Bu makalenin amacı, tarımsal üretimin belirleyici olduğu kapitalizm-öncesi toplumlarına maddeci toplum biliminin uygulanmasıdır. Bu şekilde, hem toplum (ve tarih) teorisinin daha iyi anlaşılmasını sağlayacağımı -yani geçmişin bugüne ışık tutmasını-, hem de özellikle Asya üretim tarzı (AÜT) kavramı çerçevesinde oluşan bir dizi tartışmanın daha anlamlı bir zemine oturmasına yarayacak bazı ipuçlarını getirebileceğimi umuyorum.Maddeci toplum biliminin kuruluş ve gelişme sürecinin içine yerleştiği toplumsal pratikten kopuk olması imkânsızdır. Yaşadığımız dünya, kapitalizmin bütün kurumları ile belirgin hâkimiyetini taşımaktadır. Halbuki, kapitalizm belirli bir coğrafi mekân ile sınırlı: Avrupa ve uzantıları (Japonya’yı hariç tutarsak). Tarihi maddecilik de dahil olmak üzere, bütün toplumsal bilimler buralarda kurulmuş ve gelişmiştir. Bunun sonucu olarak, tüm Avrupa – dışı tarihini, Avrupa’nın özgül toplumsal yapısı içinde üretilmiş kavramlar aracılığı ile anlamaya çalışıyoruz: bir bölgenin tarihi ve toplumsal kuruluşu genellikle tarih ve toplumsal kuruluş kavramlarına yaygınlaştırılmakta. Nitekim, tarihi maddeciliğin ilkel topluluk ile kapitalizm arasındaki dünya tarihini, Akdeniz – Avrupa yöresinden alınan üç üretim tarzı ile ifade ettiğini biliyoruz: antik, köleci ve feodal. Bu üçlünün dışında, muğlak (ve hatta kötü) tanımlanmış bir Asya üretim tarzına da konjonktürel olarak değinilmekte. Kanımca, bu Avrupa – yanlı tarafgirliği (Eurocentric bias) bir dizi öznel koşula bağlayamayız (Şovenizm, bölgecilik, hatta ırkçılık): Marx ya da Engels’in bu tür eğilimleri olduğunu sanmıyorum. Tersine, maddeci tarih biliminin kuruluş döneminde, Avrupa’nın çağın toplumsal (ve politik) pratiğindeki önemli ve Avrupa – dışı yöreler hakkındaki bilgi yetersizliği bu tarafgirliğin nesnel koşullarını oluşturmakta idi. Böyle olunca, dünyayı anlama/dönüştürme sorumluluğunu yükümlenen devrimci teori/pratik için, Avrupa ile Avrupa – dışı yöreler arasındaki benzerlik ve benzemezliklerin doğru değerlendirilmesi de büyük önem kazanıyor. Özellikle Asya üretim tarzı ile ilgili önerilerimde, olaya daha genel bir sorunsal içinde bakarak bu tarafgirlikten kurtulmaya çalıştım. Bu bağlamda, eğer ben de Asya – yanlı bir tarafgirliğe düşmüşsem okuyucudan peşinen özür dilerim.
TARİH VE TARİH TEORİSİ
Her şeyden önce yöntemle ilgili birkaç soruna değinmemiz gerekiyor. Bu çalışma bir tarih çalışması değildir: Üçüncü Haçlı seferini ya da Pelopones Savaşlarını anlatmadığı gibi onbeşinci yüzyıl Osmanlı ya da Sung hanedanı Çin toplumunu açıklamıyor. Ama, gene de, konusu tarih; insanlık tarihinde hiç olmazsa birkaç bin yıl süren bir dönemin teorisini yapıyor. O zaman, şu soruya mutlaka önceden cevap vermemiz gerekiyor: tarihin teorisi yapılabilir mi? Sezar ve Kleopatra’dan, Yıldırım Bayezit ve Timur’dan, İsa ve Şeyh Bedrettin’den, Kadeş anlaşması ve Çaldıran savaşından soyutlanmış, ama tarihi yapan bu kişi ve olayların davranış ve oluş nedenlerini açıklayabilecek bir tarih teorisi mümkün müdür? Ben bu soruya olumlu cevap vermek istiyorum. Tarihi maddeci bilim, tarihin (ve toplumun) teorik düzeyde temellük edilebileceğini, yani tarihi (ve toplumu) belirleyen unsurların bir dizi nesnel koşuldan hareketle bilgi olarak üretilebileceğini önermektedir (1).
Mutlaka somut mekân ve zamanda tanımlanması gereken tarihi gerçek ile, her iki unsurdan soyutlanmış bir tarih teorisi arasındaki ilişkiler özellikle tarihçiler arasında yoğun bir şekilde tartışılagelmektedir. Tarih teorisine gelen eleştirilerin tümünün tarihi maddeci sorunsalın dışında kalanlar tarafından yapıldığını da göz önüne alarak, farklı tarihçi okulların bu konudaki kanaatlerini özetlemek yoluna gitmeyeceğim. Ancak, bizzat tarihi maddeci sorunsalın içinde kalınsa bile, tarih teorisini kurarken iki önemli tuzağa düşmemeye dikkat etmemiz gerektiğini vurgulamak istiyorum.
Bunlardan ilki, tarih teorisini hiç bir zaman somut tarihten hareketle yapacağımız genellemelerle kuramayacağımızdır. Bilimin yöntemi, daima, en soyuttan en somuta giderek, çoklu ve karmaşık belirlenmelerin sentezi olan somutu düşünce sürecinde yeniden üretmektir (2). Aksi, yani somut mekân ve zamanda oluşan tarihi (toplumsal) olaylardan hareketle bir tarih (ve toplum) teorisi kurmaya çalışmak bizi ampirizme (ve historisizme) götürecektir. Ne yazık ki maddeci tarih biliminde de sık sık bu tür etkiler güç kazanmaktadır (3).
İkinci tuzak, tarih ve toplumun belirlenişini toplumun bir düzeyine mekanik bir biçimde indirgemek eğiliminde yatıyor: ekonomizm. Bu anlayışa göre, maddi yaşamın yenidenüretimi sürecinin maddeci tarih bilimindeki özgül ağırlığı, ekonomik düzeyin toplumun tüm düzeylerini tek başına ve doğrudan belirlemesi şeklinde tefsir edilir. Bu durumda, maddeci tarih biliminin ikinci temel unsuru olan sınıf çatışmasına (politik ve ideolojik düzeyler, devlet, vs.) analizde yer kalmaz. Sınıf çatışmasının (politik düzeyin) özgüllüğü yokolunca, bir yandan üretim ilişkileri ve mülkiyet ilişkilerini ayırdetmek zorlaşırken, diğer yandan da, insanın tarih ve toplumu anlayarak (devrimci teori) onu dönüştürecek müdahaleleri yapması (devrimci pratik) yerine, üretim güçlerinin gelişmesi ile kendiliğinden kurulan bir sosyalizm beklenebilir. Dikkat edilirse, sosyalizm ile üretim güçlerinin gelişme düzeyi arasında kurulan bu mekanik ilişki sonunda, maddenin (toplumun) ulaşacağı yer evrimi başında bellidir; maddeye bu tür bir amaç yüklemek ise mutlaka teleolojik (ve hatta teolojik) olacaktır (4).
Yukarıdaki açıklamalardan bu çalışmanın yöntemine geçebiliriz. Önce, tarım teknolojisine tekabül eden üretim güçleri düzeyini saptayacağız. Buradan, tümdengelim yoluyla, bu üretim güçleri ile tutarlı olacak üretim ve mülkiyet ilişkilerini araştıracağız (5). Bu süreç içinde, toplumların belirlenmesinde üretim güçleri/sınıf çatışması ikilisinin özgül yerlerini vurgulayacağız. Ayrıca, bu tür bir analizin mevcut bazı kavramlarla ilişkisini, bu sonuncuları eleştirerek ortaya çıkarmaya çalışacağız. Giderek, üslup hakkında birkaç söz söylemek istiyorum. Bir dizi genel hipotez öneren çalışmaların sentetik niteliklerinin ağır basması doğaldır. Böyle olunca, yararlanılan pek çok eseri alıntı yaparak dipnotlarda belirtmenin metni zorlayacağını düşünerek, konuyla ilgili olarak önemsediğim kitap ve makaleleri, çalışmanın sonundaki bir bibliyografya bölümünde kısaca değerlendirerek zikretmeyi tercih ettim.
ÜRETİM GÜÇLERİNİN TANIMLANMASI
Üretim güçleri kavramı insanın çevresindeki nesnel dünya ile olan ilişkisini, yani doğayı temellük biçimini özümler. Maddeci görüş, toplumun (ve tarihin) temel belirleyicisinin insanla doğa arasındaki nesnel ilişki olduğunu önerdiğinden, bu ilişkinin iyi tanımlanması son derece önemlidir. Özellikle vurgulamamız gereken şey, üretim güçleri kavramının ne insanın nesne-nesne ilişkileri hakkındaki bilgi düzeyi olan teknoloji ile ne de teknolojinin nicesel görünümü olan verimlilik ile özdeş tutulmaması gereğidir. Üretim güçleri, teknoloji ya da verimlilik gibi nesneler dünyasına ait bir kavram değildir, topluma ait bir kavramdır: insan-doğa ilişkisini insan-insan ilişkisine olan etkisi açısından inceler. Böyle olunca, teknoloji ya da verimlilikteki değişmelerin ille üretim güçlerinin gelişme düzeyini etkilemeleri gerekmez; bu değişiklikler ancak insan-insan ilişkilerini de değiştirecek nitelikte [nicelikte değil) oldukları takdirde önem kazanırlar (6).
İlkel komün ile kapitalizm arasında yer alan toplumların özgül üretim güçleri düzeyi nedir? Bu soruya cevap vermek o kadar güç değil; insanın doğa ile ilişkisinde pasif olduğu bir teknoloji ile karşı karşıyayız. Üretimin âdeta tümü, doğaya karmaşık aletler kullanmayan bir emek uygulaması ile gerçekleşmekte: tarım. Toprak verimini yükselten teknik ilerlemenin insanın doğa karşısındaki bu pasif (müdahale olanakları sınırlı) durumunu değiştirmeyeceği, ancak ve ancak üretimi topraktan (doğa) insan yapısı (yeniden üretilebilir) üretim araçlarına kaydıran teknolojik gelişmenin üretim güçlerinin daha yüksek bir düzeyine tekabül edeceğini hatırlatalım (niteselin nicele öncelliği).
Tarımın bulunması toplumda insanlar arası kurulabilecek ilişkileri belirler (ve sınırlar). Tarım teknolojisinin önemli çıkarsamalarını şu şekilde özetleyebiliriz:
1. Tarım, toplumun bireylerin biyolojik yeniden üretimi için gerekli olandan daha fazlasını istikrarlı bir şekilde üretmesine olanak tanır. Toplumsal artık-ürünün varlığı, bu teknolojinin sınıflı topluma tekabül edeceğini gösterir: ilkel komün yıkılmıştır.
2. Tarım teknolojisi, yaygın bir iktisadi işbölümünün gerçekleşmesi için yeterince karmaşık değildir. İktisadi işbölümünün yokluğu, sınıfların üretim-dışı (yani toplumsal) işbölümü sürecinde ortaya çıkacağını, yani sömüren sınıfların iktisadi fonksiyonları ile değil, topluma-ait (societal) fonksiyonları ile tanınabileceklerini ifade eder (savaş, din). Aynı şekilde, iktisadi işbölümünün sınırlı olması, meta üretiminin hiç bir zaman hakim olamayacağı anlamını taşır. Bu ise, bir yandan ticaretin sisteme dışsal olacağını (farklı coğrafi tekelleri temsil eden bölgesel-uluslararası-ticaret), diğer yandan da sömürünün iktisat-dışı unsurlarla gerçekleşeceğini içerir.
3. Tarım teknolojisinde, kapitalist üretim tarzını karakterize eden üretilmiş (yeniden üretilebilir) üretim araçları toplumsal yenidenüre-tim sürecinde önemsizdir; temel üretim aracı ise yenidenüretilemez(toprak) (7). Toprağın bu niteliğidir ki, savaşçı (asker) sınıfların tüm kapitalizm-öncesi (tarım) toplumlarındaki önemini (ve etkinliğini) bize açıklar. Toprak (yeniden) üretilemeyince, her sınıf için elde ettiği artık-ürünü arttırmanın tek yolu fetihdir: savaş, toplumun hem genişleyen yeniden üretiminde hem de kendini korumasında hayatidir (8).
Bu şekilde tarım teknolojisine tekabül eden üretim güçleri düzeyinin esas niteliklerini görmüş bulunuyoruz: artık-ürünün varlığı, iktisadi işbölümünün yokluğu ve temel üretim aracının yenidenüretilemeyişi.
ÜRETİM GÜÇLERİNDEN ÜRETİM İLİŞKİLERİNE
Şimdi şu soruya cevap arayalım: Üretim güçlerinin bu gelişme düzeyi ile hangi üretim ilişkileri bağdaşır (compatible)? Bağdaşma kıstası olarak (Bettleheim correspondence ya da non-correspondence diyor) “yeniden üretimi” kullanacağım: üretim güçlerinin gelişme düzeyi veri iken, toplumun kısa-uzun dönemde ve içsel-dışsal olarak yeniden-üretimîne imkân veren üretim ilişkilerine o üretim güçleri ile bağdaşan üretim ilişkileri diyeceğiz.
Yukarıda tanımda özellikle üstünde durmamız gereken “yeniden-üretim” kavramıdır. Belirli bir üretim güçleri düzeyinin belirli üretim ilişkilerini topluma zorlaması, hiç bir zaman, üretim güçleri ile ilişkileri arasında mekanik (kendiliğinden) bir belirlenme süreci olduğu şeklinde anlaşılmamalıdır. Üretim güçlerinden üretim ilişkilerine geçişi, tarihin motoru olan sınıf çatışmaları temin eder: üretim güç ve ilişkileri arasındaki bağdaşma, somut tarihte, farklı sınıf kavgaları ile oluşan toplumsal yapıların üretim güçleri ile bağdaşamadıkları ölçüde kendilerini yenidenüretememeleri ile gerçekleşir. Açıktır ki, söz konusu “toplumsal yenidenüretimi” salt içsel dinamik ve ilişkilerle tanımlayanlayız. Bağdaşmazlık, özellikle toplumların diğer toplumlara kıyasla kendilerini yenidenüretme etkinliklerinde belirgin olacaktır: dışsal dinamik. Bu şekilde, “toplumsal yenidenüretim” kavramının içeriğinin sınırlarını çizmiş bulunuyoruz: üretim güçlerinin gelişme düzeyinin koymuş olduğu ulaşım ve haberleşme tahditleri ile belirlenecek bir coğrafi bölgede birbiriyle bağıntılı fakat farklı toplumsal yapıların bir bütün olarak rekabet/tamamlama sürecinde kendilerini yenidenüretmeleri.
Her somut coğrafya ve tarihte değişen şekiller alabilen sınıf çatışmasının toplumsal belirlenme analizine açıkça (explicitly) dahil edilmesi ile karşımıza karmaşık ve heterojen bir geçiş dönemi çıkar. Örneğin tarımın bulunmasından bu yeni teknolojiye tekabül eden üretim ilişkilerinin ortaya çıkmasına kadar geçen süre, yöreden yöreye büyük farklar gösterebilir ve binlerce yıl sürebilir. Ampirisist tuzağa düşmemek için, model ya da teorinin az sayıda belirleyici etkenden hareket eden (basit) mantığı ile somut tarihin âdeta sonsuz sayıda etken tarafından belirlenen (karmaşık] mantığını ayıran çizgiyi vurgulamamız gerekir. Yapısal analiz, bir üretim güçleri düzeyine tekabül eden üretim ilişkilerini tümdengelimsel usavurma ile elde etmemizi sağlar. Bu ilişkilerin ortaya çıkış süreci ise (genesis: türüm) ayrı bir sorunsal içinde ele alınır. Çalışmamız açısından büyük önem taşıyan yapı-türüm ayırımına ileride tekrar döneceğiz.
GEÇİŞ ÜRETİM TARZLARI : ANTİK VE KÖLECİ
Antik üretim tarzı, aşiret (ilkel) topluluğundan sınıf (tarımsal) toplumuna geçiş sürecinin ilk kademelerinde yer alır. Özelliği, köle olarak tutulan bir yerli halk üstünde müştereken savaşçı fonksiyonunu yükümlenen bireysel üreticilerden oluşmasıdır. İçeride, büyük toprak ve köle mülkiyetinin gelişme eğilimi şehirliler (citizen) arasındaki eşitliği bozarak yoğun bir sınıf kavgasına yol açar. Toplumun içsel dinamiğini durdurarak bu tür bir sınıf çatışmasını engelleyecek mülkiyet ilişkileri gelişebilir (Sparta); ancak, bu durumda toplumun dışsal dinamiği kaybolur (fetih dürtüsü). Böyle olunca, eninde sonunda, büyük toprak ve köle sahiplerinin hâkimiyet kazandıkları kentlerden biri diğerleri üstünde egemenlik kurar. Bu ise, antik üretim tarzını köleci üretim tarzına dönüştürür.
Köleci üretim tarzı, köle emeği ve büyük toprak mülkiyetinin yaygın olduğu bir devleti içerir. Bu toplumun dinamiğini, sistem dışında kölelerin varlığı sağlar: emek-gücü toplum tarafından yenidenüretilmez fakat toplum dışından temin edilir. Ancak, devlet yayıldıkça, dışarısı daralır. Kölelerin içeride üretilmesi halinde ise, bunların, yarı ya da tam-bağımlı köylülere kıyasla hem maliyetleri daha yüksek hem de verimleri daha düşük olur. Bu da bizi başka bir üretim tarzına getirir.
Kanımca, tarımsal teknolojiye tekabül eden üretim tarzlarını aşağıdaki iki nokta aracılığı ile anlayabiliriz.
1. Artık-ürünün varlığı, kaçınılmaz olarak sınıflı toplumu ortaya çıkarır; antik üretim tarzı, kentli-köle arasındaki sınıf ilişkisine rağmen kentliler arasında sınıfsız ilişkiyi devam ettirdiğinden (ilkel demokrasi) geçici bir yapıdır ve uzun-dönem dışsal yenidenüretim mekanizmalarından yoksundur.
2. Üretici sınıfı (emek gücünü) asgari maliyetle ve içeride yenidenüretme zorunluluğu toplumu özgül toprak tasarruf ve örgütlenme biçimlerini kabule zorlar. Köleci üretim tarzı, gelişmiş bir sınıf toplumu olmasına rağmen, bunu gerçekleştiremez: bir üreticiyi, ailesi ve çocukları ile beraber en ucuz üretme biçimi, ona, ürününün tüm ya da kısmının kendisine ait olduğu bir toprak parçası vermektir. Üreticilerin kendilerini yenidenüretmelerinin bu özgül biçimi tarımsal üretimin özelliklerinden doğmaktadır. Yaşadığımız çağda ve gelişmiş kapitalist toplumlarda bile tarımsal ürünlerin önemli bir kısmında etkin üretim biriminin bireysel çiftçi olması ilginçtir.
Bu durumda, tarım teknolojisine tekabül eden üretim ilişkilerini tanımlayabiliriz: ürününün tümü ya da kısmı kendilerine ait topraklar üstünde kendilerini yenidenüreten bir üretici sınıf ve toplumsal artık-ürüne el koyan bir savaşçı-yönetici sınıf. Daha önce de belirtildiği gibi, meta üretiminin hakim olmayışı artık-ürünün iktisadi mekanizmalarla (piyasa) alınamayacağını, yani iktisat-dışı zor ile alınacağını içerir. Ancak, bu tanım, bize hangi iktisat-dışı zor mekanizmalarının kullanılacağını vermez. Bu sonuncusunu, sömüren sınıfın kendini yenidenüretme biçimi, yani bu üretim ilişkileri ile bağdaşan mülkiyet ilişkileri aracılığı ile anlayabiliriz. Üretim ilişkilerinin doğrudan üretim güçlerinin gelişme düzeyi tarafından belirlenmesine karşılık mülkiyet ilişkilerinin daima politik düzeyi (sınıf çatışması) içinde taşıdığı, bu çalışmada özellikle vurgulamak istediğimiz hususlardan biri.
Şimdi ise, üretim güçlerinin gelişme düzeyine tam anlamı ile tekabül eden, yani geçici (transitory) olmayan iki üretim tarzını tanımlamak istiyorum; teknolojide köklü değişmeler olmadıkça bu iki üretim tarzı kendilerini sonsuza kadar yenidenüretebilirler.
FEODAL VE ASYA ÜRETİM TARZLARI
Feodal üretim tarzı bütün özellikleri ile iyi bilinmektedir. Köylülüğün, ırsi (hereditary) özel mülkiyet hakkı olan bir savaşçı-yönetici (toplumsal) sınıf tarafından sömürülmesinde, hukuki serflik ve askerî koruma önem kazanır. Feodallerin aynı zamanda yargı niteliklerini ellerinde toplamaları bürokrasinin oluşmasını engelleyerek mali ve idari alanda egemenliğin bölünmesini sağlar. Güçlü bir merkezî devletin mevcut olmayışı ve bireysel savaşçı-yöneticinin toprağında oturup tebaasını şahsen yönetmesi artığın üreticilerden (sertlerden) artık-emek şeklinde alınması ihtimalini arttırır. Bu şekilde, feodalin kendi toprağı ile serflerin kendilerini yenidenürettikleri tarlalar ayırdedilmiş olur. Doğal olarak, bu mülkiyet ilişkileri ile tutarlı bir dizi üstyapı kurumu da (ideolojik, kültürel, vs.) gelişecektir.
İçsel dinamiğine baktığımızda, feodal üretim tarzının, feodaller arasındaki güçlenme rekabeti nedeniyle, merkezî bir devletin kuruluşu yönünde bir eğilim taşıdığını görürüz. Antik toplumla paralellik kurabileceğimiz bir yapı oluşabilir: bir yandan üreticileri sömürürken, feodallerin kendi aralarında merkezî devletin güçlenmesini engelleyecek ve imtiyazlarını koruyacak bir dizi politik kurumu kurmaları mümkündür (Parlamentolar). Askerî olarak etkinliği, büyük ordulara olanak tanıyan merkezî devletin yokluğu ile belirlenir: sistemin, dışına genişleme imkânları (fetih) sınırlı olduğu kadar, saldırgan ordulara direnme gücü de yüksektir.
Asya üretim tarzında artığın üreticilerden alınması bir merkezî devlet aracılığı ile olur. Bu üretim tarzında, tüm toprağın mülkiyeti devlete, ya da devleti temsil eden hükümdara aittir. Savaşçı-yönetici sınıf artığa, devletin memurları olarak el koyar. Bu örgütlenme biçiminde, toprak ve halkı idare edenler ile (sivil bürokrasi) savaşçılar ayrılabilir. Devlet memurlarının toprak üzerinde bir hakları olmayıp sadece artığa el koyma hakkına sahip olmaları artığın artık-ürün şeklinde toplanması ihtimalini arttırır: vergi/rant ya da haraç. Bu mülkiyet ilişkileri ile tutarlı bir üstyapı da gelişecektir.
İçsel dinamiğine baktığımızda, Asya üretim tarzında, güçlü bürokrat ve savaşbeyleri (warlord) ailelerinin gelişmesi ölçüsünde merkezî otoritenin parçalanması eğiliminin mevcut olduğunu görürüz. Bu nedenle, merkezî devlet her tür ırsi birikime karşı tedbirler getirerek bir yandan toplumsal akışkanlığı yükseltirken diğer yandan tüm almaşık politik iktidar kaynaklarını kurutmaya çalışacaktır. Askerî etkinliği feodal üretim tarzının karşıtıdır: merkezî devlet, fetih olanakları yüksek büyük ordular kurabilir fakat merkezî ordunun yenilgisi halinde bütün ülke savunmasız kalarak kolayca işgal edilebilir.
Yukarıda kısaca özetlenen iki üretim tarzının yapısal bir soyutlama düzeyine tekabül ettiklerini tekrar hatırlatalım. Somut zaman ve mekânda yer alan toplumların her ikisine ait unsurları havi olabilecekleri açıktır.
ASYA TOPLUMUNA GİDEN İKİ YOL
Özellikle AÜT tartışmalarında, bu üretim tarzının ortaya çıkış süreci (türümü) ile ilgili bir dizi unsur, üretim tarzının yapısal özelliği zannedilmiştir. Bu karmaşıklığa ışık tutabilmek için, fiilen tarihte de ağırlık taşıdığına inandığım iki türüm nedeni üstünde biraz durmak istiyorum.
Hidrolik toplum: tarım teknolojisine tekabül eden üretim güçleri düzeyini tanımlarken, üretilmiş üretim araçlarının özgül bir önem kazandıkları bir duruma değinilmişti: sulama tesisleri. Sulamanın mümkün olduğu ve büyük verim artışlarına olanak verdiği yörelerde, pahalı sulama projelerinin gerçekleştirilmesi aşiret kurumlarının üzerinde güçlü bir devletin kurulmasına imkân verir. Mezopotamya ve özellikle Mısır gibi ilk medeniyetler sulamaya olanak tanıyan nehirler çevresinde ve bir merkezî devleti de beraberlerinde getirerek kurulmuşlardır. Ancak, bu medeniyetlere uzun-dönemde istikrar sağlayan şey, devletin kamu hizmeti nitelikleri değil, fakat bu şekilde kurulan üretim ilişkilerinin tarımsal teknolojiye tekabül eden üretim güçleri ile bağdaşmasıdır. Sulama, bu devletlerin ortaya çıkışını açıklar (türüm), uzun-dönemde yenidenüretimlerini değil (yapı).
Göçebe hayvancılık: Asya üretim tarzına sulama faaliyetinin olmadığı toplumlarda da rastlandığını biliyoruz. Şu halde, hidrolik olmayan Asyai türümler bulunabilmeli. Benim ikinci önerim, mevcut tarım teknolojisi içinde göçebe hayvancılığın yerleşik tarımdan daha verimli olduğu coğrafi yörelerin mevcudiyetine dayanıyor. Maddi koşullar, bu yörelerde yaşayan toplumları hayvancılık yapmaya zorlar. Bu durumda, hayvanlar üstüne özel mülkiyet ortaya çıksa da, toprakta özel mülkiyet belirmez, toprak topluluk (aşiret) tarafından müştereken temellük edilir. Bu topluluklar, tarımın mümkün olduğu alanlara doğru yayılınca (ki, üretim araçlarının -hayvanlar- taşınabilir olması nedeniyle bu tür yayılmalara çok sık rastlanabilir) ilginç bir kaynaşma ortaya çıkar: fetheden aşiret ne tarımla ne de özel toprak mülkiyetiyle ilgilenmektedir. Yerli halkın aşiret reisine ödeyeceği haraç, Asyai vergi/rant kategorisinin bir öncüsüdür. Ancak, tarım toplumu sınıfsız olamaz; bu durumda süratle güçlü bir askerî (merkezî) devlet kurulacaktır. Gene, göçebe hayvancılığın tarımla kaynaşması merkezî devletin sadece ortaya çıkış nedenidir. Bu devletin kendini yenidenüretmesi göçebelere bağlı değildir; tam tersine, tahkim oldukça göçebe kökenlerinden kopar (ve hatta göçebeleri tarım yapmak üzere iskan edebilir) ve hidrolik topluma benzer şekilde gelişebilir.
Yukarıda verilen iki yolun dışında bir Asya toplumu türümü olmayacağını düşünmek yanlıştır. Bunlar, sadece, merkezî devletin ortaya çıkması ve toprakta özel mülkiyetin belirmemesi için mümkün (potansiyel) bazı maddi koşulları bize vermektedirler. Bunun dışında, her toplumun özgül sınıf çatışması o toplumun özgül belirleyicisi olacaktır.
ÜRETİM TARZLARININ SIRALANMASI
AÜT-Feodalite tartışmalarında üstünde durulan konulardan biri, üretim tarzlarının sıralanmasında AÜT’nın yeridir. Marx, Asya toplumunun ilkel komünle antik toplum arasında yer alacağını düşünmektedir. Asya, antik, köleci ve feodal toplumlara farklı üretim güçleri düzeyleri tekabül ettiğini örtük olarak kabul eden bu yaklaşımın yukarıda geliştirilen analizle tutarlı olmadığı açıktır. Eğer kapitalizm-öncesi üretim tarzları arasında bir sıralama yapmamız gerekirse, kullanacağımız kıstas, üretim güçleri ile ilişkileri arasındaki bağdaşma olmalıdır. Teknoloji veri iken, sadece uzun-dönemde kendilerini yenidenüretebilen üretim tarzları o teknolojiye has üretim tarzlarıdır; diğerleri ise geçici (transitory) üretim tarzlarıdır. Buna göre, üzerine temellendikleri üretim güçleri ile bağdaşmayan üretim ya da mülkiyet ilişkilerinden oluşan antik ve köleci üretim tarzları (Cermanik, Slav ve diğer benzer üretim tarzları ile beraber) geçici üretim tarzlarıdır. Yalnız feodal ve Asya üretim tarzları olgun tarımsal üretim tarzlarıdır ve daima birbirlerine dönüşme potansiyel çelişkisini içlerinde taşırlar: bu üretim tarzları eşdüzeydirler.
Burada, üretim tarzlarının üretim güçlerini geliştirmedeki etkinliklerine göre sıralanmalarını öneren bir başka görüşü eleştirmekte yarar var. Buna göre, feodaliteye, kapitalizmi doğurduğu için, kapitalizm-öncesi üretim tarzları içinde daha yüksek bir sıra (rank) verilmekte. Bu yaklaşım teleolojik ve ampiristtir. Mantığını izleyelim: kapitalizm tüm kapitalizm-öncesi üretim tarzlarından üstündür; feodalite kapitalizmi doğurdu; şu halde, feodalite diğer kapitalizm-öncesi üretim tarzlarından üstündür. Aslında, bu bakış açısı, burjuva ideologlarının, toplumsal gelişmeyi her zaman ve her yerde özel mülkiyet ile özdeş tutan ve insanlığın bütün başarılarını özel mülkiyete indirgeyen efsanesine (bak. örneğin Weber) çok benzemektedir. Kavram karışıklığına sebep olan, toprakta özel mülkiyet ile üretilmiş üretim araçlarında özel mülkiyetin ayrı ayrı şeyler olduğunun farkına varılmamasıdır. Kapitalizm, teknolojide, üretimin ağırlığını topraktan teçhizata (aletler) kaydıran köklü bir değişme sonucu ortaya çıkmaktadır. Toprakta devlet mülkiyetinin üretilmiş üretim araçlarında (sermaye) özel mülkiyet olmaması anlamına gelmesi ya da teknolojinin gelişmesini engellemesi için hiç bir neden olmadığı gibi, özel toprak mülkiyetinin bu teknolojik kaymaya yol açmasını gerektirecek bir neden de yoktur. Nitekim, tarihten örnekler verebiliriz: Sung dönemi Çin’i (10-12’nci yüzyıl) toprakta devlet mülkiyetine rağmen feodal Avrupa’nın çok ötesinde bir sanayi teknolojisine sahiptir; Meiji-öncesi Japonya’da ise özel feodal toprak mülkiyeti geri ve durağan bir teknoloji ile beraber yaşıyordu. Kanımca, tarihî maddeciliği bu tür darkalıplı determinizmlerden kurtarmak ve teknolojide köklü kaymalara neden olan bilgi birikiminin uzun dönemli belirleyicilerini araştırmak zamanı gelmiştir.
“DOĞU DESPOTİZMİ”
Avrupalı düşünürlerin (Marx ve Engels de dahil) Asya toplumlarını ne kadar yanlış değerlendirdiklerinin daha iyi bir örneği ünlü “Doğu despotizmi” kavramıdır. Daha 17’nci yüzyıldan itibaren, Doğu ile ilgilenen Avrupalılarda bu kavrama rastlamaktayız (aslında Aristo’ya kadar geri götürmek de mümkün). Buna göre, Doğu toplumlarında devletin başındaki kişinin keyfî ve mutlak (tyranical) iktidarı ile toprakta özel mülkiyetin yokluğu arasında bir paralellik kurulur ve bu durum, açık ya da örtük olarak, Avrupa mülk-sahibi sınıflarının politik (ve diğer ırsi) teminatları ile karşılaştırılır. Şimdi de, bu kavramın bir sınıf tutumu içerdiğini ve farklı bir sınıf tutumunun özde farklı çıkarsamaları olacağını göstermeye çalışalım.
İki (feodal ve Asya) üretim tarzının özgül sınıf çatışmalarının (ve ittifaklarının) anlaşılması için, yukarıda açıklanan merkezkaç güçleri doğru değerlendirmemiz gerekir. Feodal üretim tarzında, iktidarın merkezîleşmesi eğilimi, asilleri toprak üstünde ırsi haklar ve merkezî otoritenin güçlenmesini engelleyecek politik kurumlar kurmaya zorlar. Bu durumda, sömüren sınıfın kendi içindeki sınıfsal eşitliğine (9) sömüren ve sömürülen sınıflar arasında kast-benzeri bir toplumsal akışkansızlık (social immobility) tekabül eder. Asya üretim tarzında ise, merkezi zayıflatıcı (ademimerkeziyetçi) eğilimlerin varlığı, hükümdarı toprağın mülkiyetini kendinde tutarken devletin yönetimi için ırsi olmayan bir sistem kullanmaya zorlar. Bunun anlamı, sömüren sınıf içinde büyük politik eşitsizliğe karşılık (hükümdarın iktidarı mutlaktır) sömüren ve sömürülen sınıflar arasında toplumsal akışkanlığın mevcudiyetidir.
Bu iki üretim tarzında “despotluk” aramak için olaya köylülerin açısından bakmamız gerektiğini öneriyorum. Buna göre, politikaya katılma hakkı olmayan köylüler açısından hakim sınıfların kendi içlerindeki politik eşitliğinin hiç önemi yokken, çok sınırlı da olsa, sınıflararası akışkanlığın bir anlamı olabilir. Bu ise, bize bir “Batı despotizminden” bahsetme hakkı vermese de, “Doğu despotizmi” kavramının ideolojik içeriğini anlamamıza yardımcı olabilir.
Yukarıdaki analiz çerçevesinde, birbiriyle yakından bağıntılı (ve hatta birbirini tamamlayan) iki görüşü eleştirmek istiyorum. Avrupa toplumsal kuruluşlarında, sömüren sınıfların tekelinde fakat çok yoğun bir politik faaliyetin sınıflararasında kast-benzeri bir toplumsal akışkansızlıkla beraber varlığı, mülkiyet ilişkilerinden temellenen bir sınıf (ve “sınıf diktatörlüğü”) kavramını belirlemiştir. Buna karşılık, Asya toplumlarında sömüren sınıfın tüm politik faaliyetlerinin yasaklanması ile beraber sınıflararası akışkanlık bir sınıfsız toplum efsanesi yaratmıştır. Bu çalışmanın, her iki görüşün kesinlikle yanlış olduklarını gösterdiğini ümit ediyorum. Geri bir teknoloji düzeyinde sömüren ve sömürülenler arasındaki ilişkileri ortaya çıkartan üretim ilişkileri ile, sınıflararası ilişkilere ilâveten sınıf-içi (politik) hâkimiyet ilişkilerini de içeren mülkiyet ilişkilerini ayırdetmediğimiz sürece, toplumu anlamak/dönüştürmekte büyük zorluklarla karşılaşmamız doğaldır. Bu nedenledir ki, insanlık tarihi ne teknolojinin tarihi (üretim ilişkileri) ne de sınıf çatışmalarının tarihi (mülkiyet ilişkileri), fakat ikisinin kaynaşmasıdır.
SONUÇ
Çağdaş teknolojinin getirdiği ulaşım ve haberleşme olanakları ile bütünleşmiş bir dünyada yaşıyoruz: dağlar, çöller, okyanuslar aşılmış, coğrafya âdeta yok olmuş. Ancak, bu nisbeten yeni bir olay. Kapitalizm-öncesi dünya tarihi, birbirinden doğal engellerle ayrılmış ve nisbeten bağımsız gelişen dünya-sistemlerinden oluşuyor. Çin, Hint ve Akdeniz-Avrupa kapitalizm-öncesinin üç ana dünya sistemi. Şu halde, bunların tarihlerinin de yeknesak ve doğrusal olmalarını bekleyemeyiz. Fakat, maddeci paradigma doğru ise, üstyapıdaki sonsuz farklılıklara rağmen, üretim ilişkileri düzeyinde güçlü özdeşlik eğilimlerinin olması gerekir. Bu çalışmada, böyle bir yapısal özdeşliğin varlığını göstermeyi denedim. Buna göre, bir yörenin tarihinin özgüllüğü ancak diğerlerinin aracılığı ile anlaşılabilir: dünya sistemlerinin çoğulluğuna teorik yaklaşımın tekilliği tekabül etmeli.
NOTLAR
Bu makalede geliştirilen temaların önemli bir kısmı Ağustos 1976’da Mexico City’de toplanan “30’uncu Asya ve Kuzey Afrika İnsan Bilimleri Uluslararası Kongresine” (30th International Congress of Human Sciences in Asia and North Africa) sunduğum “Proposal for Radical Reinterpretation of Asiatic versus European Social Formation” adlı tebliğde bulunabilir; söz konusu tebliğ kongre tarafından yayımlanmaktadır.(1) Yapısalcı olarak suçlanmak istemem, ama, Althusser’in, diğer konulardaki fikirleri ne olursa olsun, Marx’ın bilgi üretiminde yeni bir “kıta”yı, “tarih kıtasını” insanoğluna açtığı konusundaki yargısına katılıyorum; bak. Lenin ve Felsefe, (Birikim Yayınları, İstanbul 1976), s. 25.
(2) Ne kadar iyi bilinse de, tekrar tekrar hatırlatmakta yarar gördüğüm bu husus Marx’ta çok açıktır; bak. Grundrisse (Pelican Books, Middlesex 1973), s. 100 ve devamı (yöntem bölümü); Contribution â la Crifique de l’economie politique (ed. Sociales, Paris 1957), s. 164 ve devamı (yöntem bölümü).
(3) W. Kula, Economic Theory of Feudalism (NLB, Londra 1976), s. 15’de bazı ilginç örnekler bulunabilir.
(4) Ekonomizmin karşıtı olarak volontarizm, politik pratiğe verdiği ağırlık nedeniyle zaten bilimi reddetmeye yönelik olduğundan bizim sorunsalımızın dışında kalıyor; ekonomizm-volontarizm ikilisinin çok benzer somut sonuçlara ulaşabileceğini, maddeci bilim ile ilgili olarak katıldığım diğer analizlerle beraber getiren ve okuyucuya önereceğim bir yazı, “Lucio Magri’nin yazısı dolayısıyle marksist parti sorunundur (Birikim, sayı 24, Şubat 1977).
(5) Engels şöyle diyor: “Tarihte toplumun ve devletin bütün ilişkileri, bütün dinî ve hukukî sistemler, ortaya atılan bütün teorik görüşler, ancak bütün bunlara denk düşen çağların maddi yaşam koşulları belirlendiğinde ve maddi yaşam koşullarından tümdengelim yoluyla türetildiğinde anlanabilir” (siyahlar benim, ASA). Ekonomi Politiğin Eleştirisine Önsöz’den zikreden, Marx/Engels, Devlet ve Hukuk Üzerine, derleyen ve çeviren Rona Serozan, (May yayınları, İstanbul 1977), s. 37
(6) Üretim güçleri kavramı ve özellikle nitel ve nicel yanlarının toplumsal belirlenmedeki etkileri üstüne çok şey söylemek mümkün; gerek geçmiş çağların ve gerek bugünün anlaşılmasında iyi özgülleştirilmesinin hayati bir önem taşıdığını düşünüyorum.
(7) Temel üretim aracının yenidenüretilmeyişine iki önemli istisna vardır: yenidenüretilebilen fakat taşınamayan kanal ve diğer sulama tesisleri ile hem yenidenüretilebilen hem de taşınan hayvanlar. Bu iki kategorinin etkileri ileride ayrıca ele alınacaktır.
(8) Her insan topluluğu için mutlaka gerekli olan ve insan-doğa ilişkisi yanında insan-insan ilişkisini de tefsir eden ruhani zümre de (din) unutulmamalıdır. Ancak, uzun dönemli yapısal belirlenme sürecinde içsel ve dışsal dinamik birbirinden ayırdedilemeyeceğinden, daha etkin olan savaşçı sınıfın, her ne kadar ruhani sınıfla bir ittifak kurmak zorunlulukları olsa da, hakim olacaklarını söyleyebiliriz; kapitalizm-öncesi toplumlarda dinin ve bu fonksiyonu yükümlenen toplumsal sınıfın toplumsal belirlenmedeki önemini hep aklımızda tutarak.
(9) Burada sözü edilen sınıfsal eşitlik ile, antik üretim tarzında değinilen aşiret (boy) eşitliği arasındaki farka dikkati çekmek istiyorum, ilki, bir sınıfın, karşılıklı hak ve görevlerden oluşan bir hiyerarşik düzeni, ikincisi ise müşterek hak ve görevler için karşılıklı eşitliğe dayanan bir ilkel demokrasidir.
Toplum ve Bilim Dergisi, Bahar 1977, Sayı: 1