Kalbimiz Yine Çarpıyor

Kalbimiz Yine Çarpıyor


ONBEŞLER İÇİN
KALBİM YİNE ÇARPIYOR
KALBİM YİNE ÇARPACAK!!!

Oyunlaştıran : Yiğit Tuncay
Yöneten : Yiğit Tuncay
Müzik : Grup Yorum

SAHNE 1

(Salon karanlıktır… Karanlıkta “Kalbim” adlı şiirin okunması ile birlikte sahne kenarına asılmış olan Mustafa Suphi’nin portresi aydınlanır… Oyuncular “Kalbim” adlı şiiri seyircinin arasına dağılmış bir düzende okurlar…)

KALBİM

Göğsümde on beş yara var!..
Saplandı göğsüme on beş kara saplı bıçak!..
Kalbim yine çarpıyor,
Kalbim yine çarpacak!!!
Göğsümde on beş yara var

Sarıldı on beş yarama
Kara kaygan yılanlar gibi sular!
Karadeniz boğmak istiyor beni,
Boğmak istiyor beni
Kanlı karanlık sular!!!
Saplandı göğsüme on beş kara saplı bıçak
Kalbim yine çarpıyor
Kalbim yine çarpacak!
Göğsümde on beş yara var!
Deldiler göğsümü on beş yerinden,
Sandılar ki vurmaz artık kalbim kederinden.
Kalbim yine çarpıyor,
Kalbim yine çarpacak!
Yandı on beş yaramdan on beş alev,
Kırıldı göğsümde on beş kara saplı bıçak…
Kalbim,
Kanlı kızıl bir bayrak gibi çarpıyor,
Çar-pa-cak!

(Şiirin okunması bittiğinde müzik girer (Türkiye İşçi Sınıfına Selam) ve sinevizyonda emekçilerin görüntüleri… Oyuncular bulundukları yerden “Türkiye İşçi Sınıfına Selam” adlı marşı söyleyerek sahneye çıkarlar…)

SELAM YARATANA
(Türkiye İşçi Sınıfına Selam)
Selam yaratana selam
Tohumların tohumuna selam
Türkiye işçi sınıfına selam
Selam yaratana selam
Serpilip gelişene selam
Türkiye işçi sınıfına selam
Madenden atölyeden
Tezgahtan tersaneden
Hakkını almak için yola çıkmış
Devrimci işçiye bin selam
Gücüyle bilinciyle
Korkusuz yüreğiyle
Düşmanı yenmek için ilerleyen
Devrimci işçiye bin selam.

(Marş ve sinevizyon görüntüsü biter… Anlatıcının ışığı yanar…)

SAHNE 2

ANLATICI:Selam! Hepiniz hoş geldiniz!.. Bundan 78 yıl önce 28’i-29 Ocak’a bağlayan gece Anadolu İhtilali on beş yara almıştır. Bizler, bugün, bu 31 Ocak günü yaralarımızın bizi öldürmediğini görebiliyoruz. Kalbimiz 78 yıldır çarpıyor ve çarpacaktır! Maden yüreklerimiz böyle güçlü çarpıyor, sadece yüreklerimizin sesini duyabileceğimiz bir sessizlik içinde on beş yoldaşımız ve tüm devrim şehitleri için sizleri 1 dakikalık saygı duruşuna davet etmek istiyorum…

(Saygı duruşu bittiğinde müzik girer ve oyuncular kolkola girerek “Onbeşler İçin” adlı ağıtı söylerler… Anlatıcının ışığı söner, genel ışık girer…)

ONBEŞLER İÇİN

Yangınlara fazla bakan gözler yaşarmaz,
Alnı kızıl yıldızlı baş secdeye varmaz,
Dövüşenler ölenlerin tutmaz yasını.
Yine fakat bir yıldırım zulmeti yırtsa,
Sağır göğün koynundaki çanı haykırtsa,
Anıyoruz göğsünüzün son sayhasını.
Eski cihan, yeni cihan önünde eğil!
Aramızdan bir kaç yoldaş ayırmak değil,
Her ne yapsan varacağız emelimize!
Karadeniz… bunu duysun derinliklerin:
O ateşli göğüsleri delen hançerin
Kabzasını alacağız biz elimize!

OYUNCULAR:

Emeğin kurtuluşu için!
Kalbimiz yine çarpıyor,
Kalbimiz yine çarpacak!!!
Anadolu halkının bağımsızlığı için!
Yine çarpıyor,
Yine çarpacak!!!
Sosyalizmi kurmak için!
Çarpıyor,
Çaaar-paaa-caaak!!!

SAHNE 3

(Genel ışık söner, Anlatıcının ışığı yanar…)

ANLATICI:

Evet dostlar… Hepimizin bildiği gibi, bizler anma toplantılarımızda hep türküler, marşlar söyleyip halaylar çekmişizdir… Bizler, bu kez, gelenekselleşmiş olan çizgiden daha farklı bir tarzda bu anma toplantısını gerçekleştirmek istedik. Bu nedenle, katledilişlerinin 78. yılında Onbeşler’i unutmadığımızı ve unutturmayacağımızı gösterirken, diğer yandan da Mustafa Suphi yoldaşın yaşam serüvenini ve tarihsel rolünü elimizden geldiğince göstermeye çalışacağız sizlere. Hem Mustafa Suphi yoldaşın tarih içinde izini süreceğiz, hem de yaşadığımız bölge de tarihsel, sosyal ve siyasal koşullara ilişkin gerçekleri görmeye çalışacağız. Tiatral anlatımlara dayalı, türkülerimizi ve marşlarımızı da içeren bir üslup kullanacağımız için, bu tarih yolculuğunu sıkılmadan sürdüreceğinize inanıyoruz.

Öncelikle, tarihe bilimsel bir yöntemle bakmanın önkoşulu olarak şunu belirtmek gerekir ki, o da tarihte bir kopuş olmadığıdır. Yani, kopuşu içermeyen tarihin, sürekli altüst oluşlarla ileriye itilen bir dinamiğe sahip olduğudur. Peki tarihi ileriye sıçratan, bu dinamiğin kaynağı nedir? Böyle bir sorunun cevabını vermek çok da zor olmasa gerek; çünkü tarih sınıf mücadeleleri tarihidir.

Hepimizin bildiği gibi sömüren ve sömürülen ilişkisi içinde, egemenler varolan üretim biçimine bağlı olarak süreklilik gösteren bir egemenlik sistemi yaratmışlardır. Bu egemen sınıflar, sınıflı toplumun ikamesi için bir zor aygıtı olan devletler kurmuşlardır. Anadolu, böyle bir tarih içinde hep mazlum toprak olmuştur. Batı’da kurulan devletlerin gelişimine baktığımızda ise, hep bu topraktan beslendiklerini ve büyük zenginlikler yarattıklarını görüyoruz. Hatta dillere destan olmuş Antik Yunan döneminde de her şeyiyle Anadolu’nun birikimini görüyoruz.

Anadolu halkları, gerek köle edilen emeği ile, gerekse yerüstü-yeraltı kaynaklarıyla, sözünü ettiğimiz uygarlık denilen zenginliklerin ortaya çıkışında çok önemli tarihsel rol de oynamışlardır. Bu toprak yeri gelmiş Asya’dan, Ortadoğu’dan gelen akınlarla kucaklaşmış, yeri gelmiş Batı’dan gelen seferlere göğsünü siper etmiştir. Görüldüğü gibi binlerce yıla dayanan geçmişi ile her anı mücadeledir Anadolu’nun.

Böyle güçlü bir mücadele birikiminin üstünde durmaktayız bizler. Batı Roma devletine ayaklanan aslen Trakyalı olan Spartaküs de bunlardandır. Hatta tüm Anadolu’yu bir dönem etkisi altına almış olan Roma İmparatorluğu’na ayaklanan, Doğu Karadeniz kıyısında. Trabzon’daki Roma garnizonunu kılıçtan geçiren, eski bir Gürcü köle olan, Aniketi adındaki halk lideri de bunlardandır. Ya “kurtarılmış bölge” ve “vur-kaç” taktiklerini geliştiren Hasan Sabbah hareketlerine ne demeli? O ve fedaileri değil miydi Selçuklu Devleti’nin mutlak egemenliğini sarsan? Ya 1240 yıllarına doğru Fırat’tan Toroslar’a doğru Behisni ve Maraş’a uzanan bölgede, lüks ve işrete dalmış Selçuklu Devleti’ne karşı ayaklanmayı başlatan Baba İshak hareketi?

İşte bitmez tükenmez mücadele geleneği ile Anadolu. E peki sadece bu mu?

(Anlatıcının ışığı söner ve genel ışık yanar. Kardeş sofrasında toprağın insanlarını görürüz. Saz açılış yapar…)

OYUNCULAR:

Duyduk ki Mustafa huruç eylemiş
Aydın elinde Karaburunda.
Bedreddinin kelamını söylemiş
köylünün huzurunda.
(…)
Duyduk ki
Bu işler duyulur da durmak olur mu?
Bir sabah erken,
Haymana ovasında bir garip kuş öterken,
sıska bir söğüt altında zeytin danesi yedik.

(Müzik girer…)

Varalım,
dedik.
Görelim,
dedik.
Yapışıp
sapanın sapına
şol kardeş toprağını biz de bir yol
sürelim dedik.

(Müzik biter…)

Düştük dağlara dağlara,
aştık dağları dağları…

(Bağlama kısa bir geçiş yapar…)

Bir ikindi vakti can yoldaşıma
dedim ki: geldik.
Dedim ki: bak
başladı karşımızda bir çocuk gibi gülmeğe
bir adım geride ağlayan toprak.
Bak ki incirler iri zümrüt gibidir,
kütükler zor taşıyor kehribar salkımları.
Saz sepetlerde oynayan balıkları gör:
ıslak derileri pul pul, ışıl ışıldır
ve körpe kuzu eti gibi aktır
yumuşaktır etleri.
Dedim ki bak,
burda insan toprak gibi, güneş gibi, deniz gibi
bereketli.
Burda insan gibi verimli deniz, güneş ve toprak…

(Davul ağır ritm bir geçiş yapar…)

Sıcaktı.
Bedreddin halifesi mülhid Mustafa baktı,
baktı köylü Mustafa.Baktı korkmadan
kızmadan
gülmeden.
Baktı dimdik
dosdoğru
Baktı O.
En yumuşak, en sert
en tutumlu, en cömert,
en
seven,
en büyük, en güzel kadın:
TOPRAK
nerdeyse doğuracak doğuracaktı.

(Davul biraz daha hızlı bir ritmle geçiş yapar…)

Bedreddin yiğitleri kayalardan ufka baktılar.
Gitgide yaklaşıyordu bu toprağın sonu
fermanlı bir ölüm kuşunun kanatlarıyla.
Oysaki onlar bu toprağı,
bu kayalardan bakanlar, onu,
üzümü, inciri, narı
tüyleri baldan sarı,
sütleri baldan koyu davarları,
ince belli, aslan yeleli atlarıyla,
duvarsız ve sınırsız,
bir kardeş sofrası gibi açmıştılar.

(Davul biraz daha hızlı bir ritmle geçiş yapar…)

Birden-
-bire
kayalardan dökülür
gökten yağar
yerden biter gibi,
bu toprağın verdiği en son eser gibi
Bedreddin yiğitleri şehzade ordusunun karşısına
çıktılar.
Dikişsiz ak libaslı
baş açık
yalınayak ve yalın kılıçtılar.
Mübalağa cenk olundu.

(Bir bendir ritmi girer ve ritmi hızlandırarak şiirin altından devam eder…)

Aydının Türk köylüleri,
Sakızlı Rum gemiciler,
Yahudi esnafları,
On bin mülhid yoldaşı Börklüce Mustafa’nın
düşman ormanına on bin balta gibi daldı.

(Bendire davul ritmide eklenir ve ritm hızlanır…)

Bayrakları al, yeşil,
kalkanları kakma, tolgası tunç,
saflar
pare pare edildi ama,

(Bendir ve davul bir anda durur…)boşanan yağmur içinde gün inerken akşama
on binler iki bin kaldı.

(Müzik girer…)

Hep bir ağızdan türkü söyleyip
hep beraber sulardan çekmek ağı,
demiri oya gibi işleyip hep beraber,
hep beraber sürebilmek toprağı,
ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,
yarin yanağından gayrı her şeyde
her yerde
hep beraber!
diyebilmek için…

(Müzik durur…)

On binler verdi sekiz binini…
Yenildiler.
Yenenler, yenilenlerin
dikişsiz, ak gömleğinde sildiler
kılıçlarının kanını.
Ve hep beraber söylenen bir türkü gibi
hep beraber kardeş elleriyle işlenen toprak
Edirne sarayında damızlanmış atların
eşildi nallarıyla.

ANLATICI:

Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların
zaruri neticesi bu!

OYUNCULAR:
Deme, bilirim!
O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim.
Ama bu yürek
o, bu dilden anlamaz pek.
O, “hey gidi kambur felek,
hey gidi kahpe devran hey,”
der.
Ve teker teker,
bir an içinde,
omuzlarında dilim dilim kırbaç izleri,
yüzleri kan içinde
geçer çıplak ayaklarıyla yüreğime basarak
geçer Aydın ellerinden Karaburun mağlupları…

ANLATICI:

Tarih en büyük öğretmendir. Ve bizler bu tarihin öğrencileri olarak öğrenmeye devam ediyoruz. Hem öğreniyoruz, hem de onu emeğimizle yeniden kurmaya devam ediyoruz. Şeyh Bedreddin ve on bin mülhid yoldaşı da bunlar arasındadır. Bu gerçekler bizim gerçeklerimiz. Mücadelenin, emeğin ürünüyüz bizler. Yenilgilerimizden de öğreniyoruz. Öğreniyoruz yenebilmek için. Egemenler de kendi iktidarlarını, emeği sömürerek, mücadeleyi boğmaya çalışarak varetmiştir. Onlar bugünde tarif etmeye çalıştıkları kendi yönetim biçimi olan demokrasiyi bile, kılıçlarının kanını sildikleri ak libaslıyı giyen, savaşan emekçilerden öğrenmişlerdir.

Osmanlı İmparatorluğu da yükselişini tümüyle bu gerçekler üzerine kurmuştur. Çok geniş bir coğrafyaya yayılan Osmanlı, Anadolu üzerinde iktidarını kabul ettirmeye çalışsa da, Anadolu’da başkaldırılar dinmemiştir. Zulme başkaldıran Anadolu halkı, aslında, kökleri açısından bir koluyla Kafkasya ve Orta Asya içlerine, bir koluyla Ortadoğu’ya, diğer bir koluyla da Balkanlara kadar uzanmıştır. Osmanlı’nın rahatlıkla genişleyebildiği topraklar zaten bu sözünü ettiğimiz toprakları içermiştir. Ama bu topraklar, Batı’nın Doğu’ya açılan kapısı olması nedeniyle de, aynı zamanda emperyalizmin dinmeyen tutkusu olmuştur. Bu kapı aşıldığında tüm Doğu halklarının açlığa varan gerçekliği kendini gösterecektir. Bu noktadan sonra Doğu halklarının iki efendisi olacaktır. Emperyalizm ve onun işbirlikçileri.

(Anlatıcının ışığı söner… Ortaya lokal ışık yanar…)

OYUNCU:

Ne tuhaf şey Taranta-Babu;
bizi kendi topraklarımızda öldürmek için
kendi topraklarımızın
baharını bekliyorlar.
Ne tuhaf şey Taranta-Babu;
belki bu yıl Afrika’da
yağmurların dinişi,
renklerin, kokuların
gökten yere bir şarkı gibi inişi
ve güneşin altında ıslak toprağımızın
derisi tunç yıldızlı Gallalı bir kadın gibi gerinişi,
Bize senin
memelerin
gibi tatlı yemişlerle beraber
ölümü getirecek.
Ne tuhaf şey Taranta-Babu!
Kapımızdan içeri ölüm
Kolonyalı şapkasına
bir bahar çiçeği takıp girecek…

(Ortadaki lokal ışık söner… Anlatıcının ışığı yanar…)

ANLATICI:

Topraklarımızın baharı, emperyalistler için çelişkilerin yoğunlaştığı andı.
Bölgede 1700’lerin ortalarına gelindiğinde iki büyük devlet vardır; Biri Rus çarlığı, diğeri ise Osmanlı İmparatorluğu’dur… Bu demektir ki, çelişkinin getirdiği bir sonuç olarak savaş kaçınılmazdır. Savaşın da kaçınılmaz olarak ittifakları olacaktır. İki büyük devletin çakıştığı bir nokta olan Kafkasya sorunu artık gündeme gelmiştir. Çatışmaların ardından ilk barış antlaşması imzalanır. 1774 baharında Tuna kıyısındaki Küçük Kaynarca kasabasında diplomasinin yenilgisine uğrar Osmanlı. Sonuçlar açıktır. Savaş tazminatı ödemeye mahkum edilen Osmanlı, aynı zamanda sınırları içinde yaşayan Ortodokslar ile Eflak ve Boğdan’ın himaye hakkını Ruslar’a vermiş olur. Sadece bu mu? Artık Ruslar, Karadeniz’de savaş ve ticaret gemilerini yüzdürebileceklerdir. Yine bu antlaşma ile Osmanlı Devleti küçük fakat askeri bakımdan önemli olan Kırım’ı kaybetmiş oluyordu. Bu antlaşmanın sonuçlarının en önemlisi ise, artık, Osmanlının iç işlerine karışabilmenin önü açılmıştır.

(Anlatıcının ışığı söner… Sağ lokal yanar…)

OYUNCU:

Bu gelen ilk savaş değil.
Çok savaş oldu bundan önce.
Bittiği gün en son savaş
bir yanda yenilenler vardı gene,

(Orta lokal yanar… Oyuncular; yenilenleri gösterir… Hemen orta lokal ışık söner…)

bir yanda yenenler vardı.

(Orta lokal yanar… Oyuncular; yenenleri gösterir… Hemen orta lokal ışık söner…)

Yenilenlerin yanında
kırılıyordu halk açlıktan.

(Orta lokal yanar… Oyuncular; açlığı gösterir…)

yenenlerin yanında
halk açlıktan kırılıyordu.

(Sağ ve Ortadaki lokal ışık söner … Anlatıcının ışığı yanar…)

ANLATICI:

Yenenler ve yenilenlerin olduğu bu savaşlarda, her iki tarafın halkı için değişmeyen bir sonuç oluyordu hep. O da açlık. Açlıkla yoğrulmuş bir insanlık tarihinin getirdiği önemli bir gelişme olur Avrupa’da. Fransa’da, bir üretim biçiminin başka bir üretim biçimine dönüşmesi ve aşağıdan yukarıya gelen Burjuva sınıfının ayak sesleri duyulur.

1789’da tarih sahnesine çıkan burjuvazi, aristokrasiyi devirebilecek maddi zemini hazırlamış, aristokrasinin bir kesimi ile ittifakını kurmuş ve asıl gücü, yani emekçi halkı arkasına almıştır. Burjuva diktatörlüğü, dayandığı gücü ise 1848’de karşısına alarak, sözde “eşitliği”, “kardeşliği”, “özgürlüğü” simgeleyen üç renkli bayrağını Paris sokaklarında katlettiği 3000 emekçinin kanıyla kızıla boyamıştır. Burjuva diktatörlüğü devrimi öldürür. Burjuvaziyle birlikte toplumsal, sınıfsal uzlaşmaya vararak ortak iktidar kurabileceği gibi bir romantik tavra kapılan emekçiler, bu romantik tavırlarıyla, haritaların yeniden düzenleneceği bir ulusallaşma bilincinin de önünü açan tarihi kanlarıyla yazarlar. Bu süreç kaçınılmaz olarak yaşadığımız bölgeyi ve tüm dünyayı etkileyen bir dönemdir. Fransız burjuva aydınlanmacıların yarattığı etki, Osmanlı’da III. Selim’de, Rus Çarlığın’da Katerina’nın ve sonrasının tarihsel zorunluluğu haline gelecektir…

(Anlatıcının ışığı söner… Orta lokal yanar… Oyuncular makinalaşmış işçileri gösterir…

Makina sesi durur…)

OYUNCULAR:

Okumuş bir işçi soruyor;
Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?
Kitaplar yalnız kralların adını yazar.
Yoksa kayaları taşıyan krallar mı ?

(Makineleşmiş işçiler ve makine sesi… Ardından makine sesleri durur…)

Bir de Babil varmış boyuna yıkılan,
kim yapmış Babil’i her seferinde?
Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar
altınlar içinde yüzen Lima’nın
Ne oldular dersin duvarcılar Cin Seddi bitince?

(Makinalaşmış işçiler ve makine sesi… Ardından makine sesleri durur…)

Yüce Roma’da zafer anıtı ne kadar çok!
Kimlerdir acaba bu anıtları dikenler?
Sezar kimleri yendi de kazandı bu zaferleri?
Yok muydu saraylardan başka oturacak yer
dillere destan olmuş koca Bizans’ta?
Atlantik’te, o masallar ülkesinde bile,
boğulurken insanlar
uluyan denizde bir gece yarısı,
bağırıp imdat istedilerdi kölelerinden.

(Makineleşmiş işçiler ve makine sesi… Ardından makine sesleri durur…)

Hindistan’ı nasıl aldıydı tüysüz İskender?
Tek başına mı aldıydı orayı?
Nasıl yendiydi Galyalılar’ı Sezar?
E bir ahçı olsun yok muydu yanında?
İspanyalı Filip ağladı derler
batınca tekmil filosu.
Ondan başkası ağlamadı mı?
Yedi yıl Savaşı’nı II. Frederik kazanmış?
Yok muydu ondan başka kazanan?

(Makineleşmiş işçiler ve makine sesi… Ardından makine sesleri durur…)

Kitapların her sayfasında bir zafer yazılı.
Ama pişiren kimler zafer aşını?
Her adımda fırt demiş fırlamış bir büyük adam.
Ama ödeyen kimler harcanan paraları?

(Makineleşmiş işçiler ve makine sesi… Ardından makine sesleri durur…)

İşte bir sürü olay sana
Ve bir sürü soru.

(Makineleşmiş işçiler ve makine sesi… Ardından makina sesleri durur…)

ANLATICI:

Tarihi yaşamları ile yazan emekçiler, kitapların tozlu sayfalarında sadece rakamlarla ifade edilen bir yığın olarak algılanmışlardır hep. Burjuvazi de tarih sahnesine çıkışında, emekçilerin üstüne basmış ama, yaşanan tarihi her zaman olduğu gibi salt kendi egemenliğini anlatan bir dille kurmuştur. Bu dil, burjuvazinin savunduğu bir üretim biçimi olan kapitalizmin dilidir. Kapitalizm Batı’da aşağıdan yukarıya gelişmiş, Doğu’da ise yukarıdan aşağıya dayatılmıştır. Çünkü Batı’nın en ileri “uygarlık” olduğu düşüncesi, bütünüyle Doğu’daki egemen sınıfları hep batılılaşma programlarına bağlamıştır. Batı’nın sınıfsal, siyasal ve tarihsel gelişimindeki farklılıklara rağmen, Doğu halklarının kendi gerçekliğinin üstüne zorla dayatılan bu sözde uygarlaşma misyonu, özellikle Fransız burjuva devrimi sonrasında Doğu halklarının sahte gerçekliği olacaktır. İşte emperyalistlerin politikaları bu sahte gerçeklik üstünde yuvalanır. Bu sahte gerçeklik, 1800’lü yılların ortalarına gelindiğinde “Şark Meselesi” diye bir politik kavramlaştırmayla tanımlanır. “Şark Meselesi”, emperyalist Batı’nın, diplomasi yoluyla Osmanlının bölüşülmesi, ortadan kaldırılması çabalarının yarattığı meseledir.

Mustafa Suphi 1918 senesinde Yeni Dünya gazetesinde yazdığı bir yazıda bakın 1850 ve sonrasını nasıl değerlendiriyor…

(Anlatıcının ışığı söner… Sinevizyonda M. Suphi’nin portresi üstüne bir oyuncunun sesinden yazıyı dinleriz…)

M. SUPHİ:

1852 senesi Kanunusani’sinin dokuzunda Grandüşes Helena’nın Omersa sarayında verilen bir müsamerede, bütün Rus milletlerinin azametli çarı I. Nikolay, İngiliz Elçisi Sir George Hamilton’a alçak ve gizli bir sesle şöyle diyordu:

“Kollarımızın üstünde hasta, pek hasta bir adam var; fikrimi gizlemeksizin söylemek isterim ki, şu günlerin birinde bu adamı lüzumlu tedbirler ittihaz olunmadan kaybetmemiz büyük bir betbahtlıktır.”

Bu hasta adam Türkiye idi. Bir zamanlar sınıfi teşkilatları, sınai terakkiyatları, askerlikteki hüner ve şecaatları ile Asya ve Avrupa ve Afrika’dan büyük bir kısmı avuçları içine almış olan Osmanlılar, Osmanlı Türkleri idi. Rus Çarları İslam süngüsünü nasıl Şarkta Altay dağlarına kadar uzatmak, Türk-Tatar memleketlerini, Kırgız-Kalmuk steplerini, Türkistan’ı Buhara’yı geçerek ta Mongol hudutlarına ve Kitay denizlerine varmak istedilerse, Cenuptan da bütün Balkan ve Anadolu yarımadalarını Moskof Sapokları çizmeleri altına alıp, İstanbul hisarlarına dayanmak, Kafkas yoluyla, Kürdistan ve Ermenistan, Mezopotamya, Basra Körfezi’ne yani bir yandan Akdeniz’e diğer yandan da Hind denizlerine akmak emelini takip ediyorlardı.

Rus çarları I. Petro’dan II. Nikolay’a kadar şu cihangirlik davasını ve hususiyle “Çarigrad”ı zaptedip padişahlar padişahı olmak hayalini görmüşler, Rus siyasileri, imparatorları ise programlarını şu istila ideası ile süslemişlerdir. Filvaki Rus fütühatçıları son üç asır zarfında şark-ı şimalideki bütün Müslüman-Türk milletlerini kılıçları kuvvetine ramettikleri gibi cenupta kalan biricik Müslüman-Osmanlı memleket ve hükümetini de ortadan kaldırmak için her çareye müracaat etmişlerdir. Silahın yetişemediği yerde diplomasiyaya, diplomasiyanın işlemediği yerde silaha yapışarak bu son İslam memleketini tahribe çalışmışlardır. Avrupa ile Asya arasında dünyanın en zengin toprak ve suları ile tabiatın en sihirkar güzellikleri içinde yayılıp giden ceğaneği memleketlerinin çarpışmasına sebep olmuş, Rus emperyalistlerinin ise asırlar yaşayan ümit ve hayalleri bir türlü tahakkuk edemeyerek I. Nikolay’ın intizarları boşa çıkmıştır. Hasta adamın marazı müzmin bir mahiyet alarak Avrupa’nın siyasi hekimleri buna Şark Meselesi adını vermişlerdir.

Şark Meselesi işte Türkiye’nin birdenbire değil, fakat tedricen kuvvetlerini, kanatlarını keserek bitirilmesine, taksim olunmasına ait meşhur muadele facialı dram. Eski Rusya bu dramın en mühim aktörü, Almanya ve Avusturya da dahil olduğu halde bütün Avrupa devletleri bu facialı oyunda, Deli Petro’nun varisleri ile kolkola yaşıyor ve fakat zaman zaman birbirlerinden ayrılıp bir diğer grupta yine birleşiyorlar; Türkiye topraklarında yaşayan muhtelif Hıristiyan milletlerinin haklarını müdafaa ve himaye vesilesi ile dahili işlere katışıp Müslüman ve Hıristiyan milletlerini birbirlerine kırdırıyor, küçük milletlerin istiklalini temin maskesi altında üzerlerine kocaman parçalar koparıyorlar…”

(Sinevizyon durur… Anlatıcının ışığı yanar…)

ANLATICI:

Kırım Savaşı’nın sürecinde İngiltere’yle ittifaka giren Osmanlı, İngiltere’nin aynı zamanda Ruslarla girdiği gizli ittifaktan habersiz kendi bitişini hem savaş esnasında, hem de bu savaşın gittiği bir sonuç olan Paris Antlaşmasında görür. Çünkü bu dönem içinde, savaş giderleri olarak Londra ve Paris’teki iki finans-kapital grubundan alınan 3 milyon sterlinlik borç, savaş sırasında boşalan devlet hazinesinin yerli sermayeye borçlanmasına rağmen kapatılması mümkün olmayan bir rakamdır. Kurnaz Batılı finans-kapitalin İngiliz-Fransız kalesi, Türkiye’nin bütün gelir kaynaklarına davul zurna çalarak sahip çıkmak için Slav barbarlığını koçbaşı gibi kullanmıştır. Doğu Avrupa’nın bütün imparatorluklarını -Çar Rusya’sını, Avusturya kayzerliğini, Osmanlı sultanlığını birbirine düşürmüşler ve 1854 Kırım Savaşı’nı dışarıdan içeriye sokmuşlardır.

(Anlatıcının ışığı söner… Orta lokal yanar…)

OYUNCU:

Geliyorlar Taranta-Babu,
seni öldürmeye geliyorlar.
Karnını deşip
bağırsaklarının
kumun üstünde aç yılanlar gibi kıvrandıklarını
görmeye geliyorlar.
Seni öldürmeye geliyorlar Taranta-Babu,
seni
ve keçilerini.
Oysa ki, ne onlar seni tanır
ne onları sen..
Ve ne keçilerin atlamıştır
Onların çitlerinden.
Geliyorlar Taranta-Babu.
Kimi Napoli’den
Tirol’den kimi.
Kimi doyulmamış bir bakıştan
yumuşak
ve sıcak
bir elden kimi…
Onları ordu ordu
tabur tabur
bölük bölük
fakat teker teker
düğüne götürür gibi
üç denizden aşırıp
ölüme getirdi gemiler..
Geliyorlar Taranta-Babu,
geliyorlar içinden bir yangın alevinin.
Ve bayraklarını dikip
samandan damına
senin toprak evinin,
gelenler
geri dönseler bile eğer,
kanlı kesik sağ kolunu Somali’de bırakan
Torinolu tornacı artık
çelik çubukları ipek gibi öremeyecek…
Ve kör gözleriyle bir daha
Sicilyalı balıkçı
denizlerin ışığını göremeyecek.
Geliyorlar Taranta-Babu.
Bu ölmeye ve öldürmeye gönderilenler
kanlı sargılarına birer birer
teneke haçlar takıp döndükleri gün,
Büyük ve adil Roma’da
hisse senetleriyle aksiyonlar yükselecek,
ve gidenlerin ardından
yeni efendilerimiz
ölülerimizi soymaya gelecek..

ANLATICI :

Bir dönem Paris elçiliği yapmış olan ve II. Mahmud’un sağ kolu da diyebileceğimiz Mustafa Reşid Paşa’nın görüşlerinin hakim olduğu Tanzimat Fermanının ilanından bu yana geçen süre içinde Osmanlı kendi doğusunda yaşadığı her sorunda Batılı devletlerle daha fazla yakınlaşmıştır. Zaten Avrupa’nın siyasi haritasının belirlendiği Viyana Kongresi’nden bu yana, Osmanlı’nın bir Doğu Sorunu olarak görülmesi ve Emperyalist Avrupa’nın Osmanlıyı dışarıda bırakan tutumu, Tanzimat Fermanı’yla Osmanlı’yı Avrupa’ya göre tanzim eden bir politikaya doğru götürmüştür. Osmanlı bu dönemde ne kadar Avrupalı bir olgu olduğunu söylese de, Emperyalist Batı için yatalaklaşmış bir imparatorluk, çözülmesi gereken bir Şark Meselesi’dir. Avrupa için çözüm, Osmanlı’nın parçalanarak haritaların yeniden düzenlenmesidir.

Osmanlı bu karışıklığı yaşarken, Avrupa’da ve özellikle Paris’te yaşanan 1871 Komünarlarının etkilerini Osmanlılarda görebiliyoruz…

(Sinevizyon girer… Görüntüler ve görüntülerin üstüne şu sözler seslendirilir…)

OYUNCU:

1871 Paris Komünü’nün Osmanlı aydınları üstünde ilginç bir etkisi vardır. Bu etkiye örnek olarak üç olay gösterilebilir. Birincisi, İlki Yeni Osmanlılar adıyla bilinen İttifak-ı Hamiyyet’in kurucularının en gençleri olan Mehmet, Reşat ve Nuri Beylerin Paris’te Prusya ordusuna karşı Paris savunmasına katılmaları ve komün süresince komüncülerle birlikte savaşmalarıdır. İkincisi ise, sözünü ettiğimiz delikanlıların ikisi, Reşat ve Nuri Bey’le, Dersaadet’te ibret gazetesini çıkaran Namık Kemal’in komünü savunan görüşlerinin bulunmasıdır. Üçüncüsü ise, başyazarlığını Namık Kemal’in yaptığı, yazarlar arasında üç Komünar delikanlıdan Mehmet ve Reşat Bey ile Tevfik Bey’in bulunduğu İbret gazetesinde Komün’ü açıkça savunan yazılar yayınlamalarıdır.

Ancak çok geçmeden 7 Haziran 1871 tarihli sayıda, Reşat Bey imzalı “Devaire -i Belediye Taraftarını” başlıklı yazıda Komünarlar’ın “Komünist” ile karıştırılması düzeltilmiştir. Bu tutum değişikliğini ve sonrasını Reşat Bey, komün olayına bakıştaki tarafsız tutumuna vurgu yaparak değiştirir. Delil olarak da ne Paris Komünü’ne ne de Versailles’lılara düşmanlık beslenmiyor ifadesinden başka, “Komün İhtilali”nde Avrupa’da bulunduğunu ve orada araştırmacı ve gözlemci olduğunu ileri sürer. Mart 1871’de ise olanları anlattıktan sonra, özellikle vurgu yaparak Komün’ü ve Komünarları komünizmden ayırmaya çalışır.

Osmanlı aydınındaki bir diğer ilgi ise, yükselen sosyalizm mücadelesini ve Sosyalist Enternasyonal’i yansıtmasıdır. Avrupa’daki sosyalist mücadeleye ilk zamanlar uyanan ilginin önünün kesilişi, kulaktan kulağa yayılan mülk ve kadın ortaklığı uydurması olmuştur. 1864’de ve 1888 yıllarında toplanan Enternasyonal kongrelerini Osmanlı basınının bir çoğu “fesat cemiyeti” diye tanımlar. Bilimsel sosyalizmin yaratıcısı Karl Marks için Osmanlı Basını, ya “eşkiyanın kumandanı Karl Marks denilen pehlivan” ya da “amale sınıfının kralı” olduğunu söyleyen Kral Markıs diye bir adam çıkmış” diye yazar. Osmanlı aydınları içinde, Dağarcık adlı dergiyi çıkaran Ahmet Mithat Efendi ise, Sosyalist Enternasyonal yanlısı bir yazı yayınlar. Otuz milyonu aşkın taraftarının Avrupa’yı titrettiğini belirten yazar, Sosyalist Entarnasyonal’in mantığını kendine göre şöyle izah eder:

OYUNCU:

“Bakınız bu cemiyet ne diyor? Diyor ki: Ben kunduracıyım. Size bir çift potin yapacağım. Siz de o potini giyip ve baloya gidip raksedeceksiniz ki orada bir gecelik zevkiniz için beş on altın sarfetmeyi çok görmüyor musunuz? Halbuki bu bir çift potin için bana yirmi Frankı zorla veriyorsunuz. Ne olur bana yirmi Frank yerine yirmibeş frank verseniz ne kaybetmiş olursunuz? Ben size yaptığım kunduradan kazandığım para ile beş altı nüfustan mürekkep çoluğuma çocuğuma ancak kuru ekmek yedirebiliyorum. Etin yüzünü haftada bir görüyorum. Siz ise has ekmeği dahi beğenmiyorsunuz da zimiçka yiyorsunuz. Dana eti, koyun eti midenize ağır geldiğinden keklik ve bıldırcın eti yiyorsunuz. Reva mıdır ki sizin medeni cemiyetinizin ben dahi lazımlı bir adam olduğum halde kan kusup gideyim? Toplumumuzda kunduracının olmamasını ve yalınayak gezmeyi ister misiniz?”

(Sinevizyon durur… Ortaya lokal ışık yanar…)

OYUNCULAR:
Topraktan ateşten ve denizden
doğanların
en mükemmeli doğacak bizden…
ve insan ellerini
korkmadan
düşünmeden
birbirlerinin ellerine bırakarak
yıldızlara bakarak:
“Yaşamak ne güzel şey!”
diyecekler;
bir insan gözü gibi derin
bir salkım üzüm gibi serin
bir ferah
bir rahat
bir işitilmemiş şarkı söyleyecekler..Hiçbir ağaç
böyle harikulade bir yemiş vermemiş
olacaktır.
Ve en vadedici
bir yaz gecesi bile
böyle sesler
böyle inanılmaz renklerle
sabaha ermemiş olacaktır..
Topraktan
ateşten
ve denizden
doğanların
en mükemmeli doğacak bizden…

(Ortaya yanan lokal söner… Anlatıcının ışığı yanar…)

ANLATICI:

Avrupa’da tarih sahnesine çıkan burjuva devrimlerinin etkisinde kalan Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin tanınmış üyeleri, Mustafa Fazıl Paşa’nın desteğiyle gittikleri Paris’te gördükleri anayasalı yönetim biçiminin Osmanlı Devleti’nde uygulamasının yapılabilmesi için harekete geçmişlerdir. Osmanlı’nın iç işlerine rahatlıkla karışabilen Batılı devletler, Meşruti bir idareye geçilmesi için zorlamalarını, Osmanlının içte ve dışta yaşadığı karışıklıkların yarattığı zayıflamadan yararlanarak sürdürür. Avrupa’dan dönen Yeni Osmanlılar, Midhat Paşa ve Süleyman Paşa gibi devlet adamlarını da yanlarına alarak Sultan Abdülaziz’i indirip yerine V. Murad’ı tahta çıkarırlar. V. Murad’ın akıl hastası olduğu ortaya çıkınca yerine anayasalı bir yönetime ikna edilen II. Abdülhamit getirilir. II. Abdülhamit verdiği sözü tutar ve sadrazam yaptığı Midhat Paşa’nın hazırladığı 1876 anayasasını yürürlüğe koyar. İlan edilen bu I. Meşrutiyet’ten sonra Osmanlı parlementosu kurulur ve Mebûsân Meclisi üyeleri işbaşına gelir. İngilizlerden örnek alınan uygulamalarla işletilmeye çalışılan meclis, Osmanlı-Rus savaşını sebep gösteren II. Abdülhamit tarafından 1878 tarihinde kapatılır. Böylelikle anayasaya dayalı yönetim biçimi kısa sürmüş ve I. Meşrutiyet dönemi bitmiştir…

(Anlatıcının ışığı söner… Müzik girer… Müzisyenlerin ışığı yanar…)

BİR OĞUL BÜYÜTMELİSİN

Zulüm ejderha olsa da
Telli duvaklı yurdumda
Bir oğul büyütmelisin
Kavgada yiğit olmalı
Gün gelip yol kenarında
Kızıl gül açmış alnında
Bulursan yıkılmayasın
Gözyaşında hınç olmalı
Düşen birdir bilmelisin
Bin oğlun var sevmelisin
Yarın bizim yılmayasın
Yüreğinde güç olmalı
Yarin yanağından gayrı
Paylaşmak için herşeyi
Söylediğimiz türkülerde
Senin de sesin olmalı

(Müzisyenlerin ışığı söner ve anlatıcının ışığı yanar…)

ANLATICI:

M.Suphi (1882-1921)

Tarih 9 Temmuz 1882. Trabzon Vilayeti’ne bağlı Giresun Kazası’nda Mustafa Suphi dünyaya gelir. Babası Mevlevizâde Saadetlü Ali Rıza Efendi’dir. Annesi ise Samsun eşrafından Belediye Reisi Halil Hilmi Efendi’nin kızı Memnune Hanım’dır. Ailece asıl memleketleri Samsun’dur.

Babasının memur olmasından dolayı ilk öğrenimini Kudüs ve Şam’da, orta öğrenimini ise Erzurum’da yapan Mustafa Suphi, İstanbul’da Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra İstanbul Hukuk Mektebi’ne girmiş ve 1906 yılında iyi derece ile mezun olmuştur. Bu okulu bitiren Mustafa Suphi, bir süre memuriyet hayatına atılır ve “Şûrâ-yi Devlet Mülkiye Dairesi”nde kalem memurluğu yapar, ardından, Paris’e siyasal bilgiler okumak için gider. Paris, Osmanlı devletinde reform isteyen Türklerin yoğun olarak bulunduğu bir kenttir. Yeni Osmanlılar adlı cemiyetin tüm politik hattının merkezi haline gelmiştir bu Avrupa kenti.

(Anlatıcının ışığı söner… Sinevizyon girer…)

OYUNCU:

Yeni Osmanlılar, Mustafa Fazıl Paşa’nın yayınladığı bir mektupta kullandığı

Jöntürk adını kullanmaya başlamışlardır. Jöntürk adı Osmanlı İmparatorluğu’nda değişiklik isteyen herkesin kullandığı bir tanımlama olur. Özellikle Harbiye, Mülkiye ve Askeri Tıbbiye öğrencileri arasında fazlasıyla taraftar bulmuştur bu cemiyet. Kısa süren 1. Meşrutiyet’in yarattığı rahatsızlık, yeni örgütlenmelerle büyüyen bir muhalefete dönüşmeye başlar. 3 Haziran 1889’da İstanbul Demirkapı’da bugünkü adıyla Sirkeci’de, Askeri Tıbbiye mektebinde İttihad-ı Osmani adıyla bir cemiyet kurulur. Bu cemiyet kısa zamanda ülke çapında geniş bir örgütlenme yaratır. Fransız ihtilalinin etkileri, Osmanlı öğrenci gençliğinde yeni bir Osmanlı arayışını başlatan itici güç olmuştur. Sözünü ettiğimiz cemiyetin en önemli şubesi ise Paris’teki şubesidir. Bu muhalefetin temel hedefi, I. Meşrutiyet’teki anayasalı yönetim biçimini tekrar hayata geçirmektir.

Bu faaliyetlerin sürdüğü dönem, tarihte İstibdat Devri olarak tanımlanmıştır. II. Abdülhamit’in baskılarını arttırdığı dönemdir. Jöntürkler kendi içlerinde yoğun çelişkiler yaşarlar. Fikir ayrılıklarının fazlasıyla bulunuşu, II. Abdülhamit’in işine yarar ve Abdülhamit bu rahatsız kitleyi bölmeyi başarır. Jöntürkler’in Paris’te yaptıkları 1902 Kongresi’nde bölünen cemiyetin bir bölümü Terakki ve İttihad Cemiyeti’ni, diğer bir bölüm ise Teşebbüs-i şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti’ni kurarlar. Bu iki grup arasında mücadele sürerken, 1906 yılı Eylül ayında, Selanik’te, 3. Ordu subayları tarafından “Osmanlı Hürriyet Cemiyeti” kurulur. Ordu içinde hızla çoğalan cemiyet taraftarları, kısa sürede gizli bir güç halini alır. Gizlice Selanik’e gelen Terakki ve İttihad Cemiyeti temsilcileri ile Osmanlı Hürriyet Cemiyeti temsilcileri birleşmeyi sağlarlar. Sağlanan birliğin adı yine Terakki ve İttihad, yani, ilerleme ve birliktir.

1907 yılında sağlanan bu birlik ve hedefler bir yana, 9 Haziran 1908 sabahı Reval’de biraraya gelen İngiltere Kralı VII. Edward ile Rus Çarı Nikola, Rumeli’nin paylaşılmasını görüşürler. Kral ve Çarın imzaladıkları Mürszteg Anlaşması’nı şereflerine hakaret sayan subaylar harekete geçerek, Rumeli’de II. Meşrutiyet’i ilan ederler. Böylelikle 23 Temmuz 1908 II. Abdülhamit için bir yenilgi olur. 1908, Rusya’daki 1905 ve 1907 tarihlerinde yaşananlarla büyük bir parelellik gösterir. 1908’in devrim olup olmadığı tartışmaları hala daha sürerken, değişmeyecek bir tek sonuç vardır; o da devletin sınıfsal niteliğinde bir farklılık olmaz. Reform ve devrim kavramlarının birbirinden farklılık gösteren tanımlarına bakıldığında bu tartışmanın safları belli olacaktır.

1908 seçimlerini kazanan İttihad ve Terakki, Avrupa’daki burjuva devrimlerini örnek alsa da, orada olduğu gibi aşağıdan yukarıya yükselen bir milli burjuva sınıfı bulamaz. Ordu kökenlilerden oluşan İttihad ve Terakki mensupları, milli sermaye yaratmaya çalışsalar da, kendilerini destekleyen ve kendilerinin de desteklediği Nemlizade ve Avundukzadeler’i bulabilirler ancak. Milli burjuva sınıfının bulunmayışı, milli sermayeye dayalı bir ulusal burjuva devriminin yapılabilmesini ne kadar olanaklı kılabilir? 1908 seçimlerini kazanmış olan İttihadçılar, 1911 seçimlerinde bir oy farkla İngilizci Hürriyet ve İtilaf, yani özgürlük ve dayanışma Fırkası’nın adayına seçimleri kapatırlar. 1912 seçimleri İttihad ve Terakki’nin baskısıyla tekrar yapılır ve İttihadcılar ezici çoğunlukla kazanırlar ama meclis feshedilir.

(Sinevizyon durur… Anlatıcının ışığı yanar…)

ANLATICI:

II. Meşrutiyet’in yaşandığı yıllarda Mustafa Suphi Paris’te Siyasal Bilgiler okumaktadır. Mustafa Suphi bu okulda “Türkiye’de itibari zirai teşkilatının hal ve istikbali” konusunda bitirme tezi verir. 30 Haziran 1910 yılında mezun olan Suphi’nin bitirme tezi, Fransız ekonomik çevrelerinde ilgi toplamış ve 1911’de Fransa’nın “Cenup İtibar-i Zirai Kongresi’nde dahi okunmuş, ardından “Roma Milletlerarası Ziraat Enstitüsü’nde tekrar okunarak yayına alınmıştır. Mustafa Suphi iyi bir eğitim almış ve ekonomik meseleler üstüne başarılı çalışmalar yapabilecek düzeye gelmiştir.

II. Meşrutiyet’in olduğu 1908 yıllarında, bazıları Suphi’nin sosyalist olduğuna dair iddialarda bulunmuşlardır. Bu iddiaların kimi; Suphi’nin Paris’te iken II. Enternasyonal’in İcra Teşkilatı ile ilişkiye girerek, Türkiye seksiyonunda çalıştığını söylemekte, kimi de; II. Enternasyonal’in Milletlerarası Sosyalist Bürosu’na bağlı olduğunu yazmaktadır. Oysa ki Mustafa Suphi 1910-1911 yıllarına kadar İttihadçılar’dan etkilenmekte ve Türkçü eğilimler taşımaktadır. Fransa’dan döndüğünde Tanin, Servet-i Fünûn ve Hak gazetelerinde yazılar yazar. Ayrıca Ticaret Mektebi’nde “Malûmat-ı Ticariye “muallimliğine tayin edilmiş, bunun yanında “Yüksek Muallim Mektebi” ve “Mekteb-i Sultani” de iktisat dersleri vermiştir.

1912 yılına gelindiğinde ise, Mustafa Suphi Osmanlıcı olan İttihadçılar’ın karşısında yer alır. Bu yıllarda, Ahmet Ferit Tek ve Osmanlıcılığın, bilhassa Tanzimat dönemini ciddi bir biçimde eleştirmesi ile tanınan Yusuf Akçura’nın kurduğu “Milli Meşrutiyet Fırkası”na katılır Mustafa Suphi. Açıktan açığa “Türkçülük “yapan ilk siyasi parti olma özelliğini gösteren bu Fırka’nın “İfham” adlı gazetesini çıkarır ve yazı işleri müdürlüğünü yapar. İttihatçılar Osmanlıcı tutumlarını ancak 1916 yılında yaptıkları kongrede değiştirip, Türkçü ve milliyetçi görüşü savunmaya başlarlar ki bu da ayrı bir tartışma konusudur.

1912 yılında İttihatçılarla mücadelesi başlayan Mustafa Suphi’nin, Haziran 1913’de Mahmud Şevket Paşa’ya yapılan bir suikast sonucu öldürülmesi üzerine, İstanbul’da başlayan tutuklamalardan payına düşeni alması kaçınılmaz olmuştur. İfham gazetesinde çıkan bir yazı, bu suikastle ilgili görülmüş ve sahibi Ahmet Ferit Tek ve sorumlu müdürü Mustafa Suphi cezaya çarptırılmamışsa da, resmi vazifelerinden tecrid edilerek diğer muhalifler ile birlikte Sinop’a sürgün edilmişlerdir. İttihat ve Terakki Hükümeti’nin kendilerine muhalefet yapan bütün kesimleri bu suikast vesilesi ile tasfiyeye yönelmesi süreci başlatan işaret olur.

Mustafa Suphi bu konuyla ilgili olarak yıllar sonra, Moskava’da iken bu konuya ilişkin olarak şunları yazar;

(Anlatıcının ışığı söner… Sinevizyon girer…)

OYUNCU:

İstanbul’da İttihatçılara karşı muhalefet güçleniyordu. Böyle bir zamanda İttihatçılar Nazım Paşa taraftarlarının umumiyetle Mahmut Şevket Paşa ve arkadaşlarına suikast tertibinde bulunduklarını haber aldılar. Suikastı düzenleyecek olanların arasına ajan sokmayı başardılar.

Suikast Mahmud Şevket Paşa ile Talat, Enver, Câvid, Cemallerin aynı gün ve saatte katledilmeleri için düzenlenmişti. İttihatçılar bunu pek iyi bildiler. Ve fırsattan istifade ile memlekette terör devri açmak ve intihapları bu sayede istedikleri gibi yaparak hükümet sandalyelerini her ne de olsa terketmemek siyasetini takip ettiler. Muayyen aynı gün ve saatte Mahmud Şevket Paşa öldürüldü. Şu kadar ki bu zaman da, ne Talat, ne Cavid yerlerinde yoktu. İş biçare Mahmut Şevket’in katledilmesiyle sonuçlandı. İstanbul’da ve vilayette ne kadar muhalif partiler varsa, genç ve ihtiyar, liberal veya muhafazakâr, sosyalist veya kapitalist farksız surette toplanıp hapsolundular. Sonra bu siyasi esirler yer yer memleketin her tarafına sürüldüler.

Şimdi de ikide bir de her tarafa ve her neviden muhalif Türk politikacılarına karşı Mahmud Şevket Paşa’nın katledilmesinden söz eden İttihatçılar ne vaziyette kalıyor? Yaptığı pisliği örtmek için çabalayan kediler gibi küllü ocakları eşelemeye lüzum yok. Bu hususta Mahmut Şevket Paşa’nın hatunu ve kayınbiraderi, Kapu ağası olaya şahiddirler. Katledilmesinden üç gün önce Mahmud Şevket Paşa aleyhinde İttihatçıların bir tertibi olduğunu bunlar bizzat hissetmişler ve olaydan sonra feryad-ı figan ile gerçeği yakınlarına anlatmışlardır. İttihatçılar böylece fikirlerine bazan itiraz eden Mahmut Şevket Paşa’yı muhaliflerine öldürtmüşler ve bu vasıta ile memleketteki bütün muhalif fırka teşkilatları ortadan kaldırarak, Türkiye’ye hakim olmuşlardı”.

(Sinevizyon durur… Anlatıcının ışığı yanar…)

ANLATICI:

Mustafa Suphi düştüğü bu durumdan dolayı sürgündeki hayatını böyle geçirirken bir ara İstanbul’a geri gönderilmişse de, daha sonra yeniden Sinop’a sürülmüştür. Suphi’nin ikinci sürülüşünden sonra buradan kaçmak için çalışmalar yaptığı bilinmektedir. Sinop’tan Rusya’ya kaçmak için 7-8 arkadaşı ile hazırlıklar yapar Suphi. Kaçış için kendilerine bazı kayıkçılar yardım edecektir. Denize açıldıktan sonra ise Rusya’ya gidiş için bir gemiye binilecektir. Ancak bu kaçış sırasında bir çok aksilik olmuş ve nihayet bir tekneyi silah tehdidiyle Sivastopol yakınlarına gitmeye zorlamışlar ve sahile çıkarak Rus makamlarına teslim olmuşlardır.

Anlatıcının ışığı söner… Müzisyenlerin ışığı yanar… Şarkının hızlandığı yerde sahne ışığı yanar, oyuncular temsili tekne ile kaçışı canlandırırlar… Şarkı bitimine doğru ışık söner… Şarkı bittiğinde Grup Yorum’un da ışığı söner… Baston sesleri duyulur orta lokal yanar…

KARADENİZ

Karadeniz yine yelin savrulur
Nazlı yardan kara haber mi geldi?
Kuşluk vakti gün geceye devrilir
Yoksa yardan kara haber mi geldi?
Kucağında yakamozlar serili
Sularında dalgaların dürülü
Ne susarsın dağların var sıralı
Yoksa yardan kara haber mi geldi?
Duman vurmuş kemençenin yayına
Haramiler el uzatmış aşına
Tütününe, fındığına, çayına
Ne susarsın çağır can yoldaşını
Dağlar başına…

(Müzisyenlerin ışığı söner… Orta lokal ışık yanar…)

OYUNCU:

“Esrar!
Tevekkül!
Kısmet!
Kafes, han, kervan
şadırvan!
Gümüş tepsilerde rakseden sultan!
Mihrace, padişah,
binbir yaşında bir şah,
minarelerden sallanıyor sedef nalınlar,
burunları kınalı kadınlar
ayaklarıyla gergef dokuyor.
Rüzgarlarda yeşil sakallı imamlar ezan okuyor!”
İşte frenk şairinin gördüğü şark!
İşte
dakikada 1.000.000 basılan
kitapların
şarkı!
Lakin
ne dün
ne bugün
ne yarın
böyle bir şark
yoktu,
olmayacak!
Şark
üstünde çıplak
esirlerin
aç geberdiği toprak!
Şarklıdan başka herkesin
orta malı olan memleket!
Açlığın kıtlıktan öldüğü diyar!
Ağzına kadar
buğday dolu ambar!
Avrupa’nın ambarı!
Asya!
Amerikan diretnotlarının tel direklerine
senin Çinlilerin
uzun saçlarından
sarı mumlar gibi asıyorlar kendilerini!
Himalayanın
en yüksek
en dik
en karlı tepesinde
Britanya zabitleri cazbant çaldırıyorlar,
kara tırnaklı ayaklarını daldırıyorlar,
Paryaların
beyaz dişli ölülerini attığı Ganja.
Anadolu baştan başa
Armistrongun
talim meydanı oldu.
Asya’nın bağrı doldu.
Şark
yutmayacak
artık.
Bıktık be bıktık.
İçinizden biri
can verebilse bile
açlıktan olan öküzümüze,
burjuvaysa eğer
gözükmesin gözümüze.
Hatta sen
sen Piyor Loti.
Sarı muşamba derilerimizden
birbirimize
geçen
tifüsün biti
senden daha yakındır bize
Fransız zabiti.
Fransız zabiti sen,
o üzüm gözlü Azadeyi
bir orospudan
daha çabuk unuttun.
kalbimize diktiğin
Azadenin taşını
bir tahta hedef gibi topa tuttun.
Bilmeyenler
bilsin:
sen bir şarlatandan başka bir şey değilsin.
Şarlatan!…
Çürük Fransız kumaşlarını
yüzde beş yüz ihtikarla şarka satan
Piyer Loti!
Ne domuz bir burjuvaymışsın meğer..
Maddeden ayrı bir ruha inansaydım eğer
Şarkın kurtulduğu gün
senin ruhunu
köprü başında çarmıha gerer
karşısında cıgara içerdim.
Ben elimi size verdim.
Size verdik biz elimizi
kucaklayın bizi
Avrupa’nın san-külotları..
Sürelim yan yana bindiğimiz al atları.
Menzil yakın.
Bakın
kurtuluş günü artık sayılı.
Önümüzde şarkın gelecek inkılâp yılı
bize kanlı mendilini sallıyor.
Al atlarımız
emperyalizmin göbeğini nallıyor.

(Orta lokal söner… Anlatıcının ışığı yanar…)

ANLATICI:

24 Mayıs 1914’te Sinop’tan kaçarak, 29 Mayıs’ta Balaklava’ya çıkan Suphi ve arkadaşları, daha sonra oradan da hareket ederek Sivastopol’a geçmişlerdir. Mustafa Suphi Sinop’taki sürgün hayatından kaçarak Avrupa’ya gitmemiş ve doğuya açılmıştır. Sivastopol’da Kırım Türkleri tarafından büyük bir coşkuyla karşılanırlar. Kafkasya’ya gelen Mustafa Suphi’nin asıl hedefi burada bir gazete çıkarmak ve İttihat ve Terakki hükümetine karşı muhalefetini sürdürmektir. 1914 başlarında Kırım’dan hareket ederek 23 Temmuz’da Bakü’ye ulaşan Suphi, burada henüz bir gazete çıkarmayı başaramasa da çıkmakta olan İkbal ve Basiret gazetelerinde yazılar yazmaya başlamıştır. Özellikle bu döneminde patlak veren I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’na ilişkin olarak görüşlerini yazılarında dile getirir. Oluşmuş olan iki tarafın, yani İttifak Devletleri ve İtilaf Devletleri ikileminin ortaya çıkardığı paylaşım savaşına tavrı net olur Suphi’nin. Türkiye’nin bu Avrupa muharebesine karışmamasını dile getiren Suphi; “..Türkiye’nin en büyük menfaati, rahat ve asayiş ile tarlasında, dükkanında, ocağında çalışmasıdır. Şimdi Türkler için devletçe fütuhat kapısı kapanmış ve milletçe teşkilat yolu açılmıştır.” der.

Mustafa Suphi için bu savaş, Türkiye’yi çok büyük tehlikelere sokacaktır. Özellikle Balkanlar’daki sorunun Türkiye’yi doğrudan bu savaşın içine sokacağını düşünür. Bu arada yazdığı yazılarda Osmanlı Devleti’nin hazinesinin geldiği durum ve borçları hakkında değerlendirmeler yapar.

Bakü’de İkbal gazetesinde sürekli yazıları çıkan Mustafa Suphi’nin, 9 Ağustos 1914’te, Basiret gazetesinde yazdığı bir makalede, önceki makalelerinde yaptığı değerlendirmeyi, yani Türkiye’nin savaşa girecek bir siyaset izleyemeyeceği görüşünü değiştirerek şüphelerini dile getirir. Çünkü Bakü gazetelerinde çıkan bazı haberler Türkiye’nin harbe girebileceği, İttihat ve Terakki Hükümeti’ndeki bazı şahsiyetlerin Türkiye’yi bir maceraya sürükleyebileceği yönündedir. Aynı zamanda Suphi, İstanbul gazetelerinde Rusya ile harbe taraftar yazıların dikkati çektiğini belirtir.

Olaylar büyük bir hızla gelişmektedir. Osmanlı İmaparatorluğu, savaşlar, ayaklanmalar ve kapitülasyonlar yüzünden II. Meşrutiyet devrinde yeteri kadar gelişememiş ve Avrupa’nın ayaklarının dibine düşmüştür. Avrupa’daki çatışmanın geldiği nokta ve Osmanlı topraklarına yönelik emperyalist heveslerin karşısında hükümet, çıkışı, Fransa’dan alınacak borçta, büyük devletlerin bir blokuna katılmakta görmüştür. İttifak arayışlarına giren Osmanlı, İngiliz ve Fransızları yoklamış, ancak, bu tarafın Osmanlı ile anlaşmaya varmayacağını anlamıştır. Bunun üzerine geriye bir tek Almanlar kalmış ve 2 Ağustosta gizli Osmanlı-Alman İttifak anlaşması imzalanmıştır. Ne tesadüftür ki bir gün önce Almanlar, Ruslara savaş ilan etmiştir.

Almanlarla yapılan bu gizli anlaşmayı bilenler Sadrazam Sait Halim Paşa, Harbiye Nazırı Enver Paşa, Mebusan Meclisi Reisi Halil ve Dahiliye Nazırı Talat Paşa’dır. Bu gizliliğe rağmen, Osmanlı’daki siyasal yönelimler çeşitli ipuçları vermektedir. Ruslara yenilen Almanların korkusu Berlin’e doğru ilerlemek isteyen Rus ordularıdır. Tarihin bu anında Osmanlı Ruslara karşı bir koçbaşı gibi kullanılacaktır. Mustafa Suphi bu süreci çok yakından takip ederek olanlara cevaplar bulmaya çalışır. Bu durumda Suphi Osmanlının iç politikasını ve dış politikasını anlamaya çalışır.

(Anlatıcının ışığı söner… Sinevizyon girer…)

OYUNCU:

Mustafa Suphi, gizli anlaşmadan haberdar olmasa da Almanya’dan yana net tavır koyan Osmanlının durumu için şunları söylüyor:

“Türk gazetelerinden bir kısmının bu vadedeki (savaş taraflısı) neşriyatı bir cihetten Alman acentalarının bir veya diğer türlü teşvikatına atıf olunsa da, esas itibarıyla memlekette ve hususiyle hükümet ricalı arasında faaliyette bulunan bir harp ceryanının aksi olduğunda şüphe edilemez. Bunun hilafını ecnebi matbuat ve ecnebi siyâsiyûna karşı iddia ve ispat güç bir iştir.”

Mustafa Suphi sözü sonra Enver Paşa’ya getirerek şunları söyler:

“Türkiye’nin genç Harbiye Nazırı Damat-ı Hazret-i Şehr-yârî Enver Paşa’ya meçhul bir şahıs tarafından atılan bir el silah ile İstanbul muhiti sarsılıyor. Bu suikastten salimen kurtulan Enver Paşa, şimdi genç, faal ve rivayete göre Alman saff-ı harbinde Ruslarla çarpışmaya taraftar bir harbiye nazırı, fakat aynı zamanda Gençtürk hükümetinin kolu, kuvveti ve nihayet Türkiye’deki hürriyet ve meşrutiyet mefhumlarının mübdi ve mümessilidir. Şimdi Enver Paşa’ya karşı vâki olan taarruzun mahiyeti nedir?”

M. Suphi, iç politika dengelerinin dış politikadaki dengelerle olan ilişkisinin çözümlemelerini yapmaya çalışmaktadır. Osmanlı Hükümeti içindeki İngilizciler ve Almancılar diye tanımlanabilecek eğilimlerin bulunması, aslında Osmanlıyı I. emperyalist paylaşım savaşına iten güç olmuş ve bu savaşta Türkiye toprakları paylaşımın ve çelişkinin temelini oluşturmuştur. M. Suphi bu süreçte henüz bir sosyalist olmasa da samimi bir yurtsever olarak, Türkiye’nin tarafsızlığının gerekliliğine işaret etmiştir. Türkiye’de siyasi açıdan sıkışan Suphi, samimi bir yurtsever olarak Kafkasya’ya bir “Türklük Fırkası”kurmaya gitmiş, ancak, Almanların Ruslarla girdiği savaş yüzünden, Türkiye için bir Kafkasya cephesinin açılmasıyla savaşın ortasında kalacaktır. Suphi yazdığı makalesinde gelmekte olan savaşa ilişkin olarak endişesini şöyle dile getirir:

“Avrupa büyük bir buhran içinde çalkalanırken Türkiye’nin de yüreğinde böyle ateşler yanmakta ve yakılmaktadır. Ve ittifak ve ihtilafın azim kitleleri arasında çarpışmak için değil, hatta hudutlarında beklemek ve bir taraflığı temin etmek için Türkiye’nin elbirliğine ihtiyacı vardır. Onun için ben bu hakikatleri alnımı kaldırarak yüksek sesle söylüyorum. Genç Türk hükümeti bilmelidir ki, en büyük kuvveti kendine mensup efrat arasında-velevki müteassıb ve cahil mahiyette olsun -mevcut birliktir. Ve bila -istisna bütün Türkler ve Osmanlılar da hatırdan çıkarmamalıdırlar ki, istiklallerini muhafaza edebilecek en büyük kuvvet: Tehlike karşısında ki elbirlikleri, yürek birlikleridir. Türkiye böyle ta yüreğinden hasta oldukça, bir veya diğer devlet kucağında ani bir sekte ile düşüp kalmasından korkarım.”

Nitekim M. Suphi’nin beklediği tehlike olan savaş hali hemen gündeme gelmiştir. 2 Kasım 1914’te Ruslarla savaşa Almanlar sayesinde girilir. İlk cephe Kafkasya cephesidir. 3 Kasımda İngiliz donanmasının Çanakkale’yi bombardımana tutması bir başka cepheyi açmıştır. 22 Aralık’ta ise Kafkasya’da Sarıkamış kış taarruzu ile karşı koymaya çalışan Enver Paşa, Ruslar karşısında yenilgiye uğrar. Böylece Anadolu halkı, Mustafa Suphi’nin deyimiyle yeni bir maceraya sürüklenir.

(Sinevizyon durur… Müzisyenlerin ışığı yanar…)

KARAYILAN

Atına binmiş elinde dizgin
Girdiği cephede hiç olmaz bozgun
Çeteler içinde Yılan’ın azgın
Vurun Antepliler namus günüdür.
Maraş’tan çıktığımda girdim Bahçe’ye
Vatan satılır mı?
Bizim iller dönmüş M’ola bahçeye
Davran beyim davran kafir zor geldi.
Samsaktep önüne hücum ettirdi
Çok babayiğitler telef ettirdi
Mollaya orada giyip ettirdi
Dağlarım aslana yılan vuruldu.
Karayılan der ki harbe oturak
Kilis yollarından kelle getirek
Nerde düşman varsa orda bitirek
Vurun Antepliler namus günüdür.

(Müzisyenlerin ışığı söner ve anlatıcının ışığı yanar…)

ANLATICI:

Ruslarla savaş sırasında Kafkasya’da esir düşen Türk askerlerinin durumuyla ilgilenmek için Bakü’den Batum’a geçen M. Suphi, bütün Türk vatandaşlarının tutuklanması kararı üzerine yakalanarak tutuklanır. Düşman ülkenin vatandaşı olması nedeniyle Kaluga’ya gönderilir. Kaluga’da her türlü işte çalıştırılan Türk savaş esirleri sayısı fazladır. M. Suphi Kaluga Valiliği’ne dilekçe vererek durumunu anlatmaya çalışır. Ancak Kaluga Valisi, M. Suphi’nin isteklerini kabul etmeyerek, 9 Eylül 1915’te Petersburg’dan gelen emirle tüm Türk esirlerini ve M. Suphi’yi Ural’a gönderir. Ural’da Türk askeri esirleriyle birlikte fabrikalarda çalışmaya başlayan Suphi, Bolşeviklerle ilk ilişkiyi burada kurar. İşte Mustafa Suphi’nin Marksizm ile tanışması ve sosyalist olmaya başlaması bu dönem içinde olmuştur. 1915 yılı içinde sosyalizm ile tanışan Suphi, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’ne katılır.

(Anlatıcının ışığı söner… Her taraf karanlıktır… Oyuncular karanlık içinde mumlarla sahne önüne kadar gelip sahne önüne mumları dizerler… Bu sahne sadece mumların ışığında oynanır…)

OYUNCULAR:

-Delikanlım!..
İyi bak yıldızlara,
onları belki bir daha göremezsin.
Belki bir daha
yıldızların ışığında
kollarını ufuklar gibi açıp geremezsin ..
Delikanlım!..
Senin kafanın içi
yıldızlı karanlıklar
kadar
güzel, korkunç, kudretli ve iyidir.
Yıldızlar ve senin kafan
kâinatın en mükemmel şeyidir.
Delikanlım!..
Sen ki, ya bir köşe başında
kan sızarak kaşından
gebereceksin,
ya da bir darağacında can vereceksin,
iyi bak yıldızlara
onları göremezsin belki bir daha…
Delikanlım!..
belki beni anladın,
belki anlamadın.
Kesiyorum sözümü.

(Oyuncular eğilir ve önlerindeki mumları üfleyerek söndürürler. Mumları alıp sahneden çıkarlar… Anlatıcının ışığı yanar…)

ANLATICI:

Mustafa Suphi’nin Bolşeviklerle tanışıp Marksizmi benimsemesinden sonra, tüm faaliyetlerini sosyalist bir militan olarak yürütmeye başlar. Sultan Galiyev’in tabiriyle “Sovyet Hükümeti”ne yandaşlığını sunan ilk Türk olmuştur. 1917 yılı sıfırın altında 40 dereceyi bulan soğuklar ve yiyecek sıkıntıları içinde gelir Rusya’dan. Türkiye topraklarında da durum farklı değildir. Emperyalist Paylaşım Savaşının getirdikleri ve sömürü düzeninin tüm bölgedeki emekçi halklara yüklediği sorunlar halkların sabrını taşırmıştır. Ve beklenen haber Rusya’da Lenin’in işaretiyle gelir…

(Anlatıcının ışığı söner… Sinevizyon girer… Ekim Devrimi görüntüleri…)

I. OYUNCU:

Bin dokuz yüz on yedi
ikinciteşrin yedi…
Yumuşak ve derin
sesiyle Lenin:
“Dün erkendi, yarın geç
zaman tamam bugün”, dedi..
Yağlı çarklılarla yağlı işçiler:
“Bugün!” dedi.
Ölümü açlıktan öldüren siper:
“Bugün!” dedi.
Ağır
çelik
kara
toplarıyla AVRORA:
“Bugün!” dedi,
“Bugün!” dedi..
Artık ne kışlık sarayda
sarhoş eteklerin ipekli sesi
Ne paskalya çanlarında deli duası çarın,
ne Sibirya yollarında zincir iniltisi…
Artık
votka kadehlerinde ıslanmayacak
sarı sarkık bıyıkları pameşçiklerin.
Kara toprağın üstünde bir avuç kan gibi
yanmayacak,
bakır sakalları
açlıktan ölen mujiklerin.
Artık
karamayacaktır karlı sokaklar
kara bir rüzgar gibi geçen
Çarın kazaklarından.
Sarkmayacaktır işçi kadınların
kanlı saçları:
kara kalpaklı kazakların mızraklarından.
Yandı kanatları iki başlı kara kartalın,
düştü yere,
öldü.
Buzlu Baltık denizinin kıyısında
bir pencere örtüldü.
açıldı bir pencere…
Bin dokuz yüz on yedi
ikinciteşrin yedi…

II. OYUNCU:

Ekin Devrimi’nin Doğu’da yarattığı dalga müslüman halklar üstünde de etkisini gösterir. Özellikle Anadolu bu gelişmeden fazlasıyla etkilenmiştir. Bir örnek verecek olursak; Türk Hal İştirakiyyun Fırkası’nın yayın organında yayınlanan, Lenin’in Alem-i İslama hitaben neşrettiği beyanname münasebetiyle; Erzurumlu Nâzım Nazmi’nin yazdığı “Yoldaş Lenin”e adlı şiir örnek gösterilebilir…

I. OYUNCU:

“Sizin, diyor büyük Lenin, sizin büyük dininiz
On üç asır evvel bize bu dersleri vermiştir
Muhallefat bırakmayan ancak sizin pîriniz,
Zaman bunu Muhammed’in gül bağından dermiştir”.
Tarih bize halifeler gösteriyor gömleksiz
İşte sana zenbil ören Ebubekr’in fıkrası
İşte sana Ömer’lerin yamalıklı hırkası
İşte sana yüz binlerce emek çeken yemeksiz.
Yine sözü verdim ona yine Lenin başladı:
“Mesleğimiz bizim diyor çalmak değil çalışmak,
Çalmaksızın insan gibi yaşamaya alışmak;
Bu büyük nur sizin büyük dininizle başladı.”
Yalnız o mu? Bizim dinde yalnız o mu var?
Hayvanları bile sevin, kurdu, kuşu koruyun,
İnsaniyet için hatta dağda taşta çürüyün
Diyen bir din için yalnız çalışmaktan ne çıkar?..
Yine Lenin Avrupa’yı göstererek yan gözle:
“Şunlar sizi yandırmadan, ey şerefli bir dinin
Temiz kalpli evlatları! Siz onları yandırın..
Ve elinde Şerefli bir kızıl bayrak son sözle:
“Gelin, gelin şuna diyor şu kırmızı ve yeşil
Bayrakların birleşmesi canı cana katacak,
Yeryüzünden eski yeni zulümleri atacak..”
Fakat eyvah, bin yazıklar, yüzbin feryat milyon veyl.
Silkinip de uyanırsın hak yolunu tanırsan
Eski yeşil bayrağını omuzuna alırsan
Mazlum olan yükselecek, zalim olan düşecek
Bütün Asya emperyalizm üzerine üşecek..
Şu büyük yol, şu mukaddes büyük yolda bir düşün
Gaip edip acıyacak, sızlayacak neyin var?
İzmirlerden Bursalardan elbet oldun haberdar
Baş belası bundan sonra senin beş on kuruşun…
Hangi büyük fabrikandan, hangi büyük servetten
Olamaz da hak yolundan şeytan gibi kaçarsın.
Emperyalizm ifritine zulüm yolu açarsın.
Güzel düşün al payını bu tarihi fırsattan.
Hak yolunu mazlumlara küşat eden şu bayrak,
Leninler’in değil bedbaht, senin, ancak senindir,
Zalimleri hak yoluna sokmak senin dinindir
Lenin’lerden pek çok evvel sana vermiş onu Hak.

(Sinevizyon durur… Anlatıcının ışığı yanar…)

ANLATICI:

Ekim Devrimi ve ardından onun doğal sonucu olan Sovyetler Birliği Hükümeti, Osmanlının içinde olduğu savaşa büyük destek sunar. Zaten Çanakkale’de verilen savaşın sonuçları, Sovyet Hükümeti açısından da önemli olmuştur. Bu sırada Mustafa Suphi 1918 Şubatında Moskova’ya gelmiş ve burada Müslüman Komiserliği ile temastan sonra oradaki Mollanur Vahitov, Şerif Manatov, Alimcan İbrahimov gibi Müslüman komünistlerle anlaşarak sosyalist propaganda yapabilmek için harekete geçmiştir. Mustafa Suphi Şerif Manatov’la görüşmesinde, İslam Komiserliği nezdinde bir Türk şubesi tesis ederek gazete çıkarabilmesinin mümkün olup olmadığını sormuştur. Durum Milli İşler Komiseri Stalin’e bildirilmiş ve onun da onayı alınarak “Yeni Dünya”adında Osmanlı Türkçesi’nde bir gazete çıkarmayı kararlaştırmışlardır.

3 Mart 1918 senesinde Osmanlı Devleti, Almanya, Avusturya, Macaristan, Bulgaristan ve Rusya arasında Brest-Litovsk Antlaşması imzalanır. Antlaşma gereği adı geçen tüm ülkeler barış içinde yaşamayı kabul ederler. Yeni Dünya gazetesi bu antlaşmadan sonra devreye girer.

(Anlatıcının ışığı söner… Sinevizyon girer… Yeni Dünya Gazetesinden görüntüler…)

OYUNCU:

Yeni Dünya gazetesinin ilk sayısı 27 Nisan 1918’de çıkar. Gazetenin başında “Moskova’da Merkez Müslüman Sosyalistler Komitesi”nin Naşir-i Efkarı olduğu yazılıdır. Arap harfleriyle haftada bir defa yayınlanacaktır. Yeni Dünya’nın sol tarafında ise Rusça olarak “Noviy Mir”, yani Yeni Dünya yazılıdır. Gazetenin fiyatı 3 kapek, adresi ise Moskova, Kremlevskaya Naberajnaya, Dom No 9’dur. Mustafa Suphi gazeteyi idare eden ve baş muharriridir. Gazetenin ilk yedi sayısı “Merkez Müslüman Sosyalistleri Komitesi”nin Türkçe Naşir-i Efkarı başlığıyla çıkarken, sekizinci sayıdan itibaren Türk Sosyalist Komünistleri Naşir-i Efkarı olarak yayına devam eder. Daha sonra ise, Bolşevik Partisi’nin Türk Teşkilatı’nın Organı olduğu şeklinde yazılmıştır. Böylelikle Türk komünistlerinin bu tarihte artık teşkilatlanmaya başladığı açıkça ortaya çıkmaktadır.

(Sinevizyon durur… Anlatıcının ışığı yanar…)

ANLATICI:

Brest-Litovsk Antlaşmasından sonra, Moskova’ya gelen Osmanlı Elçisi Galip Kemali Bey’in karşısında Yeni Dünya Gazetesi’ni bulması, Osmanlı Hükümeti’nde büyük bir rahatsızlık doğurur. Osmanlı Hükümeti, Sovyet Hükümeti’ne bir nota vererek bu yayının muhalefetinin Brest-Litovsk Antlaşması’nın 2. Madde’sine aykırı olduğunu belirtir. Sovyet Dışişleri Komiseri Yardımcısı Karahan ise, bu uyarıya karşılık olarak Müslüman sosyalistlerin görüşlerini değiştirmek ya da dile getirmelerini önlemek bizce olanaksızdır” der.

Osmanlı kendisini sert eleştiren bu yayının durdurulması için ne kadar uğraşsa da başaramaz. Sadece yayınına bir aya kadar ara veren Yeni Dünya gazetesi, bu arayı sadece M. Suphi’nin Kazan kentine gitmesinden dolayı vermiştir. Mustafa Suphi çıkan Yeni Dünya gazetesinin ardından Kazan kentine, Türk Sosyal Komünistleri Hareketi’nin örgütlenme sürecinin ciddi bir başlangıcı için gitmiştir. Mücadeleyi örgütlemek ve Türklerle ilişki kurup bir Türk sosyalistleri Konferansına kadar giden bir süreç başlamıştır artık. Bu konferans 18 Haziran 1918’de Kazan’daki Varşova Oteli’nde toplanır. Toplantının sonucunda, Türk Sosyalistlerinin genel bir kongresinin yapılması ve bu kongre hazırlıklarını yürütecek 5 kişilik bir kurul seçilmesine karar verilmiştir. Nitekim 22 Temmuz 1918’de Moskova’da konferans toplanır ve teşkilatlanma süreci başlatılır.

Bu arada 31 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesiyle Osmanlı Devleti savaştan çekilir. Artık Osmanlının kollarının kesilmeye çalışılması diplomasiyle, yani ardı ardına gelen Antlaşmalarla yapılacaktır. Emperyalist Paylaşım Savaşı tüm dünya emekçi halklarına büyük bedeller ödettiği gibi Anadolu halkına da belki de daha ağır bedeller ödetmiştir. Biz şu anda bu bedelleri ve savaşın yansımalarını anlata anlata bitiremeyiz. Bunun dışında daha lirik bir örnek vermek istiyoruz. Lirikten kastım, savaşın halkımıza ve halkımızın türkülerine yansımasıdır. Bu türkülerden biri, Çanakkale’de yaşananları sevdiğine anlatan bir ozanın sesidir. Ozan sevdiğine türküsünde şöyle sesleniyor: “Denizin dibinde demirden evler Hatçem” diyor. Denizin dibinde olduğunu söylediği demirden evler, aslında ilk defa gördüğü denizaltılardır. İsterseniz şimdi savaşın ilginç bir yansıması olan bu türküyü dinleyelim.

(Anlatıcının ışığı söner… Müzisyenlerin ışığı yanar…)

DENİZİN DİBİNDE

Denizin dibinde Hatçem
Demirden evler
Ak gerdan üstünde anam
çiftedir benler
O gınalı parmaklarda
O beyaz eller
Yolcuyu yolundan anam
Eğleyen dilber
Dalga dalga dalga dalgalanıyor
Hatçamı görenler sevdalanıyor.
Yüce dağ başında Hatçam
Ekin ekilmez
Yağmur yağmayınca anam
Kökü sökülmez
Ellerin köyünde Hatçam
Kahır çekilmez
Doldur ağuları içelim Hatçam

ANLATICI:

Mustafa Suphi bu tarihlerde, çok yoğun bir şekilde teşkilatlanma faaliyetlerini yürütmektedir. Türk askeri esirleri arasında çalışmalar yapılıyor. Esir Türklerden bir askeri bölük kuruluyor. Bu bölük Kazan’ın savunmasında savaşıyor. Yine bu tarihlerde Enternasyonal Alay’a bağlı bir Türk birliği daha kuruluyor. Rusya’da o yıllarda 60.000 savaş esiri ile 100.000 civarında Türk işçisi olduğu tahmin edilmektedir. 5 Kasım 1918’de Moskova’da I. Müslüman Komünistler Kurultayı toplanıyor. M. Suphi’nin de katıldığı bu kurultayda başkanlığı Sultan Galiyev yapıyor.

Mustafa Suphi ve teşkilatı, 22 Ocak 1919’da, Kırım’a gelmiştir. Kırım Bolşevikler açısından kritik bir noktadır. Çünkü Çarcı Ruslar, bağımsızlık isteyen Ukraynalılar ve Bolşevikler arasında mücadeleler devam etmekte, ayrıca Fransız ve İngiliz Donanmaları da Kırım’ı tehdit altında tutmaktadır. Tüm bu olumsuzluklar içinde Mustafa Suphi ve arkadaşları, buradaki Kırım Türkleri arasında propaganda yapmak için Kırım’a gönderilmiştir. Kırım’da gizli teşkilatlanma başarılır ve kısa süre içinde bir konferans organize edilir.

Türkiye Komünist Teşkilatı’nın Kırım’da çalışmaları sürerken, İngiliz ve Fransız Donanmaları tarafından desteklenen Denikin kuvvetleri Kırım’ı tekrar ele geçirirler. Mustafa Suphi ve ekibi 23 Nisan 1919’da Odesa’ya kaçmak zorunda kalırlar. Çalışmalarına Odesa’da devam eden Mustafa Suphi ve arkadaşları, burada 3. Enternasyonal’in şubesi ile teşrik-i mesaide bulunurlar. Enternasyonalin manifestini bastırarak Anadolu’ya bir ekiple beraber yollarlar. Ayrıca, Türkiye İşçi ve Köylü Komünist Teşkilatı imzalı bir çok bildiri hazırlanarak gizlice Türkiye’ye gönderirler. Bu bildirilerden birinde şöyle seslenilmektedir.

(Anlatıcının ışığı söner… Sinevizyon devreye girer…)

OYUNCU:

“Türk askerine ve Türkiye’nin Mazlum işçi ve köylülerine,
Hemşehri!
Kendini gösterecek son saat çaldı.
Çünkü bıçağı gırtlağa sapladılar.

Geçen dört yıllık kanlı, karanlık savaşta verdiğin milyonlarca kurban yetmiyormuş gibi, şimdi de memleketini bütün Türkiye’yi ve Anadolu’yu, üstünde işlediğin küçük tarlaya varıncaya kadar, Avrupa canavarları aralarında bölüşüyor, kendilerine mal ediyorlar. Fransa, İngiltere ve bunların yardakçısı, Amerikan, Yunan gibi yeryüzünde menfaaten, altından başka ne hak, ne hakikat, hiçbir şeyi tanımayan ve insanlık namına hiçbir şeyi temsil etmeyen devletler, bütün Türkiye ve Anadolu’daki askerlerin silahlarını, eski martinili tüfenklere ve altı patlar revolverlere varıncaya kadar toplanmasını emir ediyorlar. Bununla da Türk işçi ve köylüsünü, talancı Avrupa emperyalistlerine karşı hakkını müdafaadan aciz bir kadın veya bir çocuk haline getirmek istiyorlar.

Bunlar Türkiye topraklarını kendilerine mahsus bir çiftlik, bu topraklar üzerinde yaşayan mazlum işçi ve köylüyü ise kendilerine mahsus bir çiftlik, bu topraklar üzerinde yaşayan mazlum işçi ve köylüyü ise kendileri için kul-köle haline getirebilecekler mi?

Şüphesiz ki hayır, onlar bu hasis ve murdar muradlarına kavuşamayacaklar. Çünkü bir kere fakir ve mazlum fakat hak ve adaleti, şeref ve namusunu müdafaa için her biri bir aslan parçası olan Türkiye’nin cesur askeri, kahraman işçi ve köylüsü bu alçakça harekete karşı koyacak, kendi toprağından kendisi için zindanlar yapılmasına, kendi gözleri önünde evlâd ü ıyâlinin basmacı Frenk bezirganlarına esir ve hizmetkar olmasına asla razı olmayacaktır.”

(Sinevizyon durur… Anlatıcının ışığı yanar…)

ANLATICI:

Görüldüğü gibi Mustafa Kemal henüz Anadolu’ya geçmemişken, Türk komünistleri Anadolu’da faaliyete geçmişlerdir. Ayrıca İstanbul’da 1919 yılında, iki bin işçi delegenin katıldığı bir parti kongresinde Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası kurulur. İlk kongresinde genel sekreterliğine Şefik Hüsnü getirilir. Kurulan bu parti, düşman işgali altındaki İstanbul’da, işçi sınıfını bilinçlendirme ve örgütlendirme görevini üstlenir. 1919 yılı çok hareketli bir yıl olur. Mart ayı başlarında, 3. Enternasyonal’in 1. Kongresi Kremlin Sarayında açılır. Mustafa Suphi’de 3.Enternasyonal’e katılmıştır. Bu Enternasyonalde Lenin’in Proleterya Diktatörlüğü ve Burjuva Demokrasisi hakkındaki tezleri kabul edilir. Gelinen bu noktada Mustafa Suphi Anadolu’ya geçebilmenin yollarını aramaktadır. Önce Kırım’a gelmiş ve oradan Anadolu’ya geçemeyeceğini anlayınca, yeniden Moskova’ya dönmüştür. Bu arada da Türkiye topraklarında Milli Müdafaa başlatılmıştır. Sovyet liderleri Türkiye’deki bu gidişata olumlu bakmışlardır. Mustafa Suphi’nin kendisi de bu durumu bir olumluluk olarak değerlendirir.

Yine 1919 yılı Enternasyonal de tüm dünya emekçilerine çağrıda bulunulmuş ve emekçi halk ile Alman Genelkurmayı arasındaki başlayan sivil savaşın zirveye varan yükselişi duyulur. Sovyet liderlerinin fazlasıyla ümit bağkadığı Avrupa proleteryasının Almanya’daki komünistleri hareketlenmiştir. Belki de tüm umutların gerçekleşebileceği sesleri duyulmaya başlamıştır…

(Anlatıcının ışığı söner… Strop-light devreye girer ve oyuncular Almanya’yı canlandırırlar…

Gerilim veren ritmik bir müzik…)

OYUNCULAR:

Sesler geliyor günbatısından
sesler…
Koynunda güneşin kaybolduğu zindan
aydınlanacak mı?
Bekleyelim mi?
Bekleyebilir miyiz?
Biz
gündoğusunun milyonlarla milyonu
bekliyoruz bunu…
Sesler geliyor günbatısından
sesler…
Biz
çıplak ayaklı Hindistan’ın açlığını
esmer gözlerinde bir alev gibi taşıyanlar.
Biz
sarı yüzlerinden gözleri bıçak yarası gibi bakan
kavga meydanlarında kellesini koparıp
kocaman kanlı sarı bir çiçek gibi bırakan
Çin seddinin kulileri…
Biz
Borneo, Sumatra, Cava köylüleri…
Biz…
Biz güneşin doğduğu yerden haykırıyoruz
mavi gömlekli, mavi gözlü Almanyalılara…
Ve istiyoruz ki olsun naramızın aksisedası
Krup fabrikalarından kopan:
HURRRRA…….
Kurtuluşun kırmızı eli
dolaşıyor üstünde Almanyanın.
Dışarı fırlamak için tepiniyor
amele mahallelerinde tanklar.
Berlin’in caddeleri kulak asıyor yine
Spartaküslerin ayak sesine..
Göbeğinden çatlayacak Avrupa.
Avrupa’nın çatlayacak göbeği…
Çatlayacak
çatlıyor
çatla…
Çabuk olun haydi…
Diyelim:
-…….DI…..
Diyelim milyonlarla milyon ağız birden:
ÇATLADI…..
Söyle Berlin ….
Söyle…
Elleri bombalı mavi gömleklilerin
bekleyecek mi yine?
Unter den Linden caddesinde nöbet?
Alevden bayrakların üstünde
yeniden can bulacak mı Karl Leibknecht?
Avrupa bocalıyor..
Hava fırtınalı
omurga delik
serdümen sarhoş..
Kooooooş…
Dümen başına…
Sesler geliyor günbatısından
sesler….

(Strop-Light söner… Anlatıcının ışığı yanar…)

ANLATICI:

3. Enternasyonal’in 1. Kongresi’nde Sovyet Ekim Devrimi’ni öven M. Suphi, Türkiye emekçileri arasında Sovyet Devrimi’nin güçlendiğine işaret etmiş ve Enternasyonalin görevinin Doğu Halkları arasında “Devrim Ocakları” kurmak olması gerektiği üzerinde durmuştur. Türkiye topraklarının tehlike altında bulunuşu ve Mustafa Kemal’in bu durum karşısında Bolşeviklerden yardım istemesi üzerine, Mustafa Suphi bu durumun çözülebilmesinin yani gerçek bir kurtuluş hareketine yönelebilmenin yollarını aramaya başlamıştır. Anadolu İhtilaline gidebilecek yollardan Karadeniz ve Güneyin kapalı olması nedeniyle, Türkistan, İran veya Kafkasya yoluyla Anadolu’ya gidilmeye karar verilir. Ancak Türkistan’a varınca Hazar denizi kıyılarının yolculuğa uygun olmadığı anlaşılır. Mustafa Suphi Taşkent’te kalır. Arkadaşlarının bir kısmı Kafkasya üzerinden Türkiye’ye gönderilir. Suphi Türkistan’da çalışmalarına devam eder. Hatta Türkistan’da Türkiyeli savaş esirlerinden bir kızıl askeri kıta oluşturulmasının çalışmalarında da bulunmuştur. 1920 senesi Anadolu ihtilali düşüncesi açısından çok sancılı bir yıldır.

Bir yandan Türkiye topraklarındaki eski İttihatçılar, Bolşeviklerden yardım alabilmek için görüşmeleri sürdürmüşler, diğer bir yandan bu ilişkileri yürütebilmek için bir Türk Komünist Fırkası’nın kuruluşuna sahne olur Bakü. Taşkent’te çalışmalarını sürdüren Mustafa Suphi, Azerbaycan’ın Bolşevikleştirilmesi için 27 Mayıs 1920 tarihinde Bakü’ye gelir. Suphi, sözü geçen Bakü’deki Türk Komünist Fırkası ile ilişkiye geçer. Ancak çok geçmeden onların komünist olmadığını fark eder ve İttihatçıları tasviye ederek partiyi ele geçirir. Tasviye esnasında Yakup, Süleyman Nuri, Hilmi gibi gençleri kazandığına vurgu yapar Suphi.

Türkiye topraklarında ise bu bahar günlerinde Yeşil Ordu kurulur. Hatta Çerkez Ethem bu orduyla Düzce ve Bolu’daki isyanları bastırmıştır. Bolşevik hareketi Türkiye topraklarında Yeşil Ordu adıyla ortaya çıkmıştır. Tarih sanki bir geri sayım gibi büyük bir hızla akmaya başlamıştır. Haziran ayı içinde Mustafa Suphi Mustafa Kemal’le mektuplaşır. Mektubunda gizli Türk Halk İştirakiyyun Fırkası’nın Anadolu’da savaşa girebilecek durumda olduğunu bildirir. Aslında bu bilgi Anadolu’da farklı hesapları olanları ürküten ve Mustafa Suphi’nin Anadolu’daki gücüne işaret eden, aynı zamanda Çerkez Ethem’in Yeşil Ordusuyla doğrudan bağlantılı bir hareketin izini ortaya çıkarır. Nitekim Mustafa Kemal Yeşil Ordu’nun tasviyesine girişmiştir. Örgütçü önder Mustafa Suphi, Anadolu’da bir sosyalist ihtilalin, emperyalizme karşı verilecek savaşta en önemli silah olduğunu anlamış bir Türk sosyalistidir. Şimdi sözü, 1920’nin Mayıs ayında, işçi bayramı münasebetiyle Müslüman işçilere yaptığı konuşmasıyla Mustafa Suphi’ye bırakalım…

(Anlatıcı kenara çekilir… Kürsüden oyuncu (M.Suphi) konuşmasını yapar.)

OYUNCU:

7-MAYIS BAYRAMI MÜNASEBETİYLE

MÜSLÜMAN İŞÇİLERE KONUŞMA

Bütün dünyadaki mazlum insanların bekledikleri mesut gün, bütün dünyadaki mazlum halkların bahtını birbirine bağlayan büyük bayram!

Bugün Rusya’nın velveledar muhitinde yükselecek zafer şenlikleri, dünyanın her köşesindeki sefil insanların, zavallı işçilerin karanlık hayatlarında ümitli ışıklar, ateşli ihtiraslar yakacaktır. Bugün Rusya yeryüzünde hakkın kuvvete galip geldiği bir memlekettir. Bugün Rusya, bütün dünyanın istibdat kahırları altında ezilen milletlerine el uzatarak alemi insaniyeti birliğe, kardeşliğe davet ediyor.

Yoldaşlar!

Çok kalmadı o bütün insanların kardeşlik bayramına, buna iman ediniz. Sizin gönlünüzde, sizin ruhunuzda çalkalanan deryalara. Avrupa’nın o zalim kuvvetleri, o cansız hisarlar, o demir zırhlar, o altın mihraplar karşı duramaz.

Hisarlar, mihraplar yıkılır, zırhlar delinir, fakat ruh ölmez, yükselir. Bu yükseklikler altında ise zalim aciz kalır. Teslimi nefs eder, mahvolur. Fakat siz ey demir ve mazlum halklar! Hazır mısınız mübarezeye?

Dünyanın saadetini, insanın bahtını zalimlerden kurtarmağa? Kendinize daima bu suali sorunuz. Vicdanınızı dinleyiniz. Düşününüz ki, en büyük zafer günleri, baht ve saadetiniz için hapse, zındana, kana, ateşe ölüme sabrettikleriniz, tarihi vakalar karşısında can verecektir. Düşününüz ki, en şanlı şenlikler öz mukadderatınızı elinize alacağınız günlerde tecelli edecek ve o gün imanı, kahramanlığı, semalara yükseltecek en büyük bayram olacaktır.

Ey dünya, ey dünyanın banisi olan işçiler!

Rusya’nın yaralı sesinde kaynayan bu ruh şadanı, bu insaniyet aleminin vicdanında yaşatacak sizlersiniz. Azadelik yolunda sebatla devam ediniz. İnsaniyet deryasının bugünkü karanlık ufuklarında beynelmilel güneşin zafer ve azametlerle yükselmesine çok kalmadı.

Ey İslam aleminin asırlardan beri ezilmiş esir halkları!

Ey Mısır’da, İran’da, Hindistan’da, Türkistan’da ecnebi boyunduruğunda mahkum olan mazlum kardeşler! Siz de uyanınız! Dinleyiniz, şu şikayet, şu inkılap, şu sürur velvelelerini işitiniz!

Ruhunuzu tırmalayan o mutaassıp, o cahil, zulumkâr karanlıklardan kurtularak şu ümit ve hayat dünyasına koşunuz.
Rusya’daki müslüman kardeşlerinizle ve bütün dünya işçi ve ekinci yoldaşlarınızla bayram ediniz. Çekinmeyiniz, kormayınız!
Sizi esirlikten kurtaracak, size siyasi ve iktisadi hürriyeti verebilecek büyük bayrama katılınız!
Siz de zafer şarkıları söyleyerek beynelmilel kardeşlik ve birlik yolunda ilerlemeye çalışınız.
Kavi inkılap dünyanın her tarafında zafer bulsun. Kavi zalim ve gaddarlar mahvolsun.
Kavi insanları yumruklar altında ezenler, insanlığı ise muhtaçlara sadaka ibaret bilenler ezilsin.
Bırakınız hak ve adalet karşısında bu zalim kâinat titresin!
Müslüman yoldaşlar!
Bütün dünya mazlum işçileri gibi siz de bu ihtilalde bir şey kaybetmeyeceksiniz! Marx’ın dediği gibi, kollarınızı sıkan zincirlerden
başka bir şey kaybetmeyeceksiniz.
Birleşin bütün dünya işçileri!
Birleşiniz müslüman işçiler!

(Anlatıcının ışığı söner… Sinevizyonda M. Suphi’nin portresi üzerinden daktilo vuruşu halinde ve oyuncunun seslendirmesiyle tarihin akışı aktarılır… Fonda müzik vardır…)

OYUNCU:

Tarih 14 Temmuz… Anadolu’da gizli Türkiye Komünist Partisi kuruluyor.

17 Temmuz Bakü’de parti okulu açılıyor…
20 Temmuz… Mir Sultan Galiyev, Mustafa Suphi ve Neriman Nerimanov’a Doğu Halkları Kurultayı’nın yapılacağını bildiriyor…
31 Temmuz Çerkez Ethem, Demirci’de Yunanlılara saldırıyor…
8 Ağustos… Erzurum’da Albayrak dergisini çıkaranlar Kazım Karabekir’e giderek Halk Hükümeti istediklerini bildiriyorlar…
1 Eylül… 1. Doğu Halkları kurultayı 1891 delege ile toplanıyor. Kurultaya 235 Türk delege katılıyor. Mustafa Suphi Başkanlık Divanı’na seçiliyor… Naciye Hanım Kurultay’da bir konuşma yapıyor…

(Müzik ve sinevizyon durur… Anlatıcının ışığı yanar ve Naciye Hanım canlı olarak anlatıcının kürsüsünden konuşmasını yapar…)

OYUNCU:

NACİYE (HANIM) YOLDAŞ/DOĞU KADINLARININ

KURTULUŞU

Doğu’nun kadınlarının şu anda başlattıkları hareket, toplumsal hayat içinde kadının rolünün narin bir bitkinin veya nazik bir taş bebeğin rolünden öteye gidemeyeceğini savunan düşüncesiz feministlerin baktığı gözle dikkate alınmamalıdır; bu hareket şu anda tüm dünyayı boydan boya aşan genel devrimci hareketin önemli ve zorunlu bir sonucu olarak görülmelidir. Doğu’nun kadınları yalnızca bazılarının çoğunlukla sandığı gibi peçesiz sokağa çıkmak hakkını elde etmek için mücadele etmiyorlar. Doğu’nun kadını için, onun bunca yüksek ahlaki ülküsü ile peçe sorunu, en son plandadır. İnsanlığın yarı nüfusunu oluşturan kadınlar eğer erkeklerin rakibi olarak kalırlarsa, eğer onlara hakların eşitliği uygulanmazsa insan toplumunun ilerlemesi elbette ki olanaksızdır; Doğu toplumlarının geri kalmış durumu bunun söz götürmez bir kanıtıdır.

Yoldaşlar, emin olunuz ki toplumsal hayatın yeni biçimlerini gerçekleştirmek için harcayacağınız tüm çabalar ve çekeceğiniz tüm acılar, ne kadar içten olurlarsa olsun tüm istekler, eğer siz eşinize, çalışmalardaki gerçek yardımcınız olması gereken kadına başvurmadığınız takdirde kısır kalacaklardır.

Savaşın yarattığı özel koşulların sonucu olarak Türk kadını türlü toplumsal görevlerin yerine getirilmesine koyulmak için evini ve aile topluluğunu terk etmek zorunda kalmıştır. Fakat Türk kadınlarının savaş sırasında o zamana dek erkeklerin bulundukları yerleri işgal etmeleri ve yük hayvanlarının bile aşamayacağı yolların bulunduğu Anadolu’nun bazı bölgelerinde, kadınların sırtlarında birliklere ayrılan cephane ve gereçleri taşımaları olayı, siyasal ve toplumsal eşitliğe ilişkin bir devrimde kadın tarafından ileriye doğru atılan bir adım olarak nitelendirilmelidir. Kadınların yük hayvanlarının yerini doldurarak toplumsal bir başarı kazandığını ileri sürenlerin kanıtına gelince bu üzerinde durmaya bile değmez. 1908 devriminin başlarında kadınlar lehine bazı gelişmeler olduğunu yadsımıyoruz ama bu, herkesçe bilindiği gibi yetersiz ve öngörülen amaçlara ulaşmakta güçsüz gelişmelerin önemini büyütmemek gerekir. Kadınlar için başkentte ve diğer bazı kentlerde birkaç ilkokulun veya yüksek okulun açılması; kadınlara özgü bir üniversite yaratılması, yapılması gerekenlerin binde birini bile oluşturmaz. Siyaseti zayıfın güçlü tarafından sömürülmesine ve ezilmesine dayanan Türk hükümetinin kadınlar için daha radikal ve önemli ölçülerde kararlar alması zaten beklenemezdi.

Fakat İran’da, Buhara’da, Kivo’da, Türkistan’da, Hindistan’da ve diğer müslüman ülkelerinde kız kardeşlerimizin bizimkinden daha kötü bir durumda olduklarını da biliyoruz. Ama kurbanı olduğumuz haksızlık, geri kalmış ve çöküş içindeki Doğu ülkelerinin de tanık olduğu gibi, cezasız kalmıyor. Şunu bilin ki yoldaşlar kadınlara yapılan kötülük hiçbir zaman cezasız kalmamıştır ve kalmayacaktır.

Doğu Halkları Kurultayının sona ermesi yaklaştığı için Doğu’nun değişik ülkelerindeki kadınların durumunu zaman yokluğundan gözlerinizin önüne seremeyeceğim. Fakat devrimin büyük ilkelerini yurtlarında yayma görevini yüklenmiş olan delege yoldaşlar unutmasınlar ki halklarına mutluluk götürme çabaları kadınların gerçek yardımı olmaksızın kısır kalacaktır. Bütün bu kötülüklere son vermek için sosyalistler sınıfsız bir toplum kurulması gerektiğine inanıyorlar ve bu sonuca erişmek için bütün burjuvalara ve ayrıcalıklı sınıflara karşı yeri doldurulamaz bir savaş sürdürüyorlar. Doğulu devrimci kadınların savaşı daha zor olacaktır. Çünkü onlar ayrıca erkeklerin zorbalığına karşı da savaşıyorlar. Siz Doğulu erkekler eğer geçmişte olduğu gibi kadınların kaderine kayıtsız kalırsanız, emin olun ki ülkelerimizi ve kendinizi büyük bir tehlikeye atıyorsunuz. O zaman biz haklarımızı kazanmak için diğer ezilenlerle birlikte ölümüne bir savaşa girişeceğiz. İşte kısaca kadınların belli başlı hakları:

Eğer kendi özgürlüğünüzü istiyorsanız haklarımıza kulak verin ve bizimle etkin bir işbirliği içine girin:

1) Haklarda tam bir eşitlik.
2) Kadınlar için erkeklerinkiyle aynı ölçülerde genel ya da mesleki eğitim. Bütün meslekler hiç ayrım gözetilmeksizin kadınlara da öğretilmeli ve kadınlar her işletmede çalışabilmeli.
3) Evlilikte kadın ve erkek arasındaki haklarda eşitlik. Çokeşli evliliğin kaldırılması.
4) Kadınların bütün yönetici kadrolara ve bütün yasal işlevlere kısıtlamasız kabul edilmesi.
5) Bütün kent ve kasabalarda kadın haklarının koruyucu kurulların örgütlenmesi.

Bütün bunlar bizim vazgeçilmez haklarımızdır. Bize bütün bu hakları tanıyan ve bize ellerini uzatan devrimciler, bizim kişiliğimizde, kadınlarda, en sadık omuzdaşları bulacaklardır. Hala cehalet içerisinde olabiliriz. Hala aşmak zorunda olduğumuz uçurumlar olabilir, fakat biz korkusuzuz, çünkü biliyoruz ki gün doğumuna erişmek için geceyi aşmak gerekir.

(Naciye Hanım’ın konuşması bitince ışık söner ve tekrar aynı şekilde sinevizyon girer…)

OYUNCU:

Tarih 10 Eylül… Türkiye Komünist Partisi’nin Kuruluş Kongresi toplanır…
13 Eylül… Mustafa Kemal, Mustafa Suphi’ye bir mektup gönderir.
19 Eylül… Mustafa Suphi Kazım Karabekir’e Anadolu’ya geçeceklerini bildirir…
22 Eylül… Rusya’dan Trabzon’a ilk savaş malzemesi gelir…
14 Ekim… Bakü’den Türkiye’ye hareket eden Kızıl Alay, Taşnak Ermenilerinin saldırısına uğrar ve kayıplar verir. Kızıl Alay geri dönmek zorunda kalır…
18 Ekim… Mustafa Kemal sahte Türkiye Komünist Partisi’ni kurar…
Kasım… Mustafa Kemal, Çerkez Ethem’i sahte Türkiye Komünist Partisi’ne davet eder.
Yine Kasım… Mustafa Suphi Mustafa Kemal’e bir mektup yazar…
7 Aralık Ankara’da Türk Halk İştirakiyyun Fırkası kurulur…
Aralık… Mustafa Suphi ve yoldaşları yola çıkmadan önce bir bildiri yayınlarlar…

Bildiride Türkiye işçi, köylü ve askerine seslenilir. Emperyalistlere karşı mücadelede Anadolu’nun işçi, köylü ve askeri Sovyet Rusya etrafında toplanmaya çağırılmış ve Anadolu’nun devrimci ordusuyla Kızıl Ordu elele vererek, bütün şarkı emperyalistlerden kurtarmak için, çalışmaya davet edilmiştir…

19 Aralık… Mustafa Suphi ve yoldaşları Bakü’den ayrılırlar…
Aralık… Mustafa Suphi Mustafa Kemal’e Kars’tan bir telgraf çeker ve niyetlerini samimi bir dille ifade eder…
2 Ocak 1921… Kazım Karabekir Erzurum Valisi’ne çektiği telgrafta Ankara’nın Mustafa Suphi’yi istemediğini bildirir…
11 Ocak… Mustafa Suphi Kazım Karabekir ile Kars’ta bir görüşme yapar…
18 Ocak… Mustafa Kemal Erzurum Valisi Hamit’e planlarınız uygundur diyor.
19 Ocak… Nurettin Paşa, Ankara’da komünist tevkifatını başlatır…
22 Ocak… Çerkez Ethem yenilir…
27 Ocak… Türkiye Büyük Millet Meclisi Londra Konferansı’na çağrılır.

(Müzik durur… Sinevizyonda görüntü sessiz bir şekilde Karadeniz görüntüsüne geçer…

Işıklar açıktır… Sinevizyonda Karadeniz görüntüsü… Sahnede teknede oyuncular… Bağlama açılış yapar…)

OYUNCULAR:

Yıl yine 1920.
Varmıştık 10Eylülüne.
Üç koldan ulaşanlar Bakü eline
dört elle sarılarak ilk kongrede birbirlerine
Türkiye Komünist Partisi’ni kurdular.
ve önder Mustafa Suphi’nin bir uyarısı var
bu parti beşiği kongre kürsüsünden
bugüne bugün kulağa küpe:
-Düşman, diyordu M. Suphi, gaddar, korkak ve kahpe ..
Dün Vilhelm Almanyasına memleketi satanlar
bugün İngilizlere sattılar
yarın da Amerikalılara satacaklardır…

(Müzik geçiş yapar… Bu bölümde ışıklar yavaş yavaş kararacaktır…)

ve kurulurken yollarına içli dışlı düşman tuzağı
yaya düşmek üzere Ankara yollarına
bir sabah Kars iline ulaştılar.
Diz boyu kar
ve dişsiz ısıran bir soğuk vardı,
gündüzse işi-gücü bırakan
geceyse çırasını yakanlar
yani köylü, esnaf, asker, sivil,
öbek öbek yollara dökülüyorlardı.
“Hoş geldiniz” dedikleri kişiler
üniformalı değildiler
rütbeleri yoktu yurtseverlikten başka,
gözlerinde pırıl pırıl özgürlük parıltısı
ve rüzgarlarında toprak muştusu vardı.
Çeneleri kenetliydi ve de çoğu sakallı
yumrukları selam üzre başlarından yukarıda
Erzurum yolunda taşınırken hepsi omuzlarda
o cam yürekten “yaşasın” seslerine
nice “kahrol” sesleri başladı karışmaya,
tutuklananlar oldu
ve ilk kan lekeleri belirdi karda…

(Müzik geçiş yapar… Işıklar tamamen kararmıştır. Karadeniz görüntüsü içinde teknede oyuncular ellerinde gaz lambaları…)

Trabzon.

28 Ocak 1921.
Gecedir.
Deniz

(Gerilim veren müziğe geçiş…)

Gagaburun teknenin dümensuyunda
bir balıkçı motoru daha göründü!
O motor
eşlik ediyormuş
koruyormuş süsü veriyor
kuduzca geliyordu peşlerinden homurdanarak,
Suphi daha bir bakışta anladı işi:
Tuzak!
Ve az gittiler
uz gidemediler,
Sürmene açıklarında arayı erittiler
sonra göz açıp kapayıncaya dek
borda bordaya gelip iskeleden
korkunç bir çatırtıyla rampa ettiler.
Hesaba katılmazsa Suphi’nin eşi
on beşe karşı
kırk beş kişi atladı küpeşteden içeri
kırk beş yatağan, hançer, satır, balta,
başıbozuk zıpkalı kırk beş yeniçeri
başlarında da Faik Reis
-Yahya Kahya’nın has adamı-
plan gereğince götürüp sunmak üzere ağasına
Suphi’nin karısını
ve plan gereğince kıvırmak üzere
takadaki altınların yarısını,
küfretmeye başladı Bolşeviklere soy-sop
Suphi’de kavrayıverdi herifin yakasını dertop:
-Söyle ki dedi, seni gönderenlere,
hapis, zindan, kan ve ateş
halkın kurtuluş hareketini durduramayacak,
unutulmasın kanlı sultanların rezil akıbeti
halkı inletenler ille ettiğini bulacak!…

(Trompet sesi ve strop-light girer…)

-Ta ta aa ta ta ta ha ta ta ta ta ta
Tarih
sınıfların mücadelesidir
-1921
Kanunusani 28
-Karadeniz
-Burjuvazi
-Biz
-On beş kasap çengelinde sallanan
On beş kesik baş
On beş arkadaş
-Yoldaş
Bunların sen
isimlerini aklında tutma
fakat
28 kanunusaniyi unutma!
-Siyah gece
Beyaz kar
Rüzgar
Rüzgar
-Trabzon’da bir motor açılıyor
-Sahilde kalabalık
-Motoru taşlıyorlar
-Son perdeye başlıyorlar!
-Burjuva Kemal’in omzuna binmiş
Kemal kumandanın kordonuna
Kumandan kahyanın cebine inmiş
Kahya adamlarının donuna
-uluyorlar
-Hav… hav… hak… tü
-Yoldaş unutma bunu
Burjuvazi
ne zaman aldatsa bizi
böyle haykırtır
-Hav… hav… hak… tü
Gördün mü ikinci motoru?
-İçinde kim var?
-Arkalarından gidiyorlar.
-İkinci motor birinciye yetişti
-Bordoları bitişti
-Motorlar sarsılıyor
-Dalgalar sallıyor
sallıyor dalgalar.
-Hayır
iki motorda iki sınıf çarpışıyor.
-Biz
Onlar!
-Biz silahsız
Onlar kamalı
-tırnaklarımız
-Kavga son nefese kadar
-kavga
-Dişlerimiz ellerini kemiriyor
-Kamanın ucu giriyor
-Girdi

(Müzik durur ve strop-light söner…)

Eyvah ki parlamıştı birden başı üstünde nacak
o anda hepsi birden koroca
ilk sözcükleriyle Enternasyonali haykırabildiler ancak
derken ilk vuruşta düştü omuza
en yüklü kafa
ve gecede bir kadın çığlığıydı duyulan
-Mustafam… Mustafaaa!…

(Müzik… Sinevizyondaki Karadeniz görüntüsünde Suphi’nin portresi vardır ve Suphi’nin portresinin üstünden kan akar… Bütün ekranı kan kaplar…)

Dalgalar tekrarladı çığlığı
yüz kere yüzlerce defa…
Ve eğer doğranmasaydı
sonraki vuruşlarla kolları Mustafa’nın,
dersin ki düşürmeden Genç Osman gibi başını
bir sıçrayışta küpeşteden Ege’ye inebilirdi
ve “milletin ters yazgısını” o
İnönü meydanından önce
mandacıların ense kökünde yenebilirdi.
Ne çare ki düşmüşlerdi artık pusuya
budandı dalları devrim ağacının
ve ateş külçesi gibi başlar
birer birer düştü suya…

(Müzisyenlerin ışığı yanar…)

KARADENİZ AĞIDI

(Müzisyenlerin ışığı söner…)

Hayali gönlümde yadigar kalan
Bir yanım deryada çalkanır şimdi
On beş mürşid ile boğulup ölen
Bir yanım deryada çalkanır şimdi.
Ooy… Ooy… Ooy… Ooy…
On beş mürşid ile boğulup ölen
Bir yanım deryada çalkanır şimdi.
Garip garip öter derya kuşları
Su içinde uykuları düşleri
Bir gelin döküyor kanlı yaşları
Bir yanım deryada çalkanır şimdi.
Ooy… Ooy… Ooy… Ooy…
Bir gelin döküyor kanlı yaşları
Bir yanım deryada çalkanır şimdi.
Yarelerim tuz içinde kanıyor
Uyku basmış ela gözler sönüyor
Bir yanımda Suphi, Nejat ölüyor
Bir yanım deryada çalkanır şimdi.
Ooy… Ooy… Ooy… Ooy…
Bir yanımda Suphi, Nejat ölüyor
Bir yanım deryada çalkanır şimdi.
Nazım ile zindanda gün be gün biriz
Söyletir dilsizi ağlatır körü
Sağ yanım çürüyor, sol yanım diri
Bir yanım deryada çalkanır şimdi.
Ooy… Ooy… Ooy… Ooy…
Sağ yanım çürüyor sol yanım diri
Bir yanım deryada çalkanır şimdi.
Gelir günler gelir yarem sarılır
Bir gün olur elbet hesap sorulur
Bir yanım Acem’den Çin’den çevrilir
Bir yanım deryada çalkanır şimdi.
Ooy… Ooy… Ooy… Ooy…
Bir yanım Acem’den Çin’den çevrilir
Bir yanım deryada çalkanır şimdi.

OYUNCULAR:

Mustafa Suphi
kayıplarımız içinde
en yüklü acı
halkımızın ilk sosyalist evladı
ilk örgütçü lider
ilk eylemci sendikacı,
sen ey Aydınlıkçıların meşalesi
ve Türklerin de büyük dostu Lenin’in
Anadolu bozkırlarında yansıyan sesi,
her yıl 28 Ocak’ta
nice çelenklerin düştüğü Sürmene açıklarında
rahat uyu,
kan ve ateş durduramıyor -dediğin gibi-
ve durduramayacak da
kurtuluşçu ve barışçı orduyu.
Kurduğun parti
nerede yasaklanmışsa
orada ayakta
ve savaş arkadaşların hep önünde yığınların
devrimci bayrağı dalgalanıyor
al alına sönmez şafakta.
Baş koymuşuz bu yola ilkin seninle
onbeşlerle…
Yoldaşlar, ey!
artık lüzum yok fazla söze:
Bakın göz göze
-Karadeniz
On beş kere açtı göğsünü.
On beş kere örtüldü.
On beşlerin hepsi
Bir komünist gibi öldü.
Bundan sonra geçeceğimiz yol
bugüne dek geçtiğimizden kısa,
devireceğiz bu Amerikancı saltanatı
ve sırça köşkünü işbirlikçilerin
taş çatlasa!

(Sinevizyon girer… Görüntü sadece kırmızıdır… Kırmızının altından Suphi’nin portresi belirir… “28-29 Ocak Unutma!” yazar. Ardından “Bize Ölüm Yok” yazar… Yazdığı anda müzisyenler “BİZE ÖLÜM YOK” adlı şarkıyı söylemeye başlar… Ve ardından sinevizyonda günümüze kadar olan mücadeleye ilişkin görüntüler, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Denizler, Mahirler ve büyük yürüyüşler 1 Mayıslar şarkı boyunca devam eder…)

BİZE ÖLÜM YOK

Kavganın alevlidir rüzgarı
Yayılır gider ılık ılık
Dağların başakların üzerinden
Buğday gibi bereketli
Dağların başakların üzerinden
Akarsu gibi aydınlık.
Kim demiş ölüm var diye bize
Kardeş kardeş atan bu yürek bizim
Hey!
Bize ölüm yok
Bu yürek hiç durmayacak.
Bize ölüm yok
Bu yürek hiç susmayacak.

– SON –