“Gerçekçi Ol İmkansızı İste” – Halk Sahnesi Oyuncuları

“Gerçekçi Ol İmkansızı İste” – Halk Sahnesi Oyuncuları


Dün gece sabaha kadar uyuyamadım. Henüz yatalı iki saat olmuştu ki, birdenbire ter içinde gördüğüm rüyadan uyandım. Sonra da bir düşüncedir aldı beni. “Herhalde akşam seyrettiğim oyundandır” dedim kendi kendime. İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda seyrettiğimiz Aristophanes’in “Barış” adlı oyununun bende böylesine kâbusa dönüşeceğini kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi doğrusu. Gördüğüm rüyanın başlangıcı bir kâbus gibi değildi aslında. Çok eski çağlarda, sanki ilkel komünal düzenin içinden geçtiğimi hatırlıyorum. Hani o gündüzlerinde kuşların kanatlarını gökyüzünün mavisine çaldığı, gecelerinde ise milyonlarca yıldızın alkışlarıyla uyuduğumuz… Kovalasan yakalaması mümkün olmayan yemyeşil ovaların uçsuz bucaksız serildiği… Kocaman başlarını göğün beyaz pamuk tarlalarına yaslamış, o aksaçlı dağların gölgesinde, güven içinde, utangaç bir gülümseme gibi toprağın yüzünde oradan oraya koşuşturan insanların yaşadığı bir dünya. Yeryüzünün yüreğinin üzerine açılmış bir “kardeş sofrası”nın çevresinde elele tutuşmuş sıcaklık. Her sabah ve akşam olduğunda yeryüzünü kucaklayan göğün kızıllığı. Öylesine dinç bir milat. Öylesine mert ve zarif. Ha bir de, işleyişini kavrayamadıkları olaylar karşısında, bu olayların muğlak ve karanlık güçler tarafından yönetildiği ve istendiği hissine kapılış. Ve bu güçlere kendi iradesini atfediş (animizm). Çok ütopik değil mi? Ama unutmayalım ki, ütopya kelimesinin anlamı “hiç bir yerde olmayan”dır. Marks ve Engels ise, bu kelimeyi “bu böyle olmaz” anlamında kullanmıştır. Bütün bunları düşündüğümde ve bir katkı sunmak gerekirse “olmayacak değil ama” demekten bir zarar gelmez sanırım.

Beni gece yarısı ayağa kaldıran rüyamın girişi böyleydi. Yani henüz kâbus değil. Pranganın henüz keşfedilmediği bir şenlik içinde dünyayı yeniden üreten, durmadan üreten ve değiştiren bir “kardeş sofrası”. Sonra ansızın, “dağılın! Bu sofra benim!” sesi. Sofranın çevresine bağdaş kurmuş oturanlar kafalarını kaldırıp sesin geldiği yöne baktılar. Bir kalabalık. Daha düne kadar sofrada beraber oturdukları kardeşler. Tanıdık yüzler. Ama onlardan bir farkları var. Giydikleri şeyler ve ellerindekiler. Kalabalığın arkasından yine o aynı ses, “dağılın diyorum size!”. Anlayamadılar ne olduğunu. İtiraz ettiler; “ne oldu, neden?”. Herkes birbirine şaşkınlık içinde bakıyordu. Ne olmuştu? Göğün yüzeyini kara bulutlar kapladı. Yine aynı ses “itiraz istemem! Dağılın diyorum size!”. Sofradakiler ayağa kalkmak istediler. Henüz dizlerinin üzerine doğrulmuşlardı ki, daha düne kadar hep beraberce nasırlı elleriyle topraktan söküp aldıkları ve iki kere su verdikleri çeliğin mavisi parladı yüzlerinde. Diz üstü kalakaldılar öylece. İki kere su verilmiş çeliği elleriyle kavrayanlar, sofranın bezini çekip aldılar. Yüreği parçalandı dünyanın. Dağıldı ne varsa her şey. Dizlerinin üzerinden bir daha doğrulmak istediler. Çeliğin mavisini sapladılar yüreğine dünyanın. Toprağın yüzüne bir allık bulaştı. Utandı toprak. Göz yaşlarını artık tutamıyordu gökyüzü. Boşaldıkça göz yaşları, bağrına gömdü toprağın utancını. Doğrulmak için bir kıyamettir koptu. Durmadan yağdı gözyaşları göğün. Ama yıkanmadı toprak. Hep bağrına gömüldü utancı. Dindiği gün gözyaşları, yüzü çatladı toprağın. Alın çizgileriyle vurdu utancını.

Sonra kentler. Kara bulutların bir yorgan gibi örttüğü, her bir köşesinde doğrulmaya çalışan dizüstü insanlığın ellerinin üzerinden yükselen kentler. İnce belli sokaklarından dizüstü akan bir ırmak gibi hepsi bir meydana boşalıyor. Meydanda etten ve mermerden bir sürü tanrının tepeden bakan kanlı gözleri ve bir yılan sessizliği… Şenlik var… Meydan durmaksızın doluyor. Başları önlerine eğik ırmaklar durmadan akıyor. Bileklerinde birbirine bağlı çeliğin mavisi parlıyor. Prangalar, zincirler… Şenlik var… Tepedeki, etten ve mermerden tanrılar yığının eteklerinde diz çökmüş “Barış” altından madeni kimliğini alıyor ve ardından meydana dönüp şenlik programını açıklıyor; ilk aşama bağ bozumu, ikincisi üzüm sıkma, üçüncüsü tadım, döndüncüsü ise kutlama. Program açıklandıktan sonra, geçit töreni yapıyor başlıklarıyla çeliğin mavisini bileğinden kavrayanlar. Onlarda yerlerini alıyorlar. Etin ve mermerin tanrısal işaretiyle başlıyor bağbozumu. Bileğinde prangalarla çiğniyorlar tonlarca üzümleri. O kahrolası hüznün türküsünü söylüyor herkes. Toprağın sessiz çığlığı türkülere karışıyor. Acının kardeş türküleri. Yeni tanrı adayı “Barış”, henüz dizlerinin üzerinden kalkmamış olsa da, tüm köle ırmaklarına tadılması için talimat veriyor. Bütün Dynosia kenti tadıyor şarabı. Ardından kutlamalar başlıyor. Şaraplar tadıldıkça başlıyor uyuşma. Herkes şarabın etkisiyle kendinden geçiyor. Kahkahalar sarıyor her tarafı. Ancak kara toprağın alnı kırışıyor. Toprağın sessiz çığlığı kayboluyor kendinden geçenlerin ve kahkahaların arasında. Demokrasi kenti Dynosia, şarapla yıkanarak yeniden doğuyor sanki.

Kendinden geçenler, bileklerinde ve yüzlerine dönük çeliğin mavisiyle ruhlarını arındırıyorlar. Ama toprak arınmıyor. Gittikçe yüzü çatlıyor toprağın. Derken, efendilerinin eteklerindeki yeni tanrı adayı “Barış”ın işaretiyle, uslanmaz, başkaldıran köle “Savaş”, çeliğin mavisiyle kuşatılmış meydana sürüklenerek getiriliyor. Zafer çığlıkları atıyor tepedeki etten ve mermerden tanrılar. Çeliğin mavisinin keskin gölgesinde zorla meydanın ortasına kadar getiriliyor köle “Savaş”. Prangalar, zincirler titriyor. Sanki selamlıyorlar köle “Savaş”ı. Köle edilmiş “Savaş”, bir kadın, toprak gibi doğurgan, hırçın, şefkatli, uslanmaz… Zor zaptediyor çeliğin mavisi onu. Yeni tanrı adayı “Barış”a efendileri bir imkan veriyorlar. Kadın köle “Savaş”ı yargılama fırsatı. Ama savaş tutsak edilmiş olsa bile rahat durmuyor. Meydanda şarapların tadına bakılıyor ve kutlama devam ediyor. Köleler bu şenlik içinde, bileklerinde prangalarıyla kendilerinden geçiyorlar. Ruhlarından kurtuluyorlar. Şarabın etkisiyle, ruhlarının kurtulmasını efendilerine ait bedenlerini terketmesinde görüyorlar adeta. Zaten doğada doğumu, üremeyi, ölümü ve yeniden dirilmeyi getirmiyor mu bağbozumu? Tutsak düşmüş köle “Savaş”ın yargılanması ve cezalandırılması, bu yıl ki bağbozumunu daha da bir şenlendiriyor. Ölümü ve yeniden dirilmeyi simgeleyen, demokrasi kenti Dionysia’nın adını, anayasasını belirleyen şarap tanrısı Dionysos’un mermerden heykeline dönüyor herkes selamlamak için onu. Herkes şarap kadehlerini kaldırıyor ve selamlıyorlar onu.

Efendileri, “Barış”a göz ucuyla işaret ediyorlar ve yargılama başlıyor. “Barış” tanrısı namzeti, çeliğin mavisi altındaki köle “Savaş”a ve tüm meydana yargılama konuşmasını yapıyor. Demokrasi kenti Dionysia’nın istikrarını sarsmanın ve Dionysos anayasasını hiçe saymanın cezasının ölüm olduğunu açıklıyor. Çeliğin mavisi parlıyor ve tüm prangalar, zincirler şıkırdıyor bu sessizlik içinde. O anda köle kadın “Savaş”, “Barııış” diye haykırıyor. Etten ve mermerden tanrılar kanlı gözleri ve yılan sessizliğiyle izliyorlar “Savaş”ın çırpınışını. Bir daha haykırıyor “Savaş”, “sen sonsuz, mutlak değilsin Barııış”… Bu haykırışın üzerine yere yıkıyor onu çeliğin mavisi. Ama durmuyor kadın köle “Savaş”, bir daha haykırıyor, “ruhum yeniden doğacak Barııış” diye. Yıkıldığı yerden doğrulmak istiyor. Çeliğin mavisi parlıyor ve unutulmayacak bir öfke gibi saplanıyor kadın köle “Savaş”ın yüreğine. O anda gök gürlüyor ve yıldırımlar düşüyor toprağın üzerine. Toprağın içinden bir çığlık fırlıyor ve yırtıyor meydanın sessizliğini…

İşte tam burada ter içinde uyandım. Sabaha kadar döndüm durdum evin içinde. Ertesi gün Karetta Hazal’la vapur iskelesinde buluşacaktım. Gerçi bu deniz kenarına verilmiş randevu, bizim Karetta için biçilmiş kaftan desek yeridir. Sabaha kadar uyumayıp ve düşündüğüm şeyleri de yanıma alarak Karetta’yla buluşmaya gittim. Vapur iskelesine vardığımda, Karetta yumurtasından çıkmış ve henüz kurda kuşa yem olmamış bir şekilde bekliyordu. Beraberce vapura binerek Asya’dan Avrupa’ya geçmek üzere güvertedeki yerimizi aldık. Söylediğimiz iki çay ve üzerine yakılan iki cigara da muhabbetin bel kemiği. Çaydan bir yudum çekip ve aklımdan geçirdiğim “karbonatın ülsere iyi geldiği tezi”nden sonra mevzuyu fazla dallandırıp budaklandırmadan Karetta’ya gördüğüm rüyayı anlattım. Karetta’nın gözleri midesinden büyük oldu. Ve ardından en beklenmedik tepki!..

– Eeeeee!..

– Ne “Eeeeee”si?

– Yani sonra?

– Sonrası bu işte.

– Anladığım kadarıyla, sen izlediğimiz “Barış” oyunuyla rüyanda hesaplaşmışsın.

– Bir bakıma öyle. Öyle ama, bu “barış” ve “savaş” kavramlarını ele aldığında, karşına çok ürkütücü olaylar çıkıyor.

– Bence “barış” çok güzel bir şey.

-Evet bence de. Ama, kiminle, nerede, nasıl, niçin ve neden “barış” sorularını sorduğunda tuhaf bir görüntüyle karşılaşıyorsun. Sabaha kadar hep bunları düşündüm. Öncelikle, bu “Barış” adlı oyunu yazan Aristophanes’i düşündüm. Aristophanes kimdi ve hangi koşullarda yaşayıp bu oyunu yazmıştı? Aristophanes, Kydathenaion’un soylu ailelerinden birisinin oğlu olarak dünyaya gelmiş. Babası Filip’in Eginia’da toprakları varmış. Bu nedenle kentten köye gitmiş. Tiyatronun komedya geleneği içindeki yerini alan bu yazar, yazdığı oyunlarında doğrudan doğruya toplum eleştirisine katılmış. Ama nasıl? Hele sor bir bakalım nasıl

– Nasıl?

– Demagogların savaş açma politikası, kadın hakları gibi zamanın başlıca sorunlarını sert bir şekilde eleştirmesinin temelinde, egemenliğini yitirmiş aristokrasi sınıfı ile yükselmeye ve topluma hakim olmaya başlayan tüccar orta sınıf arasındaki siyasi çatışma, bu iki sınıfın düşünce tarzları ve ahlak anlayışları arasındaki uzlaşmazlık yatar. O dönem içinde Antik Yunan dünyasını düşünsene bir kere. Sürekli birbiriyle çekişme içinde olan kent devletler (polis) var. Ancak, Pers (İran) İmparatorluğu Yunan yarımadasına saldırınca, bütün bu iç çekişme duruluyor. İç çatışma, dıştan gelen saldırı sonucunda, tuhaf bir şekilde görece bir “barış” ortamına dönüşüyor. Çünkü dış düşman var. Falanj düzeniyle savaşan Atina kent devleti bir kereye mahsus olmak üzere Persleri geri püskürtüyor. Tüm Yunan kent devletleri askeri açıdan bir dayanışma içine giriyorlar. Perslerin yeni saldırıları karşısında Thebai kent devleti teslim oluyor. Atinalılar ise kenti terkedip, adalara ve Peloponessos’a doğru çekiliyorlar. Persler tam iki kez Atina’yi yakıp yıkıyorlar. Bu olanlar karşısında birleşik bir Yunan ordusu kurma kararı alınıyor ve daha düne kadar barbar dedikleri Spartalılardan yardım istiyorlar. Spartalıların komutasındaki birleşik Yunan ordusu, Persleri geriletmeye başlıyor. Önce Persler, Anadolu’ya çekiliyorlar. Bunun hemen ardından Yunanlılar bir baskın yaparak, Anadolu’nun Sisam karşısındaki Mikale burnunda kıyıya çekilmiş Pers donanmasını yakıp tümüyle yok ediyorlar.

– Eee, buradan ne sonuç çıkaracağız şimdi?

– Çok basit. Pers savaşlarının Atina demokrasisi üzerinde, ilginç etkileri var. Daha açıkçası bu savaşlar, bir yanda ufak bir azınlığın yönetimde etkili olmasına, diğer yanda alt sınıfların da siyasal yaşama daha etkin olarak katılmalarına yol açmıştır. Anayasa değişiklikleri, kurumsal farklılaşmalar olmuştur. Pers tehlikesi karşısında herkesin kent devletin korunmasına katkıda bulunması zorunluluğu, kısa süre içinde bütün “yurttaş”ların siyasal haklara tümüyle sahip olmaları sonucunu doğurmuştur. Pers savaşlarında kazandıkları zaferler, Atina halkının maddi durumunun düzelmesine ve “demokrasi”nin sağlam bir biçimde yerleşmesini sağlamıştır. Bunun üzerine Atina kent devleti önderliğinde örgütlenen tüm Yunan kent devletleri, Perslere karşı sürekli bir savaşı sürdürebilmek amacıyla, bir askeri birlik oluşturarak Attik-Delos deniz birliğini kurarlar.

– Günümüzdeki Birleşmiş Milletler ve NATO gibi mi?

– Evet, öyle sayılabilir. Sonra ne oldu? Sonrasında Atina kent devleti yönetiminde olan bu ortak birliğin hazinesini, Atinalılar kendi kentlerine taşıyarak, ortak parayı, amacı dışında, Atina’nın daha da güçlenmesine ve kazançlarının daha da arttırılmasına harcadılar. Attik-Delos Birliği’nin ortak kasasının getirdiği değer, Atina kent devletinin emperyalist bir politika izlemesine yardımcı oldu. Hatta, Atinalılar elde ettiği bu güçle, diğer kent devletlere kendi para birimini, ölçü sistemlerini kullanmayı mecbur kıldılar. Bütün ekonomisini diğer kent devletlerin sömürülmesi üzerine oturtan Atina, bu birlikten ayrılmak isteyenlere de şiddet kullanmaktan kaçınmamıştır. Ayrıca Atina halkı, bir anlamda kendi sınıf çelişkilerini yaşamasına rağmen, diğer kent devletlerin birliği içinde adeta bir egemen sınıf gibidir. Yani, günümüzde ezen sınıf, ezilen sınıf ve ezen ulus, ezilen ulus çelişkilerinin iyice bir yumak haline gelmesi gibi. Bu ekonomik demokrasi görünümüne, pek öyle üretilen servetin adaletli bir biçimde bölüşülmesi yoluyla değil, sömürüden sağlanan kazançların bir kısmının Atina halkının fakir kesimlerini yoksulluktan kurtarmak için harcanmasıyla varılmıştı. Atina emperyalizmi=Atina demokrasisi formülü.

– Peki, bütün bunların Aristophanes’le bağlantısı nedir?

– Doğru bir soru. Ama bu sorunun yanıtı parçaları birleştirmekle mümkün. Şimdi, Aristophanes bir aristokrattır. Aristokrasinin, köylünün kendine özgü uyumlu bir düzeni olduğu ve henüz tüccar sınıfının belirmediği dönem içinde, aristokratlar kendilerine göre onurlu ve erdemli yaşamaktadırlar. Tek egemen kendileridir ve huzur içindedirler. Peki bu düzen ne zaman bozulur?

– Ne zaman?

– Tabi ki Pers saldırılarından sonra. Yani savaş başlayınca. Ve bu savaşa karşı gelebilmek isteyen aristokratlar, kendi içlerindeki toplumsal birliği yakalayıp daha güçlü olabilmek için kendi altındaki sınıflara çeşitli haklar tanımak zorunda kalmışlardır. Bunu fırsat bilen orta sınıf, zanatkarlar falan, zaman içinde ve savaş sürerken hem ekonomik güç kazandılar, hem de yönetime daha fazla katılmaya başladılar. Hatta emperyalist Atina içindeki soylular ve sözünü ettiğim yeni zenginler oligarşik düzen yanlısı olmuşlardır. Çünkü ordunun ve donanmanın harcamaları, büyük ölçüde soylular ve zenginler tarafından karşılanıyordu. Buna karşılık, bu emperyalist politikanın getirdiği maddi kazançlar, onların değil, Atina halkının cebine giriyordu. Bu emperyalist politika, Atina içinde, “demokratik” partinin ve bunun dayandığı kesimlerin siyasal açıdan daha da güçlenmelerine yol açıyordu. Sözünü ettiğim bu ne idüğü belirsiz parti, diğer kent devletlere de bu anlayışı ihraç ediyor ve gerekirse zorla benimsetmeye çalışıyorlardı. Bu ihraç etme politikasının amacı ise, aristokratları iktidardan uzaklaştırmaktır.

– Yahu sözünü ettiğin şu Antik Yunan dünyasını günümüzdeki tüm Batı dünyasına benzetebilir miyiz?

– Evet çok güzel Karettacığım. Böyle bir soyutlama yapmak mümkün.

– Bu anlamda demokrasi ise, belli bir ulusun ve belli sosyal kesimlerin çıkarını gözeten bir sınıf iktidarı öyle mi?

– Böyle bir soyutlama da mümkün Karettacığım.

– Gelelim Aristophanes’e…

– Evet gelelim. Aristophanes hep Platonculuğu savunmuştur. Platon’un “ideal devleti”nde üç sınıf vardır. İlki yönetenler, yani devlet adamları. Bunlar filozof politikacılardır ve onların işlerine kimse karışmamalıdır. İkincisi koruyucular, yani ordu. Üçüncüsü ise üreticiler, yani emekçiler. Dolayısıyla Aristophanes kendi bulunduğu sınıfsal konumdan yola çıkarak, kendi doğrusunu bulmuş. Savaşa karşı çıkmış ve barış demiş. Çünkü o, daha yalın ve dürüst gördüğü eski hayat tarzını, aristokrat sınıf ile köylünün belirli bir uyum içinde yaşadığı, bu sınıfsal eşitsizliğin daha bir kültürel ayrılığı yaratmadığı dönemi savunur ve “yeni”ye, “yeni”de gördüğü aksaklıklara karşı çıkar, giderek onları alaya alır, taşlar ve komedyasını bunun üzerine kurar.

– Yahu Aristophanes’in “barış”ı benim sözünü ettiğim mutlak barış arayışı gibi değilmiş. Aristophanes’in kendi tarihsel koşullarında bulunduğu durum ile, günümüzün Kemalistlerinin durumu birbirine benzerlikler gösteriyor doğrusu. Şimdi anladım Kemalistlerin kamuculuğunu, anti-emperyalistliğini ve küreselleşme karşıtlığını.

– Doğrusu senden korkulur Karetta. Böyle bir soyutlamaya, ne yalan söyleyeyim hayır diyemeyeceğim. Aristophanes’in “barış” anlayışı kendi tarihsel koşulları içinde, gelmekte olan “yeni”den korkusudur. Hatta kadın haklarını savunuyor diye göklere çıkarılan oyunu “Lisistrata” ise, sözü geçen savaş gerçeği içinde savaşa gidip kendileriyle ilgilenmiyorlar diye erkekleri protesto eden kadınların öyküsüdür.
Karetta Hazal’la bu sohbetimiz sürerken bitmiş olan anti-ülser çaylarımızı hatırlatan çaycının sesi duyuldu…

– Haydi baylar, burada çaylar!..

Hemen iki çay daha söyledik ve karbonatın teinle olan uzlaşmasını yudumlamaya koyulduk. Karetta çayını yudumlayıp denize bakarken aniden dönüp “Ya rüyandaki şu yeni tanrı adayı “Barış”ın öldürttüğü kadın köle “Savaş”!” diye sordu.

– İşte bunu sormaz olaydın diyemiyorum sana Karettacığım. İyi ki sordun. Çünkü, bütün gece bu yüzden uyuyamadım. Kadın köle “Savaş”ın, yeni tanrı adayı “Barış” tarafından öldürülmesi, bütün gece boyunca “barış” kavramını sorgulattı bana. Zaten bu sorgulama başlayınca bütün tarih bir film şeridi gibi aklımın içinden geçti. Düşünsene dünya tarihi boyunca binlerce savaşın yaşanmış olması, bizlere mutlak barışın yeryüzünde henüz yerleşmemiş olduğunu göstermiyor mu? Ya günümüze kadar yaşanmış olan “barış” durumlarının, aslında, savaş hazırlığını kendi içinde taşıyan savaşsızlık durumları olduğu ortada değil mi? Daha doğrusu, dünyamızda “barış”, yani görece “barış” ya da savaşsızlık durumları olarak karşımıza çıkmıyor mu? Ayrıca, bu geçici “barış” durumları ne pahasına sağlanabilmiştir tarih boyunca! Mesela, Roma “barış”ı, 50 milyon kölenin baskı altında tutulmasıyla olmamış mıdır? Ya 19. yüzyılda bunun bir karşılığı olan sömürgeci “barış” ise, dünyanın üçte ikisinin sömürgeleştirilmesiyle sağlanmamış mıdır? Böyle bir “barış” olabilir mi sence?

– Böyle bir “barış”la savaşmak gerekir.

– Gördün mü, verdiğim örnekler senin içindeki kadın köleyi ayağa kaldırdı bile. Yani, ancak özgürlüklerin yokedilişi pahasına kurulabilmiştir sözü geçen “barış”. Bu anlayıştaki bir “barış”a karşı girişilen özgürlük mücadeleleri de karşı savaşa yol açmıştır haliyle. Hatırlıyor musun, muhalif gazete ve dergilerde eskiden hep “kirli savaş” sözlerini okurduk. Bu “kirli savaş” tanımlaması içindeki mücadeleyi bırakıp savaşsızlık durumuna geçmek de “kirli bir barış” olmaz mı? İşte, “barış” kavramının böyle bir çelişkin karakteri var. İnsancıllık (hümanizm) taşıyan herkes, özgürlük kavramı olmaksızın bir barışı düşünmemelidir bence. Bu anlamıyla insanlık tarihi boyunca “barış”, sadece savaşsızlık durumları içinde olumsuz olarak düşünülmemiş, aynı zamanda mutlak barış gibi olumlu bir anlamıyla da düşünülmüştür. Gerçek bir barış böyle bir barıştır zaten.

– Evet doğru söylüyorsun, sözünü ettiğin bu savaşsızlık durumlarının ortadan kalkması için mutlak barışla barışmak gerekiyor

– Sınıflı toplum gerçeği içinde sağlanan savaşsızlık durumları, mutlak barışın, yani kadın köle “Savaş”ın öldürülmesiyle mümkün oluyor.

Örneğin, Rönesans döneminin, feodal düzene karşı genç burjuvazinin boy attığı dönem olduğunu, Aydınlanma döneminin ise, burjuva düzenin kendi egemenliğini kurma dönemi olduğunu düşünürsek, “barış” kavramının da nasıl burjuvazi elinde en büyük “ideal” katına yerleştirilmiş olduğunu anlarız. Yani burjuvazi, kendi savaşsızlık durumu olan idealinin egemenliğini kurabilmek için feodal düzene karşı amansız bir savaş vermiştir. Böylelikle, kendi savaşsızlık durumu olan idiealini kurabilmek için, kendinden önceki feodal düzenin savaşsızlık durumunu değişime uğratmak durumunda kalmıştır. Burjuvazinin kendi evrensel egemenliği temelinde dünyada kurmayı amaçladığı savaşsızlık durumu, yani “barış” düşüncesine dayanan burjuva insancıllığı (hümanizmi) böyle bir şey oluyor. İnsanca bir şey mi bu?

– Burjuvaysan “insanca” tabi.

– Bırak şimdi şaka yapmayı. Bir de böyle bir “barış”ı emperyalist baskıyla sağlamaya çalışıyorlar. Haliyle bu durum karşısında ezilenler, sınıfsal özgürlük ile ulusal kurtuluş savaşlarına yöneliyorlar. Demek ki, “barış” kavramı, “özgürlük” ve “insancıllık” kavramlarına sıkı sıkıya bağlı olduğu kadar, “özgürlük” ve “insancıllık” kavramlarını taşıyan sınıfların ve ulusların da tarihsel özelliklerine de sıkı sıkıya bağlılık göstermektedir. Öyleyse, gerçek bir barışa ulaşabilmek için, görece “barış” ortamının değişime uğratılması gerekiyor. Hatta, gerçek bir barış, gerçek bir özgürlük ve gerçek bir insancıllığın ortaya çıkarılabilmesi için, görece “barış”ın, görece “özgürlüğün”, görece “insancıllığın” değişime uğratılması gerekiyor. “Tarih sınıf mücadeleleri tarihidir” diyorsak, binlerce savaşı içeren dünya tarihi de bu mücadelenin bir tarihi olup, barış-mücadele diyalektiğini kendi içinde taşımaktadır.

– Ama sözünü ettiğin gerçek bir barışa imkansız diyorlar.

– Ben de sana şunu söylerim o zaman, “gerçekçi ol imkansızı iste”!…
O sırada vapur yanaşmış ve biz Avrupa yakasına ayak basmıştık. İskeleden tiyatroya doğru yürürken Karetta Hazal bana dönüp şöyle dedi…

– Ben bir barış şarkısı biliyorum. Söyleyeyim mi?

Ben de tabi söyle dedim. Karetta, bir Amerikalı halk şarkıcısı olan Bob Dylan’ın o meşhur şarkısını, “Savaşın Babaları” (Masters Of War, 1962) adlı şarkıyı mırıldanmaya başladı bile…

“Gelin savaşın babaları
Sizler silahları üretenler
Sizler, savaş uçaklarını yapanlar
Sizler, dev bombaları yapanlar
Sizler duvarların ardına gizlenenler
İsterim ki, bilin
Maskelerinizin ardını gördüğümü.

(…)

Siz tetikleri yaparsınız
Başkaları çeksin diye
Yaslanır arkanıza seyredersiniz
Ölü sayısının artmasını
Saklarsınız evlerinizde
Genç insanların kanları
Bedenlerini terkedip
Karışırken çamura.

(…)

Size bir soru sorayım
Değerli mi paranız
Af satın alabilecek kadar?
Buna inanıyor musunuz?
Umarım kabullenirsiniz
Ölüm kapınızı çaldığında
Kazandığınız paralar yetmeyecek
Ruhunuzu geri almaya.
Umarım ölürsünüz.
Ölümünüz yakındır
Soğuk bir öğleden sonra
Tabutunuzun ardından gideceğim
Ve ölüm yatağınıza indirilirken
Seyredeceğim sizi.
Ve bekleyeceğim mezarınızın başında
Gerçekten öldüğünüzden emin olana dek.


 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın