Öğleden sonra… Akşam diyemiyorum, bilirsiniz İstanbul’un kış aylarını. Sabahın erken saati bile olsa bu aylarda havada hep bir akşam hali hakimdir. Ama dedim ya, İstanbul’un havası… Ansızın güneş açıveriyor. Şimdi olduğu gibi. Ben ve arkadaşım “Kadavra” (hep ölü gibi olduğu için biz ona bu adı uygun gördük) Harbiye’deki Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin gişesinin önünde kuyrukta bekliyoruz. Niye mi?.. Bilet alacağız tabi. Haa, niye mi kuyrukta bekliyoruz!.. Birer tiyatrocu namzeti olarak bu durum bize gurur vermiyor değil. Ancak, bilet fiyatları bir paket Marlboro’dan daha ucuz da ondan.
Ha bak güneş yine kayboldu. Tamam kızmayın konuyu değiştirmiyorum. Halk Sahnesi Oyuncuları’na toplu bilet almak için bu kuyrukta bekliyoruz. Kuyruktaki insanlara bakılırsa, Salı Pazarı’nın mantığında olduğu gibi ucuzdan yine hali vakti yerinde olanlar yararlanıyor. Şu önümüzdeki genç çiftin haline bakılırsa Romeo ile Juliet’in seyredilmesi onlar açısından doğru bir seçim. Fakat oyunun yönetmeni Başar Sabuncu tanıdığım kadarıyla onların beklentilerine fazla cevap veremeyecek. Oyunlardan hep beklenen o mutluluk ve mutsuzluk ikilemini kastediyorum. İçimizi saran bir çöküntü ve ardından gözpınarlarından sızan gözyaşları. Ne müthiş bir rahatlama değil mi? Hani maça gidip bağırıp çağırıp rahatlamak gibi yani.
Şu önümüzde ki genç kız hiç başını çocuğun göğsünden çekmeyecek mi diye merak etmiyor değilim hani. Şu bizim “Kadavra” hiç konuşmayacak mı diye tam aklımdan geçiriyordum, ki bizim “Kadavra” tabutta rövaşatayı attı…
-Oyunun yönetmeni Başar Sabuncu’ydu değil mi?
Düşündüğüm ile tepkim birbirini kovalarcasına;
-Hııı? demişim.
-Oyunun yönetmeni diyorum…
-Haa… Evet Başar Sabuncu.
-İyi. O zaman faklı bir Romeo ile Juliet yorumu seyredeceğiz.
Ne kadar ilginç değil mi? biraz önce ben şu önümüzdeki genç çiftin akıbetini aklımdan geçirirken bunları düşünüyordum. Bu durum bizim ölüyü canlandırıyor ama, önümüzdeki genç çift açısından trajik olacağa benziyor.
“Kadavra”dan ikinci rövaşata…
-Kaç tam, kaç öğrenci alacağımızı hatırlıyor musun?
“Kadavra”nın sorusunu duydum, duymadım değil. Ama o sırada genç kız, “aşk”ın yenilmez şövalyesinin göğsünden başını kaldırınca ister istemez ağzımdan;
-Hele şükür!….
-Sözleri çıkıvermiş.”Niye kızıyorsun ki!” diye sormakta “Kadavra”nın hakkıdır tabi.
-Sana demedim “Kadavra”cığım… Hatırlıyorum, merak etme. Hem sen kafanı böyle dünyevi meselelere yorma. Tamam mı?
“Kadavra”nın kaleyi zorlayan rövaşataları bir yana, bugün ben, üstelik Romeo ile Juliet oyununun kuyruğunda beklememe rağmen, şu genç çiftin durumuna niye kafayı taktım anlayamıyorum bir türlü!.. -Anlaşılmayacak ne var- diye tam kendime sorduğum soruyu yine kendi kendime cevaplamak üzere iken günün beklenen gelişmesi oldu ve genç kız konuştu. Evet konuştu…
-Tam olarak nerede geçiyor bu olay hayatım? diye sorduğu soruyla milenyuma erken teşhisini koymuş oldu tabi. Genç şövalyemiz cep telefonunu kınına yerleştirdikten sonra, önümüzdeki yüzyılın açılımını yapacakmış bir edayla… “Çook eski bir zamanda geçiyor oyun…” diye bizi hiç de hayal kırıklığına uğratmayan açıklamasını yaptı. Tam söze devam edecekti ki, ölüler bile ölü olmaktan sıkılabilirler. Böyle sorular ve böyle cevaplar ölüleri bile sıkabilir demek istiyorum yani. Niye mi? Çünkü, “Kadavra” bu diyalogu duydu ve daha önce size sözünü etmediğim bir özelliği olan, ansızın tutulduğu fazilet sıtmalarından birine tutularak onların sözüne karıştı bile…
-Ortaçağ feodalizminin yaşandığı bir çağda…
Genç delikanlı iffeti endam dikkat kesildi tabi. Aşkın kalesinin kapısına dayanan bu atlı habercinin hayır mı, şer mi olduğunu anlamaya çalışırken, kız ara bağlantıyı yaptı bile… “Aaa! Ne bu sosyoloji dersi mi?” diye sormasaydı, açıkçası biz genç kızın psikolojisinin dışında herhangi bir bilimden haberi olmadığı konusunda ikna olmuştuk bile. Ama bizim “Kadavra”, dersin püf noktasını anlatmakta ısrarını sürdürdü…
-Ama öyle. Birbirine düşman iki soylu ailenin uşaklarının, efendilerini boy ölçüştürmeleriyle başlayan tartışma, bu iki ailenin fertlerinin olaya karışması üzerine iyice büyür. Bu sırada prens ve adamları sahneye girer kavgayı ayırır ve artık aileler arası bu çekişmeye ve kavgaya son vermelerini, yoksa onları cezalandıracaklarını söyleyerek sahneden ayrılırlar. Tam bir uzlaşma sağlanamasa da kavga sona erer…
Genç kız durur mu!.. Ölülerle, milenyumda beyni sağırlar, birbirilerini ağırlar bir sohbet başladı bile…
-Eee, Romeo nerede peki?
-Romeo o sırada aşık. Ama Juliet’e değil. Tek düşündüğü karşılıksız aşkı. Arkadaşları ise onunla dalga geçiyorlar ve bu aşktan vazgeçirmek için onu bir baloya çağırıyorlar. Romeo zorla gittiği bu baloda Juliet’i tanıyor ve artık ömrünün sonuna kadar ona aşık oluyor.
Bu sohbet hoşuma gitmiyor değil doğrusu… Dayanamıyor ve surların üstünden bizi seyreden şövalyeye rağmen, bir yeniçeri eri gibi dalıyorum sohbetin içine:
-Bu arada Juliet, Romeo’nun ailesinin düşman olduğu aileden. Çünkü, o çağın özelliği olan feodal rekabet sürüyor tabi. Ve bu balo, anların Juliet’i perensin bir akrabasıyla (Paris) tanıştırmak için düzenlenmiş bir balo. Ailesi Juliet’in gelecekte onunla evlenmesini planlıyor. Herkesin kendine özgü çıkarları var değil mi?
Genç kıza öyle bir anlatmaya dalmışız ki, böylesine tarihsel özellikler taşıyan bu oyunu sanki Brezilya dizisine çeviriyoruz Genç kızın içini merak sarıyor tabi..
-Ayy, çok heyecanlı!…
Genç kızın tepki vermesi üzerine, ölü bir kez daha dirilerek…
-Juliet’in iyi yürekli dadısının da yardımıyla iki grencin aşkı gitgide büyüyor. Rahibin aracılığıyla gizlice evleniyorlar. Bu sırada ailelerin gençleri arasında yine bir kavga çıkıyor. Romeo bu kavgaya girmek istemiyor. Bu yüzden Tibalt’ın ağır sözlerine bile kulak asmıyor. Ama Tibalt, Romeo’nun en yakın arkadaşını öldürünce, o da Tibalt’ı öldürüyor.
Genç kız girdiği gerilimin uç noktalarında dolaşmaya devam ederek… “Ne talihsizlik…” Sözcüklerini dipsiz bir kuyudan seslenircesine söylediği anda “aslında bu bir talihsizlik değil.” diyorum, ölüler dünyayı işgal etmeye büyük bir heyecanla devam ederek…
-Sonra Prens ve adamları tekrar gelirler. Bu arada Romeo kaçar. Prens onun hakkında sürgün cezası verir. Büyük bir mutsuzluğa düşen Romeo’yu rahip umutlandırır. Öğütler vererek onu gönderir. Yine bu olaylardan sonra ailesinin Paris’le evlendirmek istemesi üzerine mutsuzluğa düşen Juliet’e rahip öğütler verecek ve Romeo’ya kavuşabilmesi için bir yol gösterecektir. Rahip, Juliet’e bir iksir verir. Bu iksiri içtiğinde herkes onu öldü zannedecektir. Oysa o sadece bir gün süreyle uyuyacaktır. Plana göre, uyandıktan sonra Romeo’nun yanına gidecektir. Rahip sürgündeki Romeo’ya bir mektup yazar ve iksiri Juliet’e verir. Mektup Romeo’nun eline ulaşmaz. Fakat Juliet’in Paris’le evleneceği haberini alır ve yasağa rağmen geri döner. Döndüğünde öldüğünü zanneder Juliet’in. Biraz sonra Paris gelir. İkisi de Juliet’in öldüğünü sanırlar. Paris’in kışkırtmasıyla Romeo yine istemediği halde onu öldürür ve Juliet’in yanına yatarak zehirle intihar eder. Zaten Romeo Juliet’in yanında ölmeye gelmiştir. O sırada Juliet yavaş yavaş uyanır ve Romeo’yu yanında görür. Romeo’nun, kendisinin öldüğünü zannederek intihar ettiğini anlar ve o da Romeo’nun dudaklarında kalan zehri emerek Romeo’nun intiharına eşlik eder.
“Kadavra” bile heyecana kapıldı. “Ölüler ağlar mı bilemem ama, ölülerin korkuttuğunun doğru olduğu konusunda hemen hemen hepimiz hemfikirizdir herhalde!..”
Genç kızın… “Ne karanlık bir çağ..” sözlerine karşılık; “Evet çok karanlık bir çağ..” diye ekleme ihtiyacı duydum.
“Kadavra” ölülere has vakur bir tavırla…
-Şimdi de olmuyor mu bunlar?
-Evet bir takım yanlışlıklar yok değil fakat artık “demokrasi” var değil mi?.. demem “Kadavra”nın yüzünde anlamsız bir ifadeye neden oluyor.
-Bilmem!
-Evet beyler, kuyrukta insanlar bekliyor!..
Gişenin önüne gelmişiz bile.
…
Oyunun oynandığı gün tiyatronun fuayesine girdiğimizde kalabalığın içine düşüyoruz. Kalabalık, adeta ölü bir aşığın yüreğine toplanmış karıncaları andırıyor. Bizim genç çiftle selamlaşıyoruz. Genç delikanlı bundan rahatsızlık duyduğu için surların üstüne yapılmış bir kardan adam gibi duruyor yine. Üçüncü zil çaldığında seyirci kanalizasyona düşmüş gibi oluyor. Oyun başladığında seyircilerin yüzlerindeki şaşkınlığı görmemek mümkün değil tabi. Bizim genç kız başını yine şövalyenin omzuna yaslıyor. Ne aşk ama değil mi? iyi ki bunu yüksek sesle düşünmedim. Aksi taktirde kanalizasyon kurallarının hakim olduğu sahne düzeni içinde benim sözcüklerimde kirlenebilirdi.
Kirleten sahne düzeni mi? Yeraltı yönetiminin egemenliğini besleyen yukarıdan akanlardır. Halk, affedersiniz, yani seyirci kirletildiği duygusuna kapılıyor. O hep aynı yere akan lağımın geçtiği irili ufaklı kanalizasyon borularına ne demeli? Birbirleri ile yarışırcasına ve müthiş bir rekabet içinde aynı denize akan lağım ırmakları. Denizi kirleten biz miyiz? “En yorgun ırmak bile mutlaka ulaşır denize” demiş şairin biri. Zaten bu sözü geçen denizin durumu, bir nükleer savaş sonrası kirliliği gibidir. Lağım ırmaklarının kanalizasyon borularından girip çıkan, irili ufaklı egemen ailelerin büyükleri oluyor. Hepsi, ama hepsi sonuçta aşkın denizine akıyorlar. Aşk ise, bütün bunların içinde sadece kendisiyle ilgilendiği ve başka bir şeyle ilgilenmediği için habersiz kendi trajik finaline doğru hızla ilerliyor. Seyirci de onunla birlikte.
Klasik bir Romeo ile Juliet beklentisi içindeki seyircinin durumu gerçekten trajik doğrusu. Ama hep böyle değil midir? Kendi trajedisinin gösterilmesi karşısında insanın içine düştüğü durum trajiktir. Tiyatronun gırtlağı boşaltıyor kendini. Alan, satan memnun değil. Kanalizasyonun içine düşen müşteri tadını beğenmedi ürünün. Mırıldanmalar ve söylentiler içinde sokağa çıkıyoruz.
Yağmur yağıyor. Yolda yürürken büyük bir sessizlik bizimkilerde. İlk patlama eve bir an önce gitme paniğini yaşayan Gülten’den geliyor…
-Şiir yok muydu diye sormazlar mı adama?..
Cin Zeynep, cin çarpmışa dönüyor bu sözler karşısında. Cevap vermeden edemiyor tabi…
-Şiir bu olayın gerçekliği değil ki. Bence oyunun yorumundaki, edebiyatı reddetmeyen, ama edebiyatla arasına düzeyli bir mesafe koyan bu tavır, aslolan gerçekliğin arayışıdır.
Gülten henüz ikna olmamış gibi devam etti…
-Ama Shakespeare’in o edebi dili!
-Gülten’ciğim, o dil, o çağa özgü. Zaten bugün, şiir dili farklı bir yere gelmiş durumda. İnsanlar artık şiiri, bireyin içsel bunalımı olarak algılıyorlar. Aslında bu bir karamsarlık duygusu değil. bu artık insanları rahatlatıyor. Edebiyat günümüzde toplumsal rolünü üstlenmiyor. Bu açıdan bakıldığında, oyuncular o gizemli sesleriyle her şeyi şiire özgü aktarmaya çalışsalardı, seyirci uyuşturucu kullanan müptelaya dönüşmez miydi sence? Oysa olayın kendisi şiirin ana kaynağı. Şiirin kaynağı hayatın kendisi değil midir zaten? Hatta içsel bunalımlarımız bile. İçsel sorunlarımıza içsel cevaplar arayarak daha da bunalacağımıza, sorunun ana kaynağına yönelerek içsel olanın genelle ilişkisini kurmak daha doğru olmaz mı? Günümüzde şiiri şiirle boğmak istiyorlar.
“Spartaküs” Coşkun (artık kimsenin hiçbir şeyi üstlenmediği çağımızda, her işi üstlenen ve öne çıkarak Halk Sahnesi’nin emekçi savaşçısı olduğu için biz ona “Spartaküs” diyoruz) konuyu başka bir noktaya yöneltiyor…
-Oyunun finalinde niye yağmur yağdı?
Buna cevap verme zevki bana düşer diyerek atıldım;
-Başar Sabuncu şimdiye kadar alışılagelmiş Romeo ile Juliet oyunundan çok farklı bir anlatımla ortaya koyduğu oyunda kullandığı yöntemle Aristoteles’in yöntemini yine o yöntemin bir oyunuyla bu derece eleştirmeyi başarıyor. Bu yöntemsel farklılığı ilk bakışta afişlerden ve tiyatro salonuna girer girmez sahnenin kanalizasyon borularının açıldığı bir alan olarak gören kahramanlarımız da fark ediyorlar.
Peki nedir bu farklılık? Öncelikle şunu söylemeliyiz, bu farklılığı kavramanın yolu oyunu tarihselliği içinde doğru yere oturtmaktan geçiyor. Yazar, iki gencin çileli ve zorunlu aşk yolunda feodal çekişmelerin ve bu çekişmelerin sevgililerin hayatına maloluşunu anlatırken bunun rastlantısal ya da talihsizlikten dolayı olmadığını anlatmaya çalışıyor aslında. Romeo ve Juliet karakterlerinin anlattıklarına dikkat ederseniz mutluluk mutsuzluk ikilemi içinde gidip gelir oyun. Yazar olanların nedenini ve suçu ailelere, daha genel anlamda toplumdaki gerçek çatışmalara yükler. Bir çok aşk öyküsünde toplumsal koşullardan hiç bahsedilmeden, iki bireyin aşk öyküsü tümüyle lirik bir şekilde anlatılırken; W. Shakespeare’in, Romeo ile Juliet öyküsünde kişilerin trajedileriyle anlatılmış toplumsal çelişkiler evrenseldir.
Bu anlamda diğer aşk öykülerinden önemli ölçüde ayrılır ve trajik olarak nitelendirilebilir. Trajik genelde anlaşıldığı gibi talihsizlik ya da acıklı demek değildir. Trajik, toplumdaki önemli çatışmaları mutluluk-mutsuzluk ikilemi içinde anlatma biçimidir. Tüm karakterle toplumsal gerçeğin izlerini taşıdığından, incelendiğinde dönem hakkında önemli ipuçlarına erişilebilir. Bu mutluluk-mutsuzluk çatışmasının seyirci üzerinde yarattığı gerilim oyunun sonunda ailelerin barışmasıyla bir uzlaşma ortamına dönüşür. Bütün seyirciler böyle düşmanlıkların nelere mal olduğunu görmüş olur. Romeo ile Juliet’in ölümüyle, aynen gülme duygusunda olduğu gibi ağlayarak ruhsal bir rahatlamaya giren seyirci, feodal ailelerin barışmasıyla da uzlaşmaya yöneltilir. Herkes memnuniyet duyar bu durumdan. Bu oyunun mesajıdır.
Oyun boyunca zorunlu uzlaşma sonucuna gelinmesi ve aksiyonun kuvvetlenmesi için kahramanların başlarına gelenler ve ölümleri kesinlikle rastlantısal değildir. Aksine tam da bu mantık üzerine örülmüştür. Eğer bu oyun klasik tarzıyla oynanırsa -ki buna çok uygundur- Romeo ya da Juliet ile özdeşleşiriz. Aynı her gün, Amerikan filmlerindeki kahramanlarla özdeşleştiğimiz gibi düşüncelerimiz devreden çıkar ve kahraman(lar) ile birlikte olayların gelişimi içinde oradan oraya savruluruz. Bizi istediği noktaya getirdikten sonra arınıp, rahatlayıp uzlaşarak mesajımızı alırız. Bu mesaj kimi zaman, ortaçağdan çok daha az yetenekli olsa da izleyiciyi yakalayarak “Amerika yine Vietnam’da ki kötü adamları öldürdün ve dünyayı pisliklerden temizleyerek kurtardın!”da olabilir. Amerikalı askerle öylesine özdeşleşiriz ki, “kötü” Vietnamlılar’ı öldürürken ona eşlik ederiz biz de. İstemesek bile bizi kendi gibi düşündürür ve konuşturur. Daha doğrusu bizi kendimize yabancılaştırır. Ama bu bilinçsiz yabancılaşmamızı, özdeşleşmeye bir mesafe koyarak, olaylara aklımızla da bakabilmeyi başarabilirsek, yabancılaşma bilinçli bir duruma dönüşür ve savaşçı bir karaktere bürünür. O yüzden oyunun sonunda yönetmen bir yağmur efekti koyarak “arının bakalım şimdi” demek istemiş. İşte bu mesafe koyan yöntem bir yabancılaştırma efektidir. Seyirci durumuna düşmekle zaten yabancılaşmış olan, artık uzlaşmanın ve ruhu rahatlatan arınmaların kurbanı olmayacaktır. Oysa ki bakın, o usta yöntemin sayesinde oyun hala hayatımızda bir oluş içinde nasıl deviniyor.
Soylu çıkar çelişkilerinin yaşandığı bir lağım içinden, prens kötürüm bir asker olarak sahneye getirilmiş. Kavgaları ayıranlarsa bildiğimiz robokoplar. Oyuna sokulan güncel göndermeler, savaşçı bir karakter taşıyan yabancılaştırma efektleridir. Bir yöntem olarak bu aslında gerçek bir tarihselleştirmedir. Kanalizasyon borularından girip çıkan aileler, uzlaştırıcılar, kolluk güçleri ve kanalizasyon kanunlarıyla yönetilen halk. Hiç de yabancısı değiliz, değil mi bunların? Bize bir masalı anımsatmıyor. Bu lağımın içinde birbirine kavuşmaya çalışan iki gencin trajik öyküsü başlamadan bitmiştir aslında…
“Spartaküs” Coşkun öfkeyle atıldı…
-Yani sözünü ettiğin bu Aristoteles uzlaşmanın ve arınmanın kuramcısı öyle mi?
Bu soru karşısında büyük bir zevkle devam ettim sözlerime…
-Oyunun başında emekçilerin kendilerine ait olmayan bir kavgada taraf olmalarına dikkat etmeliyiz. Aristoteles’in siyaset kuramına baktığımızda karşımıza çıkan, zengin ve yoksul arasındaki çatışmanın derin çelişkisini yumuşatma arayışıdır. Bu yumuşatma işlevini, adeta bir hava yastığı görevi gören orta sınıfa yükler Aristoteles. Orta sınıfın güçlendirilmesi gerektiğini sürekli tekrarlayarak, bu çatışmayı barış ortamına çekmeye çalışır. Sanki küçük burjuvazi, toplumsal bir barışın ve huzurun tarafsız tarafıdır. Tarafıdır diyorum, çünkü çelişkinin tam orta yerine oturan gövdesi ve bilinciyle sürekli araya girerek çarpmaları engeller. Hava yastığı dedim ya! İçi boş hava yastığı. Ayrıca, bu sözünü ettiğim orta sınıf sürekli kendinden üst olan sınıfa özenir. Hep onların hareketlerini aynaya bakarmış gibi taklit eder. Bu durum aynadaki gibi bir yansımadır. Hele bir de ayna bozuksa, görüntü iyice karikatürleşir. Yansıma köleliktir aslında. Karikatürleşmiş bir kölelik. Düşünsene “Spartaküs” Coşkun, sen bile bu köleliği kabullenemedin. Kuram bu işte. Yüzyıllardan günümüze kadar gelen kuram.
Sahildeki yumurtasından yeni çıkmış ve hızla denize ulaşmaya çalışan “Karretta” Hazal her zamanki gibi sanayi toplumunun bir çocuğu olarak hızla sorularını üretti…
-Peki bu çelişkiye rağmen emekçiler ya da uşaklar neden birbirlerine karşı ailelerini(!) bu derece sahipleniyorlar, bu yüzden kavga ediyorlar ve hatta ölüyorlar? Kim bu aileler ve neden düşmanlar birbirlerine? Tarih boyunca çıkar kavgalarında ailelerin ve ülkelerin adına ölenler kimler? Birbirlerine bu denli düşman olanlar bir gün barışıyorlar. Neden? Neden bunca kanla yıkanmış düşmanlıklar, bu kadar kolay dostluğa dönüşüyor? Yoksa yeni çıkarlar mı gözüküyor aç gözlülere?
-Hazal’cığım, aileler arasında uzlaşmaz bir çelişki olmadığından onların barışmalarına da şaşırmamalıyız. Çünkü onların uzlaşmalarıyla beraber asıl çelişkimiz daha da netleşecek. Oyun boyunca efendiler ve köleler arasında mutlak bir çelişki sürekliliğini sürdürmeye devam edecek. Uşaklar efendilerine ne kadar bağlı olurlarsa olsunlar uşaklar da sonuçta köledir. Tek farkları sarayın içinde çalışıyor olmalarıdır. Bu çelişki sınıflı toplumun oluşumundan günümüze kadar varolan çelişki. Asıl uzlaşmaz çelişki aslında bu. Barışın ve huzurun sağlanması bu çelişkilerinin ortadan kalmasıyla sağlanacak zaten.
Hazal çelişkili gözlerle devam etti..
-Peki dünyada hiç çelişki kalmayacak mı?
-Kalmaz olur mu hiç. Ondan sonra hızla insanileşme süreci, doğayla yaşamın dengeye oturtulması gibi çelişkilerle karşılaşılacak. Dünya çelişkisiz olmaz. Ama bu çelişkileri herkes sever. Aksi taktirde bilim, sanat fazladan bir şey olurdu, değil mi?
Yağmur yağmaya devam ediyordu biz otobüs durağında beklerken. Yağmur bizi yıkamaya devam etse de her yer çamur içindeydi sokaklarda. Hatta kimi yerlerde kanalizasyonlar taşıyordu. Bir an tuhaf bir duyguya kapıldım. Acaba ben sevgiye karşı acımasız mı davrandım.
“Yoo yoo, aşkın kuralı bağımsız, her şeyden kopuk değildir. Genel, dünyanın kurallarının dışında ele alınamaz. O yüzden biz aşk toplumsal bir olgudur diyoruz… değil mi?” diye yine kendi kendime cevapladım. İşte Romeo ile Juliet benim kafamda böyle bir yere oturuyor. Bu açıdan bakıldığında, Başar Sabuncu’nun yorumu bizim aklımızın paslanmış dişlilere sahip mekanizmalarını epeyce hareketlendirdi diyebiliriz. Şüphesiz ki sistemi tehdit etmiyor aşk. Ama sistemin tertemiz, saf ve insanca kurulacak sevgileri tehdit ettiği bir gerçek.
Otobüse binip eve doğru hareket ettiğimizde yağmur iyice azıtmış ve otobüsün camlarını elinde bir kırbaç varmışçasına hırsla dövmeye başlamıştı…
Kültür Sanatta TAVIR Dergisi’nin Ocak-2000 tarihli 19. sayısında yayınlanmıştır.
İlk yorum yapan olun