve kadîmeyi muhâcerete sevkeden esbâbdan başka mahiyetde sevaik ve avâmile müstenittir:

Bir kere muhâceret mebâhisine hâkim kesâfet-i nüfûsdan bahsetmek lâzımdır. Bir kütle-i beşerîyeyi teşkil eden nüfusun miktarıyla o kitlenin meskûn olduğu kıt’a-ı arzın mesâhası arasındaki nisbet, kesâfet-i nüfus nazariyesinin esasıdır. Miktâr-ı nüfus ile kıt’a-ı meskûne arasında seviye-i medenîyeye, iklîme, mâhiyet-i arâziyeye göre bir nisbet-i tabiîye mevcuttur. Meselâ şimâlin soğuk memleketlerinde (4) mil murabbaı arâzî bir adama kifâyet edebildiği halde cenûbun güneşli ve feyizli topraklarında bu kadar yerde (10 dan 500)e kadar insan geçiniyor. Demek ki, miktar-ı nüfus ile kıt’a-ı meskûne arasındaki şu nisbet-i tabiîye muhtel olunca bir muvâzenesizlik başlamış olur. Nüfus bu nisbet haricinde artarsa hayat darlaşır ve biraz daha artarsa felâket-i hayat baş gösterir; bazı Avrupa memleketlerinde görüldüğü gibi açlıktan insanlar ölür; onun için her memleketin mevkiine, seviye-i bahrdan irtifa’ ve inhitâtına, ve hatta şerâit-i medenîyesine göre tehallüf eden bu nisbet, nüfusun terakkîsiyle muhtel olunca ya tabiî bir taşkınlıkla muhâceret başlamış olur; yoksa bir felâket ve bunu müteakip büyük bir iğtişâş hâdis olur; insanlar birbirlerini telef ederler. Memleketlerini bu gibi hakayık-ı fenniyeyi bilerek idare edebilen mes’ut milletler kesâfet-i nüfûsu nazar-ı dikkate alarak ona göre hareket mecburiyetindedirler. İcabında nüfûslarından bir miktarını nakl ve iskân edebilecekleri dahilde ve hariçde ma’mûreler, müsta’mereler vücuda getirmeye çalışırlar.(5) Kesâfet-i nüfûsdan dolayı muhâcerete mecbur memleketlerden bugünkü Büyük Britanya ve Almanya zikrolunabilir.

Mamâfih, kesâfet-i nüfûsun terakkisinden başka birçok sebepler daha vardır ki, muhâcereti ve dolayısıyle i’mâr ve isti’mârı icab etmiştir. Nüfûsuna göre arâzîsi, hatta vâsi’ olan bazı memleketlerde uzviyet-i idarenin bozukluğundan, fena kanunlar vaz’ından dolayı geçinemeyen bir kısım ahali başka yerlerde yaşamaya mecbur olmuşlardır. İrlanda bu haldedir; mülkiyet-i arâzî kanununun menâfi-i umumiye-i ahaliyi vikaye edememesinden daima hidmektkârlık mevkiinde kalmaya mahkûm olduklarını hisseden birçok İrlandalılar hicret etmişlerdir. Kadîm Roma’da Latifundiya (Latifundia)larla, İrlanda gibi, ahaliden bir kısmının hicretine sebebiyet vermişti.

Bundan başka sebepler de vardır; büyük bir vak’a ve meselâ bir inkılâp ile hâdis olan şerâit-i cedideye bir sınıf halk için tahammül mümkün olmaz. Yunan-ı kadîm hükûmetlerinde olduğu gibi on yedinci asırda kakers (Quakers) lerin ve Fransa’da kalvinist (Calvinistes) lerin mecbûr-u hicret olmaları bu kabîldendir. 1789 inkılâbı neticesinde şerâit-i umumîyeden müteessir bazı Fransızlar da bilhassa Almanya ve İngiltere’ye mecbur-u hicret olmuşlardı.

Bazı hâdisât-ı taassubkârâne vesilesi ile vâki olan muhâceretler de eksik değildir. Yüz sene muharebeleri, ahl-i salîb muharebeleri buna birer misâl olabileceği gibi Fransa’da Nant kararnâmesinin ilâmıyla Protestan’ların firar ve hicretleri de bu miyâna ithal olunabilir.

Nihayet Gladston’un sözünü bir daha hatırlayalım: İnsanların altın aşkını, daha umumî, ihtiras-ı beşer tâbir edelim; fakat, bu bir ihtiras değil, kuvve-i eşyadan çıkmış bir ıztırâdır. İnsanların, en az himmetle en çok menfaatler istihsal etmek arzusu tabiatda bir kanun halinde tecelli eder. Ancak Gladston’un Amerika muhâcereti için ileri sürdüğü altın aşkını biz aks-i mânâda da kullanmak istiyoruz. İnsanlar, başka memleketlere, yalnız Amerika’da olduğu gibi toprakları eşerek kolayca altın külçeleri edinmek için değil, belki, bin türlü mezâhim ile ve kurûn-u müteaddide de vücuda getirdikleri müdevver ve muntazam altınları Amerika’lılara götürmek için de ihtiyâr-ı seyahât ve hicret ettiler; garpda ticaret ve sanayiinin terakkîyât-ı fevkalâdesi son asırlardaki muhâceretin esbâb-ı esasiyesinden addedilmelidir. Buhar ve elektrik kuvvetlerinin keşfi ile vücut bulan kuvay-ı mihânikiye, medeniyet-i hâzırayı bir medeniyet-i mihânikiye haline ifrağ etmiştir; hirâs-bahş dehşetlerle tabakât-ı arzîyeyi delik deşik eden fevareler, dünyadaki kömür madenlerini iktisadî endîşelere sebep olacak derecede azaltmıştır. Makineler sayesinde bugün bir memleket, kendine bir asır kifâyet decek ma’mûlat ve masnûât meydana getiriyor. İngiltere şu hâl-i faaliyetde az bir zaman için ihracatda bulunmazsa demirler altında ezilir, iplik yumakları içinde boğulur. İşte İngilizler gibi bu eşyây-ı masnûanın da başka memleketlere hicreti lâzımdır. Sonra bu müdâvelât azîmeden husûle gelen müdevver altın yığınlarını hazinelerde saklamak da asrın mihânikiyet-i medenîyesine muvafık değildir. Onları da kullanmak, onları da bir yere hicret ettirmek muktezîdir. Şu suretle yalnız emtia ve masnûât değil, belki, nukud ticareti için yeni mahreçler bularak oralara muhâceret ve iskân zarûretleri hâsıl olmuştur.(6)

Fikr-i isti’mârın esası

Ancak taazzuv ve teşekkül etmiş milletler efrâdının memleketlerini terk ve ihtiyâr-ı garîp etmeleri ne kadar güç ise yukarıda gösterdiğimiz ilcâât-ı zarûriyeden biriyle ihtiyâr-ı garîb edenlerin memleketlerini büsbütün unutmaları da mümkün değildir. Onun için böyle mutaazzıv milletlerden ayrılarak iptidâî ve gayr-ı mekşûf yerlere gitmeye muvaffak olanlar ihtisâsât ve icâbât-ı milliyetlerine tâbi olarak her teşebbüslerini mâder-i vatan namına yapmışlar ve memleketlerinin me’ser-i medeniyesini hiref ve sanayîini, ticaretini, dinini, lisânını oraya nakle ve istihsal ettikleri bütün menâfii kendi memleketlerine ithâfa çalışmışlardır. İşte fikr-i isti’mârın esası, ruhu burada nümâyân olmaktadır. Bir belde dahilinde yaşayan kavim tarafından köyler, kasabalar, şehirler, çiftlikler, mâlikâneler vücuda getirmek i’mâr olduğu gibi, aynı kavim efrâdı tarafından uzaklarda yine o belde menfaatine ma’mûreler ve mâlikâneler ihyâsına delâlet etmek isti’mârdır.(7)

Portekiz ve İspanyolların bütün bir kıt’a-ı arzı: Yeni dünyayı memleketleri namına kaydetmek arzuları bu fikre, bu esasa istinat eder. Nasıl ki, şimâli ve cenûbî Amerika kıt’aları çok zamanlar, parça parça muhtelif memleketler namına işlenmiştir. Bu kıt’alar bugün hemen umumiyetle Avrupa’dan ayrı ve müstakil bulunuyor ve Monroe’nun – Amerika Amerika’lılarındır – düstûru hukuk-u beynelmilel mebâhisinde bir mevki-i mahsus tutuyorsa sebebi: Avrupa ahalisinin milyonlarca hicret ve içtimâı üzerine oralarda da bir garp medeniyetinin, – tâbirimize ta’riz edilmemek üzere-belki garp medeniyetine fâik bir Amerikan medenîyetinin teessüsü ile mevcut bulunan müstakil bir vicdan-ı umumîdir. Bu vicdan-ı umumu başka bir âlem temsil etmiş ve artık bu yeni âlemin Avrupa esaret-i iktisadiye ve siyasiyesine mahkûmiyetine lüzûm görülmemiştir; yoksa Amerika’da, Avrupa âleminin çok zaman hâdimi idi. Nasıl ki, Asya ve Afrika hâlâ bu hâdimlik vaziyetindedir, ve daha çok zaman bu vaziyetde kalacaktır: Hindistan’da, Hindiçini’de, Belûcistan’da, Afganistan’da, Türkistan’da, İran’da ve hatta Çin’de ve belki, Japonya’da ve Osmanlı İlindeki müstahsalât-ı iktisadiyenin yüzde birkaç fazla-ı nisbeti İngilizler, Fransızlar, Almanlar, bir parça da Amerikanlar ve Ruslar için ayrılıyor. Sonra, Afrika bugün Avrupa nukud zer ve sîni ile tesviye ve islah edilmektedir. Bir müddet sonra bütün bu kıt’anın kuvay-ı mihânikiye-i istihsaliyesi de, Belçika, Felemenk, İsviçre, İtalya dahil olduğu halde, Avrupa ailesi için çalışacaktır.

Avustralya’da ise bugünkü muazzam Amerika İmparatorluğunun on dokuzuncu asırda gösterdiği bazı istidâtlar tezâhür etmektedir.

İSTİ’MÂRIN FELSEFESİ: VAZİFE-İ TEMDİN

Bu mukaddemât-ı tahlîliye i1e mâhiyet-i umumîyesi hakkında bir fikir edindiğimiz isti’mâr devr-i hâzırda bir felsefeye, bir de usûle iktirân ediyor.

Deniliyor ki, istimâr: Bazı zarûretler tahtında bir memleket ahalisinden bir kısmının diğer bir memlekete intikâl ve hicretiyle buraları ticaret için mahreç ittihâz etmesinden ibâret ve bu kadar basit değildir. Bugünkü dünya, medeniyet-i beşeriye itibâriyle dört muayyen kısma ayrılabilir: (1) Garp medeniyetine sahip olanlar, Avrupalılar gibi. (2) Muhtelif medeniyetlere sahip oldukları halde, müctemi, müttehid, hayatları ve tarihleriyle bir millet olarak yaşamaya ve kendilerini idareye mecbûr milletler, Çin ve Japonya’lılar gibi. (3) Bir millet teşkîline yaklaşmış mu’tedil mizaçlı, epeyce terakkîperver ve fakat gayr-ı sâbit ve iğtişâşa müstaid kavimler; Hindûlar ve Cavalılar gibi. (4) Dünyanın büyük bir kısmını işgal eden vahşi ve barbar aşâir ve kabâil gibi nihayetsiz muharebât içinde imrâr-ı hayat eden, sanayiden bî-behre, servet-i tabiiye-i arâzîyeden bî-haber akvâm-ı iptidâîye.

Dünyanın her türlü füyuzât-ı tabiiyeye tecelligâh olan büyük bir kısmını nâ-ehiller elinde bırakmak ne ma’kûl, ne de muhikdir. Onun için, akvâm-ı mütemaddînenin, yukarıda zikr olunan dört sınıf halkdan son iki sınıfa müdahale ile onları taht-ı vesâyetlerine almaları meşrû’ olduğu kadar insaniyetperverâne bir vazîfe, bir vazîfe-i âliye-i temdîniyedir. Şu halde ticaret ve mahreç politikası ile isti’mârı birbirine karıştırmamalıdır, İsti’mâr, eşya alıp satmaktan başka bir şeydir; isti’mârın akvâm ve arâzî üzerine derin bir fi’1 ve tesîri vardır; iptidai akvâma bir terbiye, bir fikr-i adâlet verir, bilmiyorlarsa sermayenin mâhiyetini ve sûret-i isti’mâlini öğretir, tevzi-i amelî tesis eder; ve bu vazîfeyi ifâ edebilmek üzere yalnız münasebât-ı ticariye kifâyet etmez Mâder-i vatanın yalnız mahsulât, ma’mulat ve masnûâtı değil, sermayesi, tasarrufâtı, mühendisleri, kontrmetreleri, ahali bir kısm-ı mütehayyizi oraya hicret etmelidir.

Binaenaleyh isti’mâr, denilebilir ki, muntazam ve medenî bir kavmin ahvâl-i içtimâiyesi muhtel veya gayr-i müesses iptidâî bir kavme karşı bir usûl ve nizâm dairesinde vuku’ bulan hareket-i medeniye ve umrâniyesidir.

Garp medeniyetinin en sahrâ-i kıt’alarda, en barbar kabaîle doğru cebir ve şiddetle ve birçok teşebbüsât-ı muharebâne ile ilerlemesi: Avrupa âlem-i ticâri ve askerîsinde demesek bile, darülfünûn mahfillerinde bu felsefe ile izah ve telif edilmektedir. Felsefe denildi mi, en kaba ve maddî şeyler kesb-i rikkat eder. En âdi ve tabii hâdiseler en mühim kanunlara esas olur. Denilebilir ki, felsefe gılzet-i eşyayı setr ve istilâ eden bir seyyâle-i fikriyedir. Bizim muhâceret ve isti’mârın sebeplerinde zikr ettiğimiz ilcâât bakınız burada ne câzip ve mantıkî esbâba iltica etti.

Bu felsefenin sahibi Fransa eazım-ı iktisadiyûnundan ve enstitü azâsından mösyö Pol Löruva Bolyö (P. L. Beaulieu) dur.

Ancak bu felsefeye ve isti’mâra kat’iyen muhalif mütehayyiz fikirlerde yok değildir. Jan Batist Sey (J.B. Say), Gobden (Gobden) ve mösyö dö Molinari (M. de Molinari) gibi en büyük Avrupa ulemâsı isti’mârın meşrûiyetini inkâr etmişler ve bir vazife-i temdîniye ile nezdine gidilen kavmin ve kabîlenin ekseriya mahvolarak, sarfedilen sermayelerden ve bu kadar zahmet ve meşakkatlerden de istifade edilemediğini ileri sürmüşlerdir.

Bir müsta’mere yeni gars olunan bir ağaç gibidir. Meyva vermesi için birçok i’tinâlar, bunun için uzun zamanlar ister. Binâberin, sarfedilen sermaye ve mesâinin müsmir olmadığını hemen iddia etmek doğru değildir. Ve birçok yerlerde istifâde başlamıştır. Ancak nezdine gidilen akvâm ve kabâilin islah ve temdîni felsefe-i isti’mârda büyük mevki tutan bir vazife-i âliye-i insaniyet olduğuna nazaran müsta’merâtda şimdiye kadar cereyan eden fâcia-engîz vakayi’e ve ahali-i kadîmenin günden güne inhitât ve izmihlâline lâkayt kalmak doğru değildir.

Avrupa’lıların bilâd-ı baîdedeki harekât ve teşebbüsâtını zikr olunan vazîfe-i medenîye veya temdîniye namına hesabedecek olursak neticede gayr-i me’mul ve pek ma’kûs bir neticeye vâsıl oluruz. On beşinci asırdan on sekizinci asra kadar esasen Avrupa akvâmının mâhiyet-i ahlâkiyelerinden “iktisâb-ı servet için her şeyi yapmak” düsturundan başka bir şey’e intizâr olunamaz; onun için arâzî-i mekşufe ahalisini kendi menfaatleri namına her suretle istimâl, onları maddeten ve ahlâken her suretle mutazarrır eden ilk müstevlîler bir vazîfe-i medenîye değil, zulüm ve vahşetden başka bir şey îka’ etmemişlerdir. Âli ve medenî denilen Avrupa ırkları bu yeni memleketlerde alelekser en âdi ve hasîs-fıtrat adamlar tarafından temsil edilmiş ve bî-çâre yerlilere bunlar tarafından medeniyetin en fenâ adetleri, en münhat hisleri, en tehlikeli hırsları telkîn olunmuştur. Hiç bir kayd-ı ahlâkiye tâbi olmaksızın küûle, afyona, çalışmadan kazanmaya, yani tenbellik ve hırsızlığa müptelâ olan bu zavallı yerliler nâçar yerlerini diğerlerine terk ile geriye doğru çekilmeye ve kabiliyet-i hayatîyeleri haricinde yaşamaya mecbûr ve mahkûm olmuşlar, ve nihâyet en dar, en fenâ yerlerde perişânlıktan, açlıktan, muharebât-ı medîdeden ve esâretden ırka ârız olan zaaf ile mahv u helâk olmuşlardır.

Amerika’da Avrupa istilâsı Otokton ırkının inhitâtın sebebiyet verdi. Peru ve Meksika Hindûlarının birçok muharebât ve mücadelâtdan sonra ırkîyetleri vaktiyle kendi hakimiyetleri altında yaşayan kabâilden daha dûn bir hale gelmiştir. Afrika’da ise, Avrupa’lıların istilâsı, Amerika’dan daha iyi neticeler vermemiştir. Tamam üç asır zarfında Avrupa ticareti esirciliğe inhisâr etmiş denilebilir ki, bunun, zavallı siyahîlerin terakkiyât-ı maddiye ve ma’nevîyelerini kâfil olduğunu kimse iddia edemez. Afriikay-ı şimâlideki Arapların ırken bozulmaya başladıkları ve maârif ve medeniyetten müstefît olamadıkları istatistiklerle sâbitdir.

Kıt’aât-ı muhtelifedeki iptidâî kavimlerin daha mütemeddin ve daha yüksek ırklarla temasından hâsıl olan bu inhitât ve izmihlâl yalnız manevîyet-i beşeriye nokta-ı nazarından şâyân-ı tesir ve teessüf değildir. Bundan isti’mârın gayesi olan medeniyet ve umrânda kaybetmiştir. Çünkü, nüfus tenezzül ve inhitât ettikçe kuvay-ı istihsalîye-i beşerîye kaybediyor demektir. Bu fenâ netice, yeni memleketlerde tatbik ve takip olunan sistemin (manzûme veya usûl) bozukluğuna hamledilmek lâzım gelirken garipdir ki, Darvinizm nüfuzuyla ortaya bir kanun demeyelim, fakat bir şu’be-i kanun çıkarılmıştır: “Hallerinden daha yüksek bir terbiye kabiliyetinde olmayanlar izmihlâle mahkûmdurlar.” Fakat Amerika Otokton’larının ve Afrika, siyâhîlerinin daha yüksek bir terbiyeye müstaid olmadıkları neden sâbit oldu? Bu istidadı inkâr etmek nesl-i beşerin şerâfetini ayaklar altına almaktır. Şu kadar vardır ki, bir Otoktonu bir İngiliz gibi terbiyeye kalkışmamalıdır.

Diğer tarafdan Avrupa’lıların Asya istilâsı da, vaz’ettikleri ağır rüsum ve tekâlif ile, Asya’lılara pek pahalıya mâl olmakla beraber burada hükûmetlerin bilâ-vasıta ve bizzat hareket etmeleriyle i’sâr-ı medîdeden beri devam eden iğtişâşatın önü alınarak nisbeten sâkin ve emin bir hayat ve idare tesîsine muvaffakiyet hâsıl olmuştur. Bu itibârla yerli ahali çalışmak zevkini alarak zaman ve asayiş ile Asya ırkları zevâl bulmadıktan başka kesâfet-i nüfus da gittikçe artmıştır. (Fakat şunu nazar-ı dikkate almalıdır ki, Asya’da öteden beri yaşayan büyük medenîyetlerin bazı âsârı henüz mevcut olmakla beraber ahali Afrika ve husûsiyle Amerika ahalisinden daha müteşekkil ve muntazam idi.) Meselâ, İngiliz Hindistan’ında nüfus zannolunuyor ki, hiç bir zaman hâl-i hâzırdaki kadar tezâyüd etmemiştir. Garp medeniyetinin müdahalesiyle câlib-i dikkat derecede terakki eden memleketlerden biri de Cava ve Madera’dır, 1816 da buralarda 4-6 milyondan ibaret olan ahali Hollanda’lıların hüsn-ü idareleriyle mevcudiyetlerini muhafaza ederek 1886’da 22 ve hâl-i hâzırda 25 milyon derecelerinde tekessür etmişlerdir. Afrika’da bile böyle bir misâle tesadüf ederiz: Mısır kıt’ası hâl-i hâzırda hemen kesâfet-i kadîmesini iktisap eylemiştir.

Bu tetkikât ile anlaşılıyor ki, Amerika, Afrika ve Avustralya’da bazı ırkların zevâlini sadece “kavîlerin zayıfları bel’ ve ifnâ etmeleri” nazarîyesine veyahut yukarıda denildiği gibi daha yüksek bir terbiye kabîliyet ve istidadını haiz olmamalarına, atfetmek doğru değildir. Belki, asr-ı hâzırda felsefe-i isti’mârın i’lâ ve Avrupa’lıların o kadar iftihâr ettiği vazîfe-i temdînin müsta’merâtda lâyıkıyle ve hakikaten medeniyet ve insanîyete muvâfık bir sûrette, bir sûret-i âdilâne ve ihtiyatkârânede tatbik olunamayışından neş’et etmiştir.

İSTİ’MÂRIN USULÜ

İşte bu suretle usûl-ü isti’mâra vâsıl oluyoruz. Bu uzak memleketleri ve o memleketlerde sâkin insanları nasıl idare etmeli ki, Avrupa’lıların ekseriya hiyleli ve sahtekâr vaziyetlerle ileri sürdükleri vazîfe-i temdîn yirminci asır insanîyetine lâyık bir surete cereyan eylemiş olsun?

Burada meseleyi mösyö Josef Şayye ve bütün muktesitler gibi ikiye ayırmaya mecbur oluyoruz:

Bir kere idare-i efrât; zaten bazı icabât-ı zaruriye ile efrâdın ne yolda muhâceret ve evvelce kendileri için gayr-ı ma’lûm uzak yerlerde birer vatan-ı sânî tesis ettiklerini söylemiştik. Şimdi maddeyi cihet-i umumiyesi itibâriyle daha yakından tetkik ve mütâlaa edeceğiz.

Efrâd isti’mâra nasıl muvaffak olabilir: Müsta’mereler vücuda getirmek için evvel-emirde kuvay-ı zâtiyelerini sarfederler; sonra, bir sermayeye, hem büyük sermayelere ihtiyaç vardır. Bu büyük sermayeler ise bir ferdin servetinden ziyade afrâdın servet-i müctemialarından vücuda gelir. Şu halde efrâdın gerek kuvay-ı zâtiyelerinin, gerekse sermayelerinin iştirâkiyle bir şirketin, bir cemiyetin vücuda geldiğini görüyoruz. Ve hakikatde bir adamın tek başına isti’mâra kalkışması işdeki ehemmiyete binaen hemen gayr-i mümkündür. Nasıl ki, son zamanlara kadar müsta’merâtı böyle bir şirket halindeki büyük kumpanyalar idare ettiği gibi İngiltere’de halâ bu kumpanya usûlüne müracaat edilmektedir.

Ancak bu kumpanyaların şimdiye kadar takip ve iltizâm eyledikleri usûl ve vesait, gaye-i hareket olan (temdîn) ile kolayca telif edilecek mâhiyette değildir. Takip olunan usûl son zamanlara kadar: Saha-ı faaliyetlerini, daha müsmir olabilmek üzere tahdit etmek, bazı mevad ve hububât ticaretini inhisâr altına almak, sonra bu mevad ve hububâtın tahdît-i miktarına çalışmak ve nihâyet müvâdelât-i ticariyede en büyük esas: Gayet dûn fiyata satın alıp pek yüksek fiyata satmaktan ibaretti, denilebilir. Bu tarz isti’mâr o topraklardan muvakkat bir zaman zarfında müsta’mer vaziyetinde bulunanlara bir miktar fayda temîninden başka bir şey yapmaz. Fakat o toprak bu muvakkat zaman nihâyetinde iflâs eder, akim olur; üzerinde yaşayan insanlar da o ellerde artık duramazlar ve başka yerlere çekilirler. Bakon (Bacon), Jan dö Vit (Jean de Witt), Jan Batist Sey (J. B. Say) gibi mühre-i iktisadîyûnun isti’mâr aleyhinde bulunuşları bir manzûme-i ihtikârdan başka bir şey olmayan bu kumpanyaların seyyiâtı dolayısıyladır.

Bu kumpanyaların teşebbüsât-ı şahsiyeden ma’dûdiyeti, doğrudan doğruya hükûmetler tarafından himâyeye bir zamanlar ihtiyaç olmamasından neş’et etmiştir. Çünkü yeni dünyanın keşfini müteakip o kadar boş yerler bulundu ki, buraları bir bayrak rekzi ile fethetmek mümkün olurdu. Demek ki, bu kumpanyalar teşebbüsât-ı şahsîyeden ma’dûd olmakla beraber yine bir şahsiyet-i milliyeyi haizdi. Ancak sonraları bu gibi yerlerin azalması ile istimârın faaliyet-i resmîyede bir şu’be-i mahsus teşkili meselenin mâhiyetini değiştirmiş, doğrudan doğruya hükûmetler müteşebbis olmuştur.

Hükûmetlerin teşebbüsünde efrâdın kuvay-ı zâtiyelerine ihtiyaç yok mudur, hükümet efrâdın mümessili olmakla beraber cây-i sualdir? Şüphesiz hükûmet bir yeri isti’mâr fikriyle işgal edince memleketin âsâr-ı medenîyesini oralara nakle ve oralardan bazı menfaatler temînine hâdim efrâda kat’iyen muhtaçdır. Bu yeni memleketlere, efrâdından ne kadar çok muhâceret ettirebilirse o kadar çok istifâde eder. Onun için hükûmetler efrâd-ı ahalisinden müsta’merâta gidenlerine bazı imtiyazlar bahşetmişlerdir. Fakat teessüf olunur ki, kolon (Colons) namı verilen bu Avrupalılar ekseriya memleketlerinde bir işe yarayamamış, temîn-i hayat edememiş kimselerdir. Daha evvelce biraz söylediğimiz gibi, gittikleri iptidâî akvâm arasında memleketlerinin icabât-ı medenîyesini neşr ve ta’mime, insanlık, âlicenaplı’k telkînine fıtratları esasen müsait değildir. Tehlike-i hayat içinde titreyerek memleketlerini terkeden kolonlar buralara gelince ve biraz hayat, biraz refah görünce bütün müsta’mereyi kendi mâlikâneleri addederler, imtiyazlarını sû-i isti’mâl ile biraz servet sahibi olan yerlileri mahvetmek isterler; ekseriya içlerinde yerlilere karşı bir haset, bir kin ve garaz vardır ki, kolaylıkla kabil-i intifâ değildir. Sonra, asıl memleketlerinde tatbik olunan kanunların, iyi-fena her türlü müessesât ve adâtın buralarda olmasını isterler. Halbuki, bütün bu haller iptidâî bir memleketin izmihlâlini intaç eder. Böyle kolonlar tarafından idare ve hükûmet olunan bir memlekette az zaman zarfında müthiş bir buhran, bir akamet baş gösterir. Bâhusus yine yukarıda zikr ettiğimiz vecihle yerli ahalinin her türlü hukuk-u medenîyeden mahrûmiyeti memlekette çalışacak kuvvet bırakmaz.

Demek oluyor ki, hükûmetlerin teşebbüsât isti’mâriyelerinde efrâdın kuvay-ı zâtiyelerine ihtiyaç olmakla beraber kolon suretinde bir mevki-i mahsus sahibi olan bu efrâdı umûr-u şâmile-i hükûmete müdâhale ettirmek, bir kolon hükûmeti tesis etmek, memleketin hayat-ı müstakbelesi itibâriyle hiç doğru değildir. Hükûmetin bu yeni memlekete bayrağı altında getireceği efrâd-ı ahali birer müteşebbis, orada bulunan yerliler için birer nümûne-i faaliyet olacaklar ve yerlilerin faaliyetlerinden sûret-i meşrûada: Onlara iş öğretip kefâf-ı hayatlarına yetecek maaş temîniyle istifade edeceklerdir. Şu halde bu muhâcir ahalinin yerlilere bir nüfûz-u âmiriyet ve vesâyetleri olmak tabîidir. Fakat Hükûmetin velâyet-i âmmesi vardır. Hükûmetin bu yeni memleketlerde zirâi, sınai, ticarî bir siyaset-i iktisadiyesi ve bir siyaset-i içtimâiyesi olmak lâzımdır. Böyle yeni girilen, henüz bilinemeyen muâır-ı iptidâiye-i beşeriyede en büyük vazîfe hükümete taalluk eder. Hükûmet hakk-ı velâyetini bütün vüs’ati ile istimâl etmelidir.

Hükûmetin muhâcirlere karşı vaziyeti: (1) Bir kere çalışkan ve müsta’mereye göre iyi çiftçi ve sanatkâr anâsırı muhâcerete teşvik (2) Muhâceretten sonra bunları te’mîn-i refah ve servet edecek surette arâzînin aksâm-ı muhtelifesine tevzî ve tesbit (3) Ve nihâyet iktisab-ı servet ettikten sonra memleketi terk etmemeleri esbâbını temindir. Çünkü, ekseriya işe yaramaz adamların müsta’merâtda dolaşmaları sefâletinden başka bir şey intac etmeyeceği gibi mâder-i vatana tekrar muhâceretde muhâcirîni istihsâl-i servette isticâle ve zikr edilen harekât ve ihtirâsât-ı gayr-ı makbûleye sevk etmektedir.

Yerlilere gelince: Hükûmetin bunlara karşı vaziyeti daha nâzik ve mühîmdir. İptidâî ırkların terbiye ve temdînleri ve temîn-i saadetleri hükûmetin takip edeceği siyasetin gayesini teşkîl edecektir. Şimdiye kadar edilen tecrübelerin kıymet-i mahsusası vardır. Bu gibi ırkların Avrupa medeniyetine mukavemet edemeyerek mahv ve muzmahil olmaları hâdisâtını etrafiyle, bütün esbâb ve netaici ile tetkik etmek lâzımdır ki, hükûmetler zikr olunan gayeye vâsıl olacak siyaseti tayin edebilsinler. Burada akvâm-ı iptidâîyenin esbâb-ı terakkî ve temdinlerinden bahsedecek değiliz; bu ulûm-u içtimâiye ve hayatîyede hallolunacak bir muadele-i dakikadır. Ancak şunu söyleyeceğiz ki, herhangi bir uvzîyeti mütehammil olamayacağı mevad ile işbâ’ etmek o uzvîyeti tahrip etmek demektir.

Amerika’lı, Afrika’lı, … iptidâî kavimleri bugün Avrupa medeniyetîyle terbiyeye kalkışmak doğru bir şey olamaz. Kâinata hâkim bir tedric kanununun mevcudiyetini inkâr etmemelidir. Avrupa adât ve müessesâtının bu iptidâi muhitlere sevkiyle esasen mevcut olan nisbî bir nizâmı ihlâl etmek terakkîyi bir kat daha tehîr eder. İptidâi kavimlerin hürmet ettikleri anâsır ve müessesât vardır. Bu anâsır ve müessesâta onlarla beraber hürmet etmelidir ki, bu gibi akvâm arasında nizâmı temin edecek başka fikirler henüz intişâr etmemiştir. Ogüst Kont’un dediği gibi ulûmun bir metafizik (mâfevku’t tabîa) devri olduğu gibi efkârın da, hatta medenî kıt’alarda, bir metafizik devri vardır. Şu halde Otokton veya Patagonları bazı anâsır-ı fikrîyeye müstenit müessesât-ı medenîye ile ve meselâ bir Fransız Kod Sivili (Code Civil – Medenî Kanun) ile hemen idareye kalkışmak ne büyük bir hatadır! Bu fikri daha müterakkî insanlara bile -hele bizim memleketimizde câbecâ- tatbik edebilirsiniz.

Şu halde yeni keşfedilen, yeni gidilen iptidâî memleketlerdeki insanları iyi idare edebilmek için ilk yapılacak şey: Manzûme-i manevîye ve ahlâkiyelerini tahlil ve ona göre nizâm-ı cemaati bir kat daha tevsikden ibarettir, diyebiliriz.

Cihet-i maddîyelerine gelince: Hangi cins ve ırktan, herhangi muhit ve memleketten olursa olsun insanlar ya istihsal ve mübadele veyahut sirkat ve ganimet ile temîn-i hayat etmişlerdir. Avrupalılar medenîyetleri kadar, kuvay-ı tahrîbiyeleri ile de iptidâî kavimler fevkindedir. Silahlarıyla, toplarıyla Avrupalı, herhangi bir kavm-i iptidâîye telkîn-i hirâs eder; onun için bu kavimlerin çalışarak istihsal ve mübadele ile temîn-i hayatı muharebe ve ganîmet ile temîn-i hayatdan daha kolay ve daha az tehlikeli telâkkî etmeleri ve az zamanda hayat-ı sa’y ve amelle ülfetleri mümkündür. Ancak bu imkânın husûlpezîr olması için bir kere Avrupalıların bizzat gittikleri yerlerde bu son usûl-ü iktisâba tevessül etmemeleri, az zamanda zengin olmak için yerlileri mahv ve itlâf ve zî-kıymet taşlarını, kemiklerini gasp ve sirkat etmeyerek âdil ve insanîyetkâr olmaları lâzımdır. Yapılacak şey memleket dahilinde emn ü asâyişi kat’iyen takrir ve yerli, muhâcir.. her ferdin masûniyet-i şahsîye ve mülkîyesini temindir.

İşte usûl-ü isti’mârın cedâvil-i esasîyesi taayyün ediyor. Doğrudan doğruya hükûmetin idaresi altında, sâha-ı manevîyatda: Masûniyet-i itikadîye ve hissiyenin, diyeceğiz; sâha-ı iktisadâtda masûniyet-i şahsîye ve mülkîyenin temîni.

Garipdir ki, Avrupalıların on sekizinci asırda Vatikan saraylarından nez’ etmek istedikleri masûniyet-i fikriyeye bugün bir diğer mâhiyetde bu iptidaî kavimler arz-ı ihtiyaç etmektedirler: Bizim mukaddesât ve mu’tekadâtımıza ilişmeyiniz; sonra yine Avrupalıların feodalite devirlerinde ma’rûz oldukları esâret bugün müsta’merâtda başka bir şekilde hükümfermâ oluyor: Yerliler, bizi esir gibi kullanmayınız, biz de malımıza sahip olabilelim, diyorlar.

En ziyade garibi, bir felsefe-i isti’mâr ile kıtaât-ı azîmeyi livây-ı medenîyeti altına almak isteyen Avrupa i’lâ ettiği vazîfe-i temdînin hüsn-ü tatbîki ümit ve çarelerini yine kendinden bekliyor. Âli ve medeni Avrupalılar hâl-i hâzırda yalnız kendilerinden dûn oldukları için ekalîm-i muhtelifenin evlâdı, milyonlarca ensâl-i beşeri mahkûm-u izmihlâl ediyorlar; halbuki, mahvolanların yine Avrupalılar, kendileri geçmiyorlar. Onun için kaybeden: Avrupalıları da câmi’ beşeriyettir.


Tetebbuâtımıza esas olan eserler:
De la colonisation chez les peuples modernes, par P.L. Beaulieu, 2. V.
Akvâm-ı müteahhire nezdinde isti’mâr; eser: Pol löruva Bolyö.

Les problèmes du XXe siècle, par G. de Molinari.
Yirminci asrın meseleleri; eser: Mösyö dö Molinari.

A quoi servent les colonies par Ch. Gide
Müsta’mereler neye yarar; eser: Şarl Jid.

Principes d’Economie politique, par C. Schemoller.
İktisat-ı siyasiyenin prensipleri; eser: Şemoller

Dic. d’Econp, par L. Say et J. Chailler, etc…
İktisat-ı siyasi lûgatı; eser: Leon Se, J. Şaye.


NOTLAR
(1) Steppes, kaba otlak ve çalılıklarla mestûr vâhalar.
(2) Bu muhacert yerli ırkları mahvedecek neticeler de tevlit etmiş; insaniyet nokta-ı nazarından pek şâyân-ı dikkat mütâlaâta sebebiyet veren bu meseleyi de ileride tetkik edeceğiz.
(3) Avrupalılar tarafından en ziyade rağbet edilen kısım, şimâli Afrika’dır. 1901’de Cezayir’de, dört milyon yerli ahaliden başka (364,000)i Fransız olmak üzere, Musevî, İspanyol, İtalyan 849,807 Avrupa’lı vardı. Yine aynı tarihde Tunus’da 40.000 Fransız, Mısır’da üç milyona yakın ecnas-ı muhtelifden Avrupa’lı bulunuyordu. Sudan-ı bahrî’de ve Afrikay’ı cenûbi’de de yerlileşmiş birçok Avrupa’lı mevcuttur.
(4) Bu kısım müsta’merâta iskân müsta’mereleri (coloneis de peupelment) denir.
(5) Bu kısım müsta’merâta iskân müsta’mereleri (coloneis de peupelment) denir.
(6) Bu kısım müsta’merelere (Colonies d’exploitation) istifade müsta’mereleri tesmiye olunur.
(7) Fransızlar bir kavmin tavattun ettiği belde dahilindeki i’mâratma (Colonisation intérieur), haricindekine (Col extérieur) diyorlar, lisân-ı arabın belâgatı ise bunlardan birincisinin i’mâr, ikincisinin ise isti’mâr tâbir edilmesine müsaitdir. Bu suretle ma’müre ve müsta’mere kelimeleri de meydana gelmiş olur.
“Ahmet İhsan ve şürekâsı, Matbaacılık Osmanlı Şirketi, 1328, İstanbul.
Terbiye-i İktisadiye Kütüphanesi: Numara 1.


VAZİFE-İ TEMDİN İÇİN KISA SÖZLÜK

(Kelimelerin, yalnız, metindeki anlamları verilmeye çalışılmıştır.)

-A-
Abes: saçma
Adât: adetler
Akamet: kısırlık, neticesizlik
Akim: neticesiz
Alelekser: çok zaman
Âlîcenâp: şerefli, haysiyetli
Anâsır: unsurlar
Aşâir: aşiretler
Avâmil: sebepler, âmiller
A’zam: büyük

-B-
Bahr: deniz
Bahr-i mahût: okyanus
Bahr-i sefîd: akdeniz
Baîde: uzak
Baliğ: erişmiş, varış
Bel’: yutma
Bî-bedel: bedelsiz
Bi-behre: mahrum
Bihâr-ı muhîte: okyanuslar
Bî-hudûd: hudutsuz
Bilâd: ülkeler, toplumlar, beldeler
Binâberin: bundan dolayı

– C –
Câbecâ: yer yer
Cây-i sual: sorulacak şey
Cedâvil: cetveller
Cedît: yeni
Cenâh: kanat, kol
Cenûb: güney

– D –
Dağdağa: telaş
Dakik: ince, nazik
Darülfünûn: üniversite
Dûn: aşağı

– E –
Efrâd: fertler, kişiler
Ehl-i salîb: haçlılar
Ekalîm: dünyanın bölgeleri, ülkeler
Ensâl: nesiller, soylar
Esâtir: mitoloji, efsaneler
Esbâb: sebepler
Evâhir: sonlar

– F –
Fâcia-engiz: facia yaratan
Faide-i ameliye: pratik yarar
Fâik: üstün
Fıtrat: yaratılış, tabiat
Fi-l vâki: gerçi, gerçekten
Füyuzât: verimlilik, bolluklar

– G –
Garîb: gurbette olma
Gars: dikilme
Gayr-i mekşûf: keşfedilmemiş
Gılzet: kabalık, kalınlık
Güzâr: geçme, geçiş

– H –
Hâdim: hizmet eden
Hâdis: meydana gelen
Hakayık: gerçekler
Harabezâr: viranelik
Hasîs-fıtrat: kötü yaratılışlı
Haşem: maiyet, yanında bulunanlar
Hirâs: korku
Hirâs-bahş: korku veren
Hiref: sanatlar
Hûnhâr: kan dökücü
Hüsnülpezîr: hâsıl olmuş
Hutût: hatlar, çizgiler
Hükümfermâ: hüküm süren

– I –
Istılâh: ilim sözü, terim
Iztırâr: zorunluluk

– İ –
İcbâr: zorlama
İfnâ: yoketme
İfrâğ: şekillendirme
İğtişaş: karışıklık
İhdâs: ortaya çıkarma
İhtikâr: vurgunculuk
İhtiras: şiddetli istek
İhtisâsât: duygular
İhtiyâr: seçme
İkâ’: yapma
İktifâ: yetinme
İktirân: yaklaşma
İktisâb: kazanma
İ’la: yüceltme
İlcâât: mecbur etmeler
İltizâm: kendi için gerekli sayma
İmrâr: geçirme
İnhitat: çökme, çöküş
İntac: sonuç verme
İntifâ: yararlanma
İntişâr: yayılma
İntizâr: gözleme, gözlenilme
İrtifa: yükseklik
İ’sâr: (bir zaman deyimi)
İstimâl: kullanma
İsti’mâr: imâr ettirme, imârını isteme
İtiyât: alışkanlık
İtlâf: kabul etme, kullanma
İtyân: söyleme, bildirme
İzmihlâl: çökme

– K-
Kabâil: kabileler
Kadîm: çok eski
Kâfil: üstüne alan
Karn be-karn: zaman zaman
Kebîr: büyük
Kefâf: yaşayacak kadar kazanç
Kelâl-âver: yorucu
Kesâfet: sıklık, yoğunluk
Kesb: kazanma
Kişvergüşâ: ülke açan, fâtih
Kitalât: kitleler
Kurûn: çağlar
Küûl: alkol

– L –
Livâ: bayrak

– M –
Mâder: ana
Ma’dûdiyet: sayılma
Mahfî: gizli, saklı
Mahfil: toplanma yeri
Mahreç: dışarı çıkacak yer
Ma’kûs: ters
Masnuât: sanatla yapılmış şeyler
Ma’tuf: bir yöne yöneltilmiş, o yöne ait
Mebâhis: bahisler, konular
Medeniyet-i hâzıra: bugünkü uygarlık
Medîd: uzun süre
Mefrûze: ayrılmış, bölünmüş
Mekşûf: keşfedilmiş
Me’mul: umulan, beklenilen
Merâkiz: merkezler
Merbût: bağlı
Menâfi: menfaatlar, çıkarlar
Menâzır: manzaralar
Mesâha: ölçme, ölçüm
Mesâkin: meskenler
Me’ser: güzel eser, iz
Mestûr: örtülü
Mevad: maddeler
Mihânik: mekanik
Miyân: ara
Mi’yâr: ölçü
Muadele: denklem
Muallâ: yüce, yüksek
Muâşır: birlikte yaşayan
Muhâceret: göç etme
Muhik: haklı
Muhtel: bozulmuş
Muktezî: gerekli
Murabba: dört köşeli, kare
Mutaazzıv: uzuvlanmış, şekillenmiş
Mutazarrır: zarar gören
Mutedil: ılımlı
Mutekedât: inançlar
Muzmahil: çökmüş
Müctemi: toplanmış
Müdavelât: devrettirme
Müdevver: devredilmiş
Mühre: damga
Münbit: verimli
Münhat: aşağılık
Müsmir: verimli
Müstahsalât: üretilmiş şeyler
Müstaid: kabiliyetli
Müsta’mere: göçmen yetiştirilen yer, sömürge
Müstefit: yararlanan
Müstenit: dayanan
Müteaddit: birçok
Mütebâyin: zıt, uyuşmaz
Mütehayyiz: önemli
Mütekâbil: karşılıklı
Mütemeddin: uygarlaşmış, uygar
Mütezadd: birbirinin zıddı
Müttehit: birleşmiş
Müverrih: tarihçi

– N –
Nâçar: çaresiz
Na-ehil: ehli olmayan
Neş’et: meydana gelme
Netaic: sonuçlar
Nez’: koparma
Nokta-i nazar: görüş
Nukud: nakitler, paralar
Nüfûz: sözü geçme, güç sahibi olma
Nümâyân: görünen, aşikâr

– R –
Rekz: dikme
Rızk-ı kanaat: yetecek kadar azık
Rikkat: incelik
Rûm: romalı
Rüsum: bir vergi çeşidi

– S –
Sâni: ikinci
Sa’y: emek
Setr: örtme
Sevahil: kıyılar
Sevaik: sâikler, sevkeden unsurlar
Seyyal: akıcı
Seyyâr: gezici, göçebe
Seyyiât: kötülükler
Seyr: dolaşma, gezme
Sîm: gümüş
Sirkat: çalma
Sû-ı istemâl: kötüye kullanma
Sûret: şekil, biçim
Sülüs: üçte bir

– Ş –
Şerâfet: şereflilik
Şerâit: şartlar, koşullar
Şimâl: kuzey
Şuûn: olaylar

– T –
Taallûk: ait olma
Taayyün: meydana çıkma
Taazzuv: uzuvlaşma, şekillenme
Taht: alt
Takarrür: karar kılma, yerleşme
Ta’riz: dokundurma
Tavattun: yerleşme
Teâvün: birbirine yardım etme
Tebellür: billûrlaşma, kristalleşme
Tecelliyât: görünümler
Tedric: yavaş yavaş ilerleme
Teessüs: kurulma, kökleşme
Tehallüf: uygunsuzluk
Tekâlif: bir vergi çeşidi
Tekessür: çoğalma
Tekevvün: meydana gelme
Telâtım: dalgalanma
Temeddin: uygarlaşma
Tenâsur: yardımlaşma
Tesmiye: isimlendirme
Tesviye: düzeltme
Tetebbuât: incelemeler
Tevellüdât: doğumlar
Tev’em: ikiz
Tevlîd: meydana getirme
Tevsî: genişleme, genişletme
Tevsik: sağlamlaştırma
Tezâyüd: artma

– U –
Umrân: bayındırlık, uygarlık
Umûr: işler

– Ü –
Ülfet: kaynaşma, alışma
Üss: esas, temel

– V –
Vakfe: duruklama
Vecd: aşırı heyecan
Velâyet-i âmme: bütün kişileri ve malları kapsayan velâyet, velîlik
Vikâye: koruma
Vustâ: orta
Vüs’at: genişlik

– Z –
Zâil: sona eren, biten
Zer: altın
Zevâl: yok olma, sona erme
Zî kıymet: kıymetli.