Batı yakasının hikayesinden söz ettiğimizde, kaçınılmaz olarak aklımıza Avrupa “uygarlığı” gelecektir. Coğrafya bilgilerimiz bunu doğrular. Ancak, tartışmayı düşüncenin coğrafyası ve bu coğrafyanın getirdiği tarihsel sorunlar açısından ele aldığımızda karşımıza aklın doğu yakası ve batı yakası olgusu çıkacaktır. Bu duruma verilebilecek en ilginç örnek; İstanbul’u 1453’te alan Fatih Sultan Mehmet’in, İstanbul düştükten sonra “Ben Doğu Roma İmparatoruyum” demesidir. Bu cümledeki “Doğu” ve “Roma” vurgusunun aynı anda kullanılması ciddi bir tutkunun ürünüdür. Daha düne kadar halkıyla aynı koşullarda yaşayan genç “Gazi Mehmet”, İstanbul’u düşürdüğünde, yüzyıllardan beri gelen İslam aleminin kanla yıkanmış tutkularını gerçekleştirmiştir. Fetihin en temel olan doğası gereği, fetheden fetheddiğini kendine benzetir. Peki bu fetih niye fetheddiğini kendine benzetememiş ve fethedilmiştir? Savaşın ve fetihin ortaya çıkışı ilk planda tarihsel koşulların bir sonucu olarak düşünsel etkinliğe dönüşür. Düşünce maddenin en gelişmiş biçimidir ve maddenin soyutlamasıdır. Bir soyutlama olarak Batı’yı fetihe yönelten düşünsel etkinlik, düz bir mantıkla aklın doğu yakasının hikayesi olmalıdır değil mi? Ancak, fetihten sonraki pratiği incelediğimizde hiç de öyle olmadığını görüyoruz. Fethedenin benzeticeğine benzediğini ve aklın batı yakasının hikayesinin aslında eski bir hikaye olduğunu anlıyoruz.
Yendiğini sananın yenilgisi diyalektiğin yasasına aykırı değildir. Çünkü karşıtların çarpışmasının asimetrik bir doğası vardır. Karşıtlar eşit düzeyde sentezlenmezler. Biri diğerine baskın çıkar. Baskın çıkan karşıt, diğerinden bazı özellikler alır ama, sonuçta belirleyici olan onun egemenliğidir. Aklın doğu yakasının maddesi, aklın batı yakasının ruhuna yenilmiştir. Bu ilginç sentezlenmeden sonra, ruhun madde üzerinde belirleyici olması, yukarıdan aşağıya dayatılan, yani gökyüzünden yeryüzüne inen düşünsel bir iradeyi göstermiyor mu? Türk geleneklerine göre hilal şeklinde kurulan bozkır çadırlarında halkıyla birlikte oturan genç “Gazi Mehmet”in, sınıflı toplum geleneğine dayanmayan bir hiyerarşik düzenin kültürünü taşırken, fetihten sonra, sınıflı toplum geleneğine göre baskıcı bir zor aygıtı olan devlet olgusunu yaratmış kültüre yönelmesi hangi maddenin ürünüdür? Daha düne kadar yiğitçe, mertçe, yalın bir yaşamın içinden, halkının arasından çıkarak, süslü püslü kıyafetler giyip, “Gazi” ünvanının yerine “Padişah” ünvanını alarak halkının daha önce tanımadığı bir zor aygıtının merkezi yapısı saraya çıkması aklın doğu yakasının maddesi olmasa gerektir.
Şimdi bir çoğunuz toplumların tarihinin gelişimi içinde bu durumun normal olduğunu söyleyeceksiniz. Bu tarihe göre de “barbar”lıktan “uygarlığa” geçiş böyle olacaktır tabi. Hatta marksist olanların bir çoğu, “dünya tarihinde üretim biçimlerinin değişimi ve gelişimi böyle olmuştur, Marks da böyle söylemektedir” diyecekler. Madem ki bu yinelemeyi en çok marksistler yapıyor, o zaman onlara hiç araya girmeden doğrudan Marks’ın kendisinden ileterek cevap verelim: “Kapitalist üretimin doğuşunu incelerken, bunun temelinde “üreticinin üretim araçlarından kökten ayrılışının” yattığını (işin sırrının bu olduğunu) söyledim, ve ayrıca, “Bütün bu evrimin temeli, tarımsal üreticinin mülksüzleştirilmesidir. Bu da şimdiye kadar, köklü biçimde ancak İngiltere’de oldu…. Ama Batı Avrupa’nın bütün öteki ülkeleri aynı hareketi geçirmektedirler.” dedim.
Demek ki, ben, Batı Avrupa ülkelerinde bu hareketin “tarihsel yazgı” olma yanını özellikle sınırladım. Niçin? Lütfen XXXII. bölümü karşılaştırınız, orada şunlar yazılıdır:
“Bireylerin malı olan dağınık üretim araçlarının, toplumsal ve yoğunlaşmış birimler haline, pek çok insanın cüce mülkiyetinin bir kaç kişinin dev mülkiyeti haline dönüştürülmesi,… halk yığınlarının bu korkunç ıstıraplı mülksüzleştirme işlemi, sermayenin tarihinin başlangıcını temsil eder…. Başkalarının…. emeklerinin sömürülmesine dayanan kapitalist özel mülkiyet…”
Böylece, son tahlilde, bir mülkiyet biçimi, başka bir özel mülkiyet biçimine sokulmuş olmaktadır (Batı hareketi).” Zasuliçe yazdığı bu mektubunda “Kapital” adlı eserinde ne demek istediğini anlatan Marks mektubunun devamında, Türkiye’nin gelişimi ile büyük benzerlikler gösteren ve yine bir doğu ülkesi olan Rusya’yı örnek göstererek sözlerine şöyle devam eder: “Rus köylüsünün elindeki toprak hiçbir zaman özel mülkiyet olmadığına göre, bu gelişme nasıl uygulanacaktır?
Tarihsel bakımdan, Rus köy komününün kaçınılmaz dağılışı lehinde biricik sav şudur:
Çok gerilere gidildiğinde, Batı Avrupa’da, her yerde az çok eski (arkaik) tipte komün mülkiyeti bulunur; toplumsal ilerleme ile bu, her yerde yokolmuştur. Niçin yalnızca Rusya’da aynı yazgıya uğramasın?
Yanıtlıyorum: Çünkü Rusya’da, bu ülkeye özgü koşulların biraraya gelmesi yüzünden, ulusal ölçüde kurulmuş olan tarım komünü, ilkel niteliklerinden adım adım kopabilir ve doğrudan doğruya, ulusal ölçüde kollektif üretimin unsuru olarak gelişebilir. Kapitalist üretimin çağdaşlığından ötürüdür ki, Rus tarım komünü, kapitalizmin (korkunç) iğrenç serüvenlerinden geçmeden, bu üretimin tüm olumlu yanlarını benimseyebilir. Rusya, modern dünyadan tecrit edilmiş değildir; Doğu Hindistan gibi bir yabancı fatihin kurbanı da olmamıştır.” (K. Marks-F. Engels, Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, Çev: M. Belli, S. 253-254, Sol Yay., Eylül-1992)
Demek ki, Batı’nın kendi öz dinamiğine dayanan ve aşağıdan yukarıya bir yol izleyen gelişimi, Doğu’da bazı toplumların kendine özgü dinamiklerini altüst eden bir noktaya gelmiştir. Bizim burada söylemek istediğimiz, Doğu toplumlarının ideal toplumlar olduğu değildir. Hatta doğu toplumları içinde köleci düzeni hiç tanımamış olanlarının olduğu gibi, köleciliği erken tanıyanları da vardır. Ancak, kendi özgün dinamikleri üzerinden yükselen toplumlar, “yeryüzünden gökyüzüne” çıkmakta olduğu gibi ruhu maddenin önüne koymayan ve ayakları üzerinde durabilen toplumlardır.
Gerçekten de, ülkemizin bütün düşünce tarihi bu çatışma üzerine kurulmuştur. Türkiye ile Batı arasındaki ilişkiler ve çelişkiler temelinde Avrupa uygarlığının ülkemizin düşünsel etkinliğine sızması, Batılılaşma hayranı seçkinlerin bilincinde adeta “vahiy” etkisi yapmıştır. Ülkemiz seçkinlerinde kültür deyince, ilk akla gelen, Batı’nın kendi özgün gerçekliği temelinde ortaya çıkan entellektüel birikim anlaşılmıştır. Kendi ülkesinin topraklarına ait olan tarihsel ve toplumsal pratiğin öğrencisi olamayan seçkinlerin bilincine yansıyan bu süreç, onu umursamayan halkın bilincine de yansımış ve iki noktada düğümlenmiştir. Bunlardan ilki, “Türkiye ile Batı”, “Türkiye ile Avrupa”, ulusallaşma ile Batı uygarlığı arasındaki ilişkiler sorunu… İkincisi ise, “seçkinler ile yığın”, “aydınlar ile halk” arasındaki çelişkiler sorunu. Bu ilişkiler ve çelişkiler, Türkiye Batı’ya daha yaklaştıkça, batı uygarlığı seçkinlerde derinleştikçe, seçkinleri halktan ayıran uçurum büyüdükçe içinden çıkılamaz bir durum doğmuştur. Bu adeta bir kördüğüm gibi çözülemez olmuş, ancak, sadece seçkinlerin bilincini düğümleyen bir bunalıma dönüşmüştür.
Yukarıda da söylediğimiz gibi, aklın batı yakasının hikayesi çok eski bir hikayedir. Hepimizin bildiği gibi tüm Avrupa uygarlığı kendi tarihini Antik Yunan’dan başlatır. Bu aynı zamanda yazılı tarihin başlangıcıdır. Engels ise, bir makalesinde, Antik Yunan’ın insanlık tarihinin ilk yozlaşması olduğunu söyler. Ancak, Antik Yunan pratiğinden sınıf savaşımı adına çıkarılacak deneyimler çoktur. Evet, insanlık tarihi köleliği, milliyetçiliği (pan-helenizm) ve emperyalizmi (Atina emperyalizmi) ilk orada tanımıştır. Kendi tarihsel köklerini Antik Yunan tarihinde bulan Avrupa uygarlığı, bu birikime Haçlı Seferleri sırasında geldikleri (Araplardan ve özellikle İslam düşünürlerinin bir kesiminin Latinceye yaptığı çevirilerden) Doğu’da sahip olabilmişlerdir.
Ne kadar ilginçtir ki, Doğu halklarının gerek entellektüel, gerek ise emek (çünkü köleler Yunan olanların dışında seçilirlerdi) birikiminden doğan Antik Yunan uygarlığı, yozlaştırdığı bu birikimi daha sonra Batı Roma’ya, Doğu Roma’ya ve Avrupa Uygarlığı’na aktarmıştır. Avrupa Uygarlığı ise ardından, yağmacılık, talancılık, işgalcilik ile kendi içinden Amerika’yı doğurmuştur.
Peki Doğu, Antik Yunan’ın sınıflı toplum yapısından doğan entellektüel birikimiyle ne zaman karşılaşmıştır? Böyle bir soru, bizim gözlerimizi Büyük İskender’in Anadolu’ya ve geniş bir coğrafyaya yaptığı fetihlere yöneltiyor. Bu aynı zamanda Antik Yunan uygarlığının bitişi oluyor, ama, ardından özellikle bizim yaşadığımız coğrafya ve çevresinde Hellenistik çağın başlangıcına işaret ediyor. Hellenistik düşünce, Antik Yunan uygarlığına ait olan ve sınıflı toplum yapısından üreyen tüm entellektüel birikimi kapsıyor. Kendi gerçekliğine cevaplar arayan bu düşünsel etkinliğin, kendi özgün gerçekliği olmayan topraklarda iradi olabilmesi, ruhu maddenin önüne koyan metafizik bir yol izlemiştir. Bu tamamıyla bilimsel yöntem sorunu haline gelmiştir.
Sözünü ettiğimiz tarihlerde yaşanan bu sorunlar, bir batılılaşma misyonu dışında Doğu’da “akılcılığın” -sanki Doğu’da daha önce akıl yokmuş gibi- başlangıcı olarak gösterilmiştir. Oysa ki, bu düşünsel etkinliğin, kendi topraklarının gerçekliğine aykırı olduğunu söyleyen bir çok İslam düşünürü de vardır. Bu İslam düşünürleri “gerici” olarak -onların o çağlarda günümüzün bilimsel etkinliğinden haberdar olmamalarına şaşırarak- suçlanmış ve Antik Yunan dünyasına ait birikimin içinden çıkan “akla” karşı şüphe duymaları hayretle karşılanmıştır. Ama unutmamak gerekir ki, Avrupa ortaçağının kilisesinin “skolastik” felsefesi, Protestanlık ve tüm burjuva aydınlanma çağı yine bu birikimin “akılcılığı” ile ortaya çıkmıştır. Hatta İslam dünyası bile süreç içinde bu düşünsel etkinliğin temelinde, “akılcılığa” karşı olmakla suçladığı bu parlak düşünürleri mahkum etmiştir. Günümüzde, postmodernist felsefeyi keşfeden aklı evvel muhalif aydınlar, kendi “akılcılığı”nı tüketmiş olan Batı’nın düşünsel etkinliğinin önünü açabilmek için geçmişin “modern aklı”nı suçlamak için kullandığı bir kavramlaştırma olan “araçcıl akıl” tanımlaması ile, eski bir hikayeyi yaşamaktadırlar.
Daha önce de söylediğimiz gibi, aklın batı yakasının hikayesinin kökleri çok eskidir. Bu kökleri gerek Bizans-Ortodoks Kilisesi’nde, gerek ise Antakya Kilisesi’nde görmek mümkündür. İktidar fetişizmi içindeki Osmanlı bile, aristokrasinin egemenliğindeki ortaçağın içinden meta fetişizmine dönük bir anlayışla çıkarak rönesans’a yönelen Avrupa’ya yenilgisini, Galata bankerleri gerçeğinde yaşamıştır. Fener Rum Patrikhanesi, Osmanlı’nın her uluslararası antlaşmasında karşısına çıkmıştır. Ancak, Osmanlı beyazlaşma tutkusu içindeki zenci misali Batı’ya yürüyüşünü, kendi içine yürüyeni farketmeksizin inatla sürdürmüştür. Çıkışından çok kısa bir süre sonra yozlaşan İslam medeniyetleri bu yürüyüşe olanak sağlayan bir birikimi de taşımıştır zaten. Değişen dünya gerçeği, üretim araçlarının gelişmesinin dışında da ele alınmalıdır. Bir üretim biçiminden başka bir üretim biçimine geçişin ideolojik temelleri, bu değişimi yaşayan toplumların gerçeğidir. Batı’nın burjuva devrimi, kendi doğasının gerçekliği içinde anlaşılmalı ve bu özgülükler ele alınmaksızın değerlendirilmemelidir. Dünyanın her kıtasının aynı anlayış içinde değerlendirilmesi, şablonculuk olmanın yanında, aynı zamanda bilimsel bir kategoriye sokulamayacak metafizik sosyolojinin kurbanı olmaktan kendini kurtaramayacaktır.
Maddenin doğasına aykırı olan bu tutum, bu çözümsüzlüğü zorlamaktaki ısrarını sürdürmüştür. Soruyu net bir şekilde sormakta yarar var, Avrupa’da evrimini tamamlamış feodalizmi komik duruma düşüren “yeni” burjuva devriminin kendine özgü yaşadığı çelişkilerle, Osmanlının gerek kendi içinde, gerek ise uluslararası ilişkilerde yaşadığı çelişkiler birebir aynı çelişkiler midir? Böyle bir soruya cevap verebilmek için olaylara nereden durup baktığımız önemlidir. Kısaca söyleyecek olursak, ayaklarımızı hangi toprağa bastığımız ve hangi topraktan sıçrayacağımız sorusu, bilimsel bir yöntem arayışının cevabı olacaktır.
Hepimizin bildiği gibi: “Burjuvazi, bütün ulusları, yokolma ihtimaliyle karşıkarşıya bırakarak, burjuva üretim biçimini kabullenmeye zorluyor; bu uluslar dirense de, onları, kendisinin uygarlık dediği şeye ayak uydurmaya, yani burjuva olmaya zorluyor. Tek kelimeyle, burjuvazi, kendisine tıpatıp benzeyen bir dünya kurmaktadır.
Burjuvazi, köyü şehre tabi kılmıştır. Büyük şehirler kurmuş, köy nüfusuna göre şehir nüfusunu büyük ölçüde arttırmış ve böylelikle nüfusun önemli bir kısmını, kır hayatının aptallaştırıcı etkisinden kurtarmıştır. Nasıl köyü şehre tabi kılmışsa, aynı biçimde, barbar ya da yarı barbar ülkeleri uygar ülkelerin boyunduruğu altına almış, köylü halkları burjuva halklara, Doğu’yu Batı’ya bağımlı duruma getirmiştir.
Burjuvazi, üretim araçlarının, mülkiyetin ve insan gücünün dağınıklığını gittikçe ortadan kaldırmaktadır. O, nüfusu merkezlere toplamış, üretim araçlarını merkezileştirmiş ve mülkiyeti az sayıda ellere geçirmiştir. Bu değişmelerin zorunlu sonucu politik merkezileşme olmuştur. Ayrı ayrı çıkarları, kanunları, hükümetleri, vergi sistemleri olan bağımsız ya da zayıf bağlarla birbirine bağlı eyaletler, aynı hükümet, aynı kanun altında, aynı ulusal sınıf çıkarı olan, aynı sınır, aynı gümrük duvarı ardında, tek bir ulus halinde birleştiler.” (K. Marks, Komünist Manifesto, S. 48, Bilim ve Sosyalizm Yay., 1970)
Görüldüğü gibi, henüz o dönemlerde emperyalizm kavramlaştırmasına gitmese de, Marks, ezen ve ezilen sınıf, ezen ulus ve ezilen ulus çelişkisinin mantığını ortaya koymuştur. Yabancılaşma kavramı da, bu çelişkiler temelinde ele alınmalıdır. Ülkemizin muhalif veya muhalif olmayan seçkinleri de, bu temelde gelişen metafizik aklın müridi olmanın getirdiği bir sonuç olarak derinleşmiş bir yabancılaşmanın kurbanı olmaktan kurtulamamışlardır. Bu noktadan bakıldığında, ülkemizin entellektüel birikiminin, düşünsel etkinliğinin kaynakları açığa çıkmaktadır. Avrupa uygarlığının kendi maddesinin en birikmiş biçimi olan düşünsel etkinliğinin, ülkemiz seçkinleri tarafından benimsenmesi ve başat olarak gösterilmesi, yöntem açısından bakıldığında soyutlamanın soyutlaması olmaktadır. Kendi halkı ile derinleşmiş uçurumu yaşayan aydının trajedisi buradadır.
Bileşik kaplar yasasına uygun bir anlayış temelinde yaşamlarını sürdüren egemenlerle aydınların ilişkisi de, bu zavallılığın bir ürünü olarak karşımızda durmaktadır. Böylesine derinleşmiş bir yabancılaşmanın içinde, evrensel kültür düzeyine giden yolda hangi sentezi ve antitezi yakalayabileceğiz? Metafizik aklın ürettiği “ileri” ve “geri” kategorileri, yaşadığımız coğrafyanın tüm trajedilerini “ilerici dönem” diye nitelemişlerdir. Bütünüyle bu dönemler, tarihin ve diyalektik akışın temel yasası olan altüst oluşları (spiral akış), “kopuşçu” teorileriyle kopartarak anlaşılması çok güç olan bir ideolojiye bilimi mahkum ettirmişlerdir. Kopararak öne çıkarma tutkusu “ilericilik” maskesi altındaki aydınların psikolojik rehabilitasyon seansları olmuştur.
Burjuva devrimine denk düşen dönemlerin Osmanlısı, Batı’ya özgü bir aristokratlığın peşinde iken burjuvasız bir devlete burjuva olmak zorunda kalmıştır. Sanatçı ruhlu III. Selim, sanatçı olamadığı gibi devlet adamı olmakta da zorluk çekmiş ve Batı’nın gelişimini yakalayan bir savunma mekanizması için, Batı’dan getirttiği hocalarla yeni bir ordu yapılanmasına yönelmiştir. Çevresini oluşturan yakınlarının doğmakta olan finans kapitalin yakın dostu olan azınlıklardan oluşmasının yanı sıra, yeniden yapılandırılan orduya (Nizam-ı Cedid) hocalık eden Fransız subaylarına duyulan güvenin saflığını anlayamamak ve sonrasında gizli devlet erkanının toplantılarının aynı gün Fransız basınında yeralmasına karşı yaşanan şaşkınlığın doğurduğu traji-komik bir durum değil de nedir?
Varolan durumlara verilen anlık politik cevaplar, hep derin izler taşıyan teorik sorunları geri plana ittiği için sorunlar daha da büyümüştür. Gelişen süreçte Avrupa için bir “Şark Meselesi” olarak görülen Osmanlının, Batı’nın bu ince hesaplarına karşılık olarak İslam dünyası ile Hıristiyan dünyasını birbirine yaklaştırma temelinde ortaya attığı Tanzimat Fermanı da abesle iştigal olmanın ötesine geçememiştir. Türkiye’nin modernleşme dinamikleri, aslında batılı gibi olma tutkusunun bir sonucu olduğu için başarısız olmuştur. Tanzimat Fermanı’nın başarısız oluşunu egemenler ve seçkinler yine halkın “geri” olduğu fikrine yaslanarak çözümlemişlerdir. Oysa ki, Ferman’ın halkı bir amaç etrafında toplayaca bilecek devrimci bir nitelikten yoksun oluşu hiç düşünülmemiştir. Halkın bu Ferman’ı benimseyebilmesi için kendi öz dinamiğine dayanan bir devrimci nitelik taşıması gerektiği, Ferman’ı Avrupa’ya sevimli gözükebilmek için ortaya atılışından anlamak pek de zor olmasa gerektir. Hatta o dönem içinde Pera’da (Beyoğlu) tiyatro yapan Ermeni tiyatro sanatçısı Güllü Agop’un bir Tekel Fermanı ile tiyatro tekelini ele alması ve Türklere tiyatro yapabilme yasağının getirilmesi ilginç bir örnektir.
Yukarıda saydığımız her batılılaşma tutkusunun ardından gelen zararın işbirlikçi egemenleri yıldırmadığı, çok ince hesaplarla İngilizler tarafından hazırlanan Osmanlı-Rus Savaşı’nda da iyice anlaşılmıştır. Bu savaşla Avrupa hem Osmanlıyı çökertmeye başlamış, hem de Rusların Balkanlardaki ilerlemesini durdurmaya çalışmıştır. Bu savaşa Osmanlıyı sokan İngilizler, Osmanlı ile açık ittifak, Ruslarla ise gizli bir ittifakla savaşın sonuçlarını belirlemişlerdir. Avrupalı bankerlerden aldığı savaş borçlarını boynuna bir halka gibi asan Osmanlı, Avrupa’nın kapıkulu olmuştur. Sürekli imzalanan antlaşmalar, I. Meşrutiyet, II. Meşrutiyet ve Almanlarla girilen ittifak sonucunda ortaya çıkan I. Emperyalist Paylaşım Savaşı. Bütünüyle bu akışın kaçınılmaz sonu olarak tabi ki, açık işgal. Bu duruma getirdiği bir coğrafyayı açık işgale yönelen Avrupa’nın çok cesur olmasına zaten gerek kalmamıştır.
Batı normları çerçevesinde belirlenmiş olan siyaset geleneği, haliyle o geleneği daha iyi bilenler tarafından başarıyla uygulanacaktır. Bu tarihsel pratik bunu göstermektedir. Avrupa’da yükselen burjuvazinin siyaset yapma geleneğinin doğuşunu çok eskiye ait bir entellektüel birikime dayandırdığından sözetmiştik. Ama burjuvazinin “parti” geleneğini, Avrupa’da, ortaçağ içinde yükselen ve para ekonomisine dayanan borsa içinde pişirdiğinden daha önce sözetmemiştik. Para ekonomisi temelinde rönesansa yönelen Avrupa kentlerindeki borsalarda bonolardaki ortaklıklar da gündeme geldiğinde ve özellikle bu konuda uzmanlaşmış Augsburglu banker A. Hochstetter, parayı yalnızca kendi ailesi ve akrabalarından borç almamak, başka kimselerden de almak gibi bir yöntem geliştirmiştir. Çeşitli sınıflardan insanlar onun bankasına para yatıracak ve karşılığında faiz alacaklardır böylece. Adı geçen bu ortaklıklara, bankacılık terimlerini yaratan İtalyan dilinde “parte”, ortaklığa “partito” ve katılanlara da “partigiani” denilmiştir. Her şeyin tamamlayıcısı olma tutkusu içindeki Fransızlar ise, XVI. yüzyılda bu terimleri “part, parti, partisan” diye kendi diline uyarlamıştır. Örneğin; tuz vergisini toplamak amacıyla 1555’te bir “parti kurulmuştur. Devlet borcunun vadesini uzatmak amacıyla Lyon’da çıkarılmış Kraliyet tahviline imza koyanlar “Le Grand Parti”yi kurmuşlar ve para verenler ise “partisan”lar olmuşlardır.
Ülkemizde Batı’nın tüm değişimini ve entellektüel birikimini bir yöneliş olarak belirleyen egemenler, politik merkezileşmenin dinamiklerini kraldan daha çok kralcı bir anlayışla oturtmuşlardır. Sözünü ettiğimiz burjuva parti modelinin oluşumu bile bizim ülkemizde ilginç bir gelişim göstermiştir. İttihat ve Terakki pratiği genelde batı normlarında eğitim görmüş asker kökenlilerden oluşan bir siyasi genetiğin yaratıcısı olmuştur. Onlar, açık işgali yaşayan bu topraklarda sonuna kadar Osmanlı subayı olarak kalmayı tercih etmişlerdir. Saraya bağlılık duyan bu subaylar, haliyle sarayın “hangi manda yönetimi daha doğru olur” tartışmalarının içinde yeralmışlardır. Emperyalist işgali kabullenmeyen Anadolu halkının silahlanıp mücadeleye girişmesinin önünü kesmek için görevler almışlardır. Bu mücadele dağınık bir halde bile olsa, emperyalist işgale karşı mukavemet gösteren çetelerin liderleri asiler ve hainler olarak nitelendirilerek tasviye edilmişlerdir. Anadolu halkının topraklarını savunan savaşçı ruhu, o dillere destan Kurtuluş Savaşın’ın gerçek öncüsü olmuştur. Önü alınamayan bu öncülüğü örgütleyenler, Anadolu halkının kahramanlığının üzerine adını yazmış ve gerçek kurtuluşun kızıl ellerini kırmaktan da geri durmamıştır. Çıkar ilişkileri temelinde ortaya çıkan burjuva parti modelinin yansıması, karikatürize olmuş bir siyasi genetiği cumhuriyet döneminde de bu coğrafyanın kalbine bir hançer gibi saplamıştır.
Kör Avrupa hayranlığı öylesine bir sapmaya sürüklemiştir ki seçkinlerimizi, diğer doğu halklarına olan tutumlarında bir Avrupa’lı beyaz adamın zenciye gösterdiği tepkinin aynısını uygular olmuşlardır. Ülkemizde Türkçülüğün ideologları bile Türk olmayanlar arasından çıkmıştır. Zaten Türklerin modernleşme tarihi aslında batılılaşma tarihi olmanın ötesine geçememiştir. Cumhuriyet dönemi bunun en tipik örneğidir. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren, Anadolu halkının kültürü, egemenlerin Avrupa hayranlığının bir sonucu olarak ilkel kabile kültürü muamelesi görmüştür. Yasaklanmış bir kültürün gelişip serpilebilmesi sizce mümkün olabilir mi?
Bütünüyle varoluşsal bir komplekse dönüşmüş olan modernleşme birikimi, günümüzde yine aklın batı yakasının hikayesinin bir sonucu olarak oryantalist tepkiselliğin kurbanı olmaya devam etmektedir. Bir yanıyla Avrupa ile bütünleşme adına Batı’nın emperyalist saldırganlığına topraklarını peşkeş çekenler, diğer yandan kaybettiği kimliğini aramak adına mikromilliyetçiliğin çözümsüz bataklığına saplanmışlardır. 2000 yılı yanılsaması, Tahkim yasası, Avrupa Birliği garibanlığı, günümüzde ülkemizde “yeni bir çağ”, “yeni bir yüzyıl” ütopyası adı altında bir kere daha halkımızı dereye susuz götürüp susuz getirecektir. Şunu unutmamalıyız ki, gerçek bir yeni çağın damgasını ancak devrimler vurabilir. Her çağda olduğu gibi yatalaklaşmış olan, evrimini tamamlamış olan çağlar, gelmekte olan gerçeğin karşısında komik duruma düşmüşlerdir. Bugün ülkemizde “Sivas Kongresi”nin karikatürize edilmiş yansımasını halkımıza dayatanlar, kendi yatalaklaşmış çağlarının ikilemini yaşamaktadırlar. Emperyalizmin vahşi saldırganlığı ve işbirlikçilerinin savaş aygıtına dönüşen devlet pratiği bu yatalaklaşmanın ve yozlaşmanın göstergeleridir.
Aklın batı yakasının eski hikayesi, bir “yeni”yi yaratamadığı gibi muhaliflerini de kendi marangoz atölyesinde yontmaya devam etmektedir. Varoluşsal bir komplekse saplanmış akıl, kendi özgün dinamiklerine karşı olan kibirliliğini aristokratik muhalefet temelinde üretmektedir. Genelde Doğu’nun ve topraklarımızın birikimi ne çok fazla idealize edilmeli, ne de çok fazla küçümsenmelidir. Ama şu da bir gerçektir ki, topraklarımızdaki gerek entellektüel, gerek ise ilkel sosyalist birikim, sıçrayacak olana tramplen olabilecek zenginliği içermektedir. Zaten bu dinamikler kimliğini arayana yardımcı olacağı gibi, ruhu maddenin önüne koyan metafizik akıldan kurtuluşta yeni çağa damgasını vuracaktır.
Kültür Sanatta TAVIR Dergisi’nin Şubat-2000 tarihli 20. sayısında yayınlanmıştır.
İlk yorum yapan olun