Shakespeare’in, belki “Hamlet” dışında, hiçbir oyunu “Venedik Taciri” kadar birbirine karşıt, çelişik açılardan yorumlanmamıştır. Oyun, Shakespeare’in diğer oyunlarına kıyasla daha yüce ya da daha derin olduğundan değildir bu. “Hain” rolünü bir Yahudinin oynaması, bu “hain”in anti-semitlerce ortaçağlardan günümüze değin Yahudi halkına çalınagelmiş karaları doğrularca davranması böyle bir tepkiye neden olmuştur. “Shylock” bir oyun kişisinin adı olmakla kalmamış, yeni bir sözcük olarak dile katılmış, sömürgen, gözü doymaz bir tefeci anlamı kazanmıştır. “Yarım okka et”(1) deyiminin de benzer bir kullanımı vardır. Anti-semitizmin hâlâ yaşadığı, varlığı ya da yokluğunun bir toplum için bir ahlâk kıstası olduğu bir çağda, “Venedik Taciri”nin büyük hümanist ozan, gerçekliğin derin öğrencisi Shakespeare’in görünümünü lekeleyen çirkin bir yaşantısı vardır.
Oysa oyunda öyle bazı konuşmalar var; hem yazıldıkları çağ için olağanüstü sayılabilecek, hem gücünü yitirmemiş öyle sözler söyleniyor ki… Örneğin Shylock’un şu ünlü tiradı:
“Yahudinin gözleri yok mu? Yahudinin elleri, azaları, duyuları, sevgileri, arzuları yok mu? Onun karnı da aynı yemekle doymuyor mu? Ya aynı silâhlardan o acı duymuyor mu? Aynı hastalıklara o da tutulmuyor mu? Aynı ilâçlardan o iyilik bulmuyor mu? Bir Hıristiyan kadar aynı kışın soğuğu, aynı yazın sıcağı ona dokunmuyor mu? Bizi gıdıklarsanız gülmez miyiz acaba? Bizi yaralarsanız akmıyor mu kanımız? Bizi zehirlerseniz çıkmıyor mu canımız? Ya siz bize haksızlık ederseniz biz hıncımızı almaz mıyız? Bütün öteki şeylerde size benziyorsak bunda da elbet benzeriz ya… Sizin bana öğrettiğiniz alçaklıkları ben de size tatbik edeceğim.”
Burada, bir yahudinin hâlâ tüm Hıristiyanlığın ortak düşmanı, şeytan, canavar olarak görüldüğü bir çağda -“Venedik Taciri”nden topu topu bir kaç yıl önce Christopher Marlowe’un “Malta’lı Yahudi”sinde şöyle bir görünüm sergilenmişti- Shakespeare, seyircilerine, Yahudilerin de insan ırkından, üstelik çok da eza görmüş kimseler olduklarını gösteriyor.
Shakespeare’i içinde yaşadığı ve yazdığı toplumdan bağımsız olarak ele alan; onu başlıca büyük bir üslupçu, sözcüklerin, seslerin, imajların usta bir düzenleyicisi olarak görenler vardır. Örneğin, ozan – eleştirmen Mark Van Doren’e (Shakespeare, 1939) göre Shylock sadece “hain”idir oyunun; nefret ve kin’in önkişisidir. Antonio ile üç çift genç sevdalıların; Bassanio ile Portia, Gratiano ile Nerissa ve Lorenzo ile Jessica’nın, temsil ettikleri “Büyülü mutluluk ağını parçalayacak”·kimsedir.
“Shylock’un sesi oyuna bir eğe gibi girer, kesmekle kalmaz yırtar, doğramakla kalmaz, törpüler… Shakespeare’in kimleri sevdiği beğendiği konusunda düşünmek gereksiz. Törelerine uygun davranan beyefendiler Shylock’a karşı, Shylock’un onlara karşı tutumunda olduğu kadar gaddardırlar; ne kadar sevda ile dolup taşsalar onu sevemezler. Shakespeare de sevilecek bir yan bulamamıştır Shylock’ta… Shylock bir canavar değildir. Ona katlanamayacak, tahammül edemeyecek bir dünyaya sokuşturulmuş bir kişidir. Böyle bir dünyada görünüşünün de sesinin de çirkin olması zorunludur. Başka bir evrende sesinin özellikleri, yararları olabilirdi belki. Ama burada ancak bir homurtu olarak çıkacaktır. Kendisine hiç benzemeyen, isimleri akışan ezgilerden oluşmuş insanların kaval, flüt gibi sesleri arasında gırtlağından yükselen ancak bir hırıltı olabiliyor. Ahenk ile nefret, kakofoni ile sevda arasındaki çelişki burada tamamlanıyor.”
Van Doren’in yaklaşımının tek değeri şiirin uyarıcı gücü, yarattığı duygusal ton gibi bazı estetik niteliklerin üzerine basmasıdır. Birkaç tirad seçip bunların “Oyunun hakiki anlamını” ya da “mesajını” taşıdıklarını ileri sürüp, bir sanat yapıtı olarak oyunun tümünün etkisini gözden kaçıranların yanlışlığına düşmüyor. Ancak, Van Doren’in dar görüşlülüğü, Shakespeare’i över havasında çok küçültücü oluyor. Shakespeare’den aklını çalıp yüreğine büzüştürüyor. Shakepeare’in mükemmel ifade yeteneğini teslim etmemek olanaksız; ancak büyüklüğü, kuşaklarca seyirciyi, sanatçıyı etkisi altında bırakılışı bu ifade gücü ile neler anlattığına bağlıdır. Aslında, bu dışavurum gücünün tüm zenginliği kendisinin hayata karşı ilgisinin derinliğine, insanoğlunun toplumsal ilişkilerini kavrayışına ve işbu toplumsal ilişkilerin yarattığı psikolojinin bilincinde oluşuna dayanır. Shakespeare’e göre birey portresi toplumsal bir portredir. Kafaya, akla neyin biçim verdiğini anlatır bize. İnsanları hiçbir zaman soyut bir “nefret” ya da “sevda” teriminin ışığında ele almaz. Van Doren’in görüşlerine karşın Shakespeare Shylock’un sevebileceğini bal gibi gösterir. Kızı, Jessica’yı sever Shylock; kız kendisini soyup bir Hıristiyana, Lorenzo’ya kaçıncaya dek… Ölmüş karısı Leah’ı sever, Oyunun en acıklı mısralarından biri Syhlock’un, kaçan Jessica’nın çaldığı yüzükle bir maymun aldığını duyunca söylediği sözdür: “Sen bana işkence ediyorsun, Tubal: o benim firuzemdi, daha bekârken Leah vermişti onu bana.”
1817’de, büyük İngiliz eleştirmeni William Hazzlitt, Shylock’un kininin bir tanımını yayınlamıştı (Shakespeare’in oyunlarındaki kişiler). Bir sözünü değiştirmeden bugün için de geçerli sayabiliriz bu tanımı:
“Irkının intikam duygularının yüklenip biriktirildiği, öcünün yığınak edildiği bir depo, bir ambar gibidir o. Her gün karşılaştığı hakaretlere ses çıkaramadan öfkesini içine atması, bunları sonradan düşünmek, kurmak alışkanlığını kazanmasına; açılan yaraları üstünde insanlardan kaçan bir kişilikten, merdümgirizlikten bir kabuk bağlamasına neden olmuştur. Sürekli aşağılanmaya karşı takındığı bu tavır onu sertleştirmiş, dayanıklı kılmışsa da düşmanlarının kibirli, muzaffer edalarını azaltmamış, tersine daha da kışkırtmıştır onları. İçindeki kinin yapısına güçlü, canlı derin bir adalet duygusu da karışmıştır. Diri diri yakılmak, yağmalanmak, sürülmek, türlü biçimlerde ezilip hoş görülmek fiilleri ile sürgit yüzyüze olmak en bağışlayıcı bir kişiliği bile çökertir, ona eza çektirenlerin edecekleri hakaretleri tasarlarken kendilerinde varsaydıkları “insan iyiliğinin sütü”nü ekşitir, bozar. Öç alma isteği haksızlığa uğramış olmak duygusundan koparılıp ayrılamaz. “Yahudi gabardini” giyiminin içine saklanmış, bitmez tükenmez ve hakkedilmemiş kışkırtmalarla deliresiye taciz edilmiş, kendisine ve tüm kabilesine yüklenmiş yergileri, zulmü sırtından fırlatıp atmak çabası içinde çaresizlikten bunalıp bir son fırsat diye bu “yasal” öç yoluna başvuran bu mağdur kişiyle duygu ortaklığına girmemek elden gelmezse de bu amacına erişmek için kullandığı aracın korkunçluğu ve uğraşındaki inadı bizleri ona karşıt bir tutuma zorluyor (2). Ancak en sonunda, kanlı intikamıyla tıka basa doyacak umutları yıkılıp düş kırıklığına uğrayınca, utanmazcasına bir ısrarla üstünde durduğu yasanın gereği onu dilenciliğe, daha beter aşağılamaya mahkûm edince ona acıyıp, yargıçlarının kendisine çok sert davrandığı kanısına varıyoruz. Hasımlarına verdiği bütün karşılıklarda, yanıtlarda yalnız muhakemesinin mantığıyla değil onların ilkeleri, düşünceleri ile davranışları arasındaki tutarsızlığı usavurarak ortaya attığı sorunlarla da üstelerinden gelir Shylock… Portia öylesine gözümüze girmez. Ne de hizmetçisi Nerissa’ya sevdalandık diyebiliriz… Kızın merhamet konusundaki tiradı iyidir, güzeldir ama Shakespeare’de bundan iyi binlercesi vardır… Babasını aldatıp soymasa Jessica’yı, bir Yahudiye haksızlık etme hakkını kendisinde bulmasına karşın bir Yahudi kadınıyla evlenmese Lorenzo’yu daha çok severdik.”
Hazlitt’in dediklerinin hepsi oyunda söylenenlerle kanıtlanabilir. Aynı zamanda, Shylock’u yapıtın “trajik kahraman”ı olarak yorumlayanların yanlışlarına da düşmüyor Hazzlitt. Dediği gibi Shylock’a “karşıt bir tavır” alıyoruz. “Yarım okka etini” isterken bıçağını bileyen Shylock’un oyunun en güçlü imajı olduğunu, Antonio canını kurtarınca seyircide genel bir rahatlamanın zorunluluğunu unutmayalım.
Böylece, “Shakespeare neden yazdı bu oyunu?” sorusuyla karşı karşıya kalıyoruz. Bu oyunun kişilendirmelerini, çatışmalarını, dramatik yapısını yönelten düşünüş neydi? Yahudileri savunma isteğiydi diyemeyiz. İlk ağızda, öykünün genel anti-semitik niteliği buna elvermez. Ayrıca, böyle bir savunmadan yararlanacak bir Yahudi cemaati yoktu İngiltere’de. Yahudiler 1290’da ülkeden sürülmüşlerdi. Ancak 1640-9 devriminden, Cromwell iktidarından sonra geri çağırılacaklardı. O zaman, İtalya’lı Giovanni Ficrentino’nun yazdığı bu Yahudiyle tacirin, bir de “yarım okka etin” öyküsünde, ya da aynı konuda yazılmış diğer oyunda Shakespeare’in kafasını, hayal gücünü harekete geçiren ne vardı? Bu sorunun yanıtı çağın geniş toplumsal devinimlerinde yatar. Bir kere, “Venedik Taciri”nin Shakespeare’in yazdığı çağdaşa yakın bir süre içinde yer alan çok az oyunlarından biri olduğunu gözden kaçırmayalım. Antonio’nun gemilerinin Meksika’ya gittiklerinden söz edilir oyunda: İspanyollar Meksika’yı ancak 1517-20 yıllarında fethetmişlerdi.
Ortaçağ Avrupa’sının anti-semitizmi iki öğenin bileşkesiydi. Önce; Yahudilerin Hıristiyanlığın yeminli düşmanı, “İsa’nın katilleri” oldukları, Hıristiyan çocukları öldürüp (iğneli fıçılarda topladıkları) kanlarını törenlerinde kullandıkları kilisenin popüler öğretileri arasındaydı. “Canterbury Masalları”nda Chaucer’in Rahibenin Öyküsü bu öğretilere bir örnek sayılabilir. Kilise feodal toplumun bir kurumu, kendisi büyük toprak sahibiydi. Önde gelen kişileri; başpiskoposları, piskoposları, kardinalleri mülk sahibi ve savaşkan toprak ağaları idiler. Kilise feodal kurumlara ideolojik destek sağlardı. Feodal derebeylerine, kilise öğretilerine başkaldırmanın kötülüğü vaazlarda sürekli işlenen bir konuydu. Her hangi bir sapma şiddetle bastırılırdı. Ve Yahudiler de Hıristiyanlığa karşı baş öğretisel tehlikeyi oluşturuyorlardı: Göz önünde, en somut “gâvur” örneği onlardı.
Bileşkenin ikinci öğesi de Yahudilerin parasal yaşantıda oynadıkları rolün yarattığı bir tepki, bir kızgınlıktır. Bu iktisadî konum Yahudilere zorla yüklenmişti. Feodal toplumun iki büyük sınıfına girmeleri, derebeyi ya da köylü olmaları engellenmişti. Kilisenin bir kanadı olan aydınlar dünyasına katılamazlar, genel kültürel yaşantının bir parçası olamazlardı. Loncalara alınmıyorlardı. Böylece, alışverişlerini birbirleriyle sürdüren küçük zanaatkâr, çerçi, bezirgân olmaktan başka bir geçim yolu kalmamıştı onlara. Bazıları ise egemen feodal derebeylerinin vergi toplama işlerini üstlenmiş, para biriktirenler de tefeci olmuşlardı.
Bu çağda faiz amacıyla her türlü borç verme anlamına gelen tefeciliğin yasaklığı kilise öğretisinin sökülüp atılamaz bir yasasıydı. Ancak ticaretin, alışverişin ve manifaktürün gelişmesi için bankacı ya da tefeci gerekliydi. Ayrıca, toprak uğruna yapılan derebeyler arası savaşlarda askerlere ödenecek maaşlar için gene bir bankacı zorunluydu. Köylüyü sıkıştırmak için vergi toplayıcıları gerekiyordu. Bu işlevleri Yahudiler üstlenebilirlerdi. Ve Yahudiler çifte yaralıydılar: Vergi yükü ağırlaştıkça köylünün içinde biriken tepki rahatça Yahudilere yöneltilebilirdi. Üstelik parasal, yararlılıklarını yitiren Yahudiler pervasızca soyulabilirlerdi de. Ortaçağlarda çok sık ve olağan karşılanan bir gerçek Yahudilerin Hıristiyanlığın düşmanları, İsa’nın katilleri, şeytanın uşakları oldukları gerekçesiyle öldürülüp mallarının yağmalanmasıydı. Bütün bunlar doğruluk adına yapılır, “Tanrı’nın işini yürütmek” olarak kabul edilirdi. 13. yüzyılda Yahudiler Lynn, Lincoln ve York kentlerinde böylesine üç korkunç katliam olayından sonra İngiltere’den sürülmüşlerdir.
13. yüzyıla gelinceye kadar, teoride yasaklanmış olan tefecilik ve faizcilik, pratikte bütün Hıristiyanlar arasında yürürlükteydi. İngiliz rahibi ve vakanüvisi Paris’li Matthew şöyle diyor: “Faizciliğin Eski Akit’te de Yeni Akit’te de nefretle anıldığını, Tanrı katında yasaklandığını bütün dünya bilir. Öteyandan, şimdileyin, Papa efendimizin tacirleri ya da kambiyocuları Londra’da Yahudileri bile iğrendirip faizcilikleri halkın gözü önünde sürdüregelmekteler” (G. C. Coulton’un Ortaçağlar Panoraması, 1938, kitabından alıntı) 14. yüzyıl hakkında ise R. H. Tawney (Din ve Kapitalizmin Gelişmesi, 1938) şöyle diyor, “Floransa Ortaçağ Avrupa’sının malî başkentiydi. Ama orada bile hükümet görevlileri 14. yüzyılın ortalarında, bankerleri faizcilikten dolayı para cezalarına çarptırıp duruyorlardı. Elli yıl sonra ilkin tüm kredi işlemlerini yasakladılar sonra da Hıristiyanlara yasaklanmış olan bu işi yürütmek üzere Yahudileri ithal ettiler.” Aynı yüzyılda “Papalar, uluslararası bankacılık aile – örgütlerini düzenli olarak kullanırlar ve bunların çalışma yöntemlerinin ahlağa aykırılığı konusundaki bütün şikâyetlere zerre kadar aldırış etmeden onları özel olarak korurlar, giderek, bazen afaroz tehdidiyle borçların vaktinde ödenmesini sağlarlardı.” Bu çağlarda gelişen büyük İtalyan bankacılık aile-örgütleri arasında Buonsigniori’ler ile Medici’ler vardı. 16. yüzyılda ise Avrupa’nın bütün uluslararası iktisadına büyük Alman bankacılık aile-örgütleri egemen olmuş sayılabilirdi. Bunlar Welser’ler, Hochtsetter’ler, Haug’lar, Meuting’ler, Imhoff’lar ve Fugger’lerdi. Bu sonuncu aile “V. Charles’in imparatorluk tacını satın aldığı malî kaynakları sağlamış” ve “Charles’in 1552’de protestanlarla savaşmak için kurduğu orduya gereken parayı bulmuştu… Firmanın başı… iyi bir Katolik, bir imparatorluk kontu payeleriyle kutsanmış bir kimse olarak öldüğünde, son onaltı yıl içinde firmasının yüzde elli dört safî kâr ettiğini görmüştü.” (Tawney).
Amerika’ların keşfiyle Avrupa’nın iktisadî damarlarında akmaya başlayan altın ırmakları, 16. yüzyılda, yankıları bitip tükenmeyecek bir alt-üst oluşa neden oldular. Ortalığı kasıp kavuran iflâslar, mal talebinin artışından doğan bir fiyat enflasyonu gibi felâketlerin yanı sıra kıtanın iktisadi ilerleyişi için de geniş ufuklar açılmıştı. Ortaçağ yaşantısında alttan alta gelişen bir akım olan alışveriş, ticaret, manifaktür, bankacılık şimdi üst düzeye fırlamış, toplumu harekete zorlamış ve ticarî kapitalizmin yükselişini başlatmıştı. Shakespeare iki düzenin orta yerindeydi. Bir ayağıyla çatlayan feodal düzene diğeriyle yükselen burjuva toplumuna basıyordu. Yalnız ömrünün yıllarını bu sürenin içinde geçirmekle kalmamış, oyunlarındaki sorunlar, tartışmalar ve çatışmalarla da bu düzen değişimini işlemişti. Zamanında gerçekleşen ortaçağ ideolojisinin toptan alt-üst edilişi yapıtlarında da yer almıştır.
Shakespeare’in ortak olduğu güçlü bir düşünce akımı da hümanizma idi. Ortaçağ toplumunun insan hayatına biçtiği değerin ucuzluğuna, dünya zevklerinin günâh olduğu öğretisine, aklın öbür dünyaya yönelik işlemesi gerekliliğine, ölümden sonra gelecek yaşantının inanlar için mutluluk, günahkârlar için de lanet dolu olduğu inancına karşı koyuyordu Humanizma. İnsan hayatının yüce değerini, insanın insan sefaletiyle ilgilenme zorunluluğunu, toplumsal sorumluluk görevini bildiriyordu. Ortaçağ düşünce ve davranışının insanlık-dışılığının üstüne böyle yürüyen Humanizma gelişmekte olan parasal uygulamaların insanlık-dışılığı konusunda da sorunlar atıyordu ortaya.
Aslında tutarlı bir bütün olan Shylock portresinin “iki yönünü” Humanizmanın bu görüş açılarına dayanarak açıklayabiliriz. Shakespeare, Shylock aracılığıyla Ortaçağın “Yahudi canavar” kavramını silip atar. Yahudinin de herkes gibi bir insan olduğunu doğrular. Yahudilik üzerine bir şeyler öğrenmek zahmetine katlanarak çizdiği portreye bir gerçeklik sağlar. Shylock’un Yahudi cemaatine sıkı bağlarını, Tevrat konusunda öğrenim ve bilgisini, dininin haram yasalarına uymakta gösterdiği titizliği sergiler. Bassanio kendisini yemeğe çağırdığı zaman Shylock şöyle der ona, “Sizinle mal alırım, mal satarım, konuşurum, dolaşırım, böyle şeyler yaparım, ama sizinle ne yerim ne içerim, ne de dua ederim.” Marlowe’un “Yahudi canavar” portresinde; “Malta’lı Yahudi”de böyle bir sözü düşünemeyiz bile. Bütün bunlarla birlikte Shakespeare, Shylock’u elinde paranın “para doğurduğu” tefecinin psikolojisini incelemek için kullanıyor.
Esas itibarıyla “Venedik Taciri” Yahudiler üstüne değil, para üstüne yazılmış bir oyundur. Daha önceki öykü ve oyunda gördüğü bu olanak Shakespeare’in kafasındaki kıvılcımı çakmış, konuyu yeniden ele almak zorunluluğunu duyurmuştur ona. Yahudilik ile parasal saplantı arasındaki ilişkiyi kesip atamaması ise bir talihsizliktir. Ancak, çağında, onu başka bir yöne itebilecek bir güç de bulunamazdı. Tefecilik Hıristiyanlar arasında da almış yürümüştü. Shakespeare bile, meslekten tefeci olmadığı halde, bir keresinde yüzde on faizle borç vermiştir. Ancak, günün anlayışında para denilince akla Yahudiler geliyordu.
“Venedik Taciri” aksoyluyla taciri bir de tefeciyi ele alarak her birinin diğerleriyle parasal ilişkileri üstüne oturtur çatışmalarını. İkincil konusunda bile, “üç çekmece” öyküsünün doruğunda, “… gösterişli, dış yüzü süslü altın… renksiz, basbayağı köle, kulların kulu.” konusunda uzun ve şiddetli bir yergi vardır.
İlkin genç Aksoylular gelir. Shakespeare onları -günün İngiltere’sinde örnekleri boldu- efendilik kurallarına uyumlu, sözü – sohbeti yerinde, sevecen kişiler olarak görür. Öğrenimleri az, akılları kıttır. (Kadınları, Portia gibi, daha beyinli çıkarlar.) Tarih sahnesinden de çekilmektedirler. Topraklarını (yani köylüyü sömürme olanaklarını), yitirirlerse çaresiz kalırlar. Dövüşüp sevişmekten başka bir şey gelmez ellerinden. Durumlarına buldukları çözüm, “Venedik Taciri”nde, varlıklı biriyle nikahlanmaktadır. Bassanio, kaba deyimiyle, yakışıklılığını satacaktır. Portia ile ikisi severler birbirlerini sevmesine ama para, esastır. Antonio’dan bir kez daha borç istediğinde sözünü ettiği olgu budur; evliliği için yatırım yapmak zorundadır Bassanio. “Belmont’ta gayet zengin bir hanım var; üstelik de güzel.”(3) Ve bu çift – çubuk sahibi çelebiler artık 14., 15. yüzyılın canlı, kendilerinden emin kişileri değillerdir. Bassanio, sınıfının geleneksel olarak her gördüğü tacirin desteğine muhtaçtır şimdi. Antonio’suz bir hiçtir o.
Lorenzo da bu çelebi sınıfındandır, ama evlilik bağlarını kurmak istediği hedef daha aşağılardandır. Bir “burjuva” çocuğu ile nikâhlanmaya razıdır. Bu kız bir Yahudi tefecinin kızı da olsa dinini değiştirip drahomasını altın olarak getirdiği sürece bir itirazı yoktur. Oyun bir komedi olduğu için küçük toprak sahipleri, çelebi sınıfı en iyi görünümünde sunulur: Lorenzo ile Jessica’yı birbirine sevdalı olarak sergiler ozan. Ancak altın da zorunludur. Ve sonunda talih yüzüne güler Lorenzo’nun; velinimeti Antonio, Shylock’un mirasının yarısına konmasını düzenleyecektir. Önemsiz bir kişi olmasına karşın Gratiano da bu “kast”tandır. O da, Portia’nın hizmetçisiyle evlenip hanımının varlığından geçinmeyi tasarlar. Oyunun son perdesi, olduğu gibi, bu altı genç sevgiliye ayrılmıştır. Seyirciyi sevda şiirleri, müzik, az bir az belden aşağı şakalarla eğlendirirler. Eski peri masallarında ne denli sağlam bir inançla söylenilirse bu söz; “onlar ermiş muradına…” der gibi biter oyun. Onların hafif meşrep yaşantılarını tehdit eden ticaretin gerçek ve gaddar dünyası anılarındadır. Ve bütün bu perde boyunca sahnede dostları için kendini bir daha kurban etmeye hazır olduğunu belirtmekten başka söyleyecek bir şeyi bulunmayan Antonio’nun ağır, düşünceli, dalgın varlığı gözlerden kaçmaz.
“Venedik Taciri”nde, adından da belli olduğu gibi, bütün olay geçim yoluyla oyuna bu adı sağlayan Antonio’nun çevresinde gelişir. Karmaşık bir kişiliği vardır kendisinin. Toprak sahibi değildir. O sıralarda yeryüzünün keşfinde, Avrupa’da ekonomik yaşantının dönüştürülmesinde, ulusların oluşumunda gelişen ve güçlü bir etken olan bir sınıftan; 16. yüzyılın tüccar sınıfındandır. Amerika kıtasını bulmuş, denizlere dünyayı çepeçevre dönüp adı duyulmamış sulara girip çıkacak gemiler salmıştır bu sınıf. Üstelik bu gemiler döndüklerinde geriye yalnız Uzak Doğu’nun ağır ipeklilerini, türlü baharatını getirmekle kalmamış, manifaktürün gelişimini besleyecek, daha çok sömürgeye malik olma hırsını arttıracak olan Amerikan altınını da Avrupa’ya akıtmışlardır. Ticaret ile soygunculuğun arasındaki fark sözcüğün “bizi” mi “onları” mı kapsam içine aldığına bağlı olduğuna göre bu sınıfa “gözüpek alışverişçilerdi” de diyebiliriz, “yağmacı korsanlardı” da…
Ancak Shakespeare, çevresinde oyunun gelişeceği ahlakî sorunu ortaya atabilmek için, bile-isteye, sınıfına tam anlamıyla sadık olmayan bir Antonio yaratmış. Önünde açılan “yiğit yeni dünya”dan memnun değil Antonio. Söylediği ilk söz, oyunun ilk repliği, şu, “Bu kederim ne için doğrusu bilmiyorum.” Bu tutumu sonuna kadar da sürüp gidiyor. “Bu dünyanın her hali bana ne kadar bitmiş, bozulmuş, ne kadar tatsız boş geliyor.” diyecek olan Hamlet’i anımsatıyor bize. Gemilerini tehlikeli yolculuklara çıkarıyor Antonio. Dönüşlerinde de sağladıkları kârı kabule hazır. Ona göre bu atılımların oyunda sözü edilen rizikoları, kazancını haklı kılıyor. Ancak iş paranın kendi süreci gibi gözüken noktaya gelince Antonio duraklıyor. Aynı tecimsel alışverişin gerçekte değişik bir biçimi olmasına rağmen paranın kendi içinde, kendi kendine para üretmesine karşı çıkıyor. Borç para verip faiz almayı, ya da tefeciliği reddediyor. Faizsiz, ödünç veriyor parayı. Shylock’un da, faizle borç verdiği için, suratına tükürüyor.
Antonio evlenmez ve görüldüğü kadarıyla evlilikle bir ilgisi yoktur. Dostları toprak sahipleridir, tüccarlar değil. Onları ticaret alanındaki atılımlarının sağladığı olanaklarla; borçlarla, armağanlarla destekler. Belki kederinin sebeplerinden biri de Bassanio’nun evliliğiyle yakın bekâr arkadaşlıklarının kopacağı olasılığıdır. Ancak kaderinin ana kaynağı bu değildir. Dünyada kendine göre gerçek bir yer bulamamıştır. İzlediği yolun kendi mantığından kaçar gibidir. Ticaretten kazandığı parayı gelirlerini darmadağınık yaşantılarında harcayacak arkadaşlarına yedirerek kendini haklı çıkarır. İnsanlara iyilik yapmak ister. Kendi yaşamı için dövüşmez. Shylock yarım okka et için icraya başvurduğunda tek isteği Bassonio’yu ölmeden önce bir kez daha görmek olur. Duruşmada Antonio utangaç bir tavırla şöyle der:
“Ben ölüme en yakın bir kurbanlık koyunum,
Meyvaların ilkin en zayıfı yere düşer,
Burada size düşen en iyi iş Bassanio,
Benden sonra yaşayıp mersiyemi yazmaktır.”
Parası elden gidince arkadaşlarına yardım edebilme olanağını da yitirmiştir. Bıçağa teslim eder kendini. Oyunun son sahnesinde bütün başından geçenlerden sonra değişmediğini kanıtlar. Portia ile Bassanio arasında bir kavga çıkacağını sezince acınacak bir biçimde kendini ortaya atar; bu hizmet fırsatını kaçırmayıp aralarını bulmaya uğraşır. Bassanio’nun sadıklığına yemin eder ve böylece, dediğine göre, ruhu ve ebedi hayatıyla ona kefil olacağını açıklar.
Oyunun ilk sahnesinde Shakespeare Antonio’nun üzüntüsü motifinden yola çıkarak görkemli imajlarla tüccar psikolojisinin derinliklerine inmiş. Salarino, Antonio’ya şöyle diyor;
“Aklınız Okyanusta dalgaya baş vuruyor;
Kadırgalarınızın dolgun yelkenleriyle,
Akar suyun beyleri, efendileri gibi
Süzüldüğü denizde; dokuma kanatlarla,
Sanki o denizlerin şenlik alayı gibi
Çevrelerinde uçan, onları saygılarla,
Selamlayan geçici tekneleri süzerek,
Sağa sola iltifat savurduğu enginde,
. . . . Kendi
Nefesimin rüzgârı, çorbamı soğuturken,
Kuvvetli bir boranın denizdeki hışmını
Hatırlatıp, içimi buz gibi titretirdi.
Kum saatinin akan kumuna bakamazdım;
Sığlıkları, kumsalı hatırlar düşünürdüm:
. . . . Kiliseye gidip eğer o mutlu
Taş binayı görürsem korkulu kayaları
Hiç hatırlamaz mıyım? Hem öyle kayalar ki,
Güzel gemimin şöyle kenarına bir değse,
Miskimi, amberimi akıntılara saçar,
Gürleyen dalgaları ipeklerimle sarar…”
Ticaretle uğraşan rahat yüzü görmez. Evde otursa bile denizdeki gemilerini düşünmekten alıkoyamaz kendini bir tüccar. Çorbasına üflese girişimini batıracak dalgalar, rüzgârlar aklına gelir. Taş bir kilise görmeye görsün kadırgalarını parçalayacak kayalar gözlerinin önündedir. (Çağımızda “ülser eğilimli” kafa yapısı diyorlar buna.)
Antonio, içinde boğulduğu düşüncelerin bunlar olmadığını ileri sürer. Ayrıca, öyle çok gemisi vardır ki, dediğine göre, yolda biri batsa ötekiler geri dönecektir. Sözü edilmeyen, ancak, gerek tarih açısından doğru, gerek oyun içinde belirlenen bir gerçek de kazancının böyle kayıpları rahatça örtecek oranda yüksek oluşudur.
Shylock ise tam bir tefeciye özgü kafa yapısındadır. Borç verilebilecek toplamlara sahip olabilmek için parasını kuruş kuruş biriktirmek zorundadır. Eli sıkıdır, tutumludur, tembellikten, israftan nefret eder, hizmetindekileri başıboş bırakmaz. Genç soyluların gösterişli, saçma eğlencelerinden adeta iğrenir:
“Vay! Maskaralar mı var! Beni dinle Jessica,
Kapıları kitle, davul gümbürtüsüyle,
Eğriboyun fifranın zırıldayan sesini
Duyarsan tahtaboşa sakın çıkmayasın ha!…
Ağırbaşlı evimin içerisine sakın o kaçık alayının
Çılgın sesi girmesin.”
Bunlar Püritenlere, Kalvinistlere özgü niteliklerdir. Shakespeare de hiç sevmediği bu insanların düşünce yapılarından yararlanmış ve Shylock kişiliğini inandırıcı bir biçimde ortaya çıkarmıştır. 17. yüzyılın bir Püriten ilâhiyatçısı ve İngiliz yazarı olan Richard Baxter’in “Hıristiyan Yönetmeliği” kitabındaki şu düşünceler Shylock’un kafa yapısına çok uygundur; “Zamana çok saygılı ol. Nasıl altınını, gümüşünü yitirmemeye dikkat ediyorsan her geçen gün zamanını boşa harcamamaya daha çok dikkat edeceksin. Ve saçma eğlenceler, giyimler, yemekler, boş sözler, kazançsız dostlar ya da uyku senin zamanına malolacak ayartıcı güçte iseler hemen sen de gözünü aç, kendine hâkim ol.” (Max Weber’in “Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu” (1958) adlı yapıtından alıntı.) Tawney ise Kalvinizm için şöyle diyor; “Tutumlu olma erdemlerini tanıyıp öven ilk sistematik dinsel öğretiler kitlesidir. Zenginliğin birikimini değil, varlığın kendini tatmin ya da gösteriş için harcanmasını günâh olarak kabul eder.”(4).
Shakespeare’in insan psikolojisinin derinliklerine inen görüşü paranın, ya da altının, aklın üzerinde yavaş yavaş artan saplantısal, yanılsatıcı gücünü ortaya çıkarıp sergiliyor. Bu tek yönlü inatçı etki kişide faize verilen paranın kendi kendisiyle çiftleşip çoğaldığı, ürediği sanısını yaratır. Büyülü bir güçtür bu; ve bu gücü israf etmek üreteceği dölleri de israf etmek olur. Böylece para kendi içine döner, kıvrılır ve değeri, kullanılıp karşılığında alınabilecek her şeyden daha fazla olur. Altının mülkiyeti düşünülebilecek ya da düşünülemeyecek her türlü tehlikeye karşı bir savunma, bir korugan olur.
Toprak sahibi için ise para harcanabilecek, hatta sokağa atılabilecek bir şeydir. Bu yüzden Portia, Shylock’a 300 duka altın borcunu ödeyemeyeceği için Antonio’nun hayatının tehlikede olduğunu duyunca haykırır, “Altı bin verin ona… iki kere altı bin, üç kere olsun!” Ne çıkar? Öyle ya, bunun geldiği yerde daha çok para vardır. İşte meselenin dönüşüm noktası da buradadır. Kaynak kuruyunca ne olacaktır? Shakespeare bu noktaya dokunur ama oyunun temel sorunu haline getirmez.
Tefeci, öteyandan, parasının kaynağının bilincindedir. Kendi hayatının parçalarını yan yana koyar gibi kuruş kuruş biriktirmiş, bağlanmıştır ona. Bu yüzden de biriktirdikleri insan değerlerini aşacak kadar gelişmiş büyümüşlerdir onun için. Shylock hem kızından hem parasından olunca şöyle ağlar, “Kızım benim: – Oy dukalarım – Oy kızım! Hıristiyana kaçtı – Oy benim Hıristiyan dukalarım! – Adalet! Hukuk! Dukalarım benim, kızım benim!” Shakespeare sokaklarda kendi kendine konuşarak dolaşan acıdan bunalmış bir ihtiyarı, onun peşinden koşuşan, sözlerini tekrarlayan, onunla alay eden çocukları canlı bir görüntüyle sunuyor burada. Aynı olayı belki de 1929’da borsanın çöküşünden sonra New York sokaklarında görebilirdik. Shakespeare’in seyircileri bu “kızım” “dukalarım” karşılaştırmasını sahnedeki Solanio gibi gülünç bulmuş olmalılar. Ancak, mizahın ardında -bir an için Yahudilikle alay eden yanını bir kenara bırakırsak- hakikatin cilvesine birdenbire bir uyanış, insan değerleri ile para değerleri arasındaki çelişkinin groteskliği yatıyor. Gerçekte bu Yahudi kafasının değil, tefeci kafasının hakikatidir. Balzac, Shakespeare’den iki yüzyıldan az bir şey sonra Eugenie Grandet’nin babasında bunun mükemmel bir örneğini sunacaktır. Değişik koşullar altında kendisini Fransa’nın belki en güçlü kişilerinden biri durumuna getirecek kadar çok para toplamış biridir baba Grandet. Ancak, ömrü boyunca tutumlu bir köylü gibi yaşamış, giyinmiş, altınlarını yatak odasında fıçılarda saklamış ve bir kaç tanesi kaybolunca kızını reddedip karısının hayatına mal olacak kadar ileri gitmiştir.
Shakespeare feodal kafa-yapısındaki toprak ağaları için de sevgi beslemiyordu. “Venedik Taciri” ile yaklaşık olarak aynı zamanda yazdığı “Romeo ve Juliet” te bu sınıfın bütün gerçek toplumsal yararlılıklarından arınmış, kan davalarına sebep olarak kentsoylu yaşantısının barışını, sükûnetini bozan “şeref, namus” kavramının çirkinliklerini sergiledi. “Tacir”de bu kişilerin belki daha sevimli yanlarını gösteriyor. Ancak oyunun olguları onları hâlâ güçsüz, burjuvazinin desteğine muhtaç kimseler olarak ortaya çıkarıyor. Bunlar, toplumu harekete geçiren ve değiştiren etkin akımlar içinde anlamlı hiç bir rol oynayamıyorlar. Ve Shakespeare bu etkin akımları, sosyal pratikleri ve bunların yarattığı psikolojilerinden hareketle çözümlüyor. Bunu yapabilmek için burjuvanın para kazanma sürecini ikiye bölüyor: Tüccarı tefeciyle kıyaslıyor. (Bir ileri düzeyde bu manifaktürcüyü banker ile karşılaştırmak olurdu.) Karl Marks daha sonraları bunun temel olmayan yapay bir çelişki olduğunu gösterecekti. Ne tacir ne de tefeci değer yaratır. Değeri, doğadaki malzemeyi kullanılabilir hale dönüştüren üretken insan emeği yaratır. Ancak emekçi, içinde çalıştığı ekonomik ilişkiler ağı dolayısıyla, yarattığı değerlerden çok daha azını, genellikle ancak kendi yaşamını sürdürebilecek kadarını ele geçirebilir; artan değer ise tacirin kârı, tefecinin faizi olur. Shakespeare çağdaş bir iktisatçı olamadıysa da insanların nasıl yaşadığının, bu yaşayışın onların düşünce yöntemlerini nasıl biçimlendirdiğinin çok keskin bir gözlemcisiydi. Ve yarattığı zıtlıkla yükselen burjuva yaşantısına, ahlağına sorular yöneltebiliyordu. Oyundaki bu sorular rastlantısal değildirler. Dramatik çatışmaların, dorukların temeline ilişkindirler.
Ekonomik kuvvetlerin, itici güçlerin bilincinde olan Shakespeare bunları “Venedik Taciri”nin dokusuna işlemiştir. Üçüncü sahnede oyunun akış hızını bulmuştur. Shylock, Antanio ve Bassania ile yüzleşir. Çatışma ateşlenir. Bassanio, Antonio’nun borcun ödenmesine kefil olacağını söyler. Shylock’un verdiği karşılıkta Shakespeare klâsik iktisatçıların tacirin kârını haklı çıkaran özürlerini sunar; girişimin karşılaşacağı “tehlike”: “… yani korsanlar demek istiyorum; sonra akıntıların, rüzgârların, kayaların tehlikesi var…”. İzleyiciler için Hıristiyan-Yahudi çelişkisinin altı çizilir. Ancak Shylock, aparında (kendi kendine söylediği bir çift söz) çok daha önemli olanın iktisadî yani tacir-tefeci çelişkisi olduğunu açıklar.
“Hem burada deli gibi boş yere ödünç verir,
Venedik’te faizin kıymetini düşürür…
Mübarek soyumuzdan nefret eder, tastamam
Tüccarların en fazla toplandıkları yerde,
Bana, ticaretime, öz hakkım kazancıma
Faiz diye köpürür, avaz avaz küfreder.”
Saldırgan olan Antonio’dur; faiz alanlara karşıt bir tutum takınmıştır, bedava ödünç para vermektedir. Ve gene Shylock’un sözleriyle Shakespeare klâsik iktisatçıların tefeci ya da bankerin faizi haklı kılan özürlerini ileri sürer: “Tutumlulukları”, parayı biriktirmek için gösterdikleri feragat. Gerek yukarıdaki “tehlike” savının, gerekse buradaki “tutumluluk” savının yanlışlığını ancak 19. yüzyılda Marks kanıtlamıştır. Genel olarak insanın “tehlikeye” atılmanın karşılığı olarak aldığı tek ödül postu sağlam kurtarmaktır. “Tutumluluğun” tek ödülü ise parayı harcayacağına elinde tutmak olmuştur. Kâr ve faiz sadece doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak, başka insanların emeklerinin üretimine sahip çıkarak elde edilir. Ancak 16. yüzyılda, 19. yüzyılda olduğu gibi, iş bilir bir tacirin bir “üçkâğıt çevirmesi” örneği bile borcunu ödeyemediği için hapse atılan bir kimse örneği kadar ters tepki yaratmıyordu. Bu ikincisi parasal bağlar (Cashnexus) ile pazaryeri ilişkisini çok daha yalın, ezici ışıkta gösteriyor. Kimse bir rehinciyi sevmez: bu konuda insan sefaletinden kâr gütme olayı çok açıktadır, yüzeydedir.
Shakespeare, burada, gerçekçiliğini daha da ileri götürerek, faiz almanın doğru olup olmadığı konusunda kısa bir tartışma açıyor. Seyirciler arasında kilisenin faizi yasakladığını bilmeyen yoktu. (Shakespeare de dahil almak üzere buna aldıran da yoktur ya!) Shylock, bu ahlâk sorununun bilincinde bir kimse olarak, faiz konusunda Tevrat’ın yetkisine başvuruyor. Bu sıralarda Kalvinistler ile Püritenler de benzer önermelerde bulunuyorlardı. Ve gene, ünlü tiradında, Shylock’un duyduğu nefretin dinsel farklılıktan değil çektiği ezadan dolayı olduğu açıklığa kavuşturuluyor. Antonio ondan borç istemiştir. Shylock şöyle diyor:
“Bana dinsiz imansız, boğazı kesilesi
Köpek dediniz, benim Yahudi elbiseme,
Kendi malımı kendim kullanıyorum diye
Tükürdünüz…
Bilmem ki ne söyleyeyim, “Bir köpeğin parası
Olur mu hiç? Kabil mi, bir köpek üç bin duka
Altını borç verir mi?” Ben böyle demez miyim?
Yoksa iki kat olup bir kul köle ağzıyla
Titreyen bir nefesle pesten alarak alçak
Gönülle, “Güzel sinyor, geçen Çarşamba günü
Üstüme tükürdünüz, bir gün de gene bana
Tekme attınız; sonra efendim bir defa da
Köpek dediniz bana; bu iltifatlar için
Buyrunuz efendimiz işte size bu kadar
Para ödünç vereyim.” Böyle mi söylemeli?”
Komedi sahnelerinde bile iktisat kuramlarının bilinci görülüyor. Bir tanesinde, Launcelot Gobo, Shlock’u bırakıp Bassanio’nun hizmetine giren uşağı, Shylock’un evden kaçan kızı ile bir tartışmaya giriyor. Kız, diyor Gobo, babasının günâhları için lanetlenmiştir, cehennemde yanacaktır. Eğer gerçekte Shylock’un çocuğu olmadığını kanıtlayabilirse bundan kurtulabilir. O zaman da, der kız, anasının günâhı yüzünden kurtulamayacaktır cehennemden. Ortaçağda kimin cennetlik kimin cehennemlik olduğu konusunda uzun uzun düşünüp kılı kırk yaranları Shakespeare böyle alaya aldıktan sonra Jessica’ya bir Hıristiyanla evlenip dinini değiştirdiğine göre cehennemden kurtulduğunu söyletir. Launcelot’un karşılığı şöyledir, “Bu Yahudiyi Hıristiyan etme işi domuzun fiyatını yükseltecek; eğer domuz eti yemeye başlayanlar böyle artarsa bu gidişle parayla bile incecik bir dilim domuz pastırmasının sıyrıntısını bulup külün üstüne koyamayacağız.” Arz-Talep Yasasını bilir Gobo, fiyatların yükselmesini de… Gerçekten de piyasaya Amerika’lardan altın akışı ve bunun sonucu olarak her türlü mala karşı talebin artması bir “fiyat devrimi” ya da enflasyon yaratmıştı 16. yüzyılda. Tüccar sınıfına kârlı gelen bu durum toprağa bağlı çıkarlar için zararlı olmuş, köylü ve ücretli emekçiler ise bir felâketle karşılaşmışlardı. Bu darbe İngiltere’ye 1585’te, “Tacir”in yazılışından on yıl önce çarpmıştı.
Oyunun çatışması borcun ödenme vadesi geldiğinde doruğuna ulaşır. Görüldüğü kadarıyla Antonio’nun gemileri batmıştır; limana dönmediklerine göre Shylock elindeki bonoyu icraya verecek, sözleşme koşullarını yürütmeye koyacaktır. Sorun, bu durumda, tacir ile tefeci ya da iyi yürekli Antonio ile para canlısı Shylock arasındaki bir çelişki olmaktan çıkar. Tacir – devleti kapsamına alacak kadar gelişir ve mülk – değer, ya da “sözleşmenin kutsallığı”, ile insan değeri arasında bir çelişkiye dönüşür. En azından üç kere tanımlanan ve bütün tarafların üstünde sözbirliğine vardıkları bu nokta çok önemlidir. Burjuva devlet, -söz konusu yarım okka insan eti de olsa- burjuva sözleşmelere uymak zorundadır. Irk, din, millet tanımayan yasa insanlığı da tanımaz. Antonio bunu kabullenir:
“Dük kanunun hükmünü reddetmeye kalkamaz:
Çünkü yabancıların burda Venedik’teki
İmtiyaz haklarına riayet edilmezse
Devlet adaletinin itibarı sarsılır;Madem ki şehirdeki alış-veriş ve kazanç
Bütün milletlerle bir aradadır, bu böyle…”(5)
Bir hukukçu kimliğiyle duruşmaya katılan Portia da aynı düşüncededir:
“… Venedik’te kurulmuş bir nizamı
Hiçbir kuvvet yıkamaz: Sonra bu bir yol olur.
Bir çok yanlışlıklara bu misal kapı açar…”
Her nedense hep ezenden, sömürenden yana bir hukuk anlayışıdır bu; ezileni, sömürüleni hiç korumaz. “Venedik Taciri”nde ortaya atılan diğer sorunlar gibi çok ilgi çekici bir geleceği olacaktır. 19. yüzyıl Amerika Birleşik Devletleri’nde köleliği haklı göstermek, Kaçak Köleler Yasası gibi insanlık dışı yasaları desteklemek için kullanılacaktır. Bu kafa yapısının mantığına göre kölelik insanca ya da insanlık dışı olabilir, ancak köle “mülk”tür.(6) “Mülk” ise kutsaldır, dokunulmazdır. İçsavaşın ortalarına kadar ülkenin yasası böyleydi. Bu gün de geçerliliğini koruyan bu muhakeme tarzı, yabancı girişimcilerle yoz Güney Amerika hükümetleri arasında ülke halklarını akıl almaz oranda dolandıran, sömüren sözleşmelerin desteği olarak kullanılır. Önce bu tür hükümetlerin iktidara geçişlerine “yardımcı” olunur, sonra da son çözümlemede rüşvet anlamına gelecek özel çıkarlar karşılığında ülkenin doğal kaynakları sonuna dek sömürülür. Hele bir Güney Amerika hükümeti girişimcilerin ilk yatırımlarından çok fazlasını geri aldıklarını ileri sürerek kaynaklarına sahip çıkmaya görsün, “elkoyma” hatta “eşkiyalık” çığlıkları hemen sarıverir ortalığı. Shylock’un duruşmada Venedik zenginlerinin köle sahibi oldukları gerçeğinden yararlanması ilgi çekicidir:
“Parayla aldığınız bu kadar esirler var,
Onları sözüm ona, sizin köpekleriniz,
Sizin eşekleriniz, katırlarınız gibi
En kötü pis işlere koşup salıyorsunuz;
Niçin? Elbette çünkü para ile aldınız.
Ben size söyleyeyim mi: Hepsini azat edin?
Mirasçılarınızla evlendirin onları?
Hep onlar yük altında ter döksünler, ne için?
Onlar da sizin gibi kuş tüyünde yatsınlar;
Onların damağı da baklava tadı duysun.
Dersiniz, “Onlar bizim öz malımızdır.” Buyurun,
Benim size cevabım bu: ondan istediğim
Bir libre et de bana pahalıya maloldu.
Benimdir, istiyorum, alacağım ben onu.”
İşte burada Portia’nın yasanın açığını, “kaçamak noktasını” buluşu gelir. Shylock sözleşme gereğince yarım okka ete hak kazanmıştır, ancak bir damla kan akıtamayacaktır. Herkes rahatlar. Antonio kurtulmuştur. Ve nefretten, haktan, hukuktan çığlar Yahudinin tepesine yığılır. Bir Venediklinin canına kastetmiştir. Ölüme mahkûm edilebilir. Talihi vardır, bağışlanacaktır ancak varlığının yarısına devlet el koyacaktır. Diğer yarısı da Antonio’nun olacaktır. Merhametli Antonio araya girer. Shylock’un mülkünün bu yarısını kızını kaçıran Lorenzo’ya vasiyet etmesi ve bu amaçla bir senet imzalaması koşuluyla kendi hakkından vaz geçecektir. Ayrıca Shylock dinini değiştirip Hıristiyanlığı kabul edecektir. Ağırbaşlılıktan yoksun değildir Shylock’un çıkışı:
“Yalvarırım efendim, izin verin gideyim,
Rahatsızım, senedi arkamdan yollayınız,
Ben imzamı basarım.”
“İyi değilim” derken daha çok yaşamayacağını mı belirtmek istemektedir. Shylock? Hıristiyanlığı kabul edecek midir? Shakespeare belki de Orta çağlarda dinlerinden dönmemek uğruna diri diri yakılan binlerce Yahudiden habersizdi. Belki yaşadığı çağda, İspanya’da, din değiştirdiklerini söylemelerine karşın gizli gizli inançlarını sürdüren ve bu yüzden falakaya yatırılan, işkence gören Yahudiler olduğunu bilmiyordu. Ancak yapıtında Shylock’un dinine, geleneklerine, halkına nasıl sıkı sıkıya bağlı olduğunu göstermişti. Bunun yenilebilecek en ağır darbe olduğunun bilincindeydi. Yarım okka et istememişti Antonio istemesine, ama yaklaşmıştı buna.
Çağının toplumsal yaşantısının sorunlarını düşünüp yazan Shakespeare’in gerçekçi tutumuna işaret ederken oyunda hiç olası dışı, olanak dışı olgular yok demek değil amacımız. Antonio’nun senedinin süresi dolunca parayı ödeyip canını kurtaracak hiç bir kimsesi yok muydu? Başı her derde girenin yardımına koşan böyle bir kişinin o varlıklı Venedik’te hiç de mi dostu yoktu? Bizim sözünü ettiğimiz gerçekçilik toplumda yer almakta olan değişikliklerin görülüp kavranması, ve bununla birlikte ortaya çıkan ahlakî ve insanî sorunların sadece “background” olarak, oyunun içinde geliştiği fon olarak değil esas hareketin, çatışmanın doğduğu kaynak alarak ele alınmasıdır.
Oyunda ortaçağın sonlarına doğru paralı Yahudilerin nasıl bir tutumla karşı karşıya olduklarını görebiliyoruz. Egemen güçler açısından Yahudi iki türlü değer taşıyordu. Oyunda sergilendiği gibi, iktisadi hayata yararlı, hatta kimi süreler gerekliydi. Ayrıca pervasızca, giderek, yüce adaleti yerine getirir bir tavırla varını-yoğunu elinden almak işten bile değildi. Aslında oyunda olanlar da bunu kanıtlamıyor mu? Shylock gereklidir. Evlilik girişimi için Bassanio’nun parası çıkışmayınca, Tacir Antonio’nun elinde de hazır nakit olmayınca kime başvururlar? Tefeci ne kadar sevilmezse sevilmesin, iktisat hayatı onun gereğini reddetmez. Zaten sonunda Yahudilerin bu tekellerinin ellerinden alınmasının nedeni de bu değil midir? Ancak bu yararlı amaca hizmet ettikten sonra bakın Shylock’un başına neler geliyor: Parasını geri alamıyor. Sonra varlığının yarısını yitiriyor, diğer yarasını da başkasına vasiyet etmek zorunda bırakılıyor ve bütün bunlar kendisine bir hainin cezalandırılmasından doğan doğruluk kıvancıyla yapılıyor. Doğru kişiler çok kârlı çıkıyorlar oyunun sonunda.
Sonra bu “bir damla kan” püf noktası var. Yasalar hiç bir zaman Shylock’tan yana olmayacaklardır. Allem edilecek, kallem edilecek bir kaçamak, bir kanun boşluğu, bir püf noktası bulunacaktır. İşte kapitalist toplumun gelişmesinde olacak olan da budur. Hele sömürülenler “Hürriyet, müsavat, uhuvvet” haklarına sahip çıkmaya niyetlensinler, hele “yaşamaya, özgürlüğe, mutlu olabilme uğraşına” katılmaya kalkışsınlar! Hele hele, işçi sınıfı mahkemelerin, adaletin yürütücülerinin işverenlerden yana değil “tarafsız” davranmalarını istemeye görsün. Bir “demokrasi”de kapitalizmin eleştiricisi, bir faşiste tanınan konuşma hakkından yararlanmaya yeltenmeye görsün. Amerika Birleşik Devletleri zenci halkı, bırakın anayasal haklarını, canlarının, evlerinin güvenliğini istesinler!… Son yüzyıllarda “püf noktaları” her seferinde, tutarlı olarak bulunmuştur. Yargıçlar bunun ustasıdırlar. “Yabancılar”a, sömürülenlere, belki böyle sözlerle değil ama gerçek olgularla yasaların onlar için olmadığı bildirilir.
Shakespeare için bir peygamber, bir ermişti demiyorum. Ancak yenilikleri gören bir gözü, sonraları, önceden hayal edilemeyecek oranlarda, gelişecek olan kapitalizm daha doğarken birlikte geliştireceği meseleleri görüp ortaya çıkarabilecek güçte toplumsal sorunlara yönelik bir dehası vardı. Yukarıda önerdiklerimin Shakespeare’in seyircileri üzerinde büyük bir etkisi olduğu ya da onun böyle bir amaç peşinde olduğunu da söylemiyorum. Keskin bir gözlemci idi o; gördüklerini de oyunlarında sergileyebiliyordu.
NOTLAR
(1) A pound of flesh: Nurettin Sevin çevirisinde “bir libre et” diye geçiyor. (A.T.)
(2) Marks’tan elli, Brecht’ten yüz kadar yıl önce Hazzlitt’in çelişkileri böyle sıralaması çok ilginçtir. Shakespeare’in dehasını Hazlitt’in mantığından süzünce “yabancılaştırma efektine” çok güzel bir örnek buluyoruz. (A.T.)
(3) In Belmont is a lady richly left; And she is fair: N. Sevin “Belmont’ta gayet zengin bir güzel var” deyip bırakmış ve notlarında “miras yemiş demek… Güzel değil, hatta bayağı, bunları kullanmak Bassanio’nun karakteri hakkında yanlış hüküm vermemize sebep olur” (s. 176) diye açıklamış. Oysa ozanın amacı Bassanio’nun karakteri hakkında hüküm verdirmek bize. “Mirasa konmuş bir hatun var,” dedikten sonra noktalı virgülün belirttiği bir es ve “Ve o güzeldir” diyor Bassanio. Evleneceği kadına bu gözle bakmak bayağılıksa Bassanio hakkında verdiğimiz hüküm neden yanlış olsun? (A.T.)
(4) Tawney İslam dinini incelememiş. Puritanizm, Kalvinizm gibi Tevrat’a bir dönüş olan İslâm tüccar sınıfının geliştirdiği, ticaret ahlâkının sistematize edildiği ilk dindir. “Küllü müsrifîn haram” (Her israf haramdır) hadisi sözü edilen çağdan bin yıl önce edilmiştir. (A.T.)
(5) The trade and profit of the city / Consisteth of all the nations Venedik, komisyonlarla geçimini sağlayan bir açık Pazar, bir uluslar arası ticaret merkezi. Nurettin Sevin’in ileri sürdüğü gibi “Alış-veriş ve kazanç bütün milletlerle bir arada” değil. Kazanç, her türlü milletin tacirlerinin burada alış-veriş yapmasından doğuyor. Antonio, hayatı pahasına olsa bile tacir-devletle, yani uluslararası ticaret kapitalizmiyle bir çelişkiye girmiyor.
Çev: Ali TAYGUN
“TÜRK TİYATROSU / Tiyatro Dergisi” adlı derginin 1977 tarihli 423. sayısında yayınlanmıştır.
İlk yorum yapan olun