NOBEL KİMDİR VE NEDİR*
Azerbaycan petrol yatakları, Orta Doğu’nun doğal bir parçasıdır. Bakü, 1813 yılına kadar İran topraklan içindeydi, ancak Ruslar’ın bölgeyi işgali ile durum değişti. Kazak birliklerinin acımasız askerî denetimi, bölgedeki direnişi kırdı. Apşeron Yarımadası’ndan fışkıran petrolün getireceği zenginlik keşfedilmekte gecikmedi. Çarlık hükümeti, bölgede petrol çıkan arazilerin haklarını satmak amacıyla mezatlar düzenleyince, Tiflis, Batum ve İstanbul’dan çok sayıda Ermeni işadamı bölgeye geldi. Ermeniler’in en büyük rakibi Azerbaycan ve Tataristan hanlarıydı. Bölgece sadece Ermeni işadamları akın etmedi. İsveçli Nobel ailesi de gelenler arasındaydı. Silah yapımcısı Ludwig, kimyager Alfred, Emil ve Robert Nobel kardeşler, 1876 yılından itibaren bölgedeki petrol okyanusundan paylarına düşeni aldılar. Nobel’lerin işlettiği kuyular, Bakü’nün en zengin ve önemli petrol yatakları haline geldiler. Nobeller, rafineri ve taşıma sistemleri ile bütünleşen büyük bir organizasyon kurdular. Ludwig Nobel, kendisine örnek olarak Rockefeller’i seçti, petrolcülüğü tüm yönleriyle inceledi. Kişisel yeteneklerinin katkısıyla “Bakü’nün petrol kralı olarak anılmaya başlandı. 1876 yılından itibaren, St. Petersburg’un aydınlatılması için gereken yakıt, Nobeller’in firması tarafından temin ediliyordu. Ludwig, petrol taşımacılığında tanker fikrini ilk uygulamaya koyan isimdir. 1878 yılında “Zoroaster” adlı tanker, Hazar Denizi’nde petrol taşımacılığında kullanılıyordu. 1890 yılında Atlantik’te de petrol tankerleri dolaşan Nobel-ler, kadrolarına profesyonel bir jeologu alan ilk firma ünvanını da taşıyorlardı. Nobeller’in kurduğu firma, “Petroleum Producing Company” (Petrol Üretim Şirketi) Rus İmparatorluğu’nun petrol ticaretini ele geçirdi. Tıpkı Rockefeller gibi, Ludwig Nobel de; petrol yatakları, boru hatân, tankerler, stok depoları, demiryolu şebekesi ve perakende dağıtım ağıyla büyük bir petrol tekeli kurdu. 1874 yılında altı yüz bin varil olan Rus petrol üretimi, on yıl içinde 10.8 milyon varile ulaştı. Bakü’de yaklaşık iki yüz rafineri işliyordu. Nobel kardeşlerden Alfred, spekülasyon-ları iyi değerlendiren bir bankerdi ve Lion Kredi Bankası ile bağlantılıydı. Pazar spekülasyonlarından elde ettiği fonları, petrol yatırımına aktardı. Spekülatif sermaye ile petrol rantlarının kaynaşmasından doğan servet imparatorluğunu, tıpkı Rockefeller’in “hayırsever” vakıfları türünden “Nobel” ödülleri örtüsü altında meşrulaştıran Alfred Nobel, sermaye düzeninin “bilimsel” ve “edebi” koordinatlarına güçlü dayanaklar oluşturdu.
…Samuel kardeşler, 1894-95 yılları arasında yapılan Çin-Japon Savaşı’nda, Japonya’ya en fazla silah ve mühimmat satan firmaydı. Rothschild’ler gibi, savaşlardan büyük kârlar sağlıyorlardı.Nobel kardeşler de petrolün yanı sıra silah işinde de yatırımlara sahiptiler. Babaları, Immanuel Nobel, 1837’de İsveç’ten Rusya’ya gelmiş, askerî sanayi ve su altı madenciliği alanında tesisler kurmuştu. Nobel kardeşlerden Ludwig’in de, geniş ölçekli silah imalat tesisleri vardı. Kimya alanında araştırmaları olan ve nitrogliserin üzerinde çalışan Alfred Nobel ise, Paris’ten yönettiği büyük bir “dinamit imparatorluğu”nun sahibiydi. (Bugün, “hayırsever” sermayedarlık yanılsamasının en utanmazca örneği olan Nobel ödülleri, bu “dinamit imparatorluğu” nun harcından kaynaklanan kan nehirlerinden besleniyor.)
…Rus petrolünde ortaya çıkan sorunlar üzerine, Romanya’da gelişmeler yaşandı. 1906 yılında Nobel’ler ve Rothschild’ler, Deutsche Bank’la birleşerek “European Petroleum Union” (EPU), Türkçesi “Avrupa Petrol Birliği”ni kurdular. EPU bir süre sonra, Standard Oil ile temasa geçerek, pazarların bölüşülmesi için bir anlaşma yaptı. Avrupa Birliği’nden yıllar önce, “Petrol Birliği”nin, üstelik Alman sermayesini temsilen Deutsche Bank’ın katılımıyla kurulması, not edilmesi gereken bir olgudur.
EDEBİYAT… KAPİTALİZM… NOBELİZM…**
Her şeyin “mal” haline geldiği, her şeyin alışverişe, alımsatıma konu olduğu, insanî değerlerin o bilinen piyasa’ların akışı içinde tanınmazlaştığı düzenlerde, edebiyat ürünleri de dolaşım dışı kalamaz kuşkusuz… Ama bütün mesele de bu zorunluluktan doğuyor. Özgün bir sanat eseri, piyasalandığı andan itibaren, başka bir “şey” oluyor, yeni bir nitelik ediniyor: Mal’dır artık.
Bununla da kalsa iyi… Tersine bir ilişki başlamıştır şimdi; çoğu zaman yaratıcıyı çarkları arasına çeken bu ilişki, kabaca şöyle belirtilebilir: “Sanat yaratımından-piyasa’ya” biçiminde özetlenebilecek doğrultu yerine, “piyasa’dan sanat yaratımına” yönelen etkiler egemen oluyor. Sanatçı ile okur arasına yabancı bir güç (sermayedar, yayımcı) girmiş, normal olarak, yapısı gereği piyasayı kontrolü altına çekmiş, ilk ve son amacı da kâr olduğundan gerek okuru, gerek yazarı kendi yöntemleriyle baskı altına almıştır… Pazarlama yolları, ödüller, “olay”lar, dev satışlar, 10’dan aşağı düşmeyen baskılar vb. Şimdi yaratıcıyı etkileyen çok güçlü bir öge daha çıkmıştır ortaya: Piyasa. Gerçekten ters bir ilişki başlamıştır. Belli sanat eserleri “piyasalar düşünülerek” yaratılmaktadır. Son yıllarda parlak çıkışlarla ün kazanan Türkyeli yazarlardan çoğunun, daha ikinci üçüncü eserlerinde kendilerini tekrara, “mal üretmeye” başlamalarının nedeni, bunlar olsa gerek. 1960’lardan sonra yayın alanına büyük sermayenin de el atması, hattâ bu yıllarda küçük bütçelerle yayına başlayan bazı kuruluşların kısa sayılabilecek süreler içinde “büyümeleri”, Türkiyeli yazar üstünde önemsiz sayılmayacak etkiler yaptı… En azından, bu işin ticarî ölçülere uygun piyasasını yaratarak, yazarlığı “meslek” haline getirerek, ama çeviri kitaplarla piyasayı kaplayıp yerli yazarın fiyatını düşürerek işlevini görmeye koyuldu.
Yazara ün ve para, yayımcıya kâr: Ödüller
Bu arada., edebiyat ödülleri de son hesaplaşmada piyasa çarkının birer dişlisi olarak kullanılmaya mahkûmdu. Bugün Türkiye’de okur kitlesince en. ilginç ödül sayılan Sait Faik Hikâye Armağanı, ilk zamanlardaki anma-değerlendirme niteliğinden hızla sıyrılarak bir piyasa göstergesi haline geldi. Öyle ki, daha dün bu ödüle karşı olan, bu konuda demeç veren kimi yazarlar, belli itilerin baskısıyla “yarışmaya” girmeye, Ödül almaya, hattâ “ödül töreninde içki için harcanan para bana verilebilirdi” demeye başladılar. Bu işin “sırayla” olduğunu belirtenler, zamanları gelince uslu uslu ödüllerini alıverdiler. Kendi yazdıklarının kârı peşinde küçük birer patron gibi, “yatırımlara” girdiler. Oysa dizginler çoğunun elinden kaçmıştı artık… Piyasa konuşuyordu. İlkesi, hiç bir şeyi rastlantıya bırakmamak olan piyasa.
Ödüllerin en büyüğü, en siyasalı: Nobel
Batılı yayıncının basıp sattıkları konusunda bir tek ölçüsü var: Kaç para getirir?… ve… Kaç para getirdi?
Geçenlerde Frankfurt’ta açılan Uluslararası Kitap Sergisi dolayısıyla basına yansıyan bir gerçek, bu ölçüyü okur kitlelerine yeniden hatırlattı: “Kitaba 5 milyon ödedik, 92.000’i sattı. Böylece tanesi 45 liraya geldi bize. Oysa kitabın satış fiyatı, 12,5 liraydı” der bu anlayış. Ve yazardan, beklediği, reklam kampanyalarıyla desteklediği tavır, olağandışı’na, cinsel’e, skandal’a, ilkel’e, egzotik’e, vahşi’ye, dünyayı unutturacak science-fiction numaralarına yönelmedir. Bu arada, en önemli satış alternatiflerinden biri olarak armağanları, özellikle Nöbel’i kollar. Kendi halklarına ihanet eden yazarlara ise, ayrı bir ilgi gösterir. Yalnız sosyalist ülkeleri söz konusu ediyoruz sanılmasın; Hindistanlı Rabindranat Tagor, Anatoli Kuznetsov’dan daha az hain değildir. Veya, nobellilerden Kavabata, Solyenitsın’dan daha pirüpak değildir kendi halkı konusunda dünyayı yanıltmada.
Bu karışık (!) mekanizma içinde, ara sıra geleneksel Batı hoşgörüsünün konuştuğu da olur… Ayrı bir şaşırtmacayla, “gerçekten haketti” denen yazarlar da ödüllendirilebilir, kırk yılda bir.
Nobel ve Türkiye
Kimileri Nobel’i bir kuyrukluyıldız gibi değerlendiriyorlar. Türkiye’nin üstünden geçecek, geçti, bu yıl, hayır gelecek yıl… diye heyecanlanıyorlar. Bir yazarımız Nobel alacak da, dünya edebiyatımızı tanıyacak! Dünya… daha doğrusu kapitalist dünya.
Sait Faik Hikâye ödülü için yukarıdaki gibi tavır alanlar, Nobel için de böyle tavır alacaklardır. Bu kişiler, “Patrick White Nobel’i aldı” demek yerine “Yaşar Kemal Nobel’i alamadı” diye manşet atan gazetede, Türkiye’ye ve dünyaya bakışlarının bir örneğini bulmuş olsalar gerek, Öyle ya, bir yabancı ülkede yayınlanmanın bile büyük; başarı sayıldığı ortamda. Yaşar Kemal de dışarda bol bol yayınlandığından, Nobel’i “kaybeder”, “alamaz”.
Bize kalırsa, Nobel’in Türkiyeli yazara hâla verilmemiş olması başarıdır bir açıdan. Niye “verilince hemen kabul edilecek” bir ödülmüş gibi söz ediliyor Nobel’den? Türkiyeli yazar, bu ödülden kuşku duyma konusunda Sartre, marksist olmadığını açıklayan Sartre kadar da bilinçli değil mi? Türkiyeli yazar, edebiyatta Nobelizmin, dünya politikasında kapitalizmin isterleriyle çalıştırıldığını bilmiyor mu? Türkiyeli yazar, Nobelcilerin Doğu ve Batı halkları üstüne, Sosyalist Ülkeler üstüne ölçülerini bilmiyor mu? Türkiyeli yazar, bırakalım Nobel’i, Batı dillerine arada bir çevrilmesinin nedenini bilmiyor mu ?…
Bilmeyenler, Nobel ve benzeri ödüller peşinde sürüklenenler, kendi halklarına karşı ilerde bağışlanmayacak bir “ihanetin tüm değerleri ticarîleştirilmiş edebiyat halkası olmaktan öte bir şey ifade etmeyeceklerdir.
KAYNAKLAR
* Suat Parlar, Barbarlığın Kaynağı PETROL, Anka Yayınları, 1. Basım, Mayıs 2003.
** Türkiye Defteri, Ocak’74, 3. sayı, Aylık Edebiyat-Siyaset Dergisi.